Üzerinden 3 kuşak geçti, Almanlar hâlâ 2.Dünya Savaşı'nın utancından sıyrılmış durumda değil! Savaşı sadece kitaplardan tanıyan, benim yaşımdaki Alman gençler bile hâlâ nihai bir vicdan muhasebesi yapamadı! Çünkü, "iş"i olduğu için, "öyle emir geldiği için" düşünmeden insanları öldüren babalarını, dedelerini anlayamıyorlar, affedemiyorlar ve bu yüzden de sevemiyorlar. insana verilebilecek en büyük cezalardan biri de budur! insanın kendi babasını, annesini sevememesi... Böyle zamanlarda yakınları; anneleri, babaları, akrabaları, komşuları, arkadaşları polis olanlar onlara sadece şu soruları sorsunlar: Para için, işini kaybetmemek için gerçekten de her şeyi yapabilir misin? Vicdanın rahat mı?
şimdi kadınlardan artı oy almak için, "olur mu öyle şey?! kadınlar dövülür mü?" falan yazarım ama ne olur, birbirimizi kandırmış oluruz sadece. bazı kadınların gerçekten de dayağı hak ettiğini en iyi yine kadınlar bilir, çünkü hiçbir erkek arkadaşımdan "bu kadın sopalık." gibi laflar duymadım. bu tür laflar hep kadınların ağzından başka kadınlar için çıkıyor. çünkü en iyi bir kadın diğer kadının içindeki kafası karışık aptalı, şeytanı vs. görebiliyor. hele o şark kurnazı aptal türk kızları yok mu, her erkekten onay almak için sarkan, sonra karşılık bulunca "aaa bana dokundu, beni öptü!" diye tüm dünyaya duyuran... ha ben kadınları döven biri miyim? hayır. bir erkeğin bunu yapabilmesi için ailesinde çocukken dayağı görmesi gerek diye düşünüyorum. duygusal anlamda o kadar kolay bir iş değil, en azından benim için. dövmüyorum değil, dövemiyorum! vicdan meselesi. küçükken, kedilere tekme atan, kuyruklarını kopartan psikopat çocuklardansanız rahatlıkla bir kadını da dövebilirsiniz ama ben bunun için duygusal anlamda yeterli katılığa sahip değilim. hayırlısı, belki ilerde!
ama tek bildiğim, iki gün önce biraz yakınlaştığım bir kadının ağzından çıkan, bu konuyla, dövülmekle ilgili şu sözler: " can bu; acır da sever de." bunu söyleyen bir kezban değil, 30'una gelmiş, avrupa'da doktorasını yapan bir türk kadını... olay buyken klişelere kapılmadan daha derinlerde incelemek gerek bu şiddet konusunu. elbet, avam kesimde olan şiddet olayları hariç.
dünyanın her yerinde çoğu zaman anti-demokratik uygulamalar, özellikle kadınlar üzerindeki açık ya da gizli baskılar yine baskı altında yaşayanlar tarafından öyle kanıksanıyor ki, bir süre sonra durumu doğal karşılamaya başlıyorlar. zincirlerine alışan köle metaforunda olduğu gibi. eskiden sol literatürde çok kullanılırdı. o yüzden bazen kadın hakları için savaşma, tartışma, bir şeyler yapma, yapanları destekleme yönündeki isteklerim ümitsizlik içinde köreliyor. bir teyzem dedi bir kere biz türkiye'de kadınlar üzerine yapılan baskıları konuştuğumuz zaman, "hani baskı, neden baskı olsun canım kadınlar üzerinde?" diye. ama hayatını yazsam sıkıntıdan okuyamazsınız. hayatı erkekler dünyasının ona getirdiği zorluklarla, kayıplarla, darbelerle uğraşmakla geçmiş. ama hala baskı yok, diyor. ümitsizliğe kapılmamak elde değil...
Biraz önce internet üzerinden Ankara Üniversitesi`nde psikoloji okumus biriyle konustum. Daha Freud'un Jung'un isimlerini dogru yazamiyor. Ben Cigdem Kagitcibasi'yim, psikologlari kontrole geldim, dedim, Cigdem kim ki? diyor. Yeri gelecek, terapiye gidecegiz, seviyeye bak yarabbim...
böyle ergen ergen takılırlar, sonra ilk bulduklarına da görmemiş gibi yapışırlar. beğenmiyorsan sevişmezsin... türk erkeklerinin tipsiz olduğunu yine türk erkeklerine yazıp, sonuçta tipsiz bulduğunu söylediğin türk erkeklerinin ilgisini çekmeye çalışıyorsun. bunun aynısı (bkz: türk kadınlarının çirkin olması) gibi başlıklar yazan ilgi açları erkekler için de geçerli...
