romanimi yazsam hayatim olur
385 (ali ağaoğlu nun kültürlü hali)
yedinci nesil yazar 12 takipçi 52.82 ulupuan
entryleri
oylamalar
medya
takip

    rainer maria rilke

    55.
  1. rilke için stefan zweig şöyle söyler: "zamanımızın zengin ve başarılı şairlerinden hiçbiri, kendini hiçbir yere bağlamayan rilke kadar özgür değildi. onun ne alışkanlıkları, ne adresi ve aslında ne de bir vatanı vardı; italya'da, fransa'da ya da avusturya'da aynı rahatlıkla yaşayabilirdi ve nerede olduğu hiçbir zaman bilinmezdi. onunla karşılaşmak, hemen her zaman bir rastlantıya bağlıydı..."

    bir 'yalnız' olarak rilke ise, yalnızlardan (aslında kendinden) şöyle bahseder:
    "yalnızlardan söz etmemiz insanlardan fazla anlayış beklememizdir. insanlar, neden söz ettiğimizi anlarlar sanıyoruz. hayır, anlamazlar. bir yalnızı görmemişlerdir asla; ondan, tanımaksızın nefret etmişlerdir. insanlar, onu tüketen komşular olmuşlardır; bitişik odanın, onu baştan çıkaran sesleri olmuşlardır. insanlar, patırtı etsinler, onun sesini boğsunlar diye, eşyaları ona karşı kışkırtmışlardır. narinliği ve çocuk oluşu yüzünden çocuklar, ona karşı birleşmişler ve o her büyüyüşünde, yetişkinlerin inadına büyümüştür. bir av hayvanı gibi barınağını sezmişler ve uzun gençliği sürekli bir takip altında geçmiştir. güçten kesilmeyip de ellerinden kaçtıkça, yaptığı şeylere bağırmışlar, çirkin deyip kötülemişlerdir yaptıklarını. ve o, bunlara kulak asmadı mı biraz daha ortaya çıkmışlar, yiyeceğini bitirmişler, teneffüs edeceği havayı tüketmişler ve iğrensin diye yoksulluğuna tükürmüşlerdir. bulaşıcı hastalığı olan biri gibi adını kötüye çıkarmışlar, daha çabuk kaçıp gitsin diye ardından taşlar atmışlardır. ve yıllanmış iç güdülerinde haklıydılar gerçekten: o, gerçekten düşmanlarıydı çünkü."

    kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=QOLIWYuZpcI
    1 ...
  2. friedrich wilhelm nietzsche

    1373.
  3. nietzsche'nin özgürlük tanımı üstinsan ismini verdiği bir kavramdan geçer. peki nedir bu üstinsan deyip durduğu şey?

    nietzsche’ye göre insan aşılması gereken bir varlıktır. üstinsana geçiş yapabilmek için ise maddiyat istencinden, yanılgılarından, yücelttiği yanılsamalardan kurtulmalıdır insan. zaaflarıyla yüzleşmeli, arzularının peşinden gidip duyduklarını, gördüklerini sorgulayabilmelidir.
    fakat tüm bunlar özgür insanın her türlü değeri reddettiği, yok saydığı anlamına gelmez. üstinsan bir nihilist değildir, çünkü nihilizm de aşılması gereken bir şeydir. aynı kuralları yıkmadan önce onları öğrenmek zorunda olduğumuz gibi. ancak elbette bu kolay bir yol olmayacaktır. çünkü özgür olmak isteyen kişi bedel ödemeye de hazır olmalıdır.

    peki özgür olduktan sonra ne olur? yani ne hisseder, ne görür üstinsan? bunu da şöyle açıklıyor nietzsche: “özgür ruh tekrardan yaşama döner, tabi yavaşça. yine bir sıcaklık, bir yumuşaklık vardır: hissetmek daha da derinlik kazanır; rüzgâr kişinin etrafında esip durur. neredeyse hissediyordur ki, sanki şu anda ilk defa, gözleri yakınındaki şeyleri görmeye başlamıştır. şaşkınlık halindedir, öyle sessizce oturur. minnetle bakar arkasına; yolculuğuna, kendini sürgün edişine ve ciddiyetine. acı çekmek, öylece durmak, sabretmeyi öğrenmek, güneşin altında olmak... ne kadar da memnun olur bunlardan! dünyadaki en minnettar varlıklardır onlar, ayrıca en mütevazılarıdır. bilgeliktir bu, dünyevi bilgelik.”

    (kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=h15a_uMmp80 )
    1 ...
  4. fyodor mihailovic dostoyevski

    766.
  5. hakkındaki en doğru tespitlerden birini gene stefan zweig yapmıştır:

    “o kusurlarının başıboş bir şekilde fışkırmalarına izin vermiş, içgüdülerini, suça yönelik olanlarını bile kısıtlamamış, yaşamaya bırakmıştır. kusurlarını, hastalığını, kumarı, içindeki kötülüğü ve hatta şehveti seviyordu, çünkü o etin metafiziğiydi, sonsuzluğa yönelik bir haz istenciydi.”

    kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=p98WdwEXzTU
    2 ...
  6. gündüz vassaf

    55.
  7. iki kitabıyla ön plana çıkan yazar: cennetin dibi ve cehenneme övgü.

    yazar bu kitaplarında sürekli madalyonun öbür tarafına bakmaya ve tabuları yıkmaya çalışır. mesela ben gececi bir adamımdır. daha çok geceleri okur, yazar ve çalışırım ama nedense toplum hep “geç” yatanı suçlar, “erken” yatanı değil. “saat kaç oldu hala yatmadın mı?” annesinden bu lafı yememiş biri var mıdır? gündüzden çok geceyi sevmek suç mudur yani?

    ya da delilik kavramı mesela, kimdir deli? hastalıklı bir toplumda deli olmak daha sağlıklı bir şey değil midir? ya da hastalıklı bir toplumla uyum içinde yaşayan insanlar, aslında gerçek deliler olamaz mı?

    aşka bakalım… gündüz vassaf, aşk kavramını şöyle yorumluyor: “insanın sevdiğine sahip olma tutkusu aşkın kendisinden ağır basmaya başladığı an, bu aşk olmaktan çıkar artık.” katılıyorum çünkü sahip olma güdüsü tamamen egoyla alakalı bir durum, oysa sevgi paylaşmaktır. birinin birini yendiği, ezdiği ya da ona sahip olduğu bir savaş değildir aşk, onunla paylaştığı bir şeydir.

    kahramanlara karşı da şüphecidir yazar: “özgür insanın kahramanı olmaz” der. “çünkü kahramana duyduğumuz gereksinim, kendi içimizdeki güvensizlikten doğar.” buna da katılıyorum çünkü bir insan başka bir insanı ilahlaştırdığı an, hem ona hem de kendisine saygısızlık yapmış oluyor. evet bazı insanlar diğerlerine göre çok daha başarılı olabilir, ama en nihayetinde hepimiz ölümlü varlıklarız ve kimse süper kahraman olacak kadar değersiz değil.

    ya da tembellik hakkı mesela. bertrand russell diye bir filozof var, 70 sene önce "aylaklığa övgü" diye bir yazı yazmıştı. bu yazıda birçok insanın işsiz olmasına karşın geriye kalanların da aşırı çalıştırıldığını söylemişti. ayrıca herkesin daha fazla boş vakte ihtiyaç duyduğunu ve her gün saaaatlerce mesai yapmak yerine haftada yirmi saat çalışmanın yeterli olacağını iddia etmişti -ki gündüz vassaf da bu düşüncededir.

    kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=FhF_slebFjg
    0 ...
  8. emil michel cioran

    53.
  9. cioran 1911-1995 yılları arasında yaşamış, karamsarlığıyla ünlü rumen bir yazar ve filozoftur. kendisi de bir röportajında hep depresyon anlarında yazdığını söylemiş. “böyle zamanlarda yazmak, keyfimce tasarladığım bir tür tedavi haline geliyor.” demiş. “çünkü dans etmek istediğiniz zaman yazmazsınız.”

    aristoteles ‘katarsis’ diyordu bu arınma yöntemine. insanın özellikle bilinçdışına attığı, genelde onda üzüntü ya da öfke uyandıran hisleri dışavurması bu. bir köpeğin yarasını yalayarak, kendi kendini iyileştirmesi gibi bir şey. bazısı yazarak, bazısı çizerek, bazısı da besteleyerek yapar bunu. cioran da karamsarlığını yazarak aslında kendi kendini iyileştiriyordu.

    ve aslında ben de bir okuru olarak, rahatlıyorum onu okuduğumda, çünkü eski bir dostumla dertleşiyormuş gibi hissediyorum bu sırada. yani çift taraflı bir tedavi yöntemi gibi onun kitaplarını okumak. örneğin franz kafka da çok melankolik bir yazardı ama onu okuduğumuzda da bir rahatlık hissederiz, çünkü kötü de olsa, bize gerçeği karamsar yazarlar söyler genelde.

    son sözü gene cioran söylesin: “gerçek yalnız varlık, insanlar tarafından terk edilmiş olan değil, insanlar arasında acı çekendir.” (çürümenin kitabı'ndan)

    kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=pu8mzMtQx08
    3 ...
  10. takip edilesi youtube kanalları

    276.
  11. abonesi olduğum, edebiyat ve felsefe alanında içerik üreten youtube kanalları:

    dilozof felsefe üzerine yaptığı araştırmaları burada anlatıyor: tık

    ümid gurbanov özenle çevirdiği altyazılı belgeselleri ve röportajları burada yayınlıyor: tık

    küçük romancı kanalını yazar atölyesi gibi düşünebilirsiniz. yazıyla uğraşan insanlara önemli ipuçları veriyorlar: tık

    karavandaki adam isimli kanalda şiir performanslarına ve hızlı okuma tekniklerine yer veriliyor: tık

    okan bayülgen'in televizyonda okuduğu kitapları bu kanaldaki oynatma listesi üzerinden istediğiniz zaman açıp dinleyebilirsiniz: tık

    kalemkahveklavye kanalını yeni çıkan kitaplardan haberdar olmak takip edebilirsiniz: tık

    çeviri konuşmalar'da birçok yazar ve düşünürün röportajlarını türkçe altyazılarıyla izleyebilirsiniz: tık

    haluk tatar tarihi kitaplardan bahsettiği gibi zaman zaman yazarları da konuk olarak ağırlıyor: tık

    konuklu programları seviyorsanız listelist kanalından ercan kesal, küçük iskender, ali lidar ya da altay öktem gibi yazarların olduğu bölümleri izleyebilirsiniz: tık

    son olarak favorime gelmek istiyorum: babala tv - yeraltından notlar

    son bölümden başlamak için buradan buyurun: tık

    unutmamalıyız ki youtube enes pıtır'dan ya da türevlerinden ibaret değildir. onu nasıl kullanacağımız bize kalmıştır.
    4 ...
  12. minimalizm

    58.
  13. tüketim alışkanlıklarımızın karakterimizle ve kim olduğumuzla doğrudan bağlantısı var.

    başarı nedir senin için? dolgun bir maaşa, büyük bir eve, güzel bir arabaya hatta şöhrete sahip olmak mı? sence amacı ve anlamı olan bir yaşam gerçekten böyle bir şey mi?

    birçok insan parayla tüm arzularını tatmin edebileceğini sanar, oysa piyangoyu kazanan herkes uzun vadede mutsuz olmuştur. çünkü kim olduğumuz neye sahip olduğumuzla değil, ne yaptığımızla ilgilidir.

    alışveriş bağımlısı insanlar, içlerindeki boşluğu eşyalarla doldurabileceğini zannediyor –çünkü reklamlar! reklamların çoğu, bize aslında ihtiyacımız olmayan şeyleri satın aldırıyor. ve bunu iyi beceriyorlar, çünkü bize mutluluk vadediyorlar!

    yüzler hep gülüyor reklamlarda. bize, “mutlu olmak istiyorsan mutlaka bu çikolatayı yemeli ve bu koltukta oturmalısın!” diyorlar. aldığın son model telefonun kısa bir süre sonra yenisi çıkıyor. “artık eskidi o, bir de bunu al!” diyorlar sana.

    ya da ‘moda’ dediğimiz şey nedir allah aşkına? insanlar eskiden bir sıcak, bir de soğuk havaya göre giyinirdi, şimdi ise yılda tam 52 sezona göre kıyafetler üretilip pazarlanıyor. seni bir hafta sonra trend dışı kalmış gibi hissettiriyorlar ki gidip hemen yeni bir şey alasın.

    yani durum şu: ne kadar çok ve hızlı alışveriş yaparsak, onlar için o kadar karlıyız. oysa eşyaların kullanılamaz olduğu için değil de, artık sosyal açıdan bir değeri kalmadığı için çöpe atılması tam bir saçmalık! böyle mi olacak? ruhumuzdaki boşluğu böyle mi dolduracağız gerçekten?

    bu akılsızca tüketim sadece bize değil, doğaya da zarar veriyor. sürdürebilir enerji kaynaklarını geliştireceğimize, ne bileyim mesela daha fazla güneş ya da rüzgâr enerjisi kullanacağımıza daha fazla çöp üretiyoruz. oysa platon, “önemli olan en çok şeye sahip olmak değil, en az şeye ihtiyaç duymaktır.” demişti.

    "less is more" diye bir tabir var. bunu türkçe’ye az, çoktan iyidir ya da az ama öz diye çevirebiliriz. işte minimalizmin kaynağı tam da burada yatar. mesela benim için miktar değil, işlev önemlidir. giymekten keyif almayacağım onlarca ceket yerine 1-2 tane güzel ceketimin olması kâfi. akıllı ama eski model bir cep telefonuna sahibim ve bu bana yetiyor. elbette yaşamak için para kazanmam gerekiyor ama ihtiyacım olandan daha fazlasına, en fazlasına sahip olmak için kendimi yiyip bitirmiyorum ya da ünlü olmak, instagram’a koyacağım bir fotoğrafın on binlerce beğeni almasını sağlamak gibi kaygılarım yok, çünkü biliyorum ki hayatımın anlamını ve amacını bu boktan şeyler veremez bana.

    evet, insan doğası gereği hırslıdır –ve bu iyidir de, çünkü bazen bu hırs tutar bizi hayatta. ancak hırsımızı ve tutkularımızı, kendimizi ve çevremizi daha iyi bir hale getirmek için kullanmalıyız. işte minimalizmin özeti budur.
    1 ...
  14. soren kierkegaard

    92.
  15. Kierkegaard ölümle çok genç yaşta tanışmış. 25 yaşına geldiğinde, bir ağbisi dışında tüm kardeşleri, annesi ve babası ölmüş. Ardından mizahın ve kahkahanın, hayatın acımasızlığına verilebilecek en mantıklı tepki olduğunu fark etmiş.

    'Hayat' demiş, 'yalnızca geriye dönük bir şekilde anlaşılabilir, ancak ileriye dönük bir şekilde yaşanmalıdır.' Ve absürde sığınmış, çünkü ancak ironik, sarkastik ve absürd bir yaşam bizi bu hayatın acılarından ve sıkıcılığından kurtarabilir diye düşünmüş.
    Dolayısıyla yazdığı kitaplarda da hayatla ilgili en ciddi meseleleri bile komik bir dille anlatmış. 'Karanlıktaki kahkaha' diyebilirsiniz buna; yazdıkları dünya üstündeki milyonlarca yalnız insana merhem olmuş ve olmaya da devam etmekte.

    Dolayısıyla Kierkegaard'ın varoluşçu olduğunu söyleyebiliriz. Albert Camus de şöyle diyordu mesela: 'Yaşamın anlamsız olduğuna karar vermek ile yaşanılmaya değmez olduğuna karar vermek arasında fark vardır. Yaşam anlamsızdır, ancak yaşamaya değerdir.'

    Bir de günümüz filozoflarından Yıldız Tilbe var. O da bir şarkısında demiş ki: 'kendimden çıktım yola bir yere varamadım.' Bir ara bunu da konuşalım.

    (Kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=h15a_uMmp80 )
    2 ...
  16. iz bırakan kitap cümleleri

    7759.
  17. "insanlığa olan sevgim arttığı ölçüde kişilere olan sevgim azalıyor. sık sık insanlığa hizmet yolunda büyük işler başarmayı düşlüyorum, gerçekten de insanların mutluluğu uğruna çarmıha gerilmeye bile giderim belki, ama öte yandan bir insanla aynı odada iki gün yalnız kalmaya dayanamam, bunu deneyimlerimden biliyorum. birisi bana bu kadar yakın olunca onurum eziliyor, özgürlüğüm kısıtlanıyor. gelgelelim, kişilerden nefret ettiğim ölçüde insanlığa olan sevgim artıyor!" (bkz: karamazov kardeşler)
    2 ...
  18. yeraltı edebiyatı

    139.
  19. nedir bu yeraltı edebiyatı? nerede, ne zaman ve hangi şartlarda ortaya çıkmıştır?

    önce 1929’a bir gidelim. bu sırada amerika, tarihinin en büyük ekonomik bunalımıyla karşı karşıyaydı. (bkz: büyük buhran) 4000’e yakın banka iflas etmiş, her dört kişiden üçü işsiz kalmış ve piyasada para kalmadığı için insanlar alışverişlerini yeniden takas yöntemiyle yapmaya başlamıştı.

    on sene böyle geçtikten sonra ise 2. dünya savaşı başladı. 1945’te amerika üçer gün arayla hiroşima ve nagazaki’ye atom bombası atmış ve bir anda yüzbinlerce kişinin ölümüne sebep olmuştu.

    işte böyle bir dönemin içinde doğdu beat kuşağı. amerikan rüyasının çöktüğünü gören gençler aile-ev-araba gibi hayallerin değil de maceranın, gerçek yaşamın peşinden gitmek istemişti. önce 1956’da allen ginsberg’den ‘uluma’ (howl) adında uzun ve çarpıcı bir şiir geldi. bu şiir beat kuşağı’nın manifestosu sayıldı.

    bir sene sonra ise, “özgürlüğünüzde ısrar ediyorum!” diyen jack kerouac’ın ‘yolda’ (on the road) isimli romanı basıldı. ve işte o zaman bu beat kuşağı denen akım duyulmaya ve gelişmeye başladı. gerçek bir yaşamöyküsüne dayanan ‘yolda’ romanında bir grup gencin tüm amerika’yı baştan aşağıya gezmesi anlatılıyor. ki zaten genelde beat kuşağı yazarları eserlerini yollarda üretip yazmıştır.

    jack kerouac, allen ginsberg, william burroughs ya da richard brautigan gibi yazarlar, kendi hallerinde oradan oraya sürüklenirken serserilik ve boşvermişlikle eleştiriliyordu, ancak aslında kitaplarında ırkçılık, cinsiyet eşitsizliği ya da sınıf ayrımcılığı gibi toplumsal sorunlarla da ilgileniyorlardı. öyle büyük laflar edip, acayip edebi cümleler kurmazlardı, sokak diliyle yazar ve sokak çocukları gibi yaşarlardı.

    özlerinde yatan felsefi akım varoluşçuluktu. hani rasyoneller, “düşünüyorum, öyleyse varım” derken, romantikler “hissediyorum, öyleyse varım!” der ya, işte beat kuşağı yazarlarında böyle bir anlam arayışı ve melankoliyle karışık bir yaşam coşkusu vardı.

    ben mesela profesyonel insanlara acıyorum. ağlamazlar, gülmezler. ilişkileri sevgi değil çıkar üstünedir. işleri yolunda gider, ancak tutkuları yoktur. herkesin dikkatini çeker, gözüne girerler, ancak aslında ölü doğmuşlardır. beat kuşağı da işte bu profesyonelliğe ve tekdüze yaşamlara karşı bir alternatif olarak ortaya çıktı.

    ertesi yıllarda, 1965’de amerika’nın vietnam işgali başlarken, beat kuşağı’nın etkisiyle hippiler (çiçek çocuklar) ortaya çıkmış, 60’ların sonuna doğru on binlerce genç akın akın hindistan’a doğru yola çıkmaya başlamıştı. çünkü sıkılmışlardı batı’nın sınırlarından ve doğu felsefesine, budizm’e yönelmeye başlamışlardı.

    sadece edebiyatta değil, müzikte de ciddi yansımaları oldu bu akımın. mesela o yıllarda ortaya çıkan jim morrison, janis joplin, bob dylan, jimi hendrix ya da john lennon gibi müzisyenler her fırsatta bu akımdan ne kadar etkilendiklerini belirtiyordu.

    (kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=HVUkYAgfIfI )
    0 ...
  20. beat kusagi

    13.
  21. nedir bu beat kuşağı edebiyatı? nerede, ne zaman ve hangi şartlarda ortaya çıkmıştır?

    önce 1929’a bir gidelim. bu sırada amerika, tarihinin en büyük ekonomik bunalımıyla karşı karşıyaydı. (bkz: büyük buhran) 4000’e yakın banka iflas etmiş, her dört kişiden üçü işsiz kalmış ve piyasada para kalmadığı için insanlar alışverişlerini yeniden takas yöntemiyle yapmaya başlamıştı.

    on sene böyle geçtikten sonra ise 2. dünya savaşı başladı. 1945’te amerika üçer gün arayla hiroşima ve nagazaki’ye atom bombası atmış ve bir anda yüzbinlerce kişinin ölümüne sebep olmuştu.

    işte böyle bir dönemin içinde doğdu beat kuşağı. amerikan rüyasının çöktüğünü gören gençler aile-ev-araba gibi hayallerin değil de maceranın, gerçek yaşamın peşinden gitmek istemişti. önce 1956’da allen ginsberg’den ‘uluma’ (howl) adında uzun ve çarpıcı bir şiir geldi. bu şiir beat kuşağı’nın manifestosu sayıldı.

    bir sene sonra ise, “özgürlüğünüzde ısrar ediyorum!” diyen jack kerouac’ın ‘yolda’ (on the road) isimli romanı basıldı. ve işte o zaman bu beat kuşağı denen akım duyulmaya ve gelişmeye başladı. gerçek bir yaşamöyküsüne dayanan ‘yolda’ romanında bir grup gencin tüm amerika’yı baştan aşağıya gezmesi anlatılıyor. ki zaten genelde beat kuşağı yazarları eserlerini yollarda üretip yazmıştır.

    jack kerouac, allen ginsberg, william burroughs ya da richard brautigan gibi yazarlar, kendi hallerinde oradan oraya sürüklenirken serserilik ve boşvermişlikle eleştiriliyordu, ancak aslında kitaplarında ırkçılık, cinsiyet eşitsizliği ya da sınıf ayrımcılığı gibi toplumsal sorunlarla da ilgileniyorlardı. öyle büyük laflar edip, acayip edebi cümleler kurmazlardı, sokak diliyle yazar ve sokak çocukları gibi yaşarlardı.

    özlerinde yatan felsefi akım varoluşçuluktu. hani rasyoneller, “düşünüyorum, öyleyse varım” derken, romantikler “hissediyorum, öyleyse varım!” der ya, işte beat kuşağı yazarlarında böyle bir anlam arayışı ve melankoliyle karışık bir yaşam coşkusu vardı.

    ben mesela profesyonel insanlara acıyorum. ağlamazlar, gülmezler. ilişkileri sevgi değil çıkar üstünedir. işleri yolunda gider, ancak tutkuları yoktur. herkesin dikkatini çeker, gözüne girerler, ancak aslında ölü doğmuşlardır. beat kuşağı da işte bu profesyonelliğe ve tekdüze yaşamlara karşı bir alternatif olarak ortaya çıktı.

    ertesi yıllarda, 1965’de amerika’nın vietnam işgali başlarken, beat kuşağı’nın etkisiyle hippiler (çiçek çocuklar) ortaya çıkmış, 60’ların sonuna doğru on binlerce genç akın akın hindistan’a doğru yola çıkmaya başlamıştı. çünkü sıkılmışlardı batı’nın sınırlarından ve doğu felsefesine, budizm’e yönelmeye başlamışlardı.

    sadece edebiyatta değil, müzikte de ciddi yansımaları oldu bu akımın. mesela o yıllarda ortaya çıkan jim morrison, janis joplin, bob dylan, jimi hendrix ya da john lennon gibi müzisyenler her fırsatta bu akımdan ne kadar etkilendiklerini belirtiyordu.

    (kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=HVUkYAgfIfI )
    0 ...
  22. psikiyatri

    64.
  23. albert einstein, “Delilik, aptallıktan şüphesiz daha iyidir.” demişti. Şu an dâhi olduğunu düşündüğümüz çoğu insan zamanında deli olarak yaftalanmıştı. Oysa hastalıklı bir toplumda deli olmak kulağa daha sağlıklı gelmiyor mu? Ya da hastalıklı bir toplumla uyum içinde yaşayan insanlar, aslında gerçek deliler olamaz mı? Tüm bu sahteliğin içinde delilikten daha gerçekçi ne olabilir?

    'Delilik Nedir?' isimli kitabın yazarı darian leader şöyle bir soru sorar: “Hastaya kendi değer sistemini ve normallik anlayışını aşılamaya çalışan bir klinisyen, yerli halkları kendi çıkarı için eğitmeye uğraşan bir sömürgeciden ne kadar farklıdır?” michel foucault da 'Hapishanenin Doğuşu'nda 'delilerin' bireysellikleri ve benlikleri çiğnenerek tekdüze insanlar haline getirildiğini söyler.

    Erasmus, 'Deliliğe Övgü' isimli kitabında, “En mutlu insanlar akılla bağlantılarını koparanlardır.” der. 'Normalliğin Deliliği' isimli kitapta ise şöyle bir soru çıkar karşımıza: “Nasıl oluyor da normal insan bu kadar yıkıcılığa neden oluyor?”

    Dolayısıyla şayet sözde normallik yıkıcılığa neden olurken delilik yaratıcılığı besliyorsa, ben deliliğin tarafındayım. Ancak şunu da unutmamalıyız ki, tüm o deneylere ya da eleştirilere rağmen psikiyatri çok çok önemli bir bilim dalıdır. Nasıl zatürre gibi, menenjit gibi hastalıklar varsa, akıl hastalıkları da vardır ve bunlar uygun tedaviyle, doğru ilaçlarla geriletebilecek, belki de tamamen iyileştirilebilecek hastalıklardır. Ancak bu, bazı psikiyatrik tanı ya da tedavi yöntemlerini eleştiremeyeceğimiz anlamına gelmez.
    1 ...
  24. psikiyatri

    63.
  25. Size psikiyatri dünyasının en sıra dışı deneyini anlatayım...

    1973’te David Rosenhan adlı bir psikolog şöyle bir soru atıyor ortaya: “Bir insanın akıl sağlığının yerinde olup olmadığı ve akıl sağlığının derecesi kesin olarak anlaşılabilir mi?” Ardından Rosenhan, psikiyatri tanılarının güvenilirliğini test etmek için şöyle bir deneye başlar:
    Amerika’da 5 farklı eyaletten 8 tane sahte hasta, olmayan sesler duyduklarını söyleyerek birbirlerinden tamamen farklı hastanelere müracaat eder. Bu hastaneler arasında devlet klinikleri de, üniversite hastaneleri de, özel hastaneler de vardır. Başka herhangi bir hastalık belirtisi sergilemezler ve isimleri ve meslekleri dışında hayatlarındaki hiçbir detayı yanlış aktarmazlar. Bu yalancı hastaların 7’sine şizofreni, birine de manik-depresif psikoz tanısı konur ve hastaneye yatırılırlar.
    Hastaneye yatırıldıktan sonra günlük hayatlarındaki gibi tamamen normal davranırlar. Hatta önceden anlaştıkları üzere, hepsi artık gaipten sesler duymadıklarını söyler, ancak doktorlar bir türlü onların iyileştiklerine inanmaz.
    Bu sırada kliniklerde yatan 118 gerçek hastadan 35’i, grubun bazı üyelerine “Sen deli olamazsın, herhalde hastaneyi teftişe gelen bir gazeteci ya da profesörsün” der. Yani doktorların fark edemediği durumu hastalar hemen çakar.
    Sonuç olarak hastaneden en erken çıkan sahte hasta, bir hafta yatar. En uzunu ise tam 52 gün klinikte tutulur.
    Teşhisleri ise, 'gerileme durumunda paranoyak şizofreni' olur.

    Ortalık karışır tabii, deneye hak verenler kadar karşı çıkanlar da olur. Ardından bence bu deneyin en ilginç kısmı başlar.

    Bir başka hastane yönetimi Rosenhan’a meydan okuyarak der ki: “Biz bu oyunu bozarız! Ne zaman, nasıl ya da kim olursa olsun, o deneklerden bize de gönder, bak gör onları nasıl yakalıyoruz.”
    “Tamam lan!” der bizimki. “Size önümüzdeki 3 ay boyunca sahte hastalar göndereceğim, bakalım onları ayırt edebilecek misiniz?”
    3 ay sonra Rosenhan, yeni yatırılan 193 hasta ile ilgili formları inceler. Doktorlar hastaneye başvuran 193 hastadan 41’inin yalancı hasta olduğunu düşünmektedir. Ayrıca başka 42 kişiden de şüphe duymaktadır. Çarpıcı olan ise, Rosenhan’ın hastaneye aslında hiç sahte hasta göndermemiş olması.

    Bu deney sonucunda 'Akıl Hastalıklarının Tanıları' kitabı yeniden düzenlenir ve Rosenhan, psikiyatrinin bugünkü standartlarına ulaşmasında dönüm noktalarından biri olarak kabul edilir. Örneğin artık tanı konmadan önce hastaların mutlaka birden fazla belirti göstermesi gerekiyor.
    Son olarak bir film önerisinde de bulunayım: one flew over the cuckoo's nest

    (Kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=QhAjtfhQG64 )
    3 ...
  26. kitap alıntıları

    3902.
  27. “Sonuçta hepimiz hayatta kalanların çocukları değil miydik? Savaşlar, depremler, katliamlar, salgınlar ve felaketlerden sağ çıkanların çocukları… Katillerin, yalancıların, muhbirlerin, batan bir gemiden ilk kaçanların ve bir başkasının elindeki can simidini söküp alanların çocukları… Sağ kalmayı bilmiş olanların… Sağ kalmak için her şeyi, ama her şeyi göze almış olanların… Bugün hayattaysak eğer, soy ağacımızdan birileri ‘Ya o, ya ben!’ dediği için değil miydi? Belki de bu kötülüğün ağır basması bile değildi. Doğal olandı… Sadece bize çirkin geliyordu, ama doğada çirkinlik diye bir şey yoktu…”

    hakan günday - daha
    1 ...
  28. haiku

    65.
  29. Dünyadaki en kısa şiir biçimidir. Kökeni 16. yüzyıl ve Japonya'dır. Genelde sadece üç dizeden oluşur ve sanki ân’ın içinde olup bitiyormuş gibi bir hissiyat uyandırır. “Gerçek bir Haiku su gibi duru olmalı” derler. “Ve ne demek istediğini tam olarak vermeli.”
    Şu örneğe bir bakalım mesela: “Damda zıplıyor serçe, ayakları ıslakça.” Başta anlamsız gibi geliyor cümle, ama sonra kuşun ayak izlerini görür gibi oluyorsun zihninde. Ardından o birkaç sözcük, sana o gün durmadan yağan yağmuru ve ıslak çam yapraklarının kokusunu da düşündürtüyor. Yani, az sözcükle çok duygu uyandırabilmek, Haiku’ların olayı bu.
    Bir örneğe daha bakalım: “Yürü öylece, çıkmaz yollara girip, çıkma bir daha.”

    Sözcüklerin dünyasını hep çok ilgi çekici buldum. “Mutluluk nasıl dayanıksız!” dizesini yazmış bir Cemal Süreya ya da “Yalnız bile değilim” diyen bir Edip Cansever nasıl sevilmez ki?
    Peki, biz nasıl konuşuyoruz ana dilimizi? Türkçe gibi kıymetli ve şiirsel bir dilin hakkını veriyor muyuz? Yoksa günde sadece 15-20 tane farklı sözcük kullanıp işin kolayına mı kaçıyoruz?

    (Kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=GpSaKDssZ64 )
    0 ...
  30. friedrich wilhelm nietzsche

    1368.
  31. Tanrı öldü derken ne demek istemişti?

    Bir kere Tanrı öldü demek Tanrı yok anlamına gelmez. Zaten bir şeyin ölmesi için, önce yaşaması gerekir. Dolayısıyla yaşamış bir şeye, 'yok' diyemezsin.
    Tanrı, özünde senin kimliğindir. O, senin en iyi versiyonundur ve içindeki Tanrı, olmaya çalıştığın, olman gereken kişidir. Dolayısıyla "Tanrı öldü! Onu biz öldürdük!" diyen Nietzsche, kendi hırslarımız uğruna öldürdüğümüz Tanrı’dan bahsediyordu.
    Burada tabii dönemin kilise otoritesine de bir eleştiri var. Nietzsche kraldan çok kralcı olan din adamlarının Tanrıyla insanları korkutmasına ve onlara hükmetmeye çalışmasına karşıydı. Yani aslında özünde sevgi ve bağışlama olan Tanrı’nın, insanlar tarafından çarpıtılarak kendi bağlamından kopartıldığını kastediyordu Nietzsche.

    (Kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=bAqWrW31DiE )
    0 ...
  32. friedrich wilhelm nietzsche

    1367.
  33. Hayatındaki dönüm noktası:

    1889’un Torino sokaklarında, Nietzsche düşünceli adımlarla dolanıyordu. O zamanlar tabii her yerde at arabaları var, ulaşımın çoğu bu şekilde sağlanıyor. Nietzsche öylece yürürken köşe başında bir kabalıkla karşılaşır. Bu kalabalık, aldığı tüm kırbaç darbelerine rağmen hareket etmeyi reddeden bir atı izlemektedir.
    Derken, öfkeden kuduran faytoncu, kalabalıktan da aldığı gazla kırbaç darbelerini iyice arttırır; hatta bunu öyle abartır ki, at yorgun düşüp yere çöker. Nietzsche kalabalığın arasından koşarak sıyrılır ve faytoncuyu durdurup atın yanına kıvrılır. Boynuna sarılır onun, gözlerinin içine bakmaya çalışır. Ve tam ona ağlayarak bir şeyler söylerken, bilincini yitirip bayılır. Nietzsche bu olaydan sonra tam on yıl boyunca kimseyle konuşmaz, akıl hastanesine yatırılır ve ölür.

    “Dünya hassas kalpler için cehennem gibidir” demişti Goethe. Nietzsche de o asi bıyıklarının altında, böyle bir duygusallık barındırıyordu aslında. Milan Kundera, Var olmanın Dayanılmaz Hafifliği’nde Nietzsche’nin bu eylemini şöyle değerlendirir: “Gerçek insan iyiliği, ancak karşısındaki güçsüz bir yaratıksa bütün saflığıyla ortaya çıkabilir. insan soyunun gerçek ahlaki sınavı, onun merhametine bırakılmış canlılara olan davranışlarında gizlidir.” Mesela hayvanlara...

    (Kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=DTqJNTNoldE )
    0 ...
  34. covid 19

    69.
  35. Kötü haber, italya'da 31. günde 27.980 vaka vardı, bizde ise 47.029. Yani neredeyse iki katı.
    iyi haber ise, oradaki 31. gündeki vefat sayısı 2.158 iken, bizde 1.006. Yani yarısı kadar.

    Daha detaylı bir kıyaslama için: https://i.imgyukle.com/2020/04/10/QCSHuc.jpg
    1 ...
  36. friedrich wilhelm nietzsche

    1366.
  37. insanın kendini bilmesi üzerine şahane bir öyküsü vardır:

    Bir gün deniz kıyısında ihtiyar bir taşçı, bir kayayı yontmaktadır. Bu sırada güneş onu yakıp kavurur. Adam Tanrı’ya yakarır: –Keşke güneş olsaydım– diye. “Ol” der Tanrı. Adam güneş oluverir. Fakat bulutlar gelir, örter güneşi; hükmü kalmaz.
    Ardından bulut olmak ister. “Ol” der Tanrı. Güneşten buluta dönüşür. Rüzgâr alır götürür bulutu, rüzgârın oyuncağı olur. Bu kez de rüzgâr olmak ister. Ona da “Ol” der Tanrı.
    Buluttan rüzgâra dönüşünce her yere egemen olur, fırtına olur, kasırga olur. Her şey karşısında eğilir. Ama tam keyfi yerindeyken koca bir kayaya rastlar. Oradan eser, buradan eser, kaya bana mısın demez! Tanrı kaya olmasına da izin verir. Dünyaya karşı dimdik ve güçlü durmaktadır artık.

    Derken sırtında bir acı ile uyanır.

    ihtiyar bir taşçı, kayayı yontmaktadır.

    (Kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=bOTyEL2ETY4 )
    0 ...
  38. covid 19

    68.
  39. günün güzel haberi israil'den geldi. kovid-19 tanısı konan ve durumları ağır olan 6 hastanın tamamı kök hücre tedavisiyle iyileşmiş.

    kaynak: http://www.cumhuriyet.com...n-tamami-iyilesti-1732139
    2 ...
  40. franz kafka

    843.
  41. kafka 6 çocuktan ilkiydi. 2 kardeşini bebekken kaybetti, diğer 3 kardeşi ise naziler tarafından öldürüldü. yani kafka tüm kardeşlerini gömdü ve yapayalnız kaldı. babası ise kaba ve cahil bir adamdı, kafka'yı yeterince 'erkek' olmamakla, pasiflikle suçluyordu. doğru, kafka düşünceli ve soğuk bir çocuktu ve hayatı boyunca kendini babasına kabul ettirmeye, sevdirmeye çalıştı, ama başarısız oldu. onunla konuşmaya bile çekindiği için, yıllar sonra uzun bir mektup yazdı babasına, ama o mektubu göndermeye hiçbir zaman cesaret edemedi. (bkz: babaya mektup) herhalde bir çocuk için en b.ktan şey olsa gerek, kendi ailesinden bile kabul görmemek.

    kafka üniversitede hukuk okudu, ama yıllar boyunca b.ktan bir sigorta şirketinde basit bir evrak memuru olarak çalıştı. ardından verem oldu ve işten çıkmak zorunda kaldı. hayatının son 7 yılını farklı hastanelerde yatarak geçirdi. klişe ama, tek başına ve beş parasız öldü, çünkü dava ve şato gibi meşhur romanları, öldükten sonra yayınlandı. ki kitaplarının yakılmasını istemişti aslında, çünkü kimse anlamamıştı onu yaşamında.

    bu kafka’nın gerçek hayat öyküsüydü, şimdi bir de, dönüşüm’de yarattığı karaktere, gregor samsa’ya göz atalım.

    bir sabah uyanıyorsun, sırt üstü yatarken arkanda kocaman bir kabuk hissediyorsun. sağa sola dönmeye çalışıyorsun olmuyor, baya hamam böceğine dönüşmüşsün. ama o halde bile ilk olarak, “ulan işe nasıl gideceğim şimdi?” diye düşünüyorsun, “patrona ne diyeceğim?” çünkü ne halde olduğunun bir önemi yok, sistem senden ne pahasına olursa olsun işe gitmeni bekliyor ve sen her zaman kendinden çok, o işi düşünüyorsun. aynı o sigorta şirketinde çalışmak zorunda olan kafka gibi.

    buradaki bir diğer metafor da bireyin kendine yabancılaşması tabii. yaşamın tüm o koşuşturması içinde kendinden o kadar uzaklaşıyorsun ki, bir sabah böcek olarak uyandığında bile, “ben neden bu haldeyim?” diye sormuyorsun, “bacaklarımı nasıl hareket ettireceğim?” diye soruyorsun. aynı bugünkü yaşamlarımızda, “hayatın anlamı ne?” diye sormak yerine, “bugün ne kadar para kazandım?” diye sormamız gibi. yani hiçbirimizin böcekten farkı yok aslında.

    kitaptaki bir diğer üzücü detay da, o evde insan olmayı hak eden bir tek gregor’dur aslında. çünkü iyi bir adamdır o, ev halkı ise kaba ve cahil insanlarla doludur. babası onu sopayla kovalar mesela ya da kız kardeşi bir böcek olarak gregor’u görünce korkudan bayılır. ama gregor her şeye rağmen kendini onlara kabul ettirmeye, sevdirmeye çalışır. aynı kafka’nın babasına yapmaya çalıştığı gibi.

    ama elbette onu kabullenemezler ve kitabın sonunda gregor’u süpürüp çöpe atarlar. çünkü nankördür insanlar ve artık işlerine yaramayan bir şeyi yok edip ortadan kaldırmaktan çekinmezler. sonuç olarak zayıf soluğu burun deliklerinden son kez çıkan gregor, kırgın bir şekilde gider bu dünyadan, gene aynı kafka gibi.

    dolayısıyla, şahsen, okuduğum bir kitabı yazarından bağımsız düşünmüyorum. ve bu arada, beyler bayanlar, evde gördüğünüz hamam böceklerini falan öldürmeyin, ne olur ne olmaz, belki gregor samsa’dır.

    kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=KMGteJkPKBE
    1 ...
  42. sokrates

    258.
  43. antik yunan felsefesi’nin kurucusudur. yani dostoyevski edebiyatta neyse, sokrates de felsefede öyle bir dönüm noktasıdır. dolayısıyla dostoyevski psikologların psikoloğuyken, sokrates filozofların filozofudur. platon onun öğrencisiydi mesela…

    çünkü sokrates’ten önceki filozoflar daha çok bilim insanı gibi takılıyormuş. dolayısıyla "dünya dönüyor mu? güneş her gün nasıl doğuyor?" ya da "suyun bileşenleri nedir?" gibi sorularla ilgileniyorlarmış. sonra sokrates çıkıp, "iyi tamam da neden hayattayız .mına koyayım? yaşamın anlamı ne?" diye sormaya başlayınca çarşı karışmış.

    çarşı harbiden karışmış, çünkü sokrates çıplak ayaklarla dolaşan, nadiren duş alan toplum dışı bir adamdı ve çarşı pazar dolanıp karşılaştığı insanlara hayatın anlamını sorardı. sebebi ise tuhaf bir şekilde, filozofun kitaplara 'karşı' olmasıydı. o, kitapları didaktik bulurdu ve oturup kitap yazmak yerine insanlarla yüz yüze konuşmayı ve bilge olmasına rağmen cevap vermektense sürekli yeni sorular sormayı tercih ederdi. öyle ki sokrates hiç kitap yazmamıştır, ancak neyse ki platon onun diyaloglarını yazarak kitaplaştırmıştır.

    sürekli, “sorgulanmamış bir hayat yaşamaya değmez.” derdi. kalıplaşmış düşünceleri sorgular ve azınlıkta kalan fikirleri önemserdi. sonra birkaç kişi, onu gençlere kötü örnek olduğu bahanesiyle şikâyet etti. bunun üzerine sokrates mahkemeye çıkartıldı ve ölüme mahkûm edildi. ona felsefeyi bırakırsa canını bağışlayacaklarını söylediler, ama o tam aksine, tarihe geçecek bir savunma yaptı —ve öldü. çıkarıldığı mahkemede yaptığı savunma, gene platon tarafından sokrates'in savunması olarak kitaplaştırıldı.

    peki onu şikâyet edenlere ne oldu dersiniz? birkaç yıl sonra atina’dan sürüldüler. bazılarının intihar ettiği de söyleniyor, çünkü bu olaydan sonra kimse onlarla konuşmamış. yani atinalılar büyük bir hata yaptığını fark eder, ama artık iş işten geçmiştir. gene de bugün kimse o şikayetçi puştları hatırlamıyor ama biz 2.500 yıldır sokrates’i okumaya devam ediyoruz.

    kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=Zqf_1YE5Jzs
    0 ...
  44. günün şiiri

    2640.
  45. "Ve insanlar evde kaldılar,
    kitap okudular ve dinlendiler.
    Sanat yaptılar, oyun oynadılar
    ve yeni varoluş yollarını öğrendiler.
    Durdular.
    Daha derinden dinlediler,
    biri meditasyon yaptı,
    biri dua etti,
    biri dans etti,
    diğeri kendi gölgesini keşfetti.
    insanların düşünceleri değişti.
    iyileştiler.
    Cahilce, tehlikeli, anlamsız ve vicdansızca yaşayan insanların yokluğunda
    dünya iyileşmeye başladı.
    Ve tehlike sona erdiğinde
    insanlar ölüleri için ağladılar.
    Ve yeni kararlar aldılar,
    yeni bir dünya hayal ettiler,
    yeni yaşam biçimleri yaratıp
    dünyayı tamamen iyileştirdiler.
    Tıpkı kendilerini iyileştirdikleri gibi."

    Yazar: Kathleen O’Meara
    2 ...
  46. jean paul sartre

    417.
  47. “insan özgürlüğe mahkûmdur” gibi şahane bir cümlenin yazarıdır.

    Çünkü insan kendi kendini yaratmamıştır. Dünyaya fırlatılmış, