bugün

orhan pamuk un bir romanı. enteresan bir konusu olmasına rağmen pek sürükleyici değil, ama bir patlama bekleyerek bitirilebiliyor kolayca. beklenen düğümler çözülüyor mu, pek sayılmaz. tarz olarak da diğer romanlarıyla eş değer denilebilir; yine tarihi bir ortam, kişiler, sırlar... duyduğum birkaç yorum bu adamın zor anlaşılan bir dili olduğuydu, bunu da doğrulamış oldu bu kitabıyla.
orhan pamuk'un masal tadında bir kitabı,
astrolojiden ,fizikten,resimden anlayan bir köle , o nunla aynı konulara ilgi duyan bir efendi tarafından satın alınır...harika bir kitap okumayanlara * tavsiye olunur..
Orhan Pamuk'un, Türkçeye Fuat Carım'ın çevirdiği ''Pedro'nun Zorunlu istanbul Seyahati/ 16. Yüzyıl'da Türkler'e Esir Düşen Bir ispanyol'un Anıları'' adlı eserden intihal yaparak yazmış olduğu iddia edilen kitabı...

Murat Bardakçı'nın Orhan Pamuk'un aşırma yaptığına dair kanıt olarak sunduğu iki eser arasındaki ''benzerliklere'' birkaç örnek...

Orijinali:

''Cenova'dan Napoli'ye giderken, hareketimizi haber alarak Ponz Adaları'nda bekleyen Türk donanmasının hücümuna uğradık'' (Carım, 11) intihali:
''Venedik'ten Napoli'ye gidiyorduk, Türk gemileri yolumuzu kesti'' (Pamuk, 11)

Orijinali:

''Gene esir düşebiliriz korkusuyla, kürekçileri sıkıştırmaktan vazgeçtiler. ... Esir düşerlerse şikáyet göreni feci şekilde cezalandırırlar, hatta yokederler'' (Carım, 12) intihali:
''Esir düşerse cezalandırılmaktan korkan kaptanımız, kürek kölelerini şiddetle kırbaçlatmak için bir türlü emir veremiyordu'' (Pamuk, 11)

Orijinali:

''Rampacılar gemiye daldılar ve herkesi çırılçıplak ettiler. Beni tepeden tırnağa soymadılar, sırtımdakiler, onların hoşlanmadıkları ve beğenmedikleri şeylerdi'' (Carım, 13) intihali:
-''Rampacılar gemimize ayak basarlarken kitaplarımı sandığıma koyup dışarı çıktım. ... Dışarıda herkesi toplamışlar, çırılçıplak soyuyorlardı. ... Önce bana ilişmediler'' (Pamuk, 14)

Orijinali:

''... Láfa, sözü geçen kaptanlardan Durmuş Reis karıştı. Cenevizli dönme Durmuş Reis, 'idrar ve nabız hekimidir, cerrahtan daha faydalıdır' dedi. Kürekten, işte bu suretle kurtuldum'' (Carım, 13) intihali:
''Reis sordu: idrardan ve nabızdan anlıyor muydum hiç? Anladığımı söyleyince hem küreğe verilmekten kurtuldum, hem de bir iki kitabımı kurtarmış oldum'' (Pamuk, 14)

Orijinali:

''En üste, Muhammed'in sancaklarını astılar; bunların altına bizden aldıkları bayrakları, haçları ve Meryem Anamız'ın tasvirlerini astılar. Külhanbeyler, başaşağı asılan bu haçlarla tasvirleri, bir ok yağmuruna tuttular'' (Carım, 18) intihali:
''Bütün direklerin tepesine sancaklar çektiler, altlarına da bizim bayrakları. Meryem Ana tasvirlerini, haçlarını tersinden asıp külhanbeylerine aşağıdan oklattılar'' (Pamuk, 15)

Orijinali:

''işi çaktım ve bir kaşık isteyerek gözü önünde üç kere doldurup içtikten sonra ... beş hap gerekirken altı tane yaptım. Altısını da kendisine verdikten sonra, bir tanesini isteyip yuttum'' (Carım, 22) intihali:
''Paşa zehirlenmekten korktuğu için göstererek şuruptan bir yudum içip haplardan bir tane yuttum'' (Pamuk, 17)
------------------------------------------------------

Pek de haksız sayılmaz hani...
orhan pamuk un açıklama yapmadan izin almadan başka bir kitaptan alıntılara sahip olduğu sonradan anlaşilan kitabıdır "beyaz kale"...

pedro'nun zorunlu ıstanbul seyahati/ 16. yüzyıl'da türkler'e esir düşen bir ıspanyol'un anıları adlı bir kitap türkçeye fuad carım tarafından çevirilir ve güncel yayıncılık tarafından 1996'da yayımlanır. orhan pamuk'un beyaz kale adlı romanı ile bu kitap arasında çok fazla 'benzerlikler' vardır. ahmet yıldız edebiyat ve eleştiri dergisinin 24. sayısında bu benzerliği ele alan 'roman yazma teknikleri ıçin bir örnek kitap: beyaz kale' adlı bir inceleme yazar. bu incelemede iki kitap arasındaki 'etkileşimleri' sıralar (aktaran: yalçın küçük-şebeke/"network", ygs yayınları, syf.113-115).

benzerlik (!)(!) 1
"...ama ne olur ne olmaz, gene esir düşebiliriz korkusu ile, kürekçileri sıkıştırmaktan vazgeçtiler. maluma kürek çekenler ya türk ya 'mağribi'. gemi bir kere zaptedildi mi, bunlar artık serbest. o vakit türklere, bu bize şunu etti, şu bize işkence yaptı derler..." (pedro'nun..... syf.12)
"türk ve mağripli olan kürekçilerimiz sevinç çigliklari atıyordu; sinirlerimiz bozuldu... esir düşerse cezalandırılmaktan korkan kaptanımız kürek kölelerini şiddetle kırbaçlatmak için bir türlü emir veremiyordu..." (beyaz kale, syf.11)

benzerlik (!) 2
"...birinin bileklerini, kulaklarını ve burnunu kesip omuzuna bir pafta yapıştırdılar; paftada şu yazılı idi; "böyle eden böyle olur". öbürünü kazığa çaktilar..." (pedro'nun..... syf.12)
"...kazığa oturtulan korkak kaptanımız yeni ölmüstü. kırbaççıları burnunu, kulağını kesip ibret olsun diye bir sala koyup denize bırakmışlardı..." (beyaz kale, syf.11)

benzerlik (!) 3
"rampacılar gemiye daldılar ve herkesi çirilçiplak ettiler. beni tepeden tırnağa soymadılar; sırtımdakiler onların hoşlanmadıkları ve beğenmedikleri şeylerdi. hem sırtımdakilerle uğraşmaya bir lüzum görmediler; yattığım kamara çok değerli eşyalarla doluydu..." (pedro'nun..... syf.13)
"...rampacılar gemimize ayak basarlarken kitaplarımı sandığıma koyup dışarı çiktim. gemi ana-baba günüydü. dışarıda herkesi toplamışlar soyuyorlardı..." (beyaz kale, syf.14)

benzerlik (!) 4
"...cerrah mısın, diye sordular. hayır deyince, az kalsın partiyi kaybediyordum. bereket versin lafa, sözü geçen kaptanlardan durmuş reis karıştı. cenevizli dönme durmuş reis 'idrar ve nabız hekimidir, cerrahtan daha faydalıdır' dedi. kürekten işte bu suretle kurtuldum..." (pedro'nun..... syf.12)
"...sonradan ceneviz dönmesi olduğunu ögrendigim reis iyi davrandı bana; neden anladığımı
sordu. küreğe verilmemek için hemen astronomi bilgimden, geceleri yön bulabileceğimden söz ettim, ama ilgilenmediler. bunun üzerine bende bıraktıkları anatomi cildine güvenerek hekim olduğumu ileri sürdüm. az sonra gösterdikleri kolu kopmuş birini görünce cerrah olmadığımı söyledim. öfkelendiler, beni küreğe vereceklerdi ki, kitaplarımı gören reis sordu; idrardan ve nabızdan anlıyor muydum? anladığımı söyleyince küreğe verilmekten kurtuldum..." (beyaz kale, syf.14)

daha fazla uzatıp sabrınızı taşirmak istemem. bu tip 'benzerlik' örnekleri inceleme boyunca sürüp gidiyor. artık 'ihtiyatı' elden bırakıp buna, rowling'in ve pamuk'un yaptıklarına düpedüz 'aşirma' diyebilir miyiz? yoksa yahya kemal beyatlı'nın shakespeare konusunda olduğu gibi temkinli olmakta fayda mı var:
"ben intihallere dair bazı etütler gördüm... bir etüt de le cid'in (corneille'in eseri) 120 mısraının guilhem de castro'ndan doğrudan doğruya tercüme edilmiş olduğunu bildiriyordu. tetkik ettim ve aslını gözümle gördüm. comoedia gazetesinde bir etüt, shakespeare'in on üç bin mısraından dokuz bininin ya doğrudan doğruya veya takriben intihal olduğunu iddia etmişti." hilmi yavuz zaman gazetesindeki "haşim, ıntihal ve metinlerarasılık" adlı yazısında (24.4.2002) yahya kemal'in sözlerini şöyle bitirdiğini yazıyordu: 'fakat yine de, shakespeare'e intihal isnat etmek için düşünmek lazımdır.'

okur mutlaka düşünecektir kim 'özgün' kim değil. 'aşirmasız' yapıtlara ihtiyacımız var;
hem burası türkiye demeden hem de şu ünlü çok sattı o zaman 'iyidir' demeye gerek görmeden.,

senih kavlak - 06 mayıs 2002, pazartesi - hürriyet

yorumsuz
onun adı Orhan Pamuk. Beyaz Kale'yi de pamuk gibi yazmış valla!
ölmeden önce en az bir kere okunması tavsiye edilen bir kitaptır. cidden olayın kurgusundan ve yazım dilinden dolayı bir kere de anlamayanlar olabiliyormuş. okurken, bazen 2 kişi yerine sanki tek kişi varmış izlenimi uyandırıyor.
güzel kurgulanmış ve orhan pamuk'un her zaman kullandığı edebi dille yazılmış roman. edebi dil derken, roman bu tabi ki edebi olacak.. ama alelade tek bir cümle bile yoktur içinde, her cümle bir incelikle yazılmıştır... ayrıca kitabın sonuna, orhan pamuk'un hangi kaynaklardan faydalandığı, nelerden esinlendiği ile ilgili bir açıklama yer alır.
Anlattığı esirin anı yazılarından (ç)alıntı'dır.
öyle çok da anlaşılmaz bir kitap değildir. zaten belli ki nobel ödüllü yazarımız aşırmış bu romanı ama benzerlikler öyle çok da kilit noktalardan olmadığı için "esinlenmiş" de denebilir. genel olarak iyi bir hikaye kanımca. en azından alışılmadık veya kolay kolay aklımıza gelmeyecek bir şey. genel olarak insanın gözüne çarpan, kitapta bir varoluş sorunsalı olarak ben ve öteki kavramlarının sınırları ve bunları neyin belirlediği üzerinde durulması. yazar diyor ki: dış görünüşümüz birbirine benzerse, bilgi ve meraklarımız birbirine benzerse bizi ayıran nedir? zira kitabın sonunda hoca italyan esirin kılığına girip italyaya bile gidiyor. bunun olmasını sağlayan şey de yine bir biz - öteki sorunu... hoca kendinden olması gerekenleri aptal olarak nitelendiriyor. dedesinden kalma adı bile beğenmeyip kendisine hoca denmesini istiyor. buna rağmen batıya hayran... ordaki insanların "kafalarının içini" merak ediyor. burada da bu anlamda bir vurgu göze çarpıyor bence... sonundaki anlatım kasten karmaşıklaştırılmış gibi dursa da sabah başlandığında akşam sıkılmadan bitirilebilecek bir kitap. hele ki hocanız thomas pynchon, james joyce veya nathaniel hawthorne kitapları dururken bunu vermişse gidin elini öpün derim.
esasen ikizleri konu alan bir kitaptır. güzeldir, zevkle okunabilirliği vardır.
sessiz ev'deki bazen kimin ağzından konuştuğunu tam anlayamadığınız yerler oluyor. bunda hoca ile esirin bir ikiz kadar birbirine benzemesi ve birbirinin aklından geçenleri çözmeye çalışmalarının büyük payı var.
özellikle 11. bölümde kafanız biraz karışıyor.
orhan pamuk bu romanını nilgün darvinoğlu'na ithaf etmiş.
sessiz ev'i okuyanlar bileceklerdir: nilgün darvinoğlu o kitaptaki bir karakter.
kitap klasik orhan pamuk eserlerinden fazla farkı yok.
bu kitabında daha az uzun cümleler kullanmış. ayrıca sessiz ev'e nazaran daha iyi kurgulanmış, ondan daha güzel.
gerçi hoca ile esirin birbiriyle olan tartışmalarında, konuşmalarında, kısacası tüm ilişkilerde hocayı biraz daha alçaltmış ama buna takılmazsanız pek sorun yok.
intihal falan olaylarına girmiyorum bile. eğer bu kafayla okursanız kitaptan bir zevk alamazsınız.
bu tür şeyleri kafaya takmadan okuyup geçilecek bir eser.
kitaplarıyla olan tanışıklığım nerden baksan bi on yılı geçmiştir. burada bu zamanı söylemekten nefret ediyorum ama yine de orta yaşta olduğumu kabul etmiyorum.

beyaz kaleyle başladım onu okumaya. en az 10 kez okumuşluğum vardır bu kitabı. belirli süre aralıklarla tekrar okuduğum bu kitaplarda sanki bir sır varmış gibi hissettirirdi. bu sırra vakıf olacak kişi olduğumu düşünür ve öyle hissederdim.

'cevdet bey ve ogullarıi' ve 'kara kitap' da öyleydi. sırlıydı sanki.

ve sonra öğrendim ki sır; meğersem çok eski kitaplardan aşırma olduğu imiş. bu sahtekarlıkla büyümüş oldum ve şimdi tamamen hayal kırıklığına ugramış durumdayım. meğer amaç; matematiksel bir zekayla daha fazla nasıl para kazanırmmış? kitaplarında ki sır da buymuş. sanırım büyümek böyle bir şey. önceleri müthiş sırlı güzel şeyler, büyülü dünyalar, birbirinin yerine geçebilmiş insanlardı o kitaplarda gördüklerim...
yıllar sonra bütün bunların sıradan bir insanın nasıl daha fazla para kazanabilirimleriymiş. aci gerçekler artık gün yüzünde. bunun adıysa 'hayata geçmekmiş'
beyaz kale nin çalıntı bir kitap, orhan pamuk un ise hırsız bir yazar olduğu iddialarına kendimce açıklama getirmek istiyorum.

efendim bildiğiniz üzre orhan pamuk postmodern bir yazardır. postmodernist bir romanın en fazla içerdiği unsurlardan biri de metinlerarasılık*dır. nedir bu metinlerarasılık? yazarın eserinde diğer eserlere gönderme yapması, onlardan parçalar alıp kullanmasıdır.

orhan pamuk bu romanında diğer yazarlardan farklı olarak, hatta diğer postmodern yazarlardan farklı olarak bu metinlerarasılık özelliğine bambaşka bir boyut getirmiştir. o beyaz kale romanını bir çeşit 'pedro nun zorunlu seyahati romanının romanı yazılsa nasıl bişey olurdu? bu hikaye nasıl geliştirilirdi' sorusuyla oluşturmuştur. zaten öyküsünün sonunda bu kitabın dışında, esinlendiği bir çok eser ismi saymıştır. liste 20 yi geçer. ama bu hırsızlık yolsuzluk şuluk buluk değil, postmodernizmin bir gereğidir.

orhan pamuk metnin yazılma hikayesini vermiştir son sözünde. bu postmodernizmin üst kurmaca* özelliğidir. son sözünde bu hikayeyi yazmasının sebebini verdiği gibi, hikayedeki venedikli kölenin de anılarını yazmasının sebebini vererek üst kurmacanın da üst kurmacasını yapmıştır. kuşkusuz çok büyük bir başarıdır.

tüm bunları murat bardakçı, ibrahim kiras gibi kişilerin olaya kendi açılarından bakıp 'hırsızlık' olarak algılamalarının yanlış bir ilk izlenimden kaynaklandığını düşünüyorum.

'kitabın sonunda hiç bişey belli olmuyo', 'adamın ne dediği anlaşılmıyo' eleştirileri de yersizdir. çünkü kitabın sonunda kitabı venedikli mi yazmış hoca mı yazmış diye düşünmek de yersizdir. fark edilirse venedikli, kitabın bi bölümünde başı kesilmek üzereyken anılarını düşünür. anılarında bir mekan canlanır. bu mekan kitabın sonunda istanbul a geri dönen karakterin içinde bulunduğu mekandır. bu mekanı iki ayrı karakterin de bilmesi imkansız olacağından kitabın bir hayal ürünü olduğu, gerçek ile hayalin birbirine karışmasından doğan harika uyumla yazıldığı ortaya çıkar. asıl önemli olan kim kimdi tarzında düşünmek değil kitabın dokusunu özümsemek, dönemi kavramak, yaşanılanları anlayabilmektir. ortak düşünceleri algılayabilmektir.

ayrıca roman osmanlı imparatorluğunu farklı açıdan ele almasıyla da ünlenmiştir. bu bağlamda bir kısım ülkücü kesimin lanetlediği bir kitaptır. zaten işi genele vurduğumuzda orhan pamuk un lanetlenmeyen kitabı yoktur. kitap bir o kadar da bildiğimiz orhan pamuk kitabıdır bu açıdan.

of çok yazdım. yoruldum. gidip çay içicem.
kitabın girişinden hemen önce y. k. karaosmanoğlu'nun çevirisiyle marcel proust'tan bir paragraf karşılar sizi:
"alakamızı uyandıran bir kimseyi, bizce meçhul ve meçhullüğü derecesinde cazibeli bir hayatın unsurlarına karışmış sanmak ve hayata ancak onun sevgisiyle girebileceğimizi düşünmek bir aşk başlangıcından başka neyi ifade eder?"
puslu kıtalar atlası'nı okuduktan sonra başlayınca farklı bir tat veriyor insana. hikayenin gidişatından çok değişik bir son beklentisi yarattı bende ama sonlarına doğru bir sıkıntı çöktü içime. anladım ki farklı beklenti insanın edebi hazzını sınırlıyor. ancak roman bittikten sonra pamuk'un açıklamalarını okumak kitabın sindirilmesinde baya faydalı oluyor.
çalıntıdır, alıntıdır bilemem ama sürükleyici bir hikayedir. sonlara doğru yazar hayal gücünü zorlamıştır.
antakyanın en güçlü satranç kulübünün adıdır.
şu an okuduğum kitap.

başında sesiz eve yapılan gönderme nedense çok hoşuma gitti.

kitap birbirine çok benzeyen iki kişiyi anlatıyor. birisi osmanlıda bir alim, hoca diye anılıyor, diğeriyse köle. aslında klasik bir biçimde kitabın ortalarında yer değiştirme fikrini öne sürüyor, hoca ama geldiğim kısma kadar bunu yapmıyorlar.

akıcı güzel bir kitap ancak sessiz ev kadar da beğenmedim açıkçası.
bu kitabın sonunda orhan pamuk intihal iddialarına bir açıklama getirmek için 5-6 sayfalık bir yazı kaleme almıştır. hani bu yazı da "yaptım ama sor bakalım niye yaptım?" tarzında bir savunma olarak da düşünülebilir. yazı boyunca tarihi roman yazma fikrinin nasıl oluştuğunu, bu fikri uygulamaya geçirmek istediğinde yararlandığı kaynakları, aslında hikayenin başını ve sonunu tam anlamıyla kurgulamadan hikayeye girdiğini, adeta toplama bir bilgisayar gibi her çiçekten bir bal alarak hikayeye öğeler kattığını, zaten zamanında cervantes'in de bir arap tüccarın anılarından yola çıkarak don kişot'u yazdığını (iğneyi kendine çuvaldızı başkasına hesabı) falan anlatıyor.

