bugün

Güzel bir Başlığa benziyor yazarın birisinin sürekli kendisine mektup yazması olayı, 3 sayfa yazı var.

Belki dinlerim bir ara.
ne kadar güzel, biliyor musun?
kuyruklu yıldızlar kadar...
ruhunun alanına giren gözler, kör olacak kadar kamaşırlar.
gözlerim kör olsun ona bakmaktan.
gözleri mücevherat!
heyhat...

gülümsese, bin pırlantanın ışıklarını soldurur.
öfkelense, ayı söndürür, yıldızları düşürür.
ama öfkeli ve cüretkar iken bile, güzellikler damlatır şapır şapır,
ne kadar içilse doyulmayacak muhteşemlikte güzellikler ...

hiç planlanmayan bir ürpermeydi..
hiç hesapta olmayan bir lütuf karıştı mayama ve kanıma.
şuurun içine karışmış bir halisünasyon gibi,
fişeklerin ardı ardına geceyi aydınlattığı bir şölen gibi,
bir yaşama tutunma sebebi gibi...

karanlık ormanlarda, kendinden başka herşeyi unutmuş ruhum yürürdü.
ağaçların gölgelerine kör, kuşların cıvıltısına sağırdı.
çiçek kokularını almaz, rüzgarı hissetmezdi.
Dolunay kışları sise karışır, fırtınalar gümbürderdi,
ama ben hiç duymazdım,
hiç aldırış etmezdim,
yürürdüm...

Sonra çalılıkların ardında diklendi dünyamın tepesine.
ruhumun ilerlediği patikanın hikayesinde, birdenbire anlamlar filizlendirdi.
Yaylım ateşi gözlerine bakmak, hikayenin ana fikrindeki anahtardı.

Ormanlar dolusu çiçekler açtı,
kurşuni dolunay, yerini güneş ışıklarına sattı,
rüzgar müzik oldu, yapraklar dansa başladı.

gözlerine baktığımda, ilhamlar taşıyor hislerimde,
onu kokladığımda, cennet diyarlarında gibi baş dönmelerine maruzum,
ve tenine dokunduğumda, hücrelerime ayrışıp yeniden birleşiyorum,
sonra onunla vücut buluyorum.

elini ver bana,
gözlerimizi kapatalım.
bu şölen sahnesinin topraklarından,
birlikte kalkalım ve arşa yükselelim.
olmaz mı?

bir tutam sevgi daha versen ya...
merhaba kutup ışıklarının aydınlattığı kuytu mağaralar,

ve sen;

bir zemherinin orta yerinden cümle kurmaya çalışmak ve bunu bir telaşe duygusuna yenik düşerek özenmek fiilinden fersahlarca uzaklarda icra etmek sonucunda çıkan yazıların doğallığı, senin makyajsız halinin doğallığından daha sönüktür benim nezdimde. oysa ben, bir güzellik müptelası olmama rağmen, güzellikleri değildir beni bir kadına aşık eden. siz de, bir kadında sizi üzme potansiyeli görmüyorsanız ona aşık olamayanlardan mısınız? yoksa bu hastalık sadece bana mı ait?

ruhumu yeterince geniş bir zaman aralığında usul usul check up'a aldım. ana hastalığımın adı ruh kanseri. ama asıl ilgi çekici ruh hastalıklarım, yukarıda anlattığıma benzer küçük küçük hastalıklar. ve işin tuhaf yanı, ben bu hastalıklarım olmasa sevemezdim kendimi.

ben bir seri katilim aslında. aşk cinayetleriyle dolu bir geçmişim var. bütün aşklarımın katili benim evet. gırtlağımda , aldığım ahların elleri, her saniyede biraz daha sıkıyorlar, biraz daha nefessiz bırakıyorlar beni.

sevdiceklerim, kederlilerim : bu mertebelerde alçaldım ben,çünkü ruhum hasta. oysa sizler yüce gönüllü güzelliklerdiniz. neden bana uyuyorsunuz? neden yüce gönüllü olmayı bırakıyorsunuz? affetseniz, size daha çok yakışmaz mı? affedin beni...

sana gelince;

sen kitap okurken ben seni izlerdim. müthiş bir hayal kurma sahnesiydi bu. okuduğun kitabın kahramanının ben olduğumu hayal ederdim. sen aslında beni yaşatırdın gözlerinle. nastasyanın yanına giden bir raskolnikov hikayesi, senin yanına gelen bir ben hikayesine dönüşürdü. sen bunu bilmezdin, sayfayı çevirirdin. henriette sendin, felix ben; mercedes sendin dantes ben... denizlere açılan, ion sütunlarının yanından geçen, hummaları iyileştiren, tebrizden savaştan dönen, uçurumları ve volkanları aşan, mahkum olduğu hapishaneden kaçan, otobüste gazete okuyan, celladın elinden kurbanı kurtaran, yıldız cennetlerinin altında ıslanan kahraman hep bendim...

sen onları okur, bana sarılırdın. ben ise bir kahramanlık etmişim gibi sarardım seni gururla. hayalini kurmak, benden alamayacağın tek şey sana dair.

şimdilerde kimler sana kahramanlık ediyor bilmiyorum, kimlerin kollarında sahte gözyaşları döküyorsun. kimleri üzüyorsun da senden vazgeçemiyorlar acaba? senin tarafından üzülmek ne yüce bir hüzündü, hala hatırlarım.

bana gelince;

sadece kitaplarda kahraman olabilen sıradan bir adamdım. o günlerde bu günleri hayal ederdim ve sahne şu şekildeydi; sen evimin hanımıydın, ben ise akşamüstü işten yorgun dönen koca. sarılırdın bana kapıda, öperdin de. seninle izlemem gereken ne filmleri yalnız izledim onca yıl boyunca. sensizlik ve sessizlik arasındaki tek ortak nokta harf eşleşmeleri değil. gittiğinden beri bir sessizlik var düşsel dünyamda.

aşık mı oldun dedi keke geçenlerde. o duyguları yıllar önce kaybettim ben dedim. bu bir farkındalık anıydı aynı zamanda benim için. odama gittim ve karanlık penceremden karanlık yeşil manzarayı izledim. yine ağlayamadım elbette, uyuyamadım da. nasıl ağlamayabiliyorsun diye sorduğunda bana, içimi gösterip bu ağlamak değil mi diye soramazdım sana ya, hala ağlayamam ve hala soramam.

ağladığını görmesinler oğlum, ağladığını görmesinler... dik tut başını!
selamlar hastanelerin soğuk, telaşlı, ilaç kokan koridorlarına konulmuş, oturacak yeri sert plastikten, ayakları demirden yapılmış konfordan uzak banklar. ne kadar da çok dert taşıyorsunuz farkındasınız değil mi?

yıllar o kadar hızlı akıyor ki. o kadar hızlı tükeniyoruz ki. hayal kuruyoruz. hayaller kuruyoruz. çoğul takısını ekliyoruz hayal'in sonuna, sonunu düşünmeden. bir hayali adam etmeden, ötekini düşlüyoruz. sonra boşlukta yok olup gidiyoruz. maymunuz biz, iştahlıyız üstelik.

bir tetik akla gelir bazen. yıllar gelir göz önüne, gelecek veya geçmiş. bir tetik akla gelir bazen, çok kolay olur yaşamak. zaman gelir akla, yapmadıklarınla dolu ve yine bir tetik gelir akla her şeyi unutturacak.

Bir tetigim olsa, yayını gererdim.
selamlar galileo; dünyanın fırıldaklığını ilk gören koca adam,

bir arkadaş ortamında samimi arkadaşların, "içinde sen olmayan çok özel bir anılarını" o anı yaşayarak hevesle anlattıklarında
kötü hissediyorsun, o anının bir parçası olmadığın için dışlanmışlık duygusu dolduruyor içini ve sanırım ana tema kıskançlık
olan bir huzursuzlukla dinliyorsun arkadaşlarını. elinden sadece sana anlatılana kafa sallamak ve şaşırmak geliyor, vay be
diyorsun şaşkın şaşkın.

her anı yaşamak, her şeyin bir parçası olmak, her hayatı görmek istiyorum; aynı anda herşey olmak istiyorum,
ama elden birşey gelmiyor, sadece kendi küçük hayatımda helezonlar kurup ondan onda geçip duruyorum.

tanrı olmak, çok güzel birşey olsa gerek...
sınırsız bir adamım ben, ucum bucağım yok...

o yüzden assos'a gittiğimde çarpılmıştım. sonsuzluğun görüntüsü düşmüştü göz kadrajıma.

rakı mehtaba karşı değil, assos'ta içilir.

kafamda dişliler dönüyor nicedir. sürtünme seslerini duyabiliyorum. hayat gizeminin perdesi aralanıyor ölüme yaklaştıkça.

ölüm - hayat gizemi = hayat

hayat = 0 olduğunda (ki bu an ölüm anı oluyor), hayatın gizemini tamamen çözeceğiz. fakat o gizemi çözmüş geçmişin milyarlarca ölüsü gibi,
sesimizi hayattakilere duyuramayacağız, onlara spoiler vermemize izin verilmiyor.

memleketin uzak köşelerinde, deniz kenarlarında kimsenin uğramadığı birtakım büyük kafeler vardır.
o kafeye girersin ve etrafında gördüğün onlarca masadan hiçbirinde hiç kimse oturmuyordur. sen de oturmak istemezsin,
oturursan da içinde tuhaf bir huzursuzluk hissedersin. bunun adı yalnızlıktan korkmaktır. yüzleşme bu noktada gıcırdatır huzurunu.

ama kafanı takma, ben de her gördüğüm sarı leblebiyi leopar desenine benzetip tiksiniyorum. belki de o yüzden beyaz leblebi seviyorum;
ben olmayan herşeye benziyor.

pazar gününe kadar iki ayrı kızla sevişme planım var. oysa plansız sevişmelerdir beni benden alan..

selamlarım bugün sana mahafsoun, keşke ağlasan da gözlerinden akan siyah makyajı seyretsem...
Hayatım cok renkli be.

Cok mu klasik oldu?
mutluluğun ne olduğunu bilmek için bir referans gerekir.

mutluluğun referansı mutsuzluktur.

öğrenmiş oldum bir şekilde, mutluymuşum ben.
bazen yağmurlu gecelerde sokaklarda yalnız başıma dolaşasım gelir
ama ne zaman bu isteğim belirse, sokakta hava güzeldir
sonra unuturum bu yalnızlık isteğimi
ertesi akşam yağmur yağar
ve ben çıkmaya korkarım o akşam,
sokaklara,
yalnız....
sevgiler sevgililer,

sorular şu,

do you wonder why i prefer to be alone? have i really lost control?

cevaplar şu,

sanmam. evet.

bye.
merhaba ebru,

sonsuz bir potansiyel enerjim var sana aşık olmak için. ama ben umutla kinetiğe çevirmem onu, ancak gerçekle çeviririm. eğer umut gerçeğe dönüşmezse,
o enerji başka yeşil gözler bekler, sana akmaz. ama yine de buradaki asıl nokta, sonsuz bir potansiyel enerjim var sana aşık olmak için. okuyamadığın bu yazılardan,
senin için güzel olacağını bildiğim ama senin kararsızlık yaşadığını seçmeni diliyorum. tartışılamaz güzelliğinin en büyük mücevheri olan yeşil gözlerine kuracağım ne
şaşalı cümleler var bir bilsen. neler kazanacağını bir bilsen. keşke görsen içimdeki şenlik havasını. hayır dersen neler kaybedeceğini bir görsen keşke...

bana hava hoş oysa. ruhumun, rakı sofrasına senin erişilmezliğini bahane etmeye can atan bir parçası ellerini ovuşturmakta ve blaxoul'a yaslanıp hüzün plaklarını
başa sarmak hayalleri kurmakta.

bir sevsen beni,neler kazanırdın var ya...

not: bu satırları, hala sana ulaşmayan sorumun cevabını beklerken yazdığımı kendi tarihime not düşmek isterim ki, yıllar sonra buruşuk göz altı torbalarımın üzerindeki yaşlı gözlerle yazdıklarımı okuduğumda, bu anın heyecanı hafızalarımda hep taze kalsın, hep hatırlansın...
selam yalnızlık ben geldim,

ne zaman gittin ki diye sorar gibisin, haklısın. yalnızlıkla ilgili yanlış bilinen bir söz var; "yalnızlık allah'a mahsusmuş!"

yanlışın daniskasıdır bu laf. allah kullarına kendi ruhundan üfürmüştür. ve dolayısıyla her insan yalnızdır biraz.

yalnızlıkla ilgili beni en çok yaralayan durum da budur. bu dünyadaki tek yalnız ben olmak isterdim. oysa herkes biraz yalnız olduğu için,
yalnız olmak konusunda kimse yalnız değil. dolayısıyla yalnızlık özel bişey değil.

ama ancak gururlu adamlar gerçek yalnız olabilirler. çünkü gurursuz adamlar, yalnızlıklarını yıkmak için yamatırlar kendilerini birilerine.
gururun senin zaafın olur ve mükemmel bir yalnız olarak dünyaya bahşeder seni en gerçeğinden.

not: "just like that" bir porno deyimidir.
selamlar gözyaşlarını yüzüne değil de ruhuna akıtan insanlar,

siz bilmezsiniz, ağlamanın ne kadar güzel ve sınırsız olduğunu. ağlamak temizlenmektir. ağlamak ruhun omo'sudur amına koyiyim. siz hala içinize tepin tüm derdinizi.

siz ağlamayarak gururlu ve onurlu olduğunuzu zannederek en ağır ahlaksızlığa imza atıyorsunuz; insan olmaktan kaçıyorsunuz.

ağlayın yavşaklar, iki yüzlüler.

yanınızda sizi dinleyen biri varsa ona ağlayın. yanınızda sizi dinleyen biri varsa onu sevin, tapın!
selamlar mart, hoşgeldin ...

bazen düşünüyorum bir buzdolabı motorunun cızırtısı altında ve karanlıkta; nasıl bir adama dönüştüm ben diye. aynada kendi gözlerimin içine baktığımda yapıyorum bunu en çok.
soruyorum; sen nasıl bir adama dönüştün?

sen bana bütün bunları yapmış olmasaydın güzelim, ben dünyalar iyisi bir adam olarak ölene kadar yaşayacaktım. kimsenin canını yakmayacak, kimsenin ahını almayacaktım.

beni bu canavar dönüştüren sensin diye düşünürken çakıyor şimşekler kafamda; bu canavar ben değilim, sensin!

oysa ne kadar da güzel görünüyorsun...
merhaba sonbahardan kışa geçiş evresi burukluğu,

sağnak yağan yağmurda, sileceklerinin plastiği bitmiş arabada ilerlerken "önümü göremiyorum" diye hayıflandım kendi kendime. boğaziçi köprüsünde önünü görmene gerek yoktur zaten, yan taraftaki gerçek olduğuna hala kendimi ikna etmeye çalıştığım varolan en güzel manzara önkörlüğe en premature teselli. lakin önümü göremiyorum iç sesiyle tetiklenen farkındalıklar silsilesi, öngörülemeyen telaşlı kederlere kapı açtı benliğimde. ruhumdan çatırdamaya sesleri duymaya başladım o andan itibaren. bir kadını kaybetmemek için çabalamayı özledim ben.

mutlak yalnızlıklar içindeyim. sevmediğim tenlerle sevişirken, geçmişin kıymetli zamanlarına buruluyorum. eskiden sevişmek yüce bir duyguydu. kalbim kilometrelerce öteden çarpmaya başlardı. eskiden sevişmek aşkın bir parçasıydı. yüzünü severdim sevdiceklerin, hisler dolardı ciğerime. öpüşmeden hemen önce; "cızzzzttt" elektrik arkları oluşurdu, atardı arklar gözlerden gözlere, bedenlerden dışarı taşıp derinin üzerinde dolaşırdı.

bir kadını kaybetme korkusunu özledim ben. işine gelmiyorsa siktirgit diyebildiğim kadınlarla sevişmeyi sevmiyorum.

eskiden öpüşmek, çikolatalı kek kıvamındaydı. çilek tatları alırdım, yasemin kokuları dolardı ciğerlerime. boynunu öpmeye yeltendiğim kadın, karşı konulamaz o duyguya teslim olup kendini salıverince, tenine değen tenim festival fişekleri atılmışçasına coşardı huzurdan.

yüzünü seyrettiğim kadınlarımı özledim ben, saçını düzelttiğim, yanağını okşadığım. ayakta durmak için bana güvenen, içindeki bütün kederleri yalnızca bana açan kadınlarımı özledim.

bir şiir çalındı kulağıma geçenlerde:

Güzel olan
Mevsimlere dur demek
Kar yağarken çiçek açtırmak ağaçlara
Güneşi bir akşam saatinde tutup bırakmamak
Sonra doldurmak ay ışığını kadehlere
Delicesine içmek
Ve unutabilmek her şeyi ansızın
Sevmek seni en yücesiyle sevgilerin
Birlikte geçmiş, gelecek bütün çağları aşmak
Güzel olan
Sevmek seni Tanrılar gibi
Seninle Tanrılaşmak...

bunu söyleybilecek kadınlarımı özledim, özlüyorum şu an;

kocaman bir evde yalnız başına oturmak acıklı sonla biten bir dünya klasiğinin son sahnesini gerçeklemek gibi. ev kocamanlaştıkça, evet gerçekten öyleymiş,
hayatındaki ölçülebilir boşluk miktarı da kocamanlaşıyor. somut acı kıvrandırıyor, yeterince soyutu varken.

kocaman bir ev; bomonti, marlboro, karanlık oda, bir monitör aydınlığı, en hüzünlüsünden müzikler...
arttıkça tüketen farkındalıklarımı sikeyim...
bunların hepsi sen gittikten sonra..

ve sonra o, yeni sen oldu..

bu yazdıklarım hep o gelmedikten sonra..

evet, evet .. selamlar merve; ben yine kim oluyorsam, yine sana umutlanıyorum mühendis mühendis..

ben senin beni sevebilme ihtimalini bilmiyorum..

eski sen; göğsüm daralıyor ve yüreğim kanıyor, olmasaydı sonumuz böyle.

ama olmuş ve ölmüşün çaresi yok, sensizliğin de..

seni aştıkça kurtuluş yok! yeni senler çıkıyor. çünkü bu yürek son çarpıntısında bile aşkı bekleyecek, o kadar ümitsiz ümitler peşinde bu yürek.

ruh şemalimi tasvir edecek olsam şöyle derdim. bir şubat gecesi, gece yarısından sonra kafasında beresiyle kilit taşlı sessiz cihangir sokaklarında yalnız başına yürüyen bir adam. saçı sakalı uzayıp birbirine karışmış. başında kulaklarını kapatmayan bir bere. elleri pardesüsünün ceplerinde, başı öne doğru eğilmiş yere bakıyor yürürken. düşünüyor adam ve ağzından yalnız ve kıyamet soğuğu şubat gecesine ait buharlar çıkıyor. adam sürekli düşünüyor, hüzünlere bezenmiş girdaplı düşüncelerle. sokakta duyulan tek ses , adam yürürken bastığı kar yığınlarının gıcırtısı. belki sonra anlık bir çınlama; marlboroyu yakan zipponun sesi, hepsi bu. oysa o şubat gecesi sessizliğinde düşünceler çığlık çığlığa.

o adam işte, benim. zaten bir şubat gecesi doğmuşum.

sonra firuzağaya çıkıyorum, ordan da yukarı tırmanıp istiklale çıkıyorum. yine süslerle bezenmiş ışıklı dünyalara adımlar atıyorum, geceye kalmış şarapçıların ve kanyakçıların arasından geçerken. meydana varıyorum, ellerim buz kesmiş, bağırıyorum :

- taksi!
- neresi abi?
- mecidiyeköy...

uyanıyorum ertesi bir iş gününe. çekiyorum üstüme "casual" kıyafetlerimi, üff jilet! kravat, fönlü bir saç, armani Eau De Nuit Edt parfümüm, parlak kösele ayakkabılarım.
otoparka gidiyorum, arabamı alıyorum. aynadaki yakışıklı hazır işine gitmeye. focacciadan kahvaltı için bir sandwich , salamlı ve kaşarlı; kadın sesleniyor dükkandan çıkarken, iyi günler beyefendi. fransız lordları gibi çapkın bir gülümsemeyle ardımda bırakıyorum onu, çünkü siyah çorabın üzerine giydiği mini etekten süzülen bacakları hoşuma gidiyor. kontağı çevirip motoru çalıştırdıktan hemen sonra takıyorum rayban güneş gözlüğümü, ve ön camı yarım açarak yakıyorum yemek sonrası keyif sigaramı. araba ilerliyor ve ben gösterişli hayatımın yıldızlarında ışık hızıyla hareket ediyorum.

oysa ben o şubat gecesinin yalnız adamıyım. ölüyorum lan yalnızlıktan ve işin tuhafı bu hoşuma gidiyor. bu yalnızlık özgürlüğünü ve acısının hazzını feda edebileceğim bir değeri bekliyorum ben anlamsızca. çünkü bir insanın beynindeki kötü düşünceleri öylece alıp geride boşluk bırakamazsınız; yerine kayda değer birşey koymanız gerekiyor. ve ben hiçbirsen bulamıyorum oraya koyacak. ölüm bir gece daha yaklaşıyor bana. ama benim her anım bir şubat gecesi, şekildeki akdeniz yazı gecesi mehtaba karşı sahilde oturan adam profilime inanmayınız...
iç acılarımın toplamı bir rakamla ifade edilebilseydi ben hiç acı çekmemişim der, kendime gülüp geçerdim. acılarımın toplamını bilebilmek için, böylesine basit kelime oyunlarından daha fazlası gerek...

birisine ait olduğumu hissetiğim an ile tamamen özgür olduğum anı idrak etmemin aynı saniyeye denk gelmesi bilinmez acılar yüklüyor bana. tam işleri düzene koyacağımı, standarta oturacağımı, gidip geleceğimi, markette ucuz beyaz peynirin hangisi olduğunu keşfedebileceğimi, en hesaplı tuvalet kağıdının 18'li pakete denk geleceğini anladığım an aslında bu basitliğin zerre kadar sikimde olmadığımı hissediyorum.

sonra düzene, toplum baskılarına, daha önce yapılmışı gördüğümüz için şu anda onu yaptığımıza sövüyorum ve sonu olmayan bir koridorda yürümeye başlıyorum. varlık sensörleri varlığımı umursamıyor, yakmıyor ışıkları. karanlık koridorda yürümeye devam ediyorum ve uyuyorum. günler böyle geçip gidiyor, koridora giriyorum karanlık. yürüyorum, karanlık. akşam oluyor, uyuyorum. ertesi gün yine oluyor, engelleyemiyorum. 2 gün sonrasını düşünmüyorum bile, günler öylece, amaçsız, plansız, umursamaz geçiyor.

yaşım 27. kimine göre 28. baya bir şey gördüm. acının alasını çektim, hesaplayamayacağınız kadar ağladım, kanadım, diz çöktüm ya da yürüdüm gittim... var oldum ben. muhtaç olmadım. dik durdum. koştum, yetiştim, zamanında vardım. onlara, insanlara, arkadaşlara, dostlara, aileme. yordu bu biraz. hep koşmak yordu.

şimdi ne olacak bilmiyorum. biliyorum aslında ama kaçıyorum. bilmiyormuşum gibi davranmak cidden kolay oluyor.

anasını satayım, sağa sola yazsam ne olacak bunları. manasız. benim canım 2. biradan sonra 3. birayı hep çekiyor. durduramıyorum kendimi. bu benim. biranın, derdin, başkaldırışın adamı. duyguya doyumsuzum. duygu katiliyim aynı zamanda.

beni siksen anlayamazsanız. ben kendimi anlayıp, ifade edemiyorum. iki kişi tek vücutta yaşıyoruz biz. içimdeki ağlıyor, gözyaşlarım benden süzülüyor...
sensizlik de bir öksüzlük...

gecenin tek ışığı yalancı dolunay,

hayatın tek karanlığı sensizlik,

ve tek yalancı, kendine fail olmuş ben.

annesizlikten farksız sensizlik,

sessizlik...

gözlerin kahkahalar atardı ya ayalarından,

genleşirdi mutlulukların kalp bebeğime,

ve ben yaşamaya başlardım.

sensizlik , kendimsizlik demek.

yaşamak yok, ölmek ise yasak...
selamlarım beş yıl önce dikili'de minibüste gördüğüm güzel kıza,

seni sadece on dakikalık bir minibüs yolculuğunda görmüştüm
ve bizden iki dakika önce köşeyi dönen yolda minibüsten ayrılışından beri tam beş yıldır görmedim.
muhtemel ki bir daha hiçbir zaman da göremeyeceğim. zaten, görsem de hatırlamam.
sadece çok çok güzel olduğunu hatırlıyorum, yoksa siman buğulu buzdan bir taş parçası.

sen ve senin gibi, hayatımın sadece bir anından hatırladığım ve bir daha görmediğim güzellikler var.
hayat anlardan ve anılardan ibaret. benim hayatımsa, nasıl ki seni ve senin gibi olan diğer güzellikleri bir daha göremeyeceksem,
bir daha asla yaşayamacağım bir andan ve anıdan ibaret:

"öpsene beni..."

ışıklar, ses , motor, perde kapanır, göz kapakları da...

flaş yapar hayat!!!

yıllar sonra bir romanın ilk cümlesinde belirir farkındalığın: "hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum."

ama yaşlanıyorum artık. o an bile, hayatımın en önemli, hayatımın değerli hisedilebilecek tek anı olmasına rağmen, hatta belki de bu hayata
gelmemin tek sebebi olmasına rağmen silikleşmeye başladı anılarımda. eskisi kadar canlı hatırlayamıyorum o anı. bir katarakt etkisi çekilmeye başlandı
anılarıma.

oysa ben anılarımla yaşıyorum, gelecek hayallerimle değil. anılarımı elden alıyor ya tek tek, yaşlanmanın en acı yönü bu benim için.
yakında yaşamak için bir sebebim kalmayacak, çünkü tamamen unutacağım. ve intihar edemeyeceğim için dolaşacağım dünya aleminde ruhumun en salaş halleriyle.

selamlarım lise bire giderken enez'de bir üç saniye de olsa kesiştiğimiz seda'ya. sonra o da hayat gibi yüz çevirmişti bana ve yoluna devam etmişti...
pedikürlü ayaklar...

bembeyaz ayakların üzerindeki rengarenk ojeler. çıplak bir tenin başlama noktası..

yaz günlerinin berraklığıyla her yerdeler. mis kokuların arasında ilerletiyorlar kendilerine yük olan zarif bedenleri.
bakımlı sahipler; ojeli eller, rimelli gözler, fönlü saçlar, beyaz dişler..
hepsini koklamak istiyorum o zarif bedenlerin, hepsini öpmek.

sanat eseri pedikürlü ayaklar, ince ve özenle işlenmiş sürrealist figürler.

hiçbiri benim değil.

evlilik sürecine giren çiftler, evliliğin bu yolun son noktası olacağını ve evlenince, stres yaşadıkları her şeyin nihayetleneceğini zannediyorlar.
evlilik bir son değildir, bir başlangıçtır bence.

evlenince bir boşluğa düşmek diye bir şey olmalı.

yine de,

yalnızlık susuzluktan da zor...
durumlara göre ortama uyum sağladığımızı söylüyorlar. oysa yanlış, bukalemunlar duygulanınca renk değiştirirler.
selamlar aynur, ellerimden kayıp giden güzellik,

yanlış zamanımın doğru insanı..

beşiktaş çarşı'da oturduğumuz mekanda gelen tuborg biramın kapağını açtığımda, şişe kapağının, siyah halkanın üzerinde çiçek gibi açılmış aliminyumu ile
bir tek taş yüzüğü andırdığını farkettiğim an, önünde diz çökmek istedim.

yapmacık bir yüzükle, evlen benimle ki bu felaketler zamanından el ele azad olalım demek, diyebilmek için.

oysa benim, hayatın yanlış zamanında doğuşum gibi, hayatının yanlış zamanında görüşmeye başlamıştık seninle.

annen...

bir insanın kendi kariyerinden, mutluluğundan, hayatından vazgeçmesinin sebebi anne ise, saygı duyup yastıklara gözyaşı silerek avunmaktan başka yapacak birşey yoktur.
sana o an sorduğum, "midye yiyelim mi?" sorusu, aslında sorulamayan benimle evlenir misin sorusunun filtrelenerek değiştirilmiş ve böylece de anlamından fersahlarca uzaklaştırılmış buruk bir yansımasından ibaretti sadece.

ve sen, ellerimin ve kollarımın arasından anneciğinin kollarına giderken, o gecenin sabahında bindiğin taksi ufuk çizgisine doğru yol almaya başladığında, hayatımdan uzaklaşan her güzelliği seyrettiğim gibi seyrettim seni, bilmezsin sen.

yine arkamı bir güzelliğe dönüp yalnızlığıma yürüdüm!

--özet--

Hayat... Bir kez daha bana ihanet etti.
Bazı şeylerin hiç değişmeyeceğini kabul ettim
Küçük beyinlerinizin benim ıstırabımı büyütmesine izin verdim.
Ve o benim akıl sağlığımı kimyasallara bağlı bıraktı.

Evet... Düşüyorum. Yere çarpmama ne kadar kaldı?
Neden çöktüğümü sana anlatamıyorum.
Neden yalnız kalmayı tercih ettiğimi... Merak ediyormusun?
Gerçekten kontrolümu kaybedip kaybetmediğimi?

Sona yaklaşıyorum
Nasıl biri olabileceğimin farkına vardım
Uyuyamıyorum... Bu yüzden bir nefes alıp en cesur maskemin arkasına saklanıyorum.
itiraf ediyorum. Kontrolümü kaybettim

--son--

yalnızlık, temmuz ayında çiseleyen gayrimeşru, piç bir yağmur damlası gibi, zayıf...
yağmur damlası, gözyaşı damlası gibi bir ağlama timsalidir aslında. zayıf bir yağmur damlasının farkındalık oluşturamaması gibi,
etkisiz bir acıdır yalnızlık, münferittir. ve bu sebepli ağlamaların da görülemez kimselerce, ıslatamaması gibi yağmur damlacığının.

acını kıskanıyorum diye bir tabir var. kıskanılası bir yalnızlık acım var, allah biliyor ya.
ama yine de buna dayanmak zor. bu yalnızlığın en hazsal yönü, üç bira sınırını geçip şizofrencilik oynamaya başlayınca anathema dinlerken,
gerçekten yaşadığını (köküne kadar hissettiğin gerçek acı duygusu vesilesiyle) hissediyor olman.
yaşamak, duyguların en gerçeği olan acıda gizlenmiş bir form.

mutluluk öyle mi? bir rüya gibi, bir hayal alemi gibi sahte bir duygu. mutluyken, ayakların yere basmaz. hayatta değil, başka alemlerde gezinirsin. yaşamazsın mutluyken, yaşadığının farkına varmazsın.

mutluluğun kendisi başlı başına bir paradokstur zaten.

klavyem döndüğünce anlatmaya çalışayım. sürekli merak ediyoruz, sürekli birşey öğrenmeye çalışıyoruz, mutlu olmak için.
bilgi dağarcığımız büyüyor. artık hepimiz bisiklet sürebiliyoruz, yüzebiliyoruz, araba kullanabiliyoruz, biber gazına talcid
iyi geliyor, biliyoruz. hassas çamaşırları sentetik programında yıkıyoruz çamaşır makinasının ve kare 31 kare yapınca, aradığımız eski sevgilimiz numaramızı göremiyor.
herşeyi, herşeyi öğrenmeye , bilmeye çalışıyoruz mutlu olmak için. oysa dağdaki çoban, hepimizden daha kaygısız ve mutlu. bizim karşılanamayan, bir türlü doymak bilmeyen
kocaman beklentilerimiz, süslü keşif iştahlarımız, kibirli egolarımız da büyüyor bilgiyle. oysa farkındalık ile cehalet kapışsaydı mutluluk için, cehalet farkındalığa tur bindirirdi. çünkü cehalet mutluluktur, farkındalık ise aklı başında bir delilik...

işte temelinde paradoks olan bir duygudan, istikrarlı bir gerçekçilik beklemek bu yüzden yanlış.

mutlulukları için çabalayan insanlar hayal dünyalarında yaşadıklarının farkında değiller bir kere, burda cehalet var yani, al bu da sana ikinci paradoks, hani nerde farkındalık?

ben bu gerçeği bildiğimden değil, hissettiğimden yakıştıramıyorum mutlulukları kendime.

içgüdüsel olarak acı çekmek, her insana bahşedilmemiş bir ızdırap. ve ben yine bir duraktan eli boş çıkıp, sırtımda azık çantamla yoluma devam ediyorum, yalnız.

--spoiler--

senle beraber olsam da sevgilim,
ayrılsak da ölsek de bu yolda

hep yalnızlık yavrum yalnızlık ömür boyu
yalnızlık ömür boyu

senle beraber olsam da sevgilim
hiç görmesek birbirimizi,özlesek

ömür boyu bağlansak da,sevinsek de,üzülsek de
yalnızlık ömür boyu

birden sen gelsen aklıma,seni unutsam bazı bazı
meraklansam gizlice, delice kıskansam seni

hep yalnızlık var sonunda,yalnızlık ömür boyu

--spoiler--
Hayatımda yapabilidiğim en iyi taklit, bar taburesi üzerinde oturan üzgün adam taklidi. Ancak kararlaştırmamız gereken bir nokta var ki, taklidin gerçek olmayan kısmı üzgün olmam değildir. Gerçek kısım, bar taburelerine alışkın olmamamdır. Ben gri kaldırımların sivri kenarlarında ya da karanlık odaların çekyat köşelerinde, bilemedin, meyhane köşelerinin soluk ışıklarında üzülen bir adamım. bar tabureleri pek de bana göre değil. ama üzülmek... işte o benim.

bazen bir kadına aşık olursun. bir daha göremeyeceğini bilsen de. sen kadına değil onun yokluğuna aşık olursun her gönlü sarhoş gibi. yokluk ve imkansızlık umudun fışkırdığı en karanlık andır. ve umut yaşamın kaynağıdır. üzülmekse işte tam bunların ortasında karma karışık bir duygudur cennet, cehennem arasında. araftır üzülmek. olabileceğe inanmaktır. imkansızlığı reddedip, hayale sarılmaktır umut.

Tuhaflık vardır bir de. Tuhaflık, bulunduğun sokakta bir daha hayatın boyunca bulunamayacağını farketmektir, gördüğünü bir kez daha göremeyeceğin, tuttuğun elin sıcaklığını bir daha yaşamayacağını, ta kalpten, derinden, en dibinden bilmektir. tuhaflık, dönemlik acının halk dilinde yumuşatılmasıdır. tuhaflık aslında acının katmerlisidir de geçecek diye adı tuhaflık olmuştur.

oluştuduğum paragrafların uyumsuzluğunun sebebi kendi uyumsuzluğum. uyumsuzluğum ise koca bir hikaye atlatmak isteyip sadece sembollerle yetinmek zorunda olduğum yürek baskısından kaynaklanıyor. manasız görünen her bir noktalama işaretimin altında en az bir adet göz yaşı damlası bulmanız; roberto baggio'nun italya 90'da kullandığı bir penaltı atışının gol olması ihtimalinden daha yüksek. işte bu yüzdelerin verdiği cesaretle ben üzülüyorum sahte taburelerin üstünde. bazen üzüntüm bilinsin istiyorum sevilmek için.. ancak bu bilinç, japon kamikaze subayının son görevini başarıyla yerine getirmesi kıvamında bir etki bırakıyor bedenimde ve hemen vazgeçiyorum.

son bir defa boynuna sarıldığını bildiğin, ya da buna bile nail olamayıp sadece el sıkıştığın kadını bir daha göremeyeceksin malesef. önceleri sık sık, sonraları ise az az, en sonunda ise meyhane köşelerinde aklına gelecek bir anıya dönüşecek bugünün gerçek acısı. sense biraz daha büyüdüm deyip, kendini avutacaksın. yalanın en acımasızını yaşayacaksın.

dante'nin ilahi komedya'sında üzerine basa basa dediği gibi, "cennetin en karanlık yeri, buhran zamanlarında tarafsız olanlara ayrılmıştır." Ya acıdan ya da sıradanlıktan taraf olman gerek bir dünyada yaşıyoruz. bu iki olgunun arasında tarafsız kalıyorsan elbet en sıcak ateşler vücudunu hiç beklemediğin bir zamanda saracak ve çekmekten korktuğun acı yüzbinlerce kez katlanarak ruhuna dolacak. görmezden geldiklerin boğazına sarılacak, bir düğüm olacak, kaçamayacaksın ve göz yaşları bedenini sarsacak. işte bu yüzden, tam da bu yüzden, ya acını çek ya da güçlü görünmeye çalış. zira ancak sadece görünmeye çalışabilirsin. güçlü olmak, bir kadını sevmenin karşısında sadece, "gibi davranmak" fiilini hayata geçirmeye çabalamaktan ibarettir. güçlü görünmenin bedeli, herkes uyuduktan sonra soğuk çarşaflara sarılıp sarsılarak ağlamaktır malesef.

biraz alkollü yazdığım bu satırlar birilerinin gönüllerinde biraz olsun yer edinebiliyorsa mutlu bir insan olarak öleceğim ben... ama siz! evet siz! hep acının pençesinde, mutluluğun var olduğuna inanmayaca çabalayacaksınız...
merhaba melike,

bugünkü selamım sana, çünkü güne senin selamınla başladım.
sonu sigarayla bitecek bir hikayenin giriş cümlesini kurduğunun sen de farkındasın bence
ve farkındalıklardır ruhsuz acıların ilham kaynağı.

herneyse, ben yine başka şeyler yazacağım buraya.
daha doğrusu, geçen hafta kaleme aldığım bir bunalma anı yazısını paylaşacağım.

dün blaxoul a da dedim; yazmak, kişinin kendisiyle dertleşmesidir.

--26 06 2013--

bu satırları, düzenin sıkıcılığından ölmeye yüz tutmuş olması ken, insan olma vesilesiyle buna bile alışmış ve
benden daha yaşlı olmalarına rağmen benden çok daha dinç olan insanlarla geçirdiğim bir toplantı odasından yazıyorum.

Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, dünyayı kurtarma toplantısı bile yapılsa, ben sıkılırım aga!
Toplantı denen şey, hiç bana göre değil.

O kadar sıkıldım ki şu an bu toplantıda, hayatım boyunca kaç kızla öpüştüğümü hesaplama oyunu türettim kendime.
Hem de o anları tek tek hatırlayarak!

Karşımdaki kel anlatıcı, sunum ile meşgul, ingilizce birşeyler anlatıyor: "so they could even use with the cANbus blabla.."

ilk öpüştüğüm kız (bendeki lakapları ile bahsedeceğim, ismi lazım değil) Hiciv di. Ben henüz 13 yaşımdaydım o zaman hey gidinin...

Sonraları ise pheww... Gizy, semoş, samy, habiliv, öke, emoş, fato, derman .. dokuz olmuş...
ama nedense sanki hiç öpüşmemişim gibi geliyor bana. Dünyadaki bütün güzel kadınları öpmek istiyorum.

Herşey neden biliyor musun, herşey benim bu dünya için bir pislik oluşumdan. dokuz ayrı ruh lan, oha!
nedir bu doyumsuzluk?

Japon bir çocukla tanıştım hafta başında. O kadar saygılı ve temiz niyetli ki, bana kendimden tiksinmem gerektiğini hatırlatıyor.
Kibarlığından, konuşurken hazırolda duruyor falan. insan saflığının en saf hali...

Şu anda millet hararetli teknik konuşmalar yaparken, ben göz ucuyla sağımdaki ispanyol kızı kesiyorum. Biraz konuştum kendisiyle dün.
Sevilla danmış. Bana malzeme verirken bir el temasımız oldu, içim bir gıcıklandı.

Bu doyumsuzluk var ya bu doyumsuzluk, hiçlikle birleşince beni oluşturuyor. Çok kadınlara aşık olduğumdan hiç kadınım yok.
Oysa ben hep tek kadın isterdim. Bütün tek kadınlarımı kendi elimle kaybettim.

Beni oluşturan hiçliklerimle birleşip, ben de haya için parazit nedir sorusunun cevabını oluşturuyorum, kararmış yüreğimle.

--the end--
merhaba memleketimin rengarenk medyası,
bugün nasılsınız?
var mı yeni renk, yön ve kanal değiştirme durumları?
konjunktur değişir mi 3 ay sonra? peki avantalarınız?
mesela bugün "evet" dediğinize, yarın "hayır" der misiniz ve/veya tam aksi?
bu memleketin arkasından hançerlerle gezer misiniz bir ömür?
Vatandaşı yalan yanlış bilgilendirir misiniz belli aralıklarla?
Sizi seviyorum diyemiyorum çünkü renginiz gerçekten belli değil, aslında belli olması gerekirken?
yoksa ben bir vatan toprakları yalakası mıyım?
ya da siz nesiniz?
bu insanlar kim?
öpüldünüz muhtelif yerlerinizden...