işçi sömürüsünü ve Amerikadaki yetersiz gıda güvenliğini sergileyen roman, Başkan Rooseveltin 1906′da sağlıkla ilgili iki yasayı geçirmesine neden oldu.
2. Dönüşüm (1915) Franz Kafka
Dönüşüm, varoluşçuluğu temele alan mükemmel romanlardan biridir. Kafkanın karakteri Gregor Samsa, bir sabah uyandığında kendini bir böcek olarak bulur. Bu böcek metaforu ise bütün toplumsal rahatsızlıklara cesaret kırıcı bir bakış açısı sunar.
3. Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi (1916) James Joyce
Bu yarı otobiyografik roman, cinselliğe, sürgüne, sömürgeciliğe ve estetiğe bir yolculuk yapar. Kitap, Joyceun kendisiyle mücadelesine ayna tutmaktadır.
4. Siddhartha (1922) Hermann Hesse
Roman, yalnızca Siddhartha Gautamanın hikâyesini anlatmaz, Siddharthayı yüce Buda olarak tanımlar, çünkü ana karakter ona benzer bir aydınlanma yolu izler. Yolculuğu boyunca karşılaştığı herkes ve yaşadığı her olay, Siddharthaya değerli bir katkıda bulunur.
5. Muhteşem Gatsby (1925) F. Scott Fitzgerald
Caz çağının alegorisi olma özelliği taşıyan ünlü roman, Amerikan Rüyasının çöküşünü, lüks bir hayat süren bir adamın hüzünlü hikâyesi yoluyla anlatır.
6. Döşeğimde Ölürken (1930) William Faulkner
Bilinçakışı yöntemiyle yazılan romanda, on beş farklı anlatıcının ağzından karışık bir düzende aile bireylerinden birisinin gömülme arzusu yerine getirme çabası anlatılır.
7. Mübarek Toprak (1931) Pearl S. Buck
Dünya Savaşından sonra, bir çiftçi ve karısının yaşam savaşının betimlemesi özelliği taşıyan roman, çiftçinin ve ailesinin, yaşamlarını kontrol etme hikâyesini zaman ve yer kavramlarını aşarak anlatır.
8. Dalgalar (1931) Virginia Woolf
Sansür döneminde kadınların arzularını ve eşcinselliğini oldukça keskin hatlarla ve açıksaçıklıkla araştıran Woolf, bu kavramların edepli toplum değerlerinden öte bir yerde düşünülmesi için okurlarına meydan okur. Arkadaşları karşılıklı bir trajedide hemfikir olurken birçok fikir ve felsefe nihai feminist hareketin belirginleştiğini ima eder.
9. Fareler ve insanlar (1937) John Steinbeck
Büyük bunalım boyunca fakirlik ve eziyetle mücadele eden iki göçmen işçinin trajik ve tozlu hikâyesi, Steinbeckin en meşhur eserlerindendir. Kahramanlarının birbirleriyle olan ilişkisini ve etraflarındaki umutsuzluğu inceleyen bir eserdir.
Antropolog Hurston, Karaib ve ya Afrika soyundan gelen Amerikalıların kişisel deneyimerine ışık tutmak için Amerikanın güneyi ve Karayipler ile ilgili araştırmasına dikkat çeker.
11. Sessiz Gezegenin Dışında (1938) C.S. Lewis
Lewis, Narnia gibi canlı ve hayal gücü kuvvetli bir dünyada, insan içgörüsüne bazı fantastik yaratıklarla uzaylı manzaraları yerleştirerek bilimkurguyu çözmeye çalışır.
12. Hoşça Kal Berlin (1939) Christopher Isherwood
Bir hiciv geçidi, eksantrik ve grotesk figürlü, ilginç hikâyeler dizisi, Berlindeki Nazi saldırısının öncesinde ana karakter Isherwoodun başına gelen olaylardan esinlenerek ortaya çıkmıştır.
13. Altın Gözde Yansımalar (1941) Carson McCullers
Carson McCullers, ABDnin güneydoğu eyaletlerinden birinde, barış zamanı bir ordugâhta geçen bu romanında, beş kişinin yalnızlıkları, düşleri, saplantıları, başarısızlıkları ve zaaflarından bir insani cehennem örüyor.
14. Yabancı (1942) Albert Camus
Varoluşçu bir roman olarak etiketlenmesine rağmen, Camus, politika, felsefe, edebiyat ve din gibi çok geniş bir açıdan alır sorunları. Romanda bir katilin hayatında gittikçe artan absürt ve ruhsuz olayları anlamlandırma çabası yer alır.
15. Başka Sesler Başka Odalar (1948) Truman Capote
Old South, etrafında bir viraneye dönüşürken genç bir çocuk tanımadığı akrabalarıyla yaşamak için gönderilir ve kendisini insanlığın anlamını, onun güzel ve karmaşık yapılarını sorgularken bulur.
16. 1984 (1949) George Orwell
1984, şimdiye kadar yazılmış en etkili politik ve distopik romanlardan biridir. Bu tartışmasız klasik, bireyin toplumla olan ilişkisini dikkatli bir biçimde irdeler. Sadık bir sosyalist olan Orwell, komünizm, faşizm ve totalitarizmin mantıksal aşırılıklarını ortaya çıkarmak niyetindedir ve bunu büyüleyici ve korkunç anlatımı ve diliyle yazmıştır.
17. Çavdar Tarlasında Çocuklar (1951) J.D. Salinger
1951 yılında yayımlanmasına rağmen, Salingerin ikonik, isyankâr antikahramanı Holden Caulfield hâlâ yaşamaktadır ve Amerikan toplumunun iki yüzlülüğünü ve sahtekârlığını dile getiren güvenilmez bir ses olarak da okunmaktadır.
18. Görülmeyen Adam (1953) Ralph Ellison
Çok az roman insan hakları hareketinden önce Afroamerikan toplumunun duygularını Görülmeyen Adam kadar iyi yakalamıştır. Ellison, marjinalleşme, hayal kırıklığı ve çağdaşlarını değersizleştirme gibi kavramları politik bir bireşime dönüştürmektedir.
19. Sineklerin Tanrısı (1954) William Golding
Makro konuya mikro bir bakış getiren roman, bir uçak kazasından sonra adaya sıkışan, orada uygarlık çatışmalarına ve farklı gruplaşma yolları arayan ve bunu, gücü güvence altına almak için yapan ingiliz okul çocuklarının hikâyesini anlatır.
20. Lolita (1955) Vladimir Nabokov
Birçok okur romanın merkezindeki tartışma yaratan pedofili ilişkiyi görüp, romanın özünü atlamıştır. Lolita, kurbanla kurban eden arasındaki çizginin bulanıklaşmasını özenle inceler.
21. Şafak Tapınağı (1956) Yukio Mişima
insan zihninin gizli kalmış yerlerini usta bir anlayışla anlatan Mişima, tapınaktaki evi tarafından büyülenen genç Budistin deliliklerini ve eziyetlerini incelemektedir.
22. Zen Kaçıkları (1958) Jack Kerouac
Beat neslinin temel taşı olarak bilinen Kerouac, özgür Zen Kaçıklarında konformist Atom Çağında, toplumun gittikçe sertleşen anlam arayışını net bir biçimde gösterir.
23. Gece (1958) Elie Wiesel
Çok az roman, soykırımın onur kırıcı ve iç burkan korkularını toplama kampında geçen, yarı otobiyografik, didaktik ve trajik bu roman kadar iyi anlatabilir.
24. Parçalanma (1958) Chinua Achebe
Igbo lideri Okonkwo, kabilesinin hem içerde hem de ingiliz kolonisi gibi dış kaynaklarla parçalanmasını izlemektedir. Bu roman postkolonyel edebiyat tarzında şimdiye kadar yazılmış en aydınlatıcı ve provokatif eserlerden biridir.
25. Bülbülü Öldürmek (1960) Harper Lee
Leenin bu uzun eseri, zorlukların içinde dürüstlüğü devam ettirme ve toplumsal ahlakı sürdürebilme mesajlarını taşıyan, içerik bakımdan zengin bir romandır.
26. Madde 22 (1961) Joseph Heller
Heller, bu kara mizah ögeleri barındıran romanında, absürt hükümet bürokrasisi yoluyla savaşa ve şiddete ciddi eleştiriler gönderir.
27. Otomatik Portakal (1962) Anthony Burgess
Özgür iradenin sınırlarını ve doğasını sorgulayan bu provokatif ve distopik roman, sokak çetelerinin acımasızlığıyla hükümetin yaptığı tuhaf deneyleri konu edinir.
28. Guguk Kuşu (1962) Ken Kesey
Zihinsel sağlık enstitüsü ve MKULTRAda edindiği tecrübelerle ortaya çıkan Keseynin tartışmalı romanı, toplumun yanlış anlaşılan, aşağılanan ve gözden kaçanlarına bir ışık tutmaktadır.
29. Kedi Beşiği (1963) Kurt Vonnegut
Kedi Beşiğinde teknoloji, din, bilim ve soğuk savaş, nüktedan ve kırıcı bir mizaha kurban gitmektedir ki bu eser aynı zamanda ana ilkeleri de ayrıntılı biçimde inceler.
30. Herzog (1964) Saul Bellow
Mektup tarzında düzenlenen bu roman, orta yaş bunalımına yenik düşen ana karakter Moses Herzogun zihnine bir gedik açar.
31. Paris Bir Şenliktir (1964) Ernest Hemingway
Bu yaratıcı romanda Hemingway, 1920′li yıllarda Pariste bir göçmen olarak edindiği tecrübeyi ve sayısız önemli yazar ve sanatçıyla olan iletişimini dile getirir.
32. Kişisel Bir Sorun (1964) Kenzaburo Oe
Ailevi sorumluluk ve gerçeklerden kaçış bu romanın merkezini oluşturur. Bir babanın, yeni doğan zihinsel engelli oğlundan uzaklaşmak gibi yüz kızartıcı kararı ve bu karardan kendini alkole ve kadınlara vererek vazgeçmesi anlatılır.
33. Maus Hayatta Kalanın Öyküsü (1972) Art Spiegelman
Spiegelmanin babasıyla olan hasarlı ilişkisini düzeltme çabalarını anlatan ilginç bir hikâyeyle çerçevelenen iki ciltlik bu roman, soykırım edebiyatı ve grafik roman tarzına önemli bir örnektir.
34. Gravitys Rainbow (1973) Thomas Pynchon
II. Dünya Savaşının tuhaf ve postmodern bir yorumu olan bu roman, birbirinden farklı gerçek konu ve fikirleri araştırırken 73 bölümde 400′ü aşkın karakteri uzun uzun anlatır.
35. Suttree (1979) Cormac McCarthy
Ortada hiçbir neden yokken varlıklı bir adam, lüks hayatını terk edip Tennessee nehrindeki tekne evine kendini hapseder. Orada birçok kötü insanla karşılaşır, kendisi ve çevresi hakkında çok şey öğrenir.
36. Alıklar Birliği (1980) John Kennedy Toole
Şimdiye kadar Pulitzer kazanmış ve aynı zamanda sevimli bir absürt tarzı olan romanlardandır. Toole, trajik ve gülünç olan New Orleansın bir portesini çizer.
37. The Color Purple (1982) Alice Walker
Walker, 1930′ların Georgiasında geçen bu romanında, o zamanlar görmezden gelinen bir grup olan Afroamerikan kadınların var olma mücadelesini ele alıyor.
38. Beyaz Gürültü (1985) Don DeLillo
Postmodern bir ana karakter olan Jack Gladney ve ailesi, yerel bir felaketin ardından kendi varoluşlarını incelemeye başlar.
39. Watchmen (1986) Alan Moore
Watchmen, soğuk savaş, Thatcherizm ve Reaganizm hakkında yorum yapan, geleneksel süper kahraman mitoslarını tahlil eden, yarı gafik tarzında yazılmış bir romandır.
40. Mutfak (1988) Banana Yoshimoto
Tokyoda kederin, yenilginin, aşkın ve yemeğin merkeze alındığı bir kitap olan Mutfak, Yoshimotonun ilk romanıdır ve toplum tarafından askıya alınan hayatın sınırlarına dikkatle bakan bir romandır.
41. Biz (1988) Yevgeny Zamyatin
1920-1921 yılları arasında yazılan fakat 1988′e kadar basılmayan bu Zamyatin romanı, iki farklı Rus devriminden edinilen deneyimlerle ortaya çıkan totaliter, kötücül ve distopik bir geleceği anlatır.
42. A Good Scent from a Strange Mountain (1992) Robert Olen Butler
Vietnam savaşından kısa bir süre sonra Louisinada kendi yalnız hayatlarını dokumaya başlayan göçmenler, gaziler, fahişeler ve öbür yabancılaştırılmış insanları konu alan bir kitaptır.
43. Snow Crash (1992) Neal Stephenson
Cyberpunk hareketinin temel taşlarından biri olan ve oldukça titizlikle yazılan bu roman, Second Life gibi metaverselerin, Google Earth gibi evrensel servislerin ve internet kültüründeki dil temelli fikirlerin nihai doğuşunu doğru bir biçimde öngörmüştür.
44. Art & Lies (1994) Jeanette Winterson
Benlik, cinsellik, yaratıcılık hakkında sorular soran, Picassonun, Sapphonun hayatını içeren büyülü gerçekliğin postmodern bir eseridir.
45. Life After God (1994) Douglas Coupland
Coupland, hayatlarında din olmadan yetişen bireyler ile maneviyatı ve anlamı bulmada sayısız yolları deneyen insanları karşılaştırır.
46. Fight Club (1996) Chuck Palahniuk
Palahniuk, bu ilk romanında Amerikan toplumunun yalnızca yapay şeyler üretmek için insan doğasını kısıtlamasına ve baskı altına almasına derin ve keskin bir ayna tutar.
47. The Lives of Animals (1999) J.M. Coetzee
Coetzee, insanoğlunun hayvanlara gösterdiği farklı davranışlarla veganizmden esinlenerek yazdığı bu romanda, bu iki bakış açısını dengeleyerek eserine yansıtmaktadır
48. Saksı Olmanın Faydaları (1999) Stephen Chbosky
Anlatıcı Charlie, aslında parçası olmak istediği dünyadan ayrılma ve tecrit hissi ile büyüyen yeni nesil için, yeni çağın Çavdar Tarlasında Çocuklardaki Holden Caulfieldi gibi davranır.
49. Places Left Unfinished at the Time of Creation (1999) John Phillip Santos
Santos, ailesinin mirasını anmak ve araştırmak için gelecek, geçmiş ve günümüz arasında bir köprü kurar. Bunu yaparken Meksika geleneğinin parçalarıyla süslenmiş hikâyelere ve arkeolojik duyarlılığı olan bir tarih bilincine yer verir.
50. Sputnik Sweetheart (1999) Haruki Murakami
Çok az yazar Murakaminin anlattığı gibi karşılıksız aşkı ve kaybı anlatabilir. Yazarın şiirsel ve çağrışımsal tarzıyla bezenmiş roman, bireylerin kendilerini bir bütün olarak toplumdan uzaklaştırmasını ve bunun yarattığı yalnızlığı yansıtır.
- See more at: http://www.neokur.com/hab...mani#sthash.1DCsI8IR.dpuf
Kitap yazarın anılarından ve bazı makalelerinden oluşuyor. Yaşadığı dönemde sigara ve kitap değişkenleriyle kitap fiyatları hakkında geniş ve başarılı bir hesap yapıyor yazar. Sahaflık yaptığı dönemdeki gözlemlerini de bize sunan Allahın lütfu yazarımızın bu kitabı Sel Yayıncılık tarafından dilimize kazandırıldı.
Kitapta okuduğunuz anılar ise eeeh ya, koskoca yazarsın niye anlatıyorsun şimdi bunları havasıyla girilip oğlum çok güzel havasıyla bitiriliyor.
bilimin son raddesine kadar gelen bilim adamlarıdır.
Vladimir Demikhov
Köpekler üzerinde deney yapan bir bilimadamı. Onu çılgın yapan yavru ve yeti,şkin bir köpeği aynı vücuuta birleştirmes. Yavru bir köpeğin başını alıp yetişkin köpeğin başının üstüne koyuyor. işin ilginci, köpekler bir süre hayatta kalmayı beceriyor. Ancak, sonra doku uyuşmazlığı sebebiyle ölüyorlar.
Josef Mengele
Kendisine takılan lakap, Ölüm Meleği. Nazi kamplarında Yahudiler üzerinde akla hayale gelmeyecek deneyler yaptığı biliniyor. Özellikle ikiz çocuklar üzerinde yaptığı deneyler kan donduran cinsten. Ameliyatlarını anestezi olmadan yapması en büyük özelliklerinden.
Johann Conrad Dippel
Gerçek Doktor Frankenstein. Mary Shelly'nin romanına ilham olan bilimadamı. Çalışmalarının arasında simyaya da merak salan Dippel adına Dippel Yağı denen hayvansal bir ürün keşfetti ve bunun simyacıların arayıp bulmaya çalıştığı "Hayat iksiri" olduğunu düşündü. Farklı vücutlardan parçaları birleştirerek canlandırmayı ve bedenler arası ruh transferini denedi.