blog'unda "nazist deli filozof" diye tanimlamış kendini. nazist nedir anlayamadım? nazizmle falan alakası varsa söylenecek tek şey -artık baysa da bu laf- var: (bkz: gerçekse çok komik şakaysa hiç komik değil) bazı şeylerin şakası olmaz!
araptirlar,insandirlar, lakin ben diğer yazar kardeşlerim gibi insan sikemeyeceğim,çünkü peygamber efendimiz de bir insandı. ben bundan çekinirim ve insan sikmem.
jose ortega y gasset , de l'amour adlı eserinde bizdeki "bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim." lafına benzer ama ondan farklı bir yönde açılım yaparak, "bana sevdiğini söyle sana kim olduğunu söyleyeyim." demeye getiriyor lafı. hem bu durumu, hem de sosyolojiden bildiğimiz "insanlar gibi toplumların da psikolojisi vardır." doğrusunu hesaba katarak, belki de toplumların ortak sevdiği isimler üzerinden bu toplumların karakter tahlilini yapabiliriz. aşağıdaki linkte türkiye'nin son on yılda en çok kazanan tv yüzleri var:
ilk sıraları mehmet ali erbil, seda sayan almış. sonra acun ılıcalı vs. en çarpıcısı da beyazıt öztürk okan bayülgen'den 3 kat daha fazla kazanmış... bu linkin ve para kazanmanın da ötesinde medyada en çok konuşulan isimlerin başında nihat doğan geliyor farkındasınız.
işte türkiye'mizin durumu bu. biraz mehmet ali erbil, biraz seda sayan, sonra nihat doğan falan... ne mutlu türküm diyene mi? bu tabloya bakarak, bence artık "ne mutlu türküm demeyene!"
sevmediğiniz bir insan ya da insan grubu mu var? hemen sosyal medya üzerinden, twitter'dan vs. 'şu adam/adamlar allahımıza,peygamberimize hakaret ediyor.' gibi şeyler yazın, binlerce kişi saldırsın, linç etsin bu sevmediğiniz insanları. biz hep öyle yapıyoruz,süper oluyo. sizin uğraşmanıza gerek kalmıyor vallahi! allah'ımız da bizi çok seviyor sonra. dinimiz amin
bu haber yeni, ilk defa olmuş bir haber değil ama son zamanlarda, kütüb-i sitte ve başka başka teolojik metinler paralelinde gerçekleştirdiğim kuran okumalarımda hep dikkatimi çeken bir durumun bugüne olan yansımasıdır bu üstte paylaştığım haber. böyle kararların alınması, kadına tecavüz edildiğinde bile kadının cezaya mahkum edilmesi islam hükümlerinin uygulandığı ülkelerde çok normal. çünkü kuran zaten tamamen erkek diliyle yazılmış, her zaman erkeklere seslenen bir kitap. çok kolay bir metin olduğu için kim okursa, bunu görebilecektir, tabi eğer bu konularda farkındalığı varsa. kuran diliyle söylüyorum: allah her zaman ama her zaman erkeklere sesleniyor. örneğin "şöyle şöyle yapın, kadınlarınıza da şöyle yaptırın." deniyor. meşhur ayet nisa 34'te de görüldüğü gibi, kadınlar karar vermiyor, onlar adına erkekler karar veriyor. sonra, bakara suresinin 250. ayetlerden sonra (merak edene tam numarasını da verebilirim,not aldım çünkü ama notlarım yanımda değil) bir yerde mal paylaşımıyla ilgili bir bahis var, orada da karar aşamasında iki erkek şahit olsun, iki erkek bulunamazsa bir erkek iki kadın olsun deniyor vs. bu minvalde o kadar çok örnek var ki. zaten tek tek örneklerin de dışında genel dili anlamıyla bir "erkek kitabı" kuran.
bu yazdıklarım zaten herkesçe biliniyor. kim açıp okursa bu durumu görecektir. (öyle ilahiyatçıların dediği gibi de, kuran anlaşılmaz da değil, hiç korkmayın. zor, anlaşılmaz,kompleks metin mi görmedik?! bütünü görme anlamında da aynı şekilde. kaldı ki, öyle örneğin shakespeare'de gördüğümüz, küçük detayların ayrı ayrı dünyalara açıldığı, bütününse bu detayları aşarak okura bambaşka bir evren sunduğu bir metin falan da değil. bütüne bakıldığında, söylenebilecek tek şey bana kalırsa, ki zatencatherine clement de söylemiş bunu, yıllar önce okumuştum, ben de ikna oldum okuyunca, kuran'daki o keskin "adalet" vurgusu.) ama her şeye rağmen üst paragrafta benim de desteklediğim kuran'ın bir "erkek kitabı" olması çok söylenen bir şey değil. tek istediğim okurların, bu konuya dikkat etmeleri okumalarında ve "acaba allah'ın cinsiyeti mi var?", "allah neden muhattap olarak erkekleri alır?" gibi soruları kendilerine sormalarıdır.
yer verme konusu hakkında: ne zaman yer verdiysem öğrencilik hayatımda, tabi genellemek yanlış da madem zaten genelleniyor her şey, başı açık teyzeler hiç oturmak istemezler,"aman çocuğum siz de yoruluyorsunuz." falan derlerdi. başı kapalılarla da iki olayım oldu, birisinde teyze hiç oturmadı, oturacağı ikili koltukta yanında erkek var diye, sap gibi ayakta kaldım, ikincisinde de teşekkür bile etmeden 6-7 yaşlarındaki erkek çocuğunu oturttu benim verdiğim yere. yani neymiş, insanlık, medeniyet dış görünüşle alakalı değilmiş ama, medeniyet genelde dış görünüşü de etkilediği için kapalı hanımlarımızda ağır kabalıklar görülebiliyormuş çoğu zaman.
türkiye'de seveninden çok fetişisti olduğu doğru olabilir. hatta sadece türkiye'de değil. geçen hafta almanya'da karşılaştığım alman bir hanım bana birkaç şiirini ezberden okudu. hayatına dair tüm detayları biliyordu. ama, "toplumcu şiir kapsamında sanatsal bakımdan oldukça yetersiz eserler vermiştir." demek edebi bilgi, birikim ve kavrayış anlamında bariz bir yetersizliğin nişanı. bu lafın kaynağını anlamaya çalışıyorum: bende de olur bazen, başkaları tarafından çok sevilen birine, bir şeye karşı açık ya da gizli şekilde bir antipati duyduğumu farkederim. "bu kadar dangalak seviyorsa,o kadar da iyi olamaz." derim kendimce vs. ama neruda'nın "hepimizin ustası." diye bahsettiği, yannis ritsos'un ona ithafen,onun adına şiir yazdığı bu denli büyük bir şairi harcamak da yürek ister, bilek ister. daha o güçte biri de çıkmadı. onu 22 yıl hapseden koca bir devlet bile yapamadı bunu.
vicdani ret'e karşı çıkanlar: askerlik derdi olmayan kadınlar, askerliğini zaten yaptığı için şansızlığına küfreden erkekler, ya da askerlik süresince yapacakları askerde olmaktan daha faydalı,yararlı işleri olmayan,internet cafelerin counter strike şampiyonları macera heveslisi yeni nesil aynalı tahir'ler...
gençlerin sevgililerinin olmasını, elele dolaşmalarını ahlaki çöküntü olarak yorumlayanlar, bu başlığı açan zihinler, şu an gündemimize tekrar gelmiş; 24 erkek tarafından, öğretmenevlerinde, kaymakamlık makam odalarında vs. bir buçuk sene boyunca adeta parçalanmış 12 yaşındaki n.ç. vakasının da dolaylı olarak hazırlayıcıları. ahlaki çöküntü, sevgilisini babasıyla tanıştırabilen kızların olması değil kendi kızının sevgilisi olmasına izin vermiyorken, 12 yaşında çaresiz bir kızı öğretmenevine götürüp "kızlığını bozmadan" tecavüz eden din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenlerinin olmasıdır.
şimdiki başbakanı ister sevelim ister sevmeyelim ama ikisi de tam anlamıyla liderdir. bunu kabul etmek gerek ama aralarında çok büyük bir çap farkı var. okudukları kitaplardan, mütefekkirlerden tutun, hayata bakış ve yaklaşımlarına kadar aklınıza başka ne gelirse... atatürk, aralarında 80 yıldan fazla fark olmasına karşın rte'nin 80 yıl ilerisinde bir çapa ve dünya görüşüne sahip olabilmiş, biz de işte bu yüzden kendi çapımızca feyz almaya çalışıyoruz ondan.
öncelikle johann,john değil. bir de eserin adı partita. gavotte ve rondo bölümün adı. gavotte bir dans. bu danslar; gavotte,allemande,gigue vs. barok süitinin bölümleri. rondo ise form belirtiyor. tema tekrar tekrar gelir rondoda. mozart'ın çok ama çok sayıda eserinin son bölümleri genelde hızlı rondolardır.
bir arkadaşım anlattı, 20 gr yaş yemiş ve 8 saat felçli gibi dolaşmış. gece, yağmur altında 4 arkadaşıyla evlerinin 50 metre ilerisindeyken 4 saat boyunca evi bulamamışlar, telefonla birilerini arayarak onları kurtarmaları için yalvarmışlar. sonrasında eve döndüğünde, facebook hesabına bakıp bakıp kendinden ne kadar iğrendiğini düşünmüş.