ben ikna oldum şahsen intihal yapmadığına. zira intertextuality dediğimiz olay edebiyatın içinde her daim var olmuştur ve orhan pamuk da kara kitap, benim adım kırmızı gibi eserlerinde bunu ustalıkla uygulayan bir yazardır.
ilk otuz sayfasını yolda okuduğum orhan pamuk kitabı. dünya çapında ilk kez adını duyurmaya başladığı eseri olduğu için merakla başlamıştım zaten. açıkçası film tadında bir kitap. nedense okurken aklımda hep mustafa altıoklar'ın çekeceği güzel bir film tasarladım.
bana pek bir şey katmayan kitaptır.şu dizüstü edebiyat eserlerine benziyor.ha üslup açısından onlar bu esere yaklaşamaz o ayrı.bu eserlere benzeyen yönü ise.oku unut tarzında bir kitap olması.eser içinde ne altı çizilecek bir paragraf.ne bir cümle barındırıyor.dahada sadeleştirilip masal tadında yazılsaydı.bence daha yararlı olurdu.
bu bir romandır. haliyle kendi ağzıyla konuşturduğu italyan köle, gerçek bir kişilik değildir. ancak italyan kölenin anlatımında görüyoruz ki: "osmanlı devleti ve dönemin padişahı beş para etmez!" fikri bas bas bağırılmış.

kanaatimce orhan pamuk denilen yazar efendi, "osmanlı" algısı bozuk, bu algıyı hep kötü yanlarıyla veren, bu algıdan utanan bir yazardır. halbuki onun sandığı gibi üç kuruşluk hoca efendi, hocalığını bilimsel uğraşlardan alan zat, öyle padişahı falan kontrol edip yönetemez. dahası padişah stresli dönemlerinde pamuk beyin sandığı gibi, odasına kapanıp kediyle köpekle oynayan bir kişi de değildir. padişah bu. hollandanın, lehistanın kıytırık kralları ile karıştırmamak lazım.
onur Özdemir'in back vokal yaptığı ars longa şarkısıdır. hüzün koktu buralar.

http://youtube.com/watch?v=_8n0mFzRRlU
orhan pamuk'un 1985'te yazdığı ilginç romanı.

ihsan oktay anar'ın puslu kıtalar atlası'na benzer bir tat alıyorsunuz kitabı okurken. gerçekle hayal iç içe geçiyor. üstelik bu karmaşa romanın sonunda daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyor.

kitabın sonunda orhan pamuk'un bizzat yazdığı, kitabın oluşma öyküsünü okursanız kafanızdaki bazı sorulara kısmen de olsa cevap bulabiliyorsunuz; fakat yine de kitap bittikten sonra içinde bulunduğunuz zamana adapte olmak kolay olmuyor.
Romanın konusu 17. yüzyılda istanbul'da geçer. Napoli'ye yapmakta olduğu bir deniz yolculuğu sırasında Osmanlı korsanları tarafından tutsak edilen bir Venedikli istanbul'a getirilerek köle olarak satılır. Venedikli kölezamanda karşılaşırlar. Henüz Osmanlı çağının gerisinde değildir yine henüz Avrupa Osmanlının çok ilerisinde değildir. Bulundukları coğrafyada desenleri farklı olsa da bilim adamları (bir diğer deyişle soru soranlar, sorularına bilimsel yanıt arayanlar) aynı hurafelerle başa çıkmak zorundadırlar. Hoca'ya göre; "insanlar aptaldır, bilime hakettiği önemi vermezler. Bilimden çok hurafeler ilgilerini çeker ve inanırlar.".

Kısa tutulmuş roman, zekice bir kurguya sahiptir. insanlar ve yerler her ne kadar iki yüzyıl öncesinde olsa da, okuyucu -hangi ülke, hangi kültürde yaşarsa yaşasın- bugünü ve bu yeri algılar. Bugünü ve bu yeri algıladıktan sonra Hoca'nın sorusuyla başbaşa kalır "Ben kimim?". Ayna metaforu kullanılmıştır.