Giovanni Aldini
Ünlü bilimadamı Galvani'nin yeğeni. Dayısı elektrikle ilgili çığır açan deneylerini kurbağa bacağıyla yapmıştı. Aldini ise bunları insan bedeni üzerinde denemeye kararlıydı. Bir idam mahkumu infaz edildikten sonra denedi de. Deneyi izleyenler ölü adamın gerçekten canlanacağını düşündüler, çünkü cesette elektriğin etkisiyle hareketlenmeler oldu.
Sergei Bruyukhonenko
Canlıların bedeni olmadan, sadece kafalarıyla yaşayabileceklerini beyin haricindeki tüm organların yerinin insan eliyle doldurulabileceğini ıspatlamaya çalışan bilim adamı. Köpekler üzerinde deney yapmış. Deneyi bir izlemekte fayda var:
#t=117
Andrew Ure
Lakabı iskoç Kasabı. Ölü diriltme konusunda deneyler yapan başka bir isim. Asılarak idam edilen mahkumların üzerinde gerçekleştirdiği deneylerde onları geri getirebileceğine inanıyordu.
Shiro Ishii
Japon ordusunda korgeneral olan mikrobiyolojist. Savaş suçlusu olara tutuklanmış bir askerdir. Mengele ile benzerlikleri vardır. Bu da deneylerinde esirleri kullanmıştır. Unit 731'in patronudur.
Tanım; Kolaya kaçma isteğidir, sorunlar vardır çözülür, bazende çözülmez. Yapacak tek bir şeyin vardır siktir olup gidersin.
Siktir olup gitmek gitmişken en uzağa gitmek istemektir. hiçkimsenin seni sevgiyle yada nefretle bile anmasını istemeden, anılarda, rüyalardan bile silinmeyi dileyerek tüm bizi sevdiklerine inanmak istediğimiz tutsak hayatlardan çekilip, ne halin varsa görmek istemektir. hayatın, bizi harcamasını yormasını dilemek, yinede kurtulmak istemektir, tüm bir o yana bir bu yana çekiştirip duran bağlarımızı koparıp, kaçıp gitmek, kovulup gitmek, ölüp gimek, siktir olup gitmek ne farkeder, içinde "gitmek" geçen her kelime güzeldir zaten.
hayâl kurmak, çamaşır suyu içmek kadar zor!
yazacak bir şeyim de kalmadığına göre evet, artık bitti, perde!
delileri anlatan kitaplarda, kendini yok edişiyle şizofrenleri delirten kadının ismi.
"kendini bıraktığın günü hatırlıyor musun, yonina? seni tutamadığım günü. kollarıma değil de, kendini boşluğa bıraktığın günü. ben hiç unutmadım, sevgilim. çünkü o gün yırtıldı, zihnimdeki takvim. sonra o yırtıktan geçti bütün zaman. o günden bu güne beni getiren zaman.
teninin kokusunu hatırlıyorum. teninin kokusunu taşıyan kanını hatırlıyorum. başının etrafında, bir meleğin halesi gibi yayılan kanın, gözlerin gibi koktuğunu hatırlıyorum. çiçekler gibi açılmış gözlerini kokladığımı hatırlıyorum. sana baktığımı. bir kıtanın diğerine baktığı gibi. aralarındaki okyanusa rağmen, aralarındaki okyanus sayesinde haberleşebilen iki kıta gibi. kelimelerini dalgalara bindirip gönderen iki aşık kıta gibi. o dalgaların odamın sahiline vurması için günlerce beklediğimi hatırlıyorum. tek bir kelimeni duymak için. tek bir heceni...
bugünse hala anlamaya çalışıyorum. o günden beri dayanmaya. sensizliğe. aynaya bakınca yanımda seni göremeyişime dayanmaya çalışıyorum. gölgesinde uyuyakalacak kadar peşinde koştuğum bir kadını, bana göstermeyen aynalardan nefret ediyorum. oysa berlin'de ne çoklardı, değil mi? bizi taşıyan camlar ve aynalar. onların içinde beraberdik. yan yana. ama burada hiçbiri yok. sadece ben. sensiz bir ben. ve gözlerim hala seni arıyor, çünkü onlar ölümü bilmiyor, sevgilim. gözlerim, sensizliğe açılmayı bilmiyor. bense bekliyorum. son nefesi bekliyorum. her ne kadar sensiz geçirdiğim her gün, kalbimin bileğini bir kez burksa da bekliyorum. beklerken de bileniyorum.
öyle bir bileniyorum ki, kavuştuğumuzda bir aşk usturası okşayacak seni. kesikler içinde kalacaksın. kesiklerinden akanlar bacaklarını ıslatacak. bir nehir köprüsünün iki bacağı gibi titreyecekler. bense ağzımı sana dayayıp kana kana içeceğim. sonsuzluğa kana kana. seni okşarken ellerimi kaybedecek, öperken dilimi yutacağım. kalp çarpıntımızın nedeni, kalplerimizin çarpışması olacak. ayaklarına kapanacak ve dudaklarımı gezdirmeye oradan başlayacağım. mora batıracağım bileklerini. sırtına çizeceğim ipek yolunda öpücük taşıyacağım. nefesimi bırakıp seni tutacağım. bir can simidi olacak bacakların, belimin çevresinde. sana sızacağım. göğüs göğüse çarpışırken. birlikte kuruyup birlikte ıslanırken. alev alev değil, korun kendisi olacağım ve sadece sen yürüyebileceksin üzerimde, çıplak ayaklarınla. vereceğin her nefes, yanan vücuduma serin bir rüzgar olacak, yaralarım dudaklarınla kapanacak. cennetinden gelip bana cehennemi unutturacaksın.
bir sonbaharda buluşacağız. bu dünyada sensiz dökülen yapraklar, koluma girdiğinde omuzlarıma konacak. yakalayacağım bu kez. yaprakları da, seni de. düşmeden yakalayacağım. o günün sabahına uyanana kadar da, seni benden ayıran her şeyin kaburgalarını söküp alınlarına boynuz diye saplayacağım. 'işte şeytanlar!' diye haykırarak boyunlarında zincirle dolaştıracağım. emin ol sevgilim, hepsi olacak. bir gün...
çünkü sen, kararan gökyüzünde, belirdiği ana şahit olduğum bir yıldızsın. işığını saçtığı ilk ana denk düştüğüm bir yıldız. gözlerime doğan bir yıldız. çünkü sen her şeyimin döküldüğü bir meydansın. felçli vücudumda atmaya devam eden kalbim, üzerimi örten kubbemsin.
her zihne tek bilgi gerek, sevgilim. sen, benimsin. seni bildiğim için varım. midem hayattan ne kadar bulanıyorsa, sana o kadar aşığım. seni dünya kadar seviyorum, demeliyim, çünkü seni dünyadan nefret ettiğim kadar seviyorum. aramızda kaç meridyen var, bilmiyorum, ama bana tutun, geliyorum...
o sıcak sabahın soğuk sokağında gözkapaklarını nasıl indirdiğimi hatırlıyorum. bir serçeye benzeyen uykun kaçmasın diye, sevgilim. ardından mahmur gözlerle bakma diye. sen uyu yonina, ben geleceğim. geleceğin kendisiyim..."
Altıkırkbeş yayınlarının Mart 2011'de çıkardığı muhteşem türk edebiyatı serisidir, ve 8 kitaptan oluşmaktadır. Şimdilik.
Serinin içinde olan sekiz kitabında hepsi okunası kitaplar, ancak okurken yüzeysel olunmaması gerekiyor. tüm kitaplar derin bir kargaşa içerisinde. gerçekten kuşku ve soğukluk dolu. bu kitapları okurken harikalar diyarına geçmeyi değil pis bir yol üstü tuvaletin pisuvarında hissedin kendinizi. bahama kuşkusu bu kadar.
Kitaplar sıralamak gerekirse,
Veronica Pompa istiyor
Mehmet Ada Öztekin tarafından kaleme alınan ve kendi tabiriyle bir Kadiköy Westerni olan bu kitap belirli bir giriş-gelişme-sonuç bölümüne sahip olmadan, gelişme bölümünde bir kesit sunuyor. Kitap zaten kısa olduğu için, daha fazla hakkında bilgi vererek gazını kaçırmak istemediğimiz bu öykü, okuyucuya farklı bir deneyim sunmayı vaat ediyor.
KTN: Kişisel Toplantı Notları
Başta, Kaybedenler Kulübünü izleyen abi hiçbir kız bize bakmıyor, kimse beni anlamıyor ama gideyim sinemada Cansu yla yiyişeyim diyerek ortalıkta gezmeye başlayan, facebook duvarlarında aforizmalar paylaşan lise 2. sınıfların ellerinde gördüğümüz bu kitap, oturup adam akıllı okunduğunda sizi ters köşeye yatırıyor. Altıkırkbeş editörü Kaan Çaydamlının kaleme aldığı KTN yani Kişisel Toplantı Notları, yazarın kısa öykülerinden ve hayat kesitlerinden oluşan derin ama sıkmayan bir yapıt. Bir öykünün Antalya Koyu Siyahda yazılmış olması da bizi duygulandıran ögeler arasında.
gerçekten öyleydi, inanın.
uzun, ışıksız ve soğuk bir yoldu, elini adamın göğsünde ısıttı. sonra sevişelim dedi, doğurmak istiyorum kendimi!
hiçbir kadın doğuramaz(mı)
beni yeniden!(?)
Füg: intihar Notları
Şenol Erdoğanın başlıksız kısımlar halinde yazdığı, bazen öykü, bazen şiir ama çoğunlukla deneme olan parçaların güzel bir bileşimi. Dylan Thomas ve Jack Kerouac gibi 6.45′ten pek çok kişiyi etkileyen insanlar gibi, kitabın atfedildiği k.ya yazılmış bir kısımlar var olmasına var ama yine de intihar her yerde.
bazan demiştim, -bilirsin- bir kadeh rakı, 44′lük bir wesson etkisi yaratabilir. Öyle olmadığını bildiğimin farkındaydım ama aynı anda teşbihin anlamını yitirdiğinin ve cümlenin bensil doğruluğunun farkındaydım.
Not: Depresifseniz elleşmeyin.
Gregor: Evdeki Gergedan
Başlıktan da anlayabileceğiniz üzre, evde bir gergedan var. Üstüne üstlük albino, sevişmeleri dinlemekten hoşlanıyor ve iletişim kurmak istediği tek kişi Tek Tüy (bir karga). Kişisel alanına saygı duyulmasını isteyen bu korkunç gergedanı anlatan dizelerden bir örnek:
Sorunlarını lafı uzatmadan söylerdi.
Çok kendi kendine.
Çok gece gece.
Arada bana küfür ettiğini biliyordum.
Siyaha Övgü
Kitap Berkeley mezunu sağlam müzisyen Çağrı Erdem tarafından yazıldı. Kitap, serinin diğer kitapları gibi farklı. Ortalama bir kitap olduğunu söylemek gerekiyor, ama okuyan ya çok beğeniyor, ya da soru işaretleriyle kalıp kitap hakkında pek de iyi konuşmuyor. Kitabın şiirimsi bir kitap olduğunu söyleyebiliriz. Kitaptan mükemmel bir alıntı:
Bana şu çektiğin şeylerden 5-10 paket daha ver
Bir de içkimi tazele ve
Zihnimdeki sorumluluklardan arındır beni.
O zaman aklın ve hayalin alamayacağı şeyler üstlenebilir,
veya, en azından
inanabiliriz.
Bir düşün sen.
Kutsal Penis ve işe Yaramaz Kafatası
Benim için serinin en güzel kitabı. Yazar, Arman Kal, kendine biri harikalar(!) diyarı yaratmış. Kitabın içine girdiğinizde bitirene kadar ister-istemez çıkamıyorsunuz. Kahramanımız Kutsal Penise dönüştükten sonra işler iyice güzelleşiyor ve kitap adeta felsefi bir kitaba dönüşüyor. Kitabı okuyunca Alicein -aslında bu kitabın kahramanlarından değil- o kadar da masum olmayacağını göreceksiniz.
Ayaklarımın dibine kadar sokuldu ve bugün, yarın, dün, geçmiş, gelecek, an hadi kalksana lan dedi ve yığılıp yere düştü.
Bu kitap, kesinlikle bir Kaybedenler Kulübü tribi.
Koza
Kitap, ismi çok güzel olan, Sevgi Saygı imzası taşıyor. Diğer yedi kitaba göre Koza, olay örgüsüne en çok sahip olan kitap.. Bir kadın, uzaktan tanıdığı bir arkadaşının cesediyle baş başa kalıyor. Sahipsiz cesedin ailesine ulaşma sürecini ve cesedin, Tarıkın, başına neler geldiğini araştırmasını anlatıyor. Bu süre içinde iyice Tarıkın evine yerleşen kahramanımız, evde Tarık hakkında bir iz bulmaya çalışıyor.
Ayrıca Sevgi Saygı, kitabı birkaç yan hikaye ile iyice güzelleştirmiş.
A, evet dedim, tanıyorum tabii Arkadaş
Sizin arkadaş dedi, ve bir es verdi, Ölmüş
Neden ben? O kadar da yakın arkadaşım değildi. Ailesini falan arasanız dedim.
Bir tek sizin numaranızı bulduk dedi.
Öleli üç gün oldu ve hayatım tam bir cehenneme döndü.
it
Kitap Devrim Altıkulaç tarafından yazıldı. Bu kitap yazarın serideki 2. kitabı. Kitap, Köpekler, Orospu Çocukları ve Av olmak üzere üç bölümden oluşuyor. Devrim Altıkulaç, Gregor: Evdeki Gergedana göre bence daha iyi bir iş çıkarmış. Okurken kitaba vuruluyorsunuz. Ayrıca kitabın görselleri mükemmel olmuş.
Onlar dindar, liberal ve aydın gibiydiler. Her birinin ait olduğu benzer kümeleri vardı. Ben çoktan küme düşmüştüm.
Adam barda korktu, Buradan sağ çıkılmaz dedi. Oysa çıkılırdı. (ya da çıkılmazdı). Ben çıkmamayı denemiş, çıkmıştım.
Son olarak, tüm bu mükemmel tasarımların Erol Egemene ait olduğunu söylemeden geçmeyelim.
William S. Burroughs'un 'Cut-up' üçlemesi Nova Ekspresi ile tamamlandı. Yayınlandığı tarihlerde içinde yaşadığı toplumu ve egemen sınıfı oldukça rahatsız etmiş bu üçleme Türkçede 50 yıl aradan sonra yayınlanabildi ancak yayınlanır yayınlanmaz da üçlemenin ilk kitabı dava konusu oldu.
Kutsal olan ve dokunulmayan ne varsa, sınır nereden çekilmişse, yasak nereden gelmiş ve değer adı altında dayatılmaya çalışılmışsa tüm bunlara edebiyat aracılığıyla itiraz ediyor Burroughs. Egemen sınıfa, onun ikiyüzlü ahlakına, tabulara sığınarak gizlemeye çalıştığı her türlü çarpıklığına ayna tutan yazar, benzersiz bir edebiyat metni oluşturuyor, edebiyat adına yerleşik ne varsa yıkarak hem de.
içinde yaşadığımız toplumu ve kişiliklerimizi şekillendiren tabuların kabukları kaldırılınca ise ortaya soğuk bir gerçeklik çıkıyor. Bu gerçeklikle tanışmaya cesaret eden okurları sarsıcı ve unutulmaz bir okuma bekliyor.
Burroughs bu deneysel, mozaiğimsi romanda yine şiddetin anatomisini ve uygarlığın kirli haritasını çıkarıyor. Dünyayı yaşanmaz bir hale getiren bütün iktidar odaklarına, ırkçılığa, vahşi kapitalizme, ataerkil hegemoniye acımasız bir şekilde saldırırken, anlatış şekliyle de sarsıcı ve aykırı bir dil yaratıyor. Amerikanın vahşi tarihiyle, Kızılderililere, Vietnamlılara, siyahlara, eşcinsellere ve diğerlerine uygulanan şiddetle en korkusuzca yüzleşen Amerikalı yazarlardan biri olan Burroughs tarihi ve geleceği bir daha düşünmenizi sağlayacak. Uç noktaya taşığı durumlardan iğneleyici bir ironi ve absürdlüğe ulaşırken, sahihliği ile de insanın ruhuna dokunabilen bir roman bu. Ölüm, uyuşturucular, sinir gazı yüklü trenler, paranoid kurgular, fantastik savaş senaryoları, halüsinasyonlar, geçmişin vahşeti ve geleceğin bilimkurgu dünyası arasında dünyanın ahvalini önemseyen ama bunu bilmiş bir tonla ifade etmeyen angaje bir yazarın sesini duymak mümkün. Deneysel bir dil aracılığıyla yapılan ironisi bol bir uygarlık eleştirisi ve başlı başına bir edebiyat şöleni burada sizi bekliyor
Beat kuşağının önemli temsilcilerindenWilliam S. Burroughs bu kuşağın yazarlarının edebiyatta yaptığı devrimi bir adım daha ileri götürmek için çarpıcı bir üçleme yazar.
'Cut-up' üçlemesinin ikinci kitabı Patlamış Bilet Burroughs'un sert, alaycı, yaratıcı, eğlenceli, şiirsel dünyasında, kutsal tabuların fitilini özgürlük adına ikinci kez yakıyor.
Nefret, parasızlık, savaş, baskı, aşk ve her tür bağımlılığın kol gezdiği bu dünyada tekinsiz bir yolculuğa çıkan okurları rahatsız edici, benzersiz, zorlu ve yaratıcı bir okuma serüveni bekliyor.
20. yüzyıl Portekiz edebiyatının büyük ismi Fernando Pessoa, sağlığında yayınlanan yapıtları olduysa da, esas olarak ölümünden sonra, yazılarını topladığı sandığın bulunmasıyla ün kazandı. Yaklaşık 27 bin sayfaya yayılan, farklı türlerde eserler veren yazar, bunların büyük bir kısmını kendi adıyla değil, birer yaşamöyküsüyle, kişilikle, hatta edebi duruş ve tarzla donattığı 70 ayrı kurmaca yazarın, dışkimliğin adıyla imzalamıştı; kötü bir Portekizce'yle ilkel doğa şiirleri yazan Alberto Caeiro, pagan dinlere inanan hekim Ricardo Reis, "içinde bir Yunan şairi barındıran Whitman" diye tarif edilen Alvaro de Campos gibi... Bu kurmaca yazarlardan biri olan Bernardo Soares, Pessoa'nın "yarı-dışkimlik" olarak nitelediği, ona çok yakın bir karakterdi ve Huzursuzluğun Kitabı'nın yazarı olarak yaratılmıştı. Soares, gündüzleri bir kumaş mağazasında çalışan, geceleri yağmurun sesinde, ayak seslerinde yalnızlığını duyumsayan bir Lizbonluydu.
Huzursuzluğun Kitabı, kurmaca bir karakterin kendi hayatını anlattığı bir roman olarak görülebilir; ancak yazarla kahramanı sık sık birbirinin yerine geçtiğinden, Pessoa'nın hayatla ilgili kendine ait olan ve olmayan düşünceleri döktüğü, evirip çevirdiği bir denemeler, anlatılar toplamı olarak da kabul edilebilir. Pessoa bu kitap üzerinde 1913'ten itibaren çalışmaya başlamış, ölümüne dek parça parça yazmaya da devam etmişti. Sandık açıldıktan sonra, dağınık metinler bir araya getirilmeye başlandı ve 1982'de Portekiz'de yapıt ilk kez olarak basıldı; daha sonra, yeni bulunan parçaların eklenmesi ve elyazmalarında yanlış okunmuş yerlerin düzeltilmesiyle yeni basımlar yapıldı.
Dünyayı seyretmekle yetinmek isteyen, eylemsizliği en yüce erdem ve gerçek yaşam olarak gören Soares, Pessoa için belki de dünyanın ve yaşamanın ne olduğunu gösteren bir perdedir. Huzursuzluğun Kitabı aynı zamanda, bir edebiyatçının ulaşmak istediği yapıtla kâğıda dökebildiklerinin arasındaki mesafedir de; hayal edilenin soluk, titrek bir sureti, gölgesi olarak kalmaya, kusurlu olmaya mahkûmdur; tıpkı bütün kitaplar ve bütün çeviriler gibi.
Yapı Kredi Yayınları'nın harika eserleri, kaliteli kağıda bastığı ayrıca oldukça pahalı olan fakat verilen miktarın karşılığını fazlasıyla aldığımız harika bir oluşumdur.
Asıl adı Muhammed bin Tahran bin Uzlug olan Farabi, (MS 870-950) Türkistanın Farab Otrar şehrinde doğduğu için Farablı (Farabi) olarak anılır. Batı kaynaklarında Alpharabius (Alfarabi) olarak bilinir. Babasının Türk asıllı biriranlı kale komutanı olduğu söylenilen Farabi, ilköğrenimini Farabda, medrese eğitimini Rey ve Bağdatta tamamlar.Harranda felsefe çalışmaları yaptığı sırada Hıristiyan olan Yuhanna bin Haylanla tanışır. Onun öğrencisi olarak Aristotelesin yapıtlarını incelediğinde peripatetiklerin (gezimciler) ilkelerini öğrenir. Aristoteles tutkusudur ve Arap çağdaşları ile takipçileri Aristotelesten sonra onu ikinci hoca olarak adlandırırlar. Halepte Hemedani hükümdarı Sayf ad-Dawlanın (Seyfüddevle) sarayında topladığı parlak isimlerden biri olarak onun konuğu olur.
Farabinin Türkistanda önceleri kadılık yaptığı daha sonra tamamen felsefeye yönlendiği belirtilir. Arapça, Farsça, Süryanice ve Yunancayı anadili kadar bilmekteydi. Efsane, onu dünyadaki tüm dilleri konuşabilme yeteneğiyle şereflendirir. Tıp alanında çalışmaları bulunan Farabi, çeşitli ilaçları içeren bir eser de yazmıştır. Yazdığı kitaplar yüzden fazladır. Platon, Aristoteles, Plotinus ve Zenonu yorumlamış, bunların görüşlerine kendisininkileri katmıştır .
Hava titreşimlerinden gelen ses olayının ilk mantıklı izahını yaparak müzik aletlerinin yapımında gerekli kuralları bulmuştur. Kendisi bir hekim ve bir müzisyen olarak da ifade edilmektedir. ibn-i Sina ve ibn-i Rüşd, kendisinin manevi öğrencileri olarak nitelendirilmiştir, ancak Farabi onlar kadar ün kazanmamıştır .
Kendisi ve onu izleyen Müslüman filozoflara göre Kuran doğrudur ve felsefe doğrudur; fakat doğru tektir, bundan dolayı Kuran ve felsefe uyumlu olmalıdır. Felsefede Mısır ve Suriye aracılığıyla onlara Greklerden gelen tamamen kalp inancını kabul ettiler. Bunu az ya da çok bir karşıtlık olarak değil, ancak doğrunun bir formu olarak aldılar. Gerçekte onlar teolojik davranışı asla kaybetmediler. Bu koşullar altında onlara önce Platonun öğretileri geldi, ancak Yeni Eflatuncu olarak Porphyrius tarafından yorumlandığı şekliyle idi. Ardından sonrakiperipatetik okulların koruduğu bilgilerle Aristoteles geldi. Al-Mutasımın hükümdarlığı sırasındaLübnanda Emessalı bir Hıristiyan tarih detaylarında muğlâktır Plotinusun Enneadlarının bir kısmını çevirdi ve çalışmasına Aristonun Teolojisi başlığını verdi. Bu ne yazık ki literal olarak bir yanlıştı. Müslümanlar Kurandan metinler aldıkları gibi bunları da aldılar. Tercüme ettiler ve kopyaladılar. Müslüman topraklarında birçok Hıristiyan ve Yahudi, Müslümanlar ile Grek ve Latinlerin arasında kültürel bir alışverişe aracılık eder gibiydiler. Böylece Arap Hıristiyanlar, Platon ve Aristotelesin çalışmalarını Arapçaya tercüme eden çevirmenler arasında idiler (MS 800). Arapça konuşan Yahudiler de bilim ve felsefedeki Grekçeden ve Arapların çalışmalarını da Arapçadan Grek ve Latin dillerine çevirenler arasındaydılar. Aristotelesin çalışmaları Grekçeden Arapçaya ilk çevrilenlerdi. Bir diğer söylenişiyle Abu Nasr Muhammed el Farabi (Farabi), Abu 'Ali el-Husayn Ibn Sina (ibn-i Sina) ve Abu al-Walid Muhammad Ibn Ahmad Ibn Rushd (ibn-i Rüşd), Latinleştirilmiş adları altında (sırasıyla Alfarabi, Avicenna ve Averroes) Orta Çağ Avrupasının üniversitelerinde iyi bilinen isimler oldular (2).
islam dünyasıyla temasta, bu kez de Farabi, ibn-i Sina,ibn-i Rüşd, ibn-i Bayya (Avempace) gibi islam filozoflarından batıya çeviriler oldu. Böylece Avrupa, Orta Çağa girdiğinde kaybettiği veya unuttuğu bilgileri özellikle Araplarla oluşan temasla yeniden edinmişlerdir. Bilgelik yolu batıdan ön Asya ve orta Asyaya, Arabistan, Afrika topraklarına uzanmış ve batıda kaybolanın izleri özellikle Arapların toplayıcı nitelikleriyle devam etmiş ve o zamanda Orta Çağı yaşamamış olan Araplardan, Latin skolastiklerin de çabalarıyla tekrar batıya yönelmiştir. Örneğin, Chartres Okulu, doğa üzerine çalışmalarında Araplarla temasından fayda sağlamıştır. Olağanüstü metinlere sahip olan ve Yunan metinlerini koruyan Arapların çalışmaları bu şekilde natüralist olarak tanınan Chartres okuluna girmiş oldu.
islam filozofları tarafından yazılmış olan politika üzerine çalışmalar Aristotelesin Etik ve Politikasından etkilenmesinin yanı sıra özellikle Platona dayanıyordu. Grek Yeni Eflatuncular (Plotinus, Porphyrius, Proclus ve diğerleri),Platon ve Aristotelesin felsefelerini birleştirmeye çalışmışlar; bu felsefeleri temel prensip olarak armonide tutmuşlardı. Platon ve Aristotelesin takipçilerinden gelen materyallerle mistisizme doğru bir yönelişin gelişimi birlikte idi. Plotinusun türümleri, Platonun ideaları, Aristotelesin küreleri ve Muhammedin yedili anlatımlı cenneti bir mistik görüşü getirdi. Doğu, Orta Çağ skolastikleri gibi sillogizm formunu test etti. Genellikle ansiklopedik içeriklerin yazılımına doğru bir eğilim oluştu. ibn-i Sina açıkça bir bilim adamı ve mantıkçı, ibn-i Rüşd, her şeyden önce insan beynini gösteren bir Aristoteles yorumcusu olarak göründü .
ESERLERi
islam skolastiği, büyük Yunan filozoflarının metinlerini mantık açısından yorumladı. Bu konuda Bartold şöyle söylemektedir: Platon veAristonun öğretisi (Yeni Platonculukta sonraki gelişmesiyle) açık fark tamamen oluşmadı; Aristo tarafından gerçekte Platonun öğretisini tekrar eden teoloji yazıldı. Farabi de islam dünyasına zihinciliği getirdi ve bu felsefenin kapılarını açmış oldu. Kendisi metafiziğe mantık yoluyla ulaşmış ve islam dini ile felsefe arasında sıkı bir ilişki kurmuştur .
Yeni Eflatuncu biçim ve Müslüman inanca adaptasyona teşebbüsüyle Platon ve Aristotelesin birbiriyle armonisini göstermeye çabaladı, her ikisi birbirinden sadece metot açısından farklı idi ve bilgelik öğretileri aynıydı. Onlar felsefede imamlar veya en yüksek otoritelerdi .
Erdemlerin en büyüğü bilimdir diyen Farabinin mirası çok geniş ve çeşitliydi. Zamanındaki tanınmış büyük bilim adamlarının yanı sıra, ahlak, politika, psikoloji, doğa ve müziği öğrendi. Öncelikle ilk sırada felsefe ve mantık vardı. Mantık alanındaki çalışmaları kendisine yakın doğu ülkelerinde büyük ün kazandırdı. Doğa bilimleri ve felsefe tarihinde yaklaşık yüz eser yazan Farabinin felsefi çalışmalarının büyük bir kısmı Aristoteles felsefesinin öğrenimiyle bağlantılıdır. Yine ağırlıklı olarak sosyopolitikteki çalışmaları Platon yönündedir. Yeni EflatuncuPorphyriusun isagogunun yorumu ona aittir. Farabi, sadece yorumlarla sınırlanmadı, orijinal çalışmaları da oldu. Çalışmalarından en ünlüsü onun öğretisinin özünü anlatan Aklın inci Tanesi adlı küçük tezidir. Platonun devletinin bir anlamda yansımasınıFarabinin Namuslu Şehrin Yerlilerinin Görüşleri adlı eserinde buluruz. Farabi burada devlet oluşumu ve sosyal eşitsizliklerin nedenleri gibi yorumlarda bulunur .
Farabi, hekimler arasında sayıldı fakat gerçek pratikte bulunmamış görünmektedir. Tamamen spiritiüel iyileştirme sanatına adanmıştı. Güçleri Mantık, Matematik, Fiziğin prensipleri ve Pratik felsefeye yoğunlaşmıştı. Farabi, Gökyüzünün Hareketi adlı çalışmasını ve psikoloji alanında Ruh Hakkında, Ruhun Gücü Hakkında, Çokluk ve Teklik Hakkında, Akıl ve Bilinç tezlerini de yazdı. Bu eserlerin bir kısmı Latinceye çevrildi ve XVII. yy.a kadar geldi. Bu eserlerinin yanı sıra yakın doğuda ünlü olan müzik eserleri de verdi (1). Müzik üzerine yazdığı şeyler onun matematik çalışmasının bir kanıtını göstermektedir .
Farabinin felsefesini anlayabilmek için onun bilimini incelemek gerekir. Kendisinin ifadesiyle: Bütün bilimlerin başı olarak eşyalara isim veren, yani cevher kazandıran dilbiliminin olduğunu iddia ediyorum. ikinci bilim gramerdir : O, belirtilen eşyalara nasıl isim verileceğini, konuşma ve sözün nasıl oluşacağını, cevher durumunun ve bu sonuçtan çıkan aksanın nasıl ifade edileceğini öğretir. Üçüncü bilim mantıktır : O, mantık figürlerine göre bilinmeyeni bilmemiz ve neyin gerçek, neyin yalan olduğunu anlamamız sayesinde onlardan yargı çıkarmak için hikâye cümlelerinin nasıl kullanılacağını öğretir. Dördüncü bilim şiirdir. Farabi ardından öğretim bilimlerini sıralar:
Beşinci bilim, fiziksel cisimler ve olayların bilimi olan fiziktir. Onda doğal ahengini sürdüren 7 kısım vardır: gök, toprak, ölüm, mineraller, bitkiler, hayvanlar ve ruh. Farabinin altıncı bilimi ise metafiziktir ve üç kısımdan oluşur:
Gerçek eşyalarla oluşan gerçek dünyanın incelenmesi,
Özel teorik bilimlerde kanıt prensiplerinin incelenmesi,
Cisimden oluşmayan ve cisimde son bulmayan gerçek nesnelerin incelenmesi.
Yedinci bilim devlet bilimidir. Bu bilim, çeşitli hareket tiplerini, insan isteklerinin hareketlerini, hareketi oluşturan ve gelenekleri kullanan belirli amaçları inceleyen bir bilimdir. iki özelliği bulunmaktadır: a) mutluluğun belirlenmesi; b) karakter özelliklerinin, hayat ve hareket yapısının belirlenmesi. Bu açıdan hem Aristoteles hem de Platon etkilerini görmek mümkündür. Sekizinci bilimi ise inançla ilgili olanıdır. Bu, Müslümanlık hakkıdır ve dokuzuncusu ilahiyattır (Teoloji) .
Farabi bilimlerin sınıflandırılmasında Aristotelesin tarzını onaylıyordu ve zamanının özelliklerine göre Müslümanlık ve ilahiyat bilimlerini de ele aldı.
Farabinin mantığı bilimsel düşünmenin sade bir analizi değildi: ilaveten gramer üzerine bir çok işaretleri ve bilginin teorisi üzerine tartışmaları içerir. Gramer bir halkın dilinde sınırlanmış iken Mantık, diğer taraftan insanlığın toplu zekasının dilinde ifadeyi düzenlenmeye sahiptir. Konuşmanın basit elementlerinden en kompleks formlara ilerlemelidir. Gerçekle ilgili duran konularına göre iki bölüme ayrılan mantığın ilki; idealar ve Tanımlamaları (tasavvur) içerir ve ikincisi Yargı, Müdaheleler ve Onaylamalar (tasdik) doktrinidir. Farabinin ideaları arasında en basit psikolojik formlar ki bu hem Duyu-Kavramadan doğan bireysel objelerin önermeleri hem de Gereklilik, Gerçek ve Olasılık gibi akıl üzerine damgalanmış olan bu ideaları tanır. Böyle önermeler ve idealar hemen kesindir. Bir insanın aklı bunlara yönelmelidir ve ruhu onların gözlemcisi olmalıdır .
Farabi zamanında islam bilginleri Allahın doğası, nitelikleri ve onun hayatla ilişkilendirilmesini sert bir şekilde tartışıyorlardı. Kendisi her varlığı iki tipe ayırdı. Birinci tipe; varlıkları gereksiz olmayan özden çıkan maddeler aittir. Buna olası gerçek adını verir. ikinci tipe; daima ve gerekli varlıkları ortaya çıkan özden oluşan maddeler aittir ve buna gerekli gerçek adını verir. Olası gerçek nedir? Bir şeyin var olabilmesi için bir neden olması gerekir ve bir şey var olacaksa bu diğerinin yardımıyla olacaktır. Işık varsa güneşin varlığındandır. Bu olası varlık, birinci nedenin varlığını gösterir, maddeler kendi kendine var olamaz, onlara sürekli varlık veren kesin bir varlık olmalıdır. Böylece kendisi ilk Neden ve Bilge Yaratıcıya kadar gider. Tanrı, gerekli gerçektir .
Hayatla ilgili düşüncelerinde eski klasik filozofların yolunu izler. Hayat, birbirini tamamlayan, yıldızların gösterdiğinden daha uzak karesel biçimli gökyüzünün bileşimidir. Geri kalan gök yüzlerinden her biri, gezegenlerden birini içine alır. Farabi, gök yüzlerinin hepsinin, onların hareket etmesini düzenleyen bir ruhu olduğunu düşünüyordu. Bu ruhlar, gücünü göğün aklından alır, zira bütün akıllar, güçlerini hareketin ilk uyarıcısından alırlar. Dünya, gerekli bir sıra halinde basamaklar yoluyla biçim ve maddenin oluştuğu ilahi bir yerdir. Maddenin, biçiminin değişmesine rağmen sürekli bir temeli olduğunu söyler. Bu şekilde Farabinin felsefesinin başlangıç prensipleri, doğa olaylarının açıklanmasında acıyı ve Tanrının mutlak kudretini dogmatik olarak örnek göstermekten ileri gitmeyen islâm skolastiğine karşı yönelmiştir .
Farabi, insanın tanımını alem büyük insandır, insan küçük alemdir şeklinde yaparak, iki kavramın birliğinden söz etmiştir. insan ahlakının temeli ona göre bilgidir. Akıl, iyi ve kötüyü ancak bilgi yoluyla ayırır. En yüksek bilgi ise insan beyninin çalışması ile elde edilemez, en yüksek bilgi tanrısaldır. Toplumları ise erdemli toplumlar ve erdemsiz toplumlar olmak üzere ikiye ayırır . Dürüst devletten söz eden El-Farabi, devleti, Platon gibi tek bir merkezden yönetilen bütünlük içinde her organa özgü spesifik fonksiyonların olduğu insan vücuduna benzetir. Farabiye göre dürüst şehirde, feodalhiyerarşik merdivenin çeşitli üyelerinin bulunduğu ve emir altında olan bölümler vardır. Şehirde belli bir insanın ve düzey bakımından bu bölüme yakın diğer insanların bölümü olduğunu, kendi durumu ve yeteneklerine göre hepsinin başlıca amacını takip eden hareketleri gerçekleştirdiğini yazar . Buna göre Farabi, Platonun ideal devletine benzer bir model sunar.
Platon, en iyi yöneticinin filozof olduğu belirtirken, Farabi de dürüst devletin liderinin, dikkatli, iyi hafızaya sahip, akıllı, gerçeği, adaleti seven, cesur, bilgili ve yetenekli olması gerektiğini söyleyerek, bir liderin peygamber ve filozof gibi nitelikler taşıması gerektiğini vurgular .
Böylece kendisinde Platon ve Aristotelesin açık etkilerini gördüğümüz Farabi, devamlı bir Entelekt dünyasında yaşadı. Mental alanda bir kral, dünyevi mülkiyetlerde bir dilenci, kitapları, kuşları ve bahçesindeki çiçeklerle kendini mutlu hisseden Farabi, halkına göre (Müslüman toplum) kendisi sadece çok küçük olabilirdi. Politik ve etik öğretisinde dünyevi konular veya kutsal savaş öncelikli yer almadı. Dindar, kutsal bir adam olarak çağdaşlarının hayranlık duyduğu ve birkaç öğrencisi tarafından bilgeliğin kişileşmesi olarak onurlandırıldı, fakat islamın gerçek bilginleri tarafından daima bir heretik (sapkın) olarak ilan edildi .
1970lerin son demleri. Dünyanın rüyaya, efsanenin gerçeğe, geçmişin geleceğe karıştığı bir taşra kasabasında, gözden gönülden, dünyanın geri kalanından uzakta, "bir akasya ağacının serin gölgesinde" yaşayan insanlar. Çatışmalar, ölümler ve darbenin ayak sesleri bir radyo tiyatrosu kadar uzakta onlara. O günlerden birinde, 1980 yılının kiraz mevsiminde "Asiye Gelin; bir gözü camdan dışarıda, dün gece gördüğü rüyayı düşünüyordu. Mehmet; bir kulağı radyoda, oğlunun kapıyı çalacağı anı bekliyordu. Feride; aklı hala gelmeyen oğlunda, kaynamakta olan taze fasülyeyi karıştırıyordu. Ve herkes bu şekilde işlerini yapmaya debam etmeye niyetliydi. Dışarıdan gelen iki el silah sesini duymasalardı eğer..."
Baba ve oğlun kim olduğunu okurlara bırakan sadece kutsal romanını sahiplenen Murat gülsoy'un harika romanı.
Şule gürbüz, murat menteş ve birçok yazar hakkında yazdığım yazılarda, söylediğim sözlerde hepsini birisine benzettim ama bu romanda sanırım bu davranışım çok yersiz olacak, her sayfasında başka bir sürpriz, başka bir üslup, başka bir duygu.
Bunu da söylemeden edemeyeceğim, kitabı okumayanlar yabancı biriyle tanışacak olsalar da kitap'ta Gollum, olric, ahmet hamdi tanpınar ve Nabokov da bizimle beraber kitapta bir şeyler arıyor. Yalnız değiliz.
içinde kelimeler vızıldayan bir kovan bal yapmış işte ama galiba lolita yesin de büyüsün diye. ama büyümesin lolita, bir şrödingerin asenası olmasın mesela varlığı ve yokluğu bir olan. büyüdükçe tadı kaçıyor tavanlar alçalıyor da üstümüze üstümüze geliyorlarrr. zihnim beni hayattan koparıyor.. kontrolü bir an elden bırakmayan dans edemeyen saf akıl bedenimi ele geçiriyor. eksik ya da yanlış tercüme edilmiş iç dünyalar.. hissizleşmeye mahkum. kötü birşeyler olduğunu anlayan madde kendini korumaya alıyor duyguların yükselmesini önlüyor. hissizlik donukluk hali. geçecek, daha sonra yaşamaya insan olmaya devam edebilirsin https://galeri.uludagsozluk.com/r/446973/+
Marksizmi öğrenmek için öncelikle hangi eserlerden başlamalı? Doğru anlayıp yorumlamak için Marksist klasikleri nasıl okumalı? Merakla sorulan, daima tartışılan bir konudur bu. Ne soru yersizdir, ne de bu konuda yapılan tartışmalar. Zira Marksizm, hayatın tüm alanlarını kucaklayan, devrimci pratikle tamamlanan, sınırsız, çok yönlü, karmaşık bir zenginliktir. Bu devasa Marksizm edebiyatı içinde, okurların yollarını bulabilmesi kolay değildir.
Marksist Klasikleri Okuma Kılavuzu, bu soruları gündemine alan özgün bir çalışma olarak, her düzeyde Marksizm okuru için bir başucu kitabı olmayı hedefliyor.
Türkiye'den ve dünyadan yetkin Marksist kuramcıları bir araya getiren bu kitapta, Marksizmin kurucu ve geliştirici teorisyenleri Marx, Engels ve Lenin'in yirmi yapıtı, yirmi farklı yazar tarafından tanıtılıp değerlendiriliyor. Bu yazılarda, Marksist klasiklerin doğum iklimi, içeriği, öteki klasiklerle ilişkisi, etkileri, bugün için önemi parlak şekilde değerlendiriliyor. Böylece, okura öncelikli bir okuma listesi önerilirken, bu eserlerin nasıl okunacağına dair bir rehber de verilmiş oluyor. Yazarların bu kitap için kaleme aldıkları yazılar, Türkiye'nin önde gelen Marksist yazarlarından Taner Timur'un giriş yazısıyla sunuluyor
Yeraltı kavramı, müstakil bir kavram olarak değerlendirildiğinde, pek çok şekilde altı doldurabilir. Örnekse, TDKnın Büyük Türkçe Sözlüğünde Yeraltı sözcüğünün ilk anlamı Gizli ve zararlı, yasa dışı olarak tanımlanmaktadır. Edebiyat ve sinema eserlerinin çoğunda yeraltı dendiğinde, akla daha çok, savaşa, mücadeleye hazırlanmak için beklenilen ve sığınılan bir yer gelir. James Mcteigue tarafından Alan Mooreun çizgi romanından sinemaya uyarlanan 2005 yapımı V For Vendetta isimli filmde, bunun çok başarılı bir örneğini görebiliyoruz. Hayali bir iktidar tarafından tıbbi deneylerde kobay olarak kullanılıp bir ucubeye dönüştürülen V adlı kahraman, intikamını almak için yıllarca şehrin yeraltında, kullanılmayan bir metro istasyonunu kendisine ev yapmıştır. Tarihsel ve sanatsal değişimlere bağlı olarak, çok farklı anlamlar yüklenen yeraltı kavramını, sanat ve edebiyatla ilişkilendirdiğimiz zaman ortaya yine TDKnın Büyük Türkçe Sözlüğündeki ikinci anlam olan Alışılmışın dışında olan, aykırı. ifadesi çıkıyor.
Tarihsel birikim bize bir şey öğretmiş ve kendi laboratuvarında kendini doğrulamıştır. Tarihin her döneminde ve her alanında ortaya çıkmış bütün kavramlar, olgular ve olaylar, zıtlarını ve alternatiflerini de beraberlerinde doğurmuştur. işte, Yeraltı Edebiyatının çıkışında da bu yasanın geçerliğini görebiliyoruz. Ancak, bahsedeceklerimizden evvel bir noktanın altını çizmek iyi olur diye düşünüyorum; Yeraltı Edebiyatı halen tam olarak tanımlanmış, tarihsel gelişimi çok kesin çizgilerle ortaya konmuş, kanatları altında barındırdığı şair ve yazarları tam olarak belirlenmiş bir edebiyat değildir. Bunun nedeni, temelde belki de yeraltı/underground olması nedeniyle, belli bir tanıma sokulma çabalarına karşı kendisini gizlemesi, tanımlanmaya karşı refleksel bir tepki göstermesi olabilir. Bu edebiyat, normal tonlarda konuşan başka tür edebiyatların tersine bağıran, gürültü çıkaran,isyan eden ya da suskunsa bile, suskunluğunun altında içten içe haykıran nedenlerin yattığı bir edebiyattır. Buna rağmen, kendisini duyurmak, söylediklerini fark ettirmek gibi popülist bir çabası yoktur; gösteriş budalası değildir.
Tarihsel süreç konusuna dönelim. Yeraltı Edebiyatının ortaya çıkışı, konuyla alakadar pek çok kişinin de tespiti üzere, kapitalizm ile eş zamanlıdır, diyebiliriz. Çünkü Yeraltı Edebiyatı, tam anlamıyla bir ideolojinin edebiyatı olmamasına rağmen, kapitalizme ve ona dair her şeye karşıdır, bir reflekstir. Kapitalizmin beraberinde getirdiği kendine has yaşam biçimi, sosyal düzen, insan ilişkileri ve ahlak yapısına karşı Yeraltı Edebiyatı, tehlikeden kendisini korumak isteyen bir kirpi gibi içine yumulmuş, kendi gerçeklerini oluşturmuş ve bu gerçekleri tıpkı kirpinin dikeni gibi fırlatmaya karar vermiştir. Ancak altı çizilmesi gereken bir noktada da şu ki, kapitalizmden önce de, temeli gotik dönemlere dek uzanabilecek ve Yeraltı Edebiyatına dahil edilebilecek sanatçılar da yok değildir. William Blake, Thomas de Quincey gibi sanatçılar buna örnektir.
Çalışmamıza başlarken, konuyla ilgili şahsi birikimlerim ve notlarım dışında, başkalarınca yapılmış çalışmalar bulmak adına yaptığım taramalarda, sandığımdan çok fakat yetersiz sayıda, yine de önemli olduğunu düşündüğüm çalışmalarla karşılaştım. Çalışmasını yayınladığı sırada Cumhuriyet Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi Bölümünde Araştırma Görevlisi görevinde bulunan Evren Karataşın Türkiyede Yeraltı Edebiyatı ve Hakan Gündayın Romanlarında Yeraltı Edebiyatının izleri adlı makalesi, Varlık dergisinin Şubat 2005 sayısındaki Türkiyede Yeraltı Edebiyatı Var mı? kapak dosyası ve içindeki yazılar, yine Varlık dergisinin Nisan 2008 sayısında, Ömer Kumsalın konuyla ilgili adı sıkça geçen Hikmet Temel Akarsu ile yaptığı röportaj ve Hikmet Temel Akarsunun kişisel web sayfasındaki yazıları ile Altay Öktem yönetiminde çıkan Karakalem dergisinin 2007-Sonbahar tarihli ilk sayısını bu kaynaklar arasında sayabilirim.
Bütün bu taramalar sonucunda, ilerleyen sayfalarda göreceksiniz ki, Yeraltı Edebiyatı ve ona dair tanımlamalar ve bulgular bağlamında net ifadeler olmasa da hemfikir olunan kısmi saptamalar da vardır. Fakat bu çalışmanın amacı, başta da söylediğimiz üzere, öncelikle elimizdeki kaynaklardan bir derleme yapmak ve kendi saptamalarımızı da buna katarak derli toplu bir kaynak oluşturmak ve ardından bizce asıl sorun olan Yeraltı Eseri ve/veya Yazarı Nitelendirmesini Neye Göre Belirleyeceğiz sorusunu tartışmaya açmaktır. Buna göre, bu nitelendirmeyi
A-Eserin içeriğine göre,
B-Yazarın karakteri ve tavrına göre,
C-Eserin yayınlanış biçimine göre
seçeneklerinden hangisi ya da hangilerine göre yapacağımız konusunu tartışmaya başlamak, hem bu edebiyatın altını bilimsel olarak doldurmaya, hem dışlanmış veya dışarıda kalmayı seçmiş bu alt kültürün ciddi biçimde ele alınmasını ve tanınmasını sağlamaya yarayacaktır.
Yeraltı Edebiyatı Tanımlamaları ve Yer altı Yazarları
Söylediğimiz gibi Yeraltı Edebiyatı, genel-geçer bir tanıma henüz sahip değildir. Yine de, bugüne dek yapılmış tanımlardan birkaç örnek vermek doğru olacaktır.
Ayrıntı Yayınlarının bir süre önce yayınlamaya başladığı Yeraltı Edebiyatı Dizisinin çıkış sloganı, aslında ülkemizde Yeraltı Edebiyatının bilinen sloganlarından ve tanımlarından biri haline gelmiştir:
Asilerin, Kaybedenlerin, Hayalperestlerin, Günahkârların, Küfürbazların, Beyaz zencilerin, Aşağı tırmananların, Yola çıkmaktan çekinmeyenlerin, Uçurumdan atlayanların... dili, sesi Yeraltı Edebiyatı
Elimizdeki, konuyla ilgili sınırlı kaynakların içinde, sanal alemde karşımıza en çok çıkan tanımlardan biri de Zatturi takma adıyla internette yazılarını yayınlayan Mehmet Akayın bir yazısında yaptığı tanımdır: Yeraltı Edebiyatı, birbirlerinden habersiz farklı dönemlerde yaratılan eserlerin hem yüksek sanatın hem de popüler sanatın dışladığı yazarlar tarafından ortaya konmuş bir edebi tavırdır. Her ne kadar Mehmet Akay, Yeraltı Edebiyatını popüler edebiyatın içinde görse de bu cümlesi dikkate değerdir.
Şair-Yazar Osman Çakmakçının günlük bir gazetedeki yazısında ortaya koyduğu tanım, bu edebiyatın karakteri açısından da nitelikli bir özet gibidir: Öncelikle, şunu belirtmeliyiz ki, Yeraltı Edebiyatı ana akım (mainstream) edebiyatın ve sanatın çok güçlü ve yerleşik olduğu, çok satanların edebiyat ortamı üzerinde egemenlik kurduğu, kendi popüler temalarının ve üsluplarının edebiyat ortamını istila ettiği ortamlarda zorunluluktan fışkıran bir edebiyat. Kelimenin tam anlamıyla, pınarların yerden fışkırması gibi, Yeraltı Edebiyatı da popüler edebiyatın fay hatlarını kırarak yeraltından yüzeye fışkırır. Edebiyata kendi ayrıksı temalarını, yan gözle bakılan üsluplarını, ki bu edebiyatın üslubu sert ve haşin bir eleştirellik barındırır, insan var oluşunun ve aynı zamanda var oluşun derinlerde kalan esrarengiz yanlarını ve sırlarını, neredeyse saldırgan bir tavırla aşılarlar.
Sahip olduğumuz kısa bilgilerden derlenen sınırlı tanımların ardından yeraltı yazarlarına geçelim. Ben yeraltı yazarıyım. cümlesini kolay kolay duyamayız. Dolayısıyla, bilinen yazarların çoğu kendilerini bu kavramın altında görmez, birçok yeraltı yazarına da ulaşmak kolay olmaz. Yazarların, bireysel duruşları genel olarak diğerleri tarafından marjinal addedilmiş, ötekileştirilmiş olsa da, unutmamamız gereken bir yanı vardır ki o da, belki her Yeraltı Edebiyatçısının marjinal sayılabileceği, ancak her marjinal yazarın asla Yeraltı Edebiyatçısı sayılamayacağıdır. Küçük iskender veya Altay Öktem gibi yazarların bu edebiyata dahil edilemeyeceğini söyleyen ağızlar, bu fikirden destek almış olabilirler.
Günümüzün en konuşulan, okunan, kurgusu ve dili başarılı sayılan Yeraltı yazarlarından Hakan Günday, bir süre öncesine dek popüler edebiyat okuyucusu tarafından neredeyse bilinmemekte, kolay ulaşılabilecek kaynaklarda röportajları, söyleşileri, fotoğrafı bile bulunmamakta, bilinen fotoğraflarının sayısı en iyi ihtimalde bir elin parmaklarını geçmemekteydi. Son birkaç yıldaki gelişmelerin, iki eserinin oyunlaştırılmasının ve özellikle son eseri Ziyanın yayınlanmasının ardından bu durum değişti.
Diğer yandan Küçük iskender ve Altay Öktem en sık anılan isimlerdir. Oğuz Atayın da adı Yeraltı Edebiyatının öncüsü şeklinde sıkça geçmesine rağmen, üzerinde iyi düşünülmediğine inanıyorum. Zira öncü olmakla başlangıç sayılmak arasında bir bilinçlilik/farkındalık ayrımı vardır. Öncü olmak, bilinçli bir çıkış, sistemli bir harekettir ve tıpkı bir ihtilal gibi farkında olarak yeni bir şeyler yapılır. Ancak, olayın içinde olduğunu hissetmediğiniz halde ortaya koyduğunuz farklı tavırdaki eserler, siz hayattayken ya da sizden sonra, kontrolünüz dışında olarak birilerince başlangıç sayılıp, bir olguya dönüştürülebilir. Söz gelimi, Kafkaesk denen edebi tavırdan Kafkanın haberi olacak kadar ömrü bile olmamıştır. Ya da Nietzsche, Üstün insandan bahsederken, Hitlerin fikirsel dayanağı olacağını hedeflememiştir. Oğuz Atayın da böyle bir farkındalıkta olduğunu değil, bu sıfatın ona atfedildiğini düşünüyorum.
Yazarların isimleri arasında, bilinen yazarlardan Sibel Torunoğlu, Sarp Bengi, Sezen Ural gibi isimler de geçiyor. Bilinen sıfatlandırmasından sonra, akla Bilinmeyen var mı? sorusu gelebilir ki buna muhakkak Evet demeliyiz, zira Yeraltı Edebiyatı dediğimiz hareket, büyük oranda fanzinler üzerinden can bulmaktadır. Bu nedenle genelin bilmediği, bazı kitlelerin okuyabildiği isimler de yok değildir. Tam da bu noktada, Varlık dergisinin Türkiyede Yeraltı Edebiyatı Var mı? kapak dosyalı sayısına açıklama yapan Hikmet Temel Akarsu-ki kendisi de bir yeraltı yazarı olarak nitelendirilir-, bu konu hakkında çok ilginç bir yaklaşımda bulunmuştur: Gerçekten Yeraltı Edebiyatı yapıyor olsaydım, bu röportaj suallerini bana asla yöneltemezdiniz. insanlığı yücelten o gerçek yaratıcıların sanatlarını ve pozisyonlarını intihal etmeyi onursuzluk sayarım.
Yeraltı yazarlarının dünyada tanınan isimlerine gelirsek, bir başyapıt olarak Dövüş Kulübü/Fight Club yazarı Chuck Palahniuku en başta anmamız gerekir. Diğer isimlere bakarsak, Philippe Dijan, Marquis de Sade, Ola Bauer, Jean Genet, J. G. Ballard, Georges Bataille, Octave Mirbeau, A.C Weisbecker gibi isimleri öncelikli olarak sayabiliriz. Daha geniş bir liste için yer altı ürünlerini yayınlayan Ayrıntı Yayınları ve Altıkırkbeş Yayınları nın web sayfaları da incelenebilir.
Yeri gelmişken çalışmamızın bilinçli olarak eksik bırakılmış bir noktası hakkında bir şeyler yazmak isterim: iletişimin ve yayıncılığın hızlandığı bir çağda yaşadığımız için her gün pek çok yeni isim edebiyat hayatına giriyor. Başta belirttiğimiz ve sonunda açıklayacağımız üzere, bu çalışmanın amacı kısa ve toplu birkaç bilgi vermek ve bir tartışma açmaktır. Dolayısıyla isimler ve eserler söz konusu olduğunda öncelikli isimlerden söz ettiğimi, konunun uzun yıllar ve çok sayıda insan tarafından tartışılacağına inandığım ve bu çalışmalarda adının geçeceğini düşündüğüm pek çok ismin, laf kalabalığı yapmamak ve açmak istediğim tartışmayla birlikte, bazı hatlar netleşince anılmasını düşündüğüm için anmadığımı bildirmek isterim.
Yeraltı Edebiyatı Eserlerinin içeriği, Nitelikleri, Kahramanları ve Dil Özellikleri
Adından da beklendiği üzere, bu edebiyatın içeriği temelde yeraltı ve oradaki hayatlardır. Öncelikli olarak aklımıza gelen görüntü, karanlık mekanlar, sokaklar, hayattan beklentisi kalmamış kahramanlar, alkol, uyuşturucu, cinsellik ve şiddetin hakim olduğu hayatlar ve benzeri unsurlardan örülü bir görüntü olacaktır. Bunlar da Yeraltı Edebiyatına dahildir muhakkak, fakat eksiktir. Yeraltı Edebiyatı, illa ki bu unsurlardan en az birini içermek zorunda değildir zira Yeraltı isimlendirmesini hak edebilecek başka unsurlar kullanan yazarlar da vardır. Sözgelimi, Gündayın Azilinde delilik ile dahilik arasında gidip gelen kahramanımız Asil için, yukarıda bahsettiğimiz unsurlar birer merkez unsur değildirler. Romanda yerlerini birer tamamlayıcı unsur olarak almakla kalırlar. Onun asıl davası, zihnindeki dışlanmışlık öfkesinin bir sonucu olarak, sosyal hayatın ne denli basit ve aşağılık olduğunu, hatta insanın sanıldığı kadar da sosyal olmadığını ispatlamaktır. Ya da Palahniukun Dövüş Kulübünde, yine aynı unsurları sadece birer araç olarak görürüz. Yine burada aslolan şey, sosyal hayat eleştirisidir. Ve bir not daha; sosyal hayat eleştirisi, kurgunun yalnızca merkez noktasıdır. Bu nokta etrafında hiçlik, varoluş, manevi acı ve olgunlaşma, ölüm, aile, hayat, sistem, evren, yaratılış gibi daha pek çok konu söz konusu eserlerde ve Yeraltı Edebiyatının diğer eserlerinde yerlerini almaktadırlar. Dolayısıyla Yeraltı Edebiyatına dahil olan bir eserin mutlak surette alkol, cinsellik, uyuşturucu, kadın, şiddet ve benzeri konularda dönmesi gerekmemektedir.
Yeraltı eserlerindeki suç eğilimi; iki şekilde açıklanabilir; ya varoluşçuluğun dillendirdiği gibi, hatalı sosyalleşmeye karşı, bir protesto kimliğindeki istediğini yapma özgürlüğü bu şekilde addedilmiş ve eserlerin kurgu dünyasına suç olarak yansımıştır; ya da varoluşçuluğun veya bağımsız öznel fikir olarak toplum bilincinin getirdiği bir şeydir. Şöyle ki, toplumu, doğruya yönlendirme isteği, onu yanlışın içine boğarak, ona yanlışı göstererek, böyle bir yönteme başvurulmuştur. Hakan Gündayın Azil adlı eserindeki, iyiliğin çekim gücü yerine kötülüğün itme gücünün daha ağır basması örneği gibi
Bu edebiyatın kahramanları, adından da belli olduğu gibi, yeraltı tipleridir. Yani acı çekmiş, tozpembe bir gözlüğün arkasından görme şansını yitirmiş, haykıran, isyan eden, fikrini söylemekten ve söylerken de küfürden, argodan faydalanmaktan geri kalmayan insanlardır. Yazarları böyle bir ruh haline büründüren çok özel ve çeşitli nedenler olabilir ya da çok çeşitli dünya görüşleri, felsefeler olabilir. Rasyonalizm, anarşizm, sosyalizm, Freudculuk, vesaire Ancak hemen hepsinde görünen bir üst felsefi anlayış vardır ki, o da varoluşçuluktur.
Varoluşçuluk, eşit haklara sahip insanların sosyal adalet, ekonomik garanti ve tek bir insanın güçsüzlüğü karşısında, bunları aramalarından ötürü sosyalleşen, kolektif kuran insanların, bu yapı karşısında çözüldüğü, tek insanın yitip, toplum içinde eridiği gerçeğine karşı çıkar. Bütün varoluş felsefesi şu biçim altında belirir: insanın kendi kendini yitirdikten sonra bütün dünyayı ele geçirmesi ne işe yarar? Bundan dolayı varoluş felsefesi bir bunalım felsefesi olmuştur. Bu felsefe yeni bir dizge kurmak istemiyor, tam tersine insanları karar verme durumuna getirmek istiyor; öğretmek istemiyor, yeni bir tavır alışa çağırıyor; çağı yeni bir biçimde açıklamak istemiyor, onu yargılıyor; sakinleştirmek değil, ürkütmek onun amacı; sentez de istemiyor, "ya o- ya o" karşısında bırakıyor işte bu sebeplerden, varoluş felsefesi, ferdin kendini kaybetmediği, kontrollü bir bireysel bir kurtuluşa dayanır. Söz konusu kurtuluş, yazarların ve eserlerin çoğuna hiçlik olarak yansımıştır. Kahramanlar, kaybedecekleri şeylerin olmadığı oranda özgürdür. Dövüş Kulübünün kahramanı bu nedenle bilinçaltında yarattığı ikinci insana, evini-yani sahip olduğunu sandığı tek şeyi- havaya uçurtmuştur. Azilin kahramanı Asil, bu yüzden ailesinden, çocukluğundan, onu sosyal bir varlık yapan her şeyden kurtulmuştur ve bu yüzden kitabın birçok yerinde karşısında dikilip konuşan insanları duymaz. Rock kültürünün içerdiği Sahip oldukların sana bir tuzaktır felsefesi, Dövüş Kulübündeki kanepe meselesinde, Tylerın şu cümlesiyle edebiyattaki karşılığını bulur: Mobilya satın alırsınız. Kendinize dersiniz ki, bu hayatım boyunca ihtiyaç duyacağım son kanepe. Kanepeyi alırsınız ve sonraki birkaç yıl boyunca, hangi işiniz ters giderse gitsin, en azından kanepe sorununu çözmüş olduğunuzu bilirsiniz. ( ) Sonra o güzel yuvanızda kısılıp kalırsınız. Bir zamanlar sahip olduğunuz şeyler artık sizin sahibiniz olur.
Dil meselesine gelince, genelleme yapılabilecek bir durum göremiyoruz. Çalışmamızın başından beri çizdiğimiz tablo üzerinden, Yeraltı Edebiyatının yayınlanmış kitaplar ve fanzinler olmak üzere iki ayak üzerinden gittiğini görebiliyoruz. Aslında dil söz konusu ise, yayınlanmış Yeraltı ürünlerinin, yayınlanmamış olanların dilce estetize olmuş halidir, demek yanlış olmaz. Fanzinler, dil kurallarını, üslup özelliklerini çoğu zaman önemsemezler. Serseri ve haylaz bir edaları vardır. Kitaplar ise artık olgunlaşma sürecine girmiş, yazarının özgün dilini oluşturmaya çalıştığı, profesyonellik yolundaki eserlerdir.
Yeraltı Nitelendirmesi Sorunsalı
Konunun ayrıntısına inmeden evvel, sorunsal kelimesinin aslında ne demek olduğunu ve neden bu ifadeyi seçtiğimi açıklamak isterim. Zira söz konusu kelime son zamanlarda yanlış ve fonetik çekiciliği nedeniyle yersiz kullanımlardan dolayı içi boşaltılmış bir kelime haline gelmiştir.
Konuyla ilgili en güvenilir kaynak, kuşkusuz TDK Büyük Türkçe Sözlüğü olacaktır. Sözlüğe baktığımızda sıfat kategorisinde değerlendirildiğini ve iki anlamı olduğunu görüyoruz:
sf. 1. Çözümü belli olmayan. 2. Doğru olma ihtimali bulunmakla birlikte, şüphe uyandıran, kesin olmayan, problematik.
Biz çalışmamızda daha çok ikinci anlamına dayanmayı uygun buluyoruz. Birinci anlamında bahsedilen, çözümü belli olmama durumu an itibariyle alanımız dışındadır. ikinci anlamdaki ifadeyi seçmemin nedeni ise şu ana kadar yAzilan kaynaklar içerisinde cevabını bulamadığım nokta, bir eseri veya yazarını Yeraltı Edebiyatına dahil ederken hangi kıstaslara dikkat edeceğimiz sorunsalıdır. Biz çalışmamızda, aşağıda okuyacağınız başlıklardan üçüncüsünü dikkate alma taraftarıyız. Gerekçesini başlığın altında açıklamayı daha uygun görüyorum. Tanımı henüz yapılmasa da Yeraltı Edebiyatını anlatırken yazarını veya içeriğini yahut yayınlanma şeklini dikkate alıyoruz. Pekala, hangisini kıstas almamız daha sağlıklıdır? işte bu tartışmanın başlaması, Yeraltı Edebiyatı yazar ve ürünlerinin faydasına, dolayısıyla edebiyat sanatı ve biliminin faydasına olacaktır.
1-Yayınlanma Biçimine Göre Nitelendirme: Yeraltı Edebiyatının tavrı ve kimliğine daha yakın ilerleyen ayağı, fanzinlerdir. Yani, sermayenin, şirketleşmenin olmadığı, herhangi bir yayınevine ihtiyaç duyulmadan, bireysel çabalarla ortaya çıkmış bağımsız yayınlar... Gerçekten de yeraltında yaşayan bu eserlerin bu edebiyat altında değerlendirilmesi doğrudur. Fakat onlarla aynı rengi taşıyan, aynı duruşa ve benzer ifadelere dayalı, büyük oranda daha olgun ve profesyonel eserler yayınlanırsa, bunlara tepkimiz ne olacaktır? Sırf sermayeye sahip bir yayın ve dağıtım şirketine dayalı çalıştığı için, bütün özellikleri Yeraltı Edebiyatına uyan bir eseri dışlamamız ne derece mantıklı ve sağlıklıdır?
Dolayısıyla bu tür bir nitelendirme hiçbir şekilde uygun değildir, diye düşünüyoruz. Kaldı ki, bu tür bir isimlendirmeye dayalı düşünen mantık, eskisi kadar kabul görmemekte, sıradan bir heyecan olarak karşılanmaktadır. Zira yerli ve yabancı pek çok önemli eserin arşivimize kazandırılması bu sayede olmuştur ve buna karşı çıkmak Yeraltı Edebiyatına bir tür nankörlük olacaktır, kanaatindeyim.
2-Eserin Yazarına Göre Nitelendirme: Bugün geldiğimiz noktada istisnasız her Yeraltı yazarı, doğal olarak eserinin özelliklerini taşımakta ve eserine kendi gölgesini bırakmaktadır. Fakat bu durum daima geçerli mi olacaktır? Yani, popüler sayılan, iyi aile ilişkileri, ruh hali sağlıklı olan, diğer Yeraltı yazarlarının aksine kendisinde fazla gizem barındırmayan bir yazar, Yeraltı niteliklerine uygun bir eser yazdığında ve bu eser başarılı olduğunda, onu da bu edebiyatın dışında mı tutacağız?
Tam bu noktada şu soru akla gelebilir: Yeraltının ruh halini barındırmayan bir yazardan bir Yeraltı eseri çıkabilir mi? Haklı ve tartışılması gereken bir soru. Edebiyat tarihi ve tecrübesi, bunu başarabilen çok az yazarla bizi tanıştırmıştır. Bir yazarın eserinin, kendi karakteri dışında gelişebilmesi bu yazarın iyi ya da kötü bir yazar olduğu anlamına gelebilir mi, sorusu, muhakkak ki okuyucuya veya araştırmacılara kalmıştır. Biz, birer bilim adamı (veya adayı) olarak, yazar-eser ilişkisinin sonuçlarında sürprizlere açık olmak durumundayız.
Bu konuda, bir gazeteye verdiği röportajda eser-yazar ilişkisine değinildiği bir sırada Hakan Gündayın verdiği cevap, çok çarpıcı ve haklıdır:
Okurlarımın beni merak etmesinin okurlarıma da bana da yararı yok. Sanatta önemli olan işin kendisidir, işçi değil. Ayrıca kendimi tarif etmem pek mümkün değil. Mezar taşında bir yazanlar yeterli olabilir, yani doğum ve ölüm yılı beni tarif için kafidir, çünkü aradaki tire kadarım.
Gerek bu açıklamaya verdiğimiz haklılık payı ve gerek şahsi düşüncemiz doğrultusunda, nitelendirme konusunda, yazarın kişiliğini dikkate alma yöntemini de geçersiz ve sağlıksız bulduğumuzu söylemek isterim.
3-Eserin Tavrına Göre Nitelendirme: Saydığımız bu üç yöntemden, daha sağlıklı ve mantıklı bulduğumuz yöntemin bu yöntem olduğunu tekrar belirtmek isterim. Edebiyatta eserin yazarının ve ortaya çıkış sürecinin kuşkusuz aynı derecede önemi ve belirleyiciliği vardır. Fakat, konumuz bağlamında, bir eserin Yeraltı Edebiyatına dahil edilebilmesi için dikkat edilmesi gereken noktanın eserin tavrı olduğu kanaatindeyiz. Buradaki tavır kelimesi yerine, içerik, dil, yöntem, üslup gibi amilleri saymak istemememin nedeni bütün bunların bir bütün teşkil ettiğini ve bu bütünün de bize eserin tavrını verdiğini düşünmemdir. Yeraltında olmak bir duruş ve tavır meselesi olduğu için, eserin bize anlattığı şeyler ve onları anlatma şeklini birincil derecede önemli saymak durumundayız. Bu kıstasa göre, belki de yine kesin çizgiler konulamayacak, eserler temelinde düşünüp Falanca eserde Yeraltı Edebiyatı unsurları vardır gibi ifadeler kullanmk durumunda kalabileceğiz. Bunu belirlemek için şu an tabi ki erkendir. iyi değerlendirmelerin, verimli tartışmaların ardından, karşımızdaki görüntü daha da netleşecektir.
`BiRER YERALTI EDEBiYATI ESERi OLARAK
DÖVÜŞ KULÜBÜ VE AZiLiN KARŞILAŞTIRMASI`
Yeraltı Edebiyatı denilince akla ilk gelen eserlerden birisinin Dövüş Kulübü olduğunu söylemiştik. Eser, yayımlandığı 1996 yılında büyük ses getirmiş, 1999 yılında da David Fincher tarafından sinemaya uyarlanmasıyla dünya çapında daha da bilinir hale gelmiştir.
Kitabın yazarı Chuck Palahniuk, 21 Şubat 1962'de Washington'da doğdu. Asıl adı: Charles Michael Palahniuk'tur. Bir süre Eyalet Üniversitesi'ne devam etse de öğreniminiOregon Üniversitesi'nde tamamladı. Geçimini bir şirkette otomobil tamirciliği yaparak kazanmakta iken 1996'da arkadaşlarıyla devam ettiği bir edebiyat grubu çerçevesinde Project Mayhem(Kargaşa Projesi) isimli kısa hikayeyi yazdı. Söz konusu hikaye üç ay gibi kısa sürede Dövüş Kulübü'ne dönüştü. 1999'da katıldığı bir yazarlar konferansında "Writing to fail" (Başarısızlığı Yazmak) adlı bir çalışma grubu yürüttü.Pacific Nortwest Booksellers Association Award ve Oregon Book Award ödüllerine layık görülen Dövüş Kulübü 1999'da filme çekildi.
Eserde, hayatından ve hayatındaki insanlardan nefret eden, çalıştığı işinden bıkmış, büyük uykusuzluk sorunları yaşayan, ölüm bilincini saplantıya çevirmiş, muhtaç olduğu insani duyguları bazı hastalıklara sahip insanların dayanışma gruplarında arayan genç bir adamın öyküsü anlatılıyor. Ve bir süre sonra bu genç adamın hayatı, Tyler Durden adındaki, bütün dünyadan acı çıkaran, oyunu kendi kurallarına göre oynayan birisiyle tanışarak değişiyor. Tylera göre, tüketim dünyasının zincirlerinden kurtulmanın yolu, insanın varoluşsal özelliklerine dönmesi, romandaki anlatım biçimiyle fiziksel acı çekerek yeniden doğmasıdır. Bu yüzden de birbirleriyle kavga etmeye başlarlar; anlatıcımız ve Tyler Durden arasındaki bu dövüş oyunu bir süre sonra ülkenin dört bir yanını saran gizli bir kulübe, Dövüş Kulübüne dönüşecek ve en nihayetinde de toplum düzenini bertaraf etmeyi amaçlayan büyük bir proje haline gelecektir. Marla ise, yine hasta dayanışma gruplarında ortaya çıkan, kaybedecek bir şeyi kalmamış, toplumdan sıyrılmış bir genç kız olarak yerini alıyor. Ve yazar Chuck Palahniuk, bütün bu karakterler üzerinden tüketim kültürüne, onun beraberinde getirdiği insan insanın kurdudur. felsefesine, hırsa, rekabet ve üstünlük mücadelesine, bu kültürün sınırlarını çizdiği güzellik idealine, çok sert bir eleştiri getiriyor.
Ve Azil... Kendi ifadesine göre edebiyata inanmayan, kendisini de bir yeraltı yazarı olarak görmemesine rağmen, çoktan Türkiye Yeraltı Edebiyatına dahil edilmiş olan Hakan Gündayın Şubat-2007 itibariyle raflarda yerini alan sıra dışı eseri...
29 Mayıs 1976da Rodos'ta doğan yazar Hakan Günday ilköğretimini Brükselde tamamladı. Ankarada Tevfik Fikret Lisesini bitirdi ve daha sonra Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransızca Mütercim Tercümanlık Bölümünde üniversite eğitimine başladı. Ertesi yıl Universite Libre de Bruxellesin Siyasal Bilimler bölümüne geçti. Sorna Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinden girdi. ilk romanı Kinyas ve Kayra 2000, Zargana 2002, Piç 2003, Malafa 2005 ve Azil 2007 yılında Doğan Kitap yayımlandı. istanbul ve Antalya 'da yaşıyor.
Romanda Asil adındaki, bir ucu deli, diğeri dahi olan çifte kişiliğinin uçları arasında gidip gelen bir adamın hikayesi anlatılıyor. Üç yaşında, PTTnin Yirmi Beş Yıl Sonrasına Mektuplar kampanyasında, kendisine hitaben yAzilan bir mektubu yirmi sekiz yaşında bulmasıyla ve mektupta babasının aslında onun doğmasını hiç istememiş olması gibi gerçeklerle burun buruna gelmesiyle başlayan eser, bu olayla birlikte Asilin dahi yanının harekete geçmesiyle ve edebiyatla, müzikle, belgeselle ve daha birçok yaratma işiyle birlikte devam ediyor. Asil, roman boyunca sosyal hayatın, insan tabiatının, tüketim kültürünün en kilit şifrelerini okuyucuyla paylaşıyor. Ve aslında en çok da diğerlerinden farklı olan, zeki ve sıra dışı insanların karşılaştığı garipseme, dışlama ve linç etme kültürünü çok uç bir örnekle ama çok aşina bir şekilde anlatıp eleştiriyor.
Bu iki eser, gerek yeraltı ürünleri olmaları, gerekse içerikleri ve eleştiri çabaları dolayısıyla birçok yönden benzerlikler taşımaktadır. Bu benzer ve kısmen de olsa farklı yanlara gelirsek karşımıza neler çıkıyor bakalım.
Çift Kişilik Motifi
En başta, hem eserlerin konusunu daha iyi anlamak hem de ilerleyen bölümlerdeki karşılaştırma yönlerini daha iyi tahlil edebilmek için bu çift kişilik motifini incelemek gerekir.
Dövüş Kulübünde, asla ve asla anlatıcı olan kahramanın adını görmezsiniz. Bu isimsiz kahraman, bize olan biteni anlatır, Tylerdan ve birlikte yaptıklarından bahseder, gerekli çözümlemeleri iletir, Tylerın güçlü ve kusursuz karakteri karşısında kendisini onunla bulmuş ve ona uyum sağlayacak, hayatın mükemmeliyetine ulaşmış birisi olarak karşımıza çıkar. O, hayatından bir beklentisi kalmaksızın nefret etmiş, ve kaybettiği bütün beklentileri Tylerla bulmuş, ondan önce dayanışma gruplarında şefkat arayan güçsüz bir adamken, Tyler asla kaybetmeyen, acımasız ama işe yarar kuralları olan, dünyaya çelme takmayı amaçlayan birisidir. Dövüş Kulübünün oluşmasına, büyümesine ve toplum düzenini sallayacak olan Kargaşa Projesinin ortaya çıkmasına sebep olan ve hatta Marlayı tavlayabilen yine Tylerdır. Eser boyunca bu isimsiz kahraman ile Tylerın işbirliğinden doğan olayları izlerken diğer yandan insanların sosyal hayat içerisinde edindikleri güçlü veya zayıf tiplerin birer örneğini ve kıyasını da izleriz. Ancak eserin başında anlam verilmez bir sahne vardır; Tyler, isimsiz kahramanımızın ağzına silah dayamış vaziyettedir. Bütün olayların sonunda, eserin son sayfalarında yeniden bu sahneye döndüğümüzde, şoke edici bir durumla karşılaşırız: isimsiz kahramanımız ve Tyler Durden, aslında aynı kişidir. Bırakın kendisini, isminin bile önemsenmediği bu karakter, kendi çaresiz, güçsüz ve aşağılık kompleksine bulanmış benliğinin içinde, hem fiziksel hem de ruhsal olarak olmak istediği o üstün tipi, Tyler Durdenı ortaya çıkarmış ve her şeyi ona yaptırmıştır. Tylerın evine yerleşmek zorunda kalmasına sebep olan patlamayı, kendi evinde gerçekleştirmiş, acı çekerek olgunlaşma/komplekssizleşme/deşarj olma felsefesiyle Dövüş Kulübünü kurarak ilerleyen safhalarda sosyal sistemin altına dinamit koymuş, Marla Singer ile ilişkiye girmiş ve en sonunda da beynindeki çıkmazlar nedeniyle kendi bünyesindeki iki kimliği çatışmaya sürüklemiş; ve bu zararlı tipi, Tyler Durdenı yok etmek için kendisine tek bir yol bırakmıştır: kendisini yok etmek...
Eserin içine serpilmiş bütün eleştirel motifler dışında, bu çift kişiliklilik, tüketim dayatmalarına karşı yapılmış, tokat niteliğinde bir eleştiridir. Tyler Durden; aslında, her şeyin hakim güçler tarafından standardize edilmiş, reklam ve medya yoluyla da bu standardizasyonun reçetesi yAzilmış işleyişin içerisinde, güzellik, gösterişlilik, güçlülük ve sağlam karakterlilik gibi toplum içinde kazanarak ve herkesleşerek var olmanın şartları karşısında hepimizin, kafamızda ikinci bir kişilik oluşturmuş vaziyette olduğunu ve medyada anlatılan o insan olmak için çırpınmakla, sistemin olmamıza izin vermeyişi arasında gidip geliyor olmamıza ayna tutmaktadır. Yazar aslında, bütün insanların maske taktığını, içinde izin verilmeyen ama olması gereken doğru tipi yaşattığını ve bu durum karşısındaki acziyetimizi yüzümüze tokat gibi çarpmaktadır.
Azilde de kısmen, milimetrik farklar görmekle birlikte aynı durumla karşılaşırız. Azildeki çift kişilik, iki yönlüdür. Şöyle ki Asil, deli ve dahi iki Asili içinde barındıran, hastalıklı türden zekaya sahip bir karakterdir. Kendisi bunu bilmekle birlikte buna engel olamamaktadır. Yirmi sekiz yaşında, kendisini sosyal hayata bağlayan zayıf bağları koparmasına yardım edecek mektubu bulduktan sonra, ölene dek kendisini yaratmaya adayacak dahi Asili keşfeder.
Azildeki ikinci çift kişilik durumu, Asilin kardeşiyle olan durumudur. Bütün kitap boyunca, yer yer Asilin kardeşinden bahsedilir. Ancak, durumun netliğini, yani bir ikizi olup olmadığını okuyucu asla tam olarak kavrayamaz.
Beynindeki fikirlerin ağırlığına dayanamayan, bir de üstüne, istenmediği halde doğan Asilin fikri, kitabın başında açıktır: intihar edecek, ancak bundan önce, üzülmesinler diye annesi ve babasını öldürecektir. Fakat, elleri ve ağızları bağlı olan ailesinin sırayla konuşmalarına izin verince, bu fikir işleyemez. Babası şöyle der: Sen yalnız doğmadın. (...) Bir ikizin vardı. Tek yumurta ikizin... Bu ne demek, biliyor musun? ikiniz de aynıydınız, demek. Tıpatıp aynı. Neredeyse üç yaşındaydınız. Ve sen, bir sabah o elindeki tabancayla kardeşini vurdun. (...) Bir seçim yaptık. Kardeşinle senin aranda. Kardeşini değil ancak onu öldüreni gömmeye karar verdik. Yani seni. (...) ikizinin adı Asildi. Ama polise senin öldüğünü söyledik. (...) Sen, kimseyi öldürmemiş olan Asil oldun.
Çok bahsedilmese de, sevdiği bir kadının ölümünden de etkilenmiş olan Asil, kendi adının aslında Adil olduğunu, ama bu olayla Asil ismine kavuştuğunu öğrenir. Ancak sırayla konuşan anne-baba o kadar korkmaktadır ki asla bir kardeşin varlığı-yokluğu konusunda okuyucuya kesin bilgi verebilecek şeyler söylemezler. Ve bu bölümden sonra, romanın birçok yerinde Asil, kardeşinin varlığını hatırlar.
Asilin kardeşiyle olan çift kişiliklilik durumunun, Dövüş Kulübü ile karşılaştırıldığında farklı olduklarını görürüz. Ancak deli Asil ile dahi Asil, yarattığı Tyler adlı kahramanın kendisinden daha güçlü olduğunu bildiğimiz isimsiz kahramanın durumuna benzemez. Toplumdan dışlanma korkusuyla boğulmuş insanlar, o sıradışı, üretken, yaratıcı, zeki karakterini ortaya koyamamaktadır. Azilde bunun bir diğer yönünü, vicdan konusu ekseninde görüyoruz. Kitabın sonunda, linç edilmesine yakın, yeni bir Asil gibi gördüğü küçük Yahyayla konuşurken Asil, bunu açıklamaktadır:
Senin kafanda bir Asil var. Benim kafamda da bir Yahya var mı?
(...)
Daha yok. Belki hiçbir zaman olmayacak.
Neden?
Çünkü daha hiç kötülük yapmadın. Şimdi, sana bir hikaye anlatacağım: ilk kötülüğünü yaptığında, kafanın içinde bir çekirdek oluşur. Kafanın içinde ayrı bir kafa gibi. Şeftali ve çekirdeği gibi. Tamam mı?
işte bu iki ayrı eserin, iki ayrı kahramanından, sosyal hayatın insanları boğuşunu nasıl tahlil edildiğini ve bunun ne kadar başarılı yapıldığını görüyoruz. Birinci bölümde, Yeraltı Edebiyatından bahsederken, sosyal hayatla ilgili bu yaklaşımların, varoluşçuluğun yansımasıyla ilgili olduğunu söylemiştim. Şimdi söz konusu iki eserde, bu felsefenin nasıl ve ne şekilde yer aldıklarına bakalım.
Varoluşçuluk Ve Hiçlik Meselesi
Belki de kendimizi daha iyi bir şeye dönüştürmek için her şeyi kırıp dökmemiz gerekiyor.''
Bütün bu felsefe ve onun eserlerdeki tezahürü, bu cümlede gizli aslında. Varoluşçuluk felsefesinin ve onun sosyal hayata bakışının, hemen bütün yeraltı eserlerinde yer aldığını biliyoruz. Ancak Dövüş Kulübü, bunun en sert göründüğü eserlerden birisidir. Eserin tamamına yayılmış olan dövüşme temi, aslında birbirlerini sevmeyen, birbirlerinden nefret eden tarafların üstün gelme mücadelesi değildir; zira varoluşçuluğun topluma bakışı yeraltı eserlerinin çoğuna hiçlik teması olarak girmiştir ve dövüşmenin de amacı budur. Fiziksel acıyı tatmak, çoğu insana üstün gelemeyeceğimizi bilmek ve hatta bunun gereksiz olduğunu anlamak içindir. Bu durumdan ziyade, insanın sosyal hayat içerisinde yer alabilmek için bilediği kibir ve egosundan kurtulmanın da bir başka yoludur. Tyler Durden, bu gibi sebeplerde topladığı kulübü, aslında ileride Kargaşa Projesi adlı anarşist bir proje için kalabalıklaşmak için kullanmaktadır ve kendisi de bu kulübün lideridir.
Eserde, bireylerin rahatlamak, acılarını ve sinirsel patlamalarını dizginlemek ve ruhsal boşalıma ulaşmak için gittikleri terapiler, seanslar, dayanışma grupları anlatıldıktan sonra Dövüş Kulübü yaratılmıştır. Aradaki fark şudur: Medeni yöntemler kandırıcıdır; bunu isimsiz kahramanımızın da hasta olmadığı halde kanser dayanışma merkezine gitmesinden ve orada kendisi gibi olan Marla Singerla tanışmasından anlıyoruz. Ancak Dövüş Kulübü öyle değildir; oradaki bedenler, acılar, kırılan dişler ve dökülen kanlar gerçektir ve insan gerçek anlamda boşalarak kendisini keşfeder. Dövüş Kulübündeki hiçlik meselesi, zaten henüz hiçbir şey başlamamışken, kahramanımızın evinin havaya uçmasıyla başlar. Çünkü kaybedecek ne kadar az şeyin varsa o kadar özgürsündür. Bu hiçlik öylesine güçlü savunulmaktadır ki Tyler, dünyanın ilk sabunun nasıl yapıldığını anlatırken, eski çağlardaki kahramanların yakılan bedenlerinin küllerinden faydalanıldığını söyler: Bu, kahraman sayılanların bile bir gün yok olacağı ve hatta o kahramanın bedeninden sabun bile yapılabileceği fikrini okuyucunun bilincine sızdırır.
Varoluşçuluk-hiçlik eksenindeki bu konu Dövüş Kulübü ile Azil arasında aynı işlenmesine rağmen, sonları farklı yerlere çıkar. Zira, Tylerın Dövüş Kulübü projesi en sonunda Kargaşa Projesine dönüşür ki bu proje sosyal düzeni ve insan yaşamını sarsmayı amaçlayan anarşist bir projedir. Yani yaratmaktan ziyade yıkmak nihai hedeftir. Ancak bu, insanları yıkmaya yöneltmek için değildir; bu sadece iyiye yöneltmek için kötüyü göstermektir. Kaldı ki kahramanımız öldükten sonra Tanrı ile olan diyalogunda Tanrı ona şöyle der: Neden bu kadar çok acıya sebep oldun? Her birinizin eşsiz bir kar tanesi olduğunu anlayamadın mı? Eşi bulunmaz eşsizlikte, eşsizin de eşsizi bir kar tanesi olduğunu göremedin mi?
Azilde ise ilk önce sosyal hayat ve onun dar kalıplarına sıkışarak, kategoriler içinde, içine girdiği kabın şeklini alan sıvı maddeler gibi esir kalan insana bir eleştiri gelir: insan, uzayda var olan yalnız bir varlık olduğunu anımsamadığı sürece sosyalleşmenin bedelini adsız acılarla ödemeye devam edecek. Duyguların, düşüncelerin en büyük düşmanı olduğunu öğrenmedikçe, duyguların, sadece birer kelimeden ibaret olduğunu anlamadıkça, onların esiri kalacak.
Arkasından varoluş ve hiçlik meselesine bakış, teorileştirilir ve adı konur: Yaratarak yok olmak, düşüncenin kendi ısısıyla erimesidir. Yaratarak yok olmak, ışığın, yoğunluğunun artmasının sonucunda patlayarak evrene yayılmasıdır. Bu süreç, yokavar adını taşır.
Bunun ardından da o kadar da sosyal bir varlık olmayan insanın sosyalleşmeyi hangi kalıba soktuğunu anlatacak sert bir eleştiri daha geliyor: Belki insan , sosyal bir hayvandı. Ama sanıldığı kadar da sosyal değildi. Bu yüzden uluslararası ilişkiler, özel yetiştirilmiş insanlar tarafından yönetiliyordu. (...) insan topluluklarının birbirine bu kadar yakınlaşmasının en şiddetli sonucu, uluslararası suç örgütleriydi. Bulgaristanda kaçırılan çocuklar, Lüksemburgda büyüyor, Mozambikten çalınan gözler Kanadada görüyor, Sibiryada açan çiçekler Türkiyede soluyordu.
Ve kitap boyunca Asilin yokavarının başladığı andan itibaren Asil, Dövüş Kulübündeki yıkım projesinin aksine bir yaratma uğraşına düşer. Çok kısa zamanda, hiçbir yasal hak peşine düşmeden kitaplar yazar, müzikle uğraşır, belgeseller çeker, hatta toplumu iyiye yöneltmek için milletvekilleri tutar ki bu konuya bir başka başlık altında açıklama getireceğim-. Asilin tek derdi yaratmaktır ve yarattıkları, var olan yanlışlıkların yıkılması yöntemiyle ama son tahlilde iyiyi gerçekleştirmeyi amaçlar. Ancak bunu amaçlayan her insan gibi toplumca azledilir. ; toplumdan cımbızla sökülür ve lince uğrar. Azil ismi de zaten bu yüzden konmuştur: insanlık tarihi, kutsal olanları anlatır. insanlık tarihi doğurtanları anlatır. Azledilenlerin tarihini anlatansa, Asilin hayatıdır. Çünkü hepsinin laneti aynıdır: Düşünmek.
Bu konunun ardından, sırası gelmişken iyilik-kötülük kavramının eserlerdeki motiflerine bir bakalım. Çünkü bu kısmın birbirlerini tamamlayacağını ve havada kalan yerler varsa perçinleyeceğini düşünmekteyim.
iyilik Kötülük Temi
Bu karşılaştırma, özellikle Azilde çok baskın ve belirgindir. Yani Dövüş Kulübünde daha derinden, dipten hissettirilen ve bu hissettirilişin en açık halinde, yani romanın sonunda Tanrıyla diyalog kurulan bölümde bile, üstü kapalı bir şekilde devam eder.
Ancak Azilde, Asilin yokavarı hizmetine girdiği andan itibaren sıkça, iyilik ve kötülük arasında çekişme, kıyaslama ve fark tespiti yapılmaktadır:
insanın, hiçliğin merkezinde, varlıktan ibaret kalmasıyla arasındaki en büyük engellerden biri, iyilik bilgisiydi. Bu bilgi, insana atılmış en büyük kazıklardan biriydi. Umut ve umutsuzluk arasında gidip gelirken, açlıktan ölmesine neden olacak kadar belalı bir bilgi. Asilin Beni, iyilik bilgisini kullanarak yaratacak ve yarattıkça zihindeki iyilik bilgisi yok olacaktı.
Daha sonra bu fikirleri, başka insanlara ispatlamak istercesine belgeseller yaratmaya başlar Asil:
Odasına çekilen Asil, beyaz bir kağıdın üzerine Ne kadar kötüsün? yazdı. Altına da maddeler eklemeye başladı. Her birinin başında Deney yazıyordu.(...) Söz konusu deneylerin amacı, insanın iyilik bilgisini dinamitlemekti. Bunun için yapılması gerekense, insanları kışkırtıp kötülükleriyle yüzleşmelerini sağlamaktı. Şehrin farklı semtlerinde, birden ortaya çıkacak olan çıplak kadınların, ne kadar süre içinde tecavüze uğrayacaklarını kronometreyle tespit etmek, deneylerden biriydi.
Asilin bu şekilde gerçekleştirdiği projeler, Dövüş Kulübünde Taylerın patlamalarla gerçekleştireceği Kargaşa Projesinin yöntemi farklı, amacı aynı projelerdir. Bunlardan birisi de bir milletvekili kiralanarak yapılanıdır. Asil şunu keşfetmiştir:itme gücü, çekim gücünden şiddetlidir. insanlık sosyalleştiğinden beri, iyilikten, hayali bir mıknatıs yaratıp, tarafından çekilmeyi beklemiş, ancak çekim gücü, insanlığı bir araya getirmeye yetmemişti. Çünkü gerçek değildi.
Ve bu fikrinin neticesinde Asil, bağımsız bir milletvekilini kiralamış ve ondan sadece kendi hazırlayacağı konuşmaları kürsüye taşımasını istemiştir. Bu konuşmalar, sadece ve sadece kötülük tohumu içeriyordur. Ve kısa zamanda, kiralanan milletvekili Halim uyuşturucudan ölene dek, kimsenin onun ve bahsettiği fikirler gibi olmak istemediği için, toplumda kötülükler tarafından duyulan bir sessizlik hasıl olmuştur.
işte başta bahsettiğim, bu temlerin Azilde daha belirgin olması bu nedenlerledir. Ancak Dövüş Kulübünde yalnızca bir sezdiriliş vardır ve nihayetinde, son sayfada Tanrının kahramanımıza söyledikleriyle doruğa çıkabilir. Ancak buna rağmen iyilik-kötülük mevzusu, daha sonra bir senteze dönüşmüş ve eserlere de böyle yansımıştır. iç içedirler ancak, kötülüğün itmesiyle iyiliğe kavuşulabileceği savunulur.
Acı Temi
Kendine ve hayatın sana sunduğuna inandığım acıya güven.
işte Asilin, yıllar sonra kendisinden aldığı mektuptan bir cümle... Aslında acı, ne bir tür olarak Yeraltı Edebiyatına, ne de bir sanat veya bilim dalı olarak edebiyata özel bir temdir. Çok farklı işlenişlerle de olsa, birçok türde ve eserde bu temi görürüz. Acı, bazı eserlerde kahramanları/tipleri bunalıma sürükleyen, düşünmekten kıvrandıran ve bir olumsuzluk unsuru olarak karşımızda beliren bir tem olsa da Yeraltı Edebiyatı, acıyı daha çok bir araç olarak görür; olgunlaşmak, korku, öfke, hırs gibi hislerin zararlı yanlarından kurtulmak ve hiçlik katında yerini almak için kullanılan bir araç... Bunun farklı eserlerde benzer yönlerini görebiliyoruz. Bir klasik sayılabilecek olan, Jack Londonın Beyaz Dişadlı romanı buna bir örnektir. Bu eserin kahramanı olan evcil bir köpeğin çektiği acılarla nasıl vahşi bir kurt haline geldiğini hatırlayın. Ya da, başta da bahsettiğimV for Vendetta adlı çizgi roman/filmde, Vnin Eveyi korkularından arındırmak için, kendisinden habersiz kurduğu sanal bir hapiste geçirdiği işkencelerden sonra, nasıl korkusuz ve hissiz hale getirildiğini hatırlayın.
Azil ve Dövüş Kulübünde bu acı iki yönlüdür; bütün eserlerde olduğu gibi... Acının, Asil ya da adsız kahramanımız için taşıdığı anlam, var olma amacı ve doğurduğu sonuç aynıdır. Acı, rehberdir; insanın kontrolsüz duygularını doğru noktaya kanalize etmek için vardır ve doğru anlaşıldığında onu özgürleştirir, üstün hale getirir.
Asil, hastalığı, beynindeki zekanın taşıp dökülecek oranda fazlalığı, bu durumun getirdiği köklü yalnızlığı ve yaşam deneyimleri yüzünden manevi bir acının içindedir. Onu özgürleştiren, yokavarını çalıştıran bu acı, tamamen ruhsal ve duygusaldır. Eserin sonunda linç edilişine kadar, Asile fiziksel olarak çektirilmiş tek bir acı bile görmeyiz.
Ancak Dövüş Kulübü, neredeyse tamamen fiziksel acı üzerine kuruludur. Dövüş Kulübü üyesi olan bütün insanlar, şahsi bir öfke gözetmeksizin birbirleriyle dövüşürler; dişler kırılır, kemikler sakatlanır, kanlar akar ancak dışarıdaki hayatlarında, dövüşmenin getirdiği o duygusal boşalım ve olgunlaşmayla artık daha üstün bireyler olurlar ve dövüştükleri insana garez beslemezler.
Acının olgunlaşmayı doğuruyor olmasının bir örneği de, Tylerın kahramana sabun yapılışını anlatırken yaptığıdır: Eline ıslak bir öpücük kondurur ve öpücüğün bıraktığı ıslaklığa çamaşır sodası dökerek elinin yanmasını sağlar. Kahramanımızın eli yanarken Tyler, Acıyı unut. diyen hastalık dayanışma gruplarının aksini söyler: Acıya geri dön. Çünkü ona göre bu acı, hayatını değiştirecektir ve hiçlik yolunda bir adım daha atmasını sağlayacaktır.
Ne kadar çok eserde acıdan söz edilse de, gerek söz konusu bu iki eserde, gerekse acının karşımıza çıkacağı birçok eserde, acının bundan daha gerçekçi anlatıldığına veya daha farklı, daha uç bir yönünden bahsedildiğine yeraltı eserleri dışında rastlamak zordur.
SONUÇ
Adından da anlaşılacağı üzere bu çalışma, konuşulup araştırılmaya muhtaç pek çok konudan ziyade Yeraltı Edebiyatı bilgisine giriş hüviyetinde, bir temel bilgiler silsilesi sunmak amacıyla toparlanmış, derlenmiş bir makaledir. Üzerine ne kadar çok söz söylenmiş ve söylenecek olursa olsun Yeraltı Edebiyatı, gerek tabiatı gerekse içinde bulunduğu süreç bakımından tanımlanmaya, çizgileri belirlenmeye henüz- kapalıdır. Belki de yine tabiatı gereği gösterdiği refleks nedeniyle bu tanım asla yapılamayacaktır. Dolayısıyla Yeraltı Edebiyatı denildiğinde teoriden çok pratiğe, soyut terminolojiden çok somutlaşmış, sunulmuş eserlere dayanarak düşünebiliyoruz. Kısaca, bu edebiyatın ve ürünlerinin kimler, neler olduğunu ve nasıl oluşturulduğunu belli oranlarda sezebilmekten ileri gidemiyoruz.
Jamaikalı efsanevi reggae şarkıcısı, devrimci idol, kimilerine göre de ilah olan Bob Marley'in hayatını, müziğini ve yaşam felsefesini beyazperdeye taşıyan yapımın yönetmenliğini biyografik belgesellerin OScarlı ismi Kevin Macdonald üstleniyor.
Dünya prömiyerini 2012 Berlin Film Festivali'nde yapan filmde sanatçının daha önce yayınlanmamış görüntüleriyle, müthiş performans kayıtları, yakınlarıyla yapılan söyleşiler de yer alıyor. Filme Marley'in ailesinin desteği ise çok büyük. Gösterildiği festivallerde bol övgü alan yapım, 1981 yılınd yaşama veda eden sanatçıya bir saygı duruşu ve selam gönderme amacı taşıyor.
Tanım; Ülkemizin okuma oranın az olmasını sağlayan nedenleri, kişileri ve diğer sebepleri nelerdir.
Öncelikle okuma oranlarımız,
dergi okuma oranı % 4
kitap okuma oranı % 4,5
gazete okuma oranı % 22
radyo dinleme oranı %25
televizyon izleme oranı %94
Daha detaylı bir bilgi için ustume iyilik saglikadlı arkadaşımız son derece güzel açıklamıştır bakmanızı önemle rica ediyorum. (#7690052)
Bir nedenden daha çok bazı bazı sebeplerin var olduğunu düşündüğüm bir durum bu okuma oranının az olması. Aslında herkesin kendine göre nedenlerinin de olduğu aşikar.
Birçok nedeni vardır bana göre olanlardan başlamak gerekirse,
-Kişinin istediği türde, sevdiği yazarın kitabını bulamaması; Ülkemiz dışarıyla bağlantımızı son derece kısıtlamaya başlamıştır bunun en güzel örneklerinden biriside. Tıkanma adlı kitabın bir süre yasaklanması, sadece kitap değil, düşünce, fikir, felsefe, kültürde yasaklanmıştır. Peki o zaman düşüncelerimizde yasaklansın efendim neden herkes farklı farklı düşünüyor ki hepimiz aynı fikirde olalım neden ben sizle bilgi alışverişi yapayım ki içimizden birisi çıksın bir fikir beyan etsin hepimiz ona katılalım. Yahutta bir yazar bir kitap yazsın hepimiz onu okuyalım başka bir şey okumayalım.
Neden istediğimiz kitapların hepsine erişmekte sorun yaşıyoruz. (bkz: Eroin güncesi)
-Kitapların pahalı olması; Sevgili yazarlar çoğumuz öğrenciyiz ve paramızın hesabını yapmak zorundayız bu nedenden dolayı istediğimiz çoğu kitap standardın çok üstünde (bkz: tutunamayanlar) 36.00 TL, bunun aksini kimse iddaa edemez çünkü biz sigarayı da, içkiyi de en pahalı içen ülkeyiz neden en pahalı okuyan ülke olmayalım?
-Sosyal medya; Evet belki en büyük nedenlerden biriside budur sanırım. Subjektif konuşacağım birkaç cümlem var bu zamana kadar facebook veya twitter kullanmadım sanırım bunu yapmamanın bana getirileri çok oldu. Şimdi objektif konuşabilirim arkadaşlarımdan biliyorum ve kardeşimden de herhangi birisini açtıklarından bilgisayarın başından en az 2 saat kalkmazlar az gibi gözükse de okuma oranımızı en çok etkileyen faktörlerden birisi budur sanırım.
Bizim çok kıymetli eserlerimiz var, yazarlarımız var. Zamanında Oğuz Atay'ımıza kimse sahip çıkmamış eğer bunu bizde yapmazsak zihnimi biz öldürürüz yavaş yavaş yok ederiz. istemdışı görünüp isteyerek yok olmasın bunca emekler.
Umarım birkaç ortak noktamıza değinmişimdir, eğer sizinde bu konu hakkında söyleyeceğiniz iki çift lafınız varsa buyurun efendim.
Profil yayıncılık tarafından yayınlanan ibrahim paşalının muhteşem ötesi kitabı. ibrahim paşalı bu etrafında bir hurafe konuşuyorsa ona mutlaka dur der, tepkisini hemen gösterir bunun için bir kitap yazması gerekiyorsa da mutlaka yazar.
''Şehirliler Köyleri Bozmasaydı, Köylüler de Şehirleri Bozmayacaktı
Halk Yaparsa "Sosyal Linç", Sanatçılar Yaparsa "Demokratik Tepki"
Çamlıca Tepesindeki Cami de Gökdelendir
Halkın Pembe Dizileri Varsa, Entelektüellerin de Pembe Fikirleri Vardır
islamcı israil: iran''
''insanoğlunun ırkçılık yüzünden ödediği ağır bedellerden sonra çareyi "dünya vatandaşı" olmakta bulanlar, iddialarının aksine dünyalarının Avrupadan ibaret olduğunu, geride kalan her vatanın ve kültürün teferruat olduğunu görürlerdi...''
''Türkiyede yıllardır sadece bankaların değil, kavramlarımızın, kitaplarımızın, belgelerimizin ve hatıralarımızın içi de usulsüz işlemlerle boşaltılmıştır.''
Sevgili sözlük yazarları kısaca bu kitap, yolda olanların, yolunu şaşıranların, yerinde sayanların, ileri-geri konuşanların ve susanların - yolculuk boyunca - elden düşüremeyeceği bir kitap...
Taze taze raflara düşmüş zülfü livaneli'nin en son çıkardığı romanıdır.
Sakin bir balıkçı köyünde genç bir kadının cinayete kurban gitmesiyle başlar her şey. Dünyadan elini eteğini çekmiş emekli inşaat mühendisiyle genç, güzel ve meraklı gazeteci kızın tanışmasına da bu cinayet vesile olur. Kurguyla gerçeğin karıştığı, duyguların en karanlık, en kuytu bölgelerine girildiği hikâye, daha doğrusu hikâye içinde hikâye de böylece başlar. Modern bir Binbir Gece Masalının kapıları aralanır. Ancak bu kez Şehrazad erkektir.
Kardeşimin Hikâyesi aşkın mutlulukta ulaşılacak son nokta olduğuna inananları bir kez daha düşünmeye davet eden, aşka, aşkın karmaşıklığına ve tehlikelerine dair nefes kesen bir roman. Her sayfada yeni bir gerçekliği keşfedecek, kuşku ile kesinliğin sınırlarında dolaşacaksınız.
Mantıksız gibi geliyor ama o sabah uyandığımda tuhaf bir haber alacağımı biliyordum. Karadenizin lacivert dalgalarıyla baş başa kalmış olan bu ıssız köyde geçen her gün birbirinin aynısı olduğu için burada insanların heyecanla konuşacağı olaylara pek sık rastlanmazdı. O günün de ötekiler gibi sessizce akıp gitmesi gerekirdi ama galiba başka şeyler olacaktı. O mahmur sabah saatlerinde bir cinayet haberi alacağımı bilmiyordum elbette ama bir haber gelecekti. Daha yataktan çıkmamıştım, gözlerim kapalıydı, arkalarında fosforlu çizgiler bırakarak yıldırım hızıyla hareket eden mor tavşanları izliyordum.
Göz kapaklarımı araladım; yavaşça Önce sağ gözüm, sonra da sol gözüm dünyayı bir kere daha gördü. Her şey aynıydı Vücudumun geri kalanı da onları takip etti. Benim olan her bir parçam tekrardan güne başlamak için gerindi ve uyandı. Her şey güzeldi Yeni bir güne başlamak, yeni bir serüvene atılmak, yeni şeyler yaşamak, fırsatları kaçırmak güzel olacaktı.
Bütün vücudum uyanmış ve güne başlamaya hazırken bir parçam halen uyanamamıştı. Doğrulmaya çalıştım ancak beceremedim; sağ tarafıma göçtüm. Bir ağırlık beni yatağın sağ kısmına çekiyordu. Sağ koluma baktım; ölü yılan gibi kendini sermişti yatağa. Ah, hayır! Kolumu kaldırmaya çalıştım ancak hiçbir güç ve yetkim yoktu artık onun üzerinde.
Kalk ayağa!
Şahlan!
Verdiğim her buyruğu duymazdan geliyordu. Kaldıramıyordum Buraya kadar mıydı? Hayatımda değer verdiğim en önemli ikinci organımı kaybedecek miydim?
Kalk ayağa piç kurusu, kalk!
Emirler savurmak faydasızdı. Sol kolumla onu okşamaya başladım. Karı okşar gibi Lütfen kalk, lütfen Uyan lanet olası organ, uyan! diye haykırdım ancak tepki vermiyordu. Biraz daha okşadım. Her parçasını sevdim. Dirseğimi, bileğimi, parmak boğumlarımı, parmak uçlarımı Her bir parçasını özenle okşadım.
En değerli ikinci organım Onunla yemek yiyor, onunla yazıyor, kıçımı onunla siliyordum. Sen benim sağ kolumdun Artık yazamayacak mıydım? Kalem tutamayacak mıydım? 31 bile çekemeyecektim Sana ihtiyacım var, ne olur uyan
Birden işaret parmağım kıpırdadı. Diğer parmaklar da onu takip etti. Kan tekrardan hücum etmişti koluma; uyanmıştı
Yaşıyor!
Yaşıyor!
Frankensteinin canavarı bir gün daha yaşayacaktı. Tek ihtiyacı olan biraz ilgi ve okşamaydı. Dirildi ve bana sevgiyle baktı
Dünyada sahip olduğumuz en küçük şeyin bile bir değeri vardır. Günlük hayatımızı sürdürürken birçok parçamızı görmezden geliriz hatta hor kullanırız. Ancak o küçük parçanın yokluğunda artık hiçbir şeyin önemi yoktur. Eski sevgililer, yeni sevgililer, terk eden sevgililer, aldatan sevgililer Hiçbir şey o küçük bok parçası kadar değerli değildir.
Kolumun üzerine yatmışım ve sabaha kadar o şekilde uyumuşum. Böylece sabah olunca onun; sahip olduğum en değerli zenginlik olduğunu fark ettim. Şimdi düşünüyorum da; ya çükümün üzerine yatsaydım ne olacaktı? Böyle bir şey pek mümkün değil ancak olduğunu varsayalım
Kalk ayağa, şahlan, uyan, kan hücum etsin Okşamak, çekiştirmek Hımm Bunu her seferinde yapıyoruz zaten. Üzerinde yatmamıza gerek bile yok.
Bu arada en değerli organım zikim. Çünkü kolumu sadece sabahları uyandırmak için uğraşırken, penisi uyandırmak için her seferinde çabalamak zorundayım.
Bir gün daha tükenmiştir; hiçbir şey yapmadan geçirdiğiniz hiçbir gün daha Çoğunuzun tatil günü bugün biliyorum. Saf değilim. Hiçbir şey yapmadan geçirmeniz gayet doğal, anlıyorum. Ancak cumartesi gününe rağmen; tatil olan güne rağmen çalışan insanların varlığı içimi karartıyor. Nasıl bir dünya bu ve adalet nerede? Adalet olmayan bir yerde adaletin varlığından söz eden kim? Söz edenler koyun, farkındayım ancak çoban kim? Adaleti bulan kim ve neye dayanarak buldu? Nasıl bir dünyada yaşıyordu ve adaletin orada işi neydi; kaynağı nedir? Bu sorularla meşgul kafam ancak sadece sorular Cevap yok; bomboş
Saat 22.24 ve hiç rahat değilim. Evimde oturuyorum, sıcak odamda yalnızım. Kendimden nefret ediyorum Ben evimdeyken başkaları neden dışarıda? Evsiz insanların; hatta çocukların durumunu düşünüyorum. Sıcak kalmak için tiner tüketen çocuklar ve soğuktan ölmemek için ucuz şarapla ısınan moruklar Onlardan neden korkuyoruz? Onların hepsini evime doldurup sıcak bir çorba vermek istiyorum ancak iyilikten maraz doğar intihar olur bu. Bir insan ne kadar sefil olursa olsun içindeki şeytan daima canlı kalır. Açlıktan ölen bir şeytan görmedim çünkü lanet olası fazla dayanıklı. insanlık yok olmadan kötülüğün loş ışığı sönmüyor. Mumlar sönmeden gölgeler yok olmuyor.
En sefil mesleğin ne olduğunu merak ediyorum. Bazen yürüyorum Soğuk havada; montuma yorgan misali sımsıkı sarılıp kundak yaparak yürüyorum ve iskeleler görüyorum. iskelede çalışan işçiler Üzerlerindeki trajik elbiseler pek ince görünüyor. Bir insan nasıl bu kadar dayanıklı olabilir diye düşünüyorum. Aşağıdaki eleman halatla makarayı çekiyor. Çimento dolu kovayı 6. Kata kadar çıkartıyor ve gülüyor. Anlayamadığım bir şiveyle 6. Kattaki ustasına bağırıyor ve gülüyorlar. Mutlular mı? Onları bu hale getiren nedir? Az çalışmak olmamalı çünkü çok kazanç sağlayan çoğu kişiden kat ve kat fazla çalışıyorlar. Peki, neden böyle? Şans ya da kader mi? Lanet olabilir mi? Birilerinin ahını aldıkları için mi bu haldeler yoksa birileri onlara şaka mı yapıyor? Neden yardım edemiyorum onlara? Onlardan birisi olsam daha mı az acıtır bu içimi? Ya da onlara yardım edecek gücüm olsa gerçekten yardım eder miydim? iradeli miyim? Güçlü müyüm? Bilmiyorum. Hiçbir şey bilmiyorum Sadece yazıyorum
Ne kadar yalnızsın? Bu sorunun cevabını vermek isterdim ama bunu yapabilecek gücüm var mı bilmiyorum. Gücüm varsa bile benim canım istemiyor. Fazladan basacağım her tuş israf gibi gözüküyor gözüme çünkü şu anda gecenin ikisi. Hatta iki buçuk Benimle beraber güne başlayanlar çoktan öldü. Yok, yanlış oldu; uyudu diyecektim. Uykuluyken insan karıştırıyor sürekli. Neyi karıştırdığını bile fark etmeden sadece karıştırıyor ve sıçtığı yere bırakıyor ne varsa. Düzeltme gereği duymuyor. Sadece üzerine peçete örtermiş gibi cümlenin doğrusunu sonraki cümlede yazıyor. Uykuluyum ve yalnızım. işte bu yüzden buradayım.
Yatağa gitmek isterdim şimdi ancak orada da yalnızım. Benimle beraber yatacak hiç kimse yok şu anda. Sadece yatmak için bile yok.
Geçen gün bir sevgilim vardı (artık yok) ama onu istememeye başladım çünkü yalnız kalamıyordum onun yüzünden. Çok fazla kalabalık olmuştuk. Ben iki kişiyi kaldıramam. Ben tek kişi olmalıyım ve yalnızlık benim standart halim. Bu yüzden kızı terk ettim. Bu sefer de çok yalnız kaldım ama benim olayım bu zaten. Yalnız olmak için kovulmuşum cennetten; bir de yazmak için, arada da içmek için
O kadar yalnızım ki kendi kendime oyun oynamaya başladım. Oyunumun adı; yalnızlığını betimle. Yalnızlığını betimleyeceksin ve en iyi betimleyen sen olursan kazanacaksın. Ne kazanacaksın bilmiyorum ve benden başka bir oyuncu var mı onu da bilmiyorum. Neyse başlıyorum:
Kalkmayan penis kadar yalnızım.
3 Mart dünya seks işçileri günü kutlanmayan bir seks işçisi kadar yalnızım.
Sıçılmayan kabız bok kadar yalnızım.
işerken tuvaletin deliğini tutturamayan çük kadar yalnızım.
Başkasını kendisi zannedip ne gerçekçi bir ayna bu diyen bir sarhoş kadar yalnızım.
Pisuara işemeye çalışan bir kadın kadar yalnızım.
Günah çıkarmayı beceremeyen papaz kadar yalnızım.
Ay ışığında yuvarlanan testisler kadar yalnızım
1971 Nobel Edebiyat Ödülü ile onurlandırılmış, paplo neruda'nın şiir kitabı. Kitapta doğup büyüdüğü yörenin kuşlarını şiirlerle anlatmaktadır.
"Bir mutluluğu öbürüyle değiştim
Ama derinlerde, içimde, o yitik göldeki gibi
Bir kuşun hayali yaşar, unutulmaz bir meleğin
Gün ışığını dönüştüren göz alıcı varlığıyla
Gülden devinimiyle."
istanbul - istanbul büyükşehir belediyesi, kadıköy meydanı ve haydarpaşa gar projesi'ne dilekçe vererek itiraz eden kadıköylülerin itirazını kabul etmedi.
kadıköy'deki atatürk anıtı'nın bulunduğu yerin fuar ve panayır alanı olarak belirlenmesi, haydarpaşa garı'nın otel, çevresinin ise yapılaşmaya açılmasını da içeren haydarpaşa garı ve kadıköy meydanı planı'na itirazları görüşen istanbul büyükşehir belediye meclisi, aralarında kadıköy belediyesi'nin de dilekçesinin bulunduğu 5379 itiraz dilekçesine ret kararı verdi.
kadıköy belediye başkanı selami öztürk, konuyu yargıya taşıyacaklarını söyledi.
haydarpaşa gari otel olarak yeraliyor
istanbul büyükşehir belediyesi'nin hazırladığı haydarpaşa garı ile kadıköy meydanı ve çevresi koruma amaçlı nazım imar planı bir süre önce gündeme gelmiş, ancak birçok kesimin tepkisine neden olmuştu. büyükşehir belediyesi'nin hazırladığı planda, milli bayramlarda çelenk koyma törenlerinin yapıldığı kadıköy atatürk anıtına ve meydana yer verilmemiş, aynı bölgeye fuar ve panayır alanı konulmuştu. haydarpaşa tren garı ise otel yapılmasına imkan veren konaklama alanı ve kültürel tesis alanı olarak belirlenmişti.
belediye başkani öztürk ''dava açacağiz.konu bizim için kapanmadi''
kamuoyuna atatürk anıtı'nın kaldırılmak istenmesiyle yansıyan haydarpaşa garı ve kadıköy meydanı planı'na hem kadıköy belediyesi'nin hem de kadıköylülerin itirazı olduğunu kaydeden kadıköy belediye başkanı selami öztürk, kadıköylülerin itiraz dilekçeleriyle plana itiraz ettiğini söyledi. konunun hem basında hem de kamuoyunda çok tepki gördüğünü, 5 bin 379 vatandaşın dilekçe ile itirazını somut hale de getirdiğini vurgulayan öztürk, itirazların dikkate alınmadığını belirtti. başkan öztürk şunları söyledi:
''planın adı, haydarpaşa garı ile kadıköy meydanı ve çevresi koruma amaçlı nazım imar planı ancak, bu planda korunan bir şey yok. anıtlar kurulu, haydarpaşa garı'nın tarihi işlevinin sürmesi görüşünü kararlaştırdı. buna rağmen, haydarpaşa garı çevresinde büyük bir yapılaşma yoğunluğu getiriliyor. haydarpaşa garı için 'kültürel tesis, konaklama alanı, alt katlar gar, üst katlar konaklama tesisi' ifadesi kullanılıyor. yani oraya nostaljik bir tren gelecek, üstü yine otel yapacaklar. oysa hemen garın arkasına yine tamamı olmak üzere turizm ve konaklama alanı konulmuş. bunlar varken niye gar bir daha konaklama tesisi yapılıyor?''
öztür''fuar alani atatürk anitinin yerinde''
başkan öztürk, şöyle konuştu:
''atatürk anıtının yerine fuar ve panayır alanı düşünüldüğünü belirterek, ''planda, atatürk anıtı'nın bulunduğu meydan 4 bin 729 metrekarelik bir alan olarak ayrılıp, fuar, panayır ve festival alanı olarak planlanmış. fuar alanı için atatürk anıtının bulunduğu yer dışında başka yer bulunamamış. oysa meydana yakın iski ve ispark'ın geniş alanları var. fuar için bu bölümler uygun. biz kadıköy'e yakışır bir meydan istiyoruz diyerek kadıköylülerle birlikte plana itiraz ettik. ancak istanbul büyükşehir belediye meclisi, 15 şubat tarihli oturumunda itirazları görüşen imar komisyonunun raporunu oylamaya sunarak, itirazların tamamını red etti. kadıköylülerin hiçbir görüşünü ve itirazını dikkate almadılar. ancak biz bunu kabul edemeyiz. konuyu yargıya taşıyoruz. bölge idare mahkemesi'ne planın iptali için dava açacağız. bu plan bizim ve kadıköylülerin görüşü almadan yapıldı. itirazlarımız var ve yasal yollardan hakkımızı arayacağız.''dedi.
BERLiN - 63. Uluslararası Berlin Film Festivali Berlinale'de ödüller açıklandı.''Altın Ayı'' ödülünü Romanyalı yönetmenCalin Peter Netzer'inChild's Pose filmi kazandı.
FKP'nin geçen haftasonu düzenlenen kongresinde dağıtılan parti kartları üzerinde orak ve çekiç sembolünün kullanılmadığı gözlemlendi. Orak çekiç yerine parti kartlarında "Avrupa Solu" ibaresine yer verildi.
Partinin başına 2010 yıılında seçilen ve son kongrede oyların yüzde 100'ünü alarak yeniden lider seçilen Pierre Laurent'ın, partinin Sovyetik dönemle ilgili toplumsal hafızadaki olumsuz imajını silmek amacıyla orak çekiçten vazgeçilmesini istediği belirtiliyor.
Ancak parti içinde yeni lider gibi düşünmeyenler de var. Partinin Paris yöneticilerinden Emmanuel Dang Tran, orak çekiçten vagzeçme kararının parti içinde herkesi "şoke ettiğini" söyledi. Parti sözcüsü Patrice Bessac ise bir Fransız radyosuna yaptığı açıklamada, orak çekiçten vazgeçme kararını "skandal" olarak gördüğünü bildirdi.
Komünist partilerin leninist olduklarını göstermek amacıyla 1922 yılından bu yana çok sayıda komünist partinin bayrağında kullanılan orak ve çekiç, tarım ve endüstri işçilerinin birliğini simgeliyor.
Ancak orak ve çekiç SSCB'nin yıkılışının ardından Orta ve Doğu Avrupa'daki birçok ülkede "totalitarizmi" simgelediği gerekçesiyle yasaklanmış durumda. Macaristan, Litvanya, Polonya ve Moldova gibi ülkeler sadece orak ve çekiç değil, kızıl yıldızın da sembol olarak kullanılmasını cezalandırıyor. Polonya'da "komünist dönemin sembollerine" sahip olanlar, bu sembolleri üreten ve dağıtanlar 2 yıla kadar hapis cezası istemiyle yargılanabiliyor.