Aklımda kira vermeden yaşayan bir sürü şey var ama asosyal ve işsiz güçsüz bir serseriye dönüştüğüm şu günlerde, ödemediği kira servet olan bir şey var; Forever.
Ulan ölümsüz adamı yazıyorsun ama diziyi 22 bölümde mezara gömüyorsun. isme bak Forever, ömrüne bak One Season. Bu nasıl ironi lan? Kara mizahın dibine vurmuşsunuz farkında bile değilsiniz. Henry Morgan öyle kibar, entelektüel, suç çözen bir adamdı ki; yanına Sherlock’u koysan “abi bana biraz ders anlatır mısın” derdi. Ama yok, diziyi yaşatmayı beceremediniz.
200 yıl yaşayan adamın hikayesini yazabiliyorsun ama 2. sezon yazamıyorsun.. helal olsun, vizyona bak. resmen “ölümsüzlüğü karaktere verdik, size de bitmeyen hayal kırıklığı verdik” demiş. Foreverbitti, bize sonsuza kadar sövülecek bir yara bıraktı.
Ya güzel kardeşim, normalde böyle uzun tartışmalara girmem ama yazdıkların öyle bir çelişkiler yumağı ki insan cevap mı versin, yoksa mantık hatalarını tek tek mi göstersin bilemiyor. Çok da uzatmayacağım; konuyu biraz daha somutlaştırıp kapatayım.
“Bilmem neredeki iki kişinin içtiği deve sidiği nasıl cahillik belirtisi olabilir, bana ne zararı var, milyonlarca insan olsa anlarım" cümlesi başlı başına bir mantık kazasıdır. Cahillik illa sana doğrudan zarar vermek zorunda değildir; biri çıkıp kendi kafasını duvara vursa, “bana ne zararı var” diye bu davranışı akıllıca mı sayacağız? Aynı şekilde milyonlarca kişinin aynı saçmalığı yapması, o davranışı rasyonel hale getirmez. Dünyanın düz olduğuna inanan milyonlarca insan var ama bu, düşüncelerini bilimsel kılmıyor; sadece kitlesel bir cahilliği ortaya koyuyor.
Yani mesele, davranışın kaç kişi tarafından yapıldığı değil, mantık dışı olup olmadığıdır. Bir kişi bile yapsa, bu bir örnektir ve cahillik belirtisi olarak değerlendirilebilir. sana göre Radyoaktif atıktan tespih yapmak da tek başına cahilliktir mesela; sayı değişmez. Deve idrarı örneği de tam olarak bu yüzden semboliktir; zihniyeti temsil eder.
Ama sen hala “kaç kişi yapıyor” diye kıvranıyorsun. Yetmiyor, meseleyi inanca çekip “şark kurnazlığı” diyorsun. Yani bilimsel gözlemi bırakıp dogmaya sığınıyorsun.
Bazen "iki kişinin yaptığı bir şeyden cahillik çıkmaz" gibi savunmalar duyuyoruz ve bu durum tam bir mantık faciası gibi görünüyor. Sosyal bilim ve mantık, milyonlarca insanı tek tek incelemeden davranış kalıplarını gözlemlemeye izin veriyor; ama bazı kırık kıyas terazileri, 8 milyar insan üzerinden referans vermeye çalışınca sadece düşünce eksikliklerini ve mantık boşluklarını ortaya çıkarıyor. Deve idrarı şifalıdır diyenler, bilimi reddedenler, önlem almayanlar.. bunlar oldukça gözlemlenebilir davranışlar. Radyoaktif atık örneği ise konudan sapma ve false analogy hatası; bu da farkındalık ve mantık seviyesinin zemini hakkında fikir veriyor.
Ve tabii, "klasik sol kafa, aydın sanıyor, çoğunun bi sikim bildiği yok" gibi boyunu aşan laflarla bir davranış kalıbını eleştirmek ile ideoloji üzerinden aşağılamak arasındaki farkı göremeyenler var; onlardan mantıklı argüman beklemek ise fazla iyimser bir yaklaşım olurdu sanırım. Herkes kendi sahnesinde rolünü oynuyor ve izleyenler için bazen ders niteliğinde oluyor.
bu aralar sardığım kitaptır. normalde kişisel gelişim kitaplarına pek takılmam ama buna bir şans verip gündemime almış bulunmaktayım.
yazarın; "mantığımızı biraz yorabilir; çünkü mantığımız şu ana kadar, gerçeğin, burada anlatılacaklardan çok daha farklı temeller üzerine kurulu olduğunu farz ediyor ve anlatılanlarına karşı savunmaya geçiyorsa şaşırmayın" demesi hafiften bir işkillendirmedi değil ama dur bakalım.
her sabah evden servise kadar düzenli şirk koşuyorum, kondisyonum fena değil.
off günlerimde kahvaltıdan önce 5 km atmazsam bütün gün enerjim düşük oluyor. hafta sonları ise ormana gidip bol oksijenli şirk koşusu yapıyorum, tavsiye ederim. spora yeni başlayanlar için önerim: günde 10 dakika tempolu şirk koşmak bile yeterli. ben akşamları da şirketten dönünce ufak şirk esneme hareketleriyle günü kapatıyorum. hatta spor salonuna yazıldım, hoca bana özel bir şirk koşu programı çıkardı..
Guernsey’in rüzgarında büyüyen, damarlarında Portekiz’in fado hüznü akan hatun kişisi.
şarkı mı dinliyoruz...yoksa içli bir duaya kulak mı veriyoruz bilemiyorum...
tahmini, eleştirel veya subjektif bir tespit niteliğindedir.. (buz dağının görünen kısmı, adet yerini bulsun)
Bu tespit öyle tahmini falan değil, direk buzdağının görünen kısmı lan! dediğinizi duyar gibiyim...
Bakın lan, benim bununla ilgili bir tezim var. Çatalı batırmadan yemek isteyenlerin götüne sokmak mı? Yok yok, daha mantıklı bir yöntem var. (bkz: yok hocam o kadar değil)
Önerme şu şekildedir:
Çatalı batırmadığın hiçbir şeyi çatalla yememelisin.(evet, çok basit dalyarak)
Bu önerme, klasik ön koşul mantığı ile açıklanabilir.
-Çatal yemeğe batırıldı mı?(evet)
+O yiyecek çatalla yenebilir.
Koşul gerçekleşmediğinde (çatal batırılmadığında) sonuç (çatalla yeme) da geçersiz olur. Mantıksal olarak, sahte elitlik edalarına karşı, siki taşşağına denk net bir duruş sağlar; Çatalın batırılmadığı hiçbir yiyecek, çatalla mantıklı şekilde yenemez.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
bu elit olduğunu düşünen irrasyonel tayfayı sosyal olarak ele alırsak;
Çatalla pilav yemek, yalnızca bir beslenme eylemi değil, aynı zamanda sosyal bir mesajdır: “Ben basit işleri bile elitçe yapabilirim.” oysa ki deyyus-u ekberlikten öteye gitmeyecektir.
Bu nedenle, çatalı batırmadan yemek, hem fiziksel hem sosyal açıdan “geçersiz” bir eylemdir.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
finalde;
Çatalla pilav yiyenler, iki seçenekle karşı karşıyadır.
1-Çatalı batır ve rahatça ye.
2-Batırmadan yeme ve sahte elitliği bırak.
3-götüne güven..pardon ağzına güvenen her ikisini birden yapsın!
iskoç kardeşlerin dünyayı böyle bir atmosferle "zenginleştirmesi" cidden çok kıymetli.
bedava terapi gibi; nostalji ve hayal gücünü bir araya getiriyor.
tarihi ve toplumsal hafızayı rafa kaldırıp , cehaletinde konfor arayanların fantezi senaryosu!
Peki paşam, nasıl gitmemizi istersin? Atam-atam diye nağralar attığınız VAHDETTiN gibi gemiyle mi kaçalım.. şeyy, pardon, gidelim; yoksa hava yoluyla mı, yoksa bize "gidin buradan" diyen Yunanlıları döktüğümüz deniz yoluyla mı? Hatta istersen helikopter kiralayalım, drone’larla selfie çekerek gidelim, öyle mi paşam? Nasıl istersin, bir fikrini söyle hele..
Bir sanatçıyı -oğlancı- diye küçümsemekle sadece kendi cehaletini, dar kafanı ve toplumsal korkularını tüm dünyaya ilan ediyorsun; sanatın, metaforun, ifade özgürlüğünün ne demek olduğunu anlamıyorsun ama yargıç rolünü hemen kapıyorsun. Tebrikler, suçlu ilan ettiğin kişi değil, sen kendi iğrençliğinde boğuluyorsun ve bunu alkışlamaya çalışan bir sürü kişi de var; işte asıl erişim engeli gelmesi gereken kafa bu olsa gerek!
yeni türkiye'nin olağan icraatlerinden; şaşırdık mı!? tabii ki hayır!
erişim engeli getirilmesi hem sanatsal ifade özgürlüğüne hem de insanların bireysel tercihlerine doğrudan bir müdahaledir.
Burada mesele aslında şarkının sözleri ya da içeriği değil, belli kesimlerin farklı olanı kabul etmekte zorlanması. mesele “homofobiklik” gibi bir durumun da ötesinde... mesele özgürlüğün ve sanatın alanının daraltılması. Sanat zaten hayatın tüm renklerini, farklılıklarını ve kimi zaman da toplumun görmek istemediği gerçekleri dile getirmek değil midir?
Engellemek yerine, hoşuna gitmeyen dinlemez, izlemek istemeyen izlemez. Ama erişimi tamamen kapatmak, toplumu tek tip bir algıya sıkıştırma çabasıdır.
Burada Mabel’e sallayan, IQ’su ayakkabı numarasıyla yarışan parazitlerin bilmesi gereken çok ince bir gerçek var: 25 yıldır ‘ahlak’, ‘temiz toplum’, cart curt diye diye bu günlere getirdiler bizi. Bunu anlamak için daha kaç yıl geçmesi gerekiyor sayın amına koyduklarım?
---spoiler---
Sanat yapan birini, şarkı sözlerini bahane ederek hedef alıyorlar; ama gerçekten suç işleyen, tecavüzcüler, insanlara zarar veren kişiler çoğu zaman sokakta ellerini kollarını sallayarak dolaşıyor. Bu da gösteriyor ki mesele aslında ‘ahlak’ ya da ‘toplumu korumak’ değil, farklı olanı bastırmak.
---spoiler---
israil’in Dünya Kupası’na katılması durumunda ispanya’yı turnuvadan çekmeyi planladığına dair haberler geçilen ispanya Başbakanı.
FIFA, malumunuz, Rusya’yı Ukrayna işgali nedeniyle uluslararası turnuvaların dışında tutmuştu. Bakalım aynı FIFA, Filistin’e yapılan israil saldırılarına karşı da aynı tavrı gösterebilecek mi?
Umarım ispanyol başkan, bizim Kasımpaşalı sahte kabadayımız gibi rol kesmiyordur...
Merakla bekliyoruz efendim.
Bir kadın karakter ve onu isteyen üç erkek karakter vardır.
Film, kadınlardaki evrensel “efendi erkeği harcama” ve “piç erkeğe verme” olayını çok güzel yansıtmıştır.
Everdene Hanım, Gabriel’in efendi, çalışkan, dürüst ve iş bitirici özelliklerini görmezden gelmekle kalmamış; William’ın çok zengin ve mütevazı olmasına rağmen kalbini açmasını da umursamamıştır. Tüm bunları yaparken de “Ben kendi ayaklarımın üzerinde durabiliyorum, bir kocaya ne ihtiyacım var?” motivasyonunu sürdürmüş; fakat finalde Frank denen, ne idüğü belirsiz serseri bir adama yönelmiştir.
Ama işin ilginci şu; piç Frank’ten fayda göremeyince, dönüp dolaşıp yine Gabriel’in kapısını çalıyor. Tabii ki... Çünkü piçten hayır gelmeyince en güvenli liman yine efendi oluyor.
Neden? Çünkü efendi Gabriel, artık “Sikerim böyle aşkın ızdırabını!” deyip gemiye atlayıp gidecekti.
Özgeçmişimin aynı firma tarafından bir günde yedi defa görüntülendiği insan kaynakları sitesi. Evet, yanlış okumadınız, 7 kere.
Hani derler ya, “bakıp bakıp gülüyorlar galiba” işte tam öyle. Arada bir gülüyorlar, arada bir düşünüyorlar, belki yuvarlak bir masanın etrafında beyin fırtınası yapıyorlar; alsak mı, almasak mı?
Recep Tayyip Erdoğan denen zat, bu ülkenin demokrasisini “play-doh hamuru” gibi şekilden şekile soktu. Bugün ülkenin geldiği nokta ortada, geri viteste dibine kadar.
Ama mevzu şu; adamın bu hayvani saldırganlığının altında “vaktiyle bize zulmettiler, şimdi intikam zamanı” kafası yatıyor. Kısaca “biz yıllarca ezildik, şimdi biz ezeceğiz” mantığı. Demokrasi falan hikaye yani.
O yüzden Erdoğan öldüğünde bu ülkedeki aklı başında insanların yapması gereken tek şey var; öyle bir anayasa yazılacak ki, kimse kendi mağduriyet edebiyatıyla gelip devleti babasının çiftliği gibi yönetemeyecek.
Ve özellikle şu da çok net; muhafazakar değerleri kalkan yaparak iktidarı ele geçirenlerin, ülkenin tüm kurumlarını tek bir ideolojinin hizmetine sokmasına artık izin verilmemeli. Bunun için anayasaya sağlam fren mekanizmaları eklenmeli. Dini ya da kültürel gerekçelerle devleti tek sesli hale getirmeye çalışan herkes, daha baştan sistem tarafından durdurulmalı.
Çünkü aksi halde yarın başka bir kesim çıkıp “biz de mağduruz” diyerek aynı oyunu oynar, yine herkes birbirinin gırtlağına çöker. Döngü devam eder, ülke de sonsuza kadar yerinde sayar.
Aç kaldım, susuz kaldım,
Hayın, karanlıktı gece,
Can garip, can suskun,
Can paramparça...
Ve ellerim kelepçede,
Tütünsüz, uykusuz kaldım,
Terk etmedi sevdan beni...
benim bu insana söyleyeceklerim var; Bak hele.. sen hâlâ gidip o partiye oy veriyorsun ya, gerçekten helal olsun. Yolsuzluk mu var? Sorun değil, çünkü “bizimkiler yapıyorsa vardır bir hikmeti”. Enflasyon, işsizlik, hayat pahalılığı.. boş, senin için sadece istikrar önemli.
Vergi ödedin mi? Para mı kaybettin? Yok canım, “birileri hep çalıyor ama bizimkiler çalışıyor”. Mantık mı dedin? O da ne? Senin için sadakat = körü körüne onay.
soru: “Dede, sen o dönemde niye hep onlara oy verdin?”
muhtemel cevap: “Evet, hırsızdılar ama en azından bizim hırsızımızdı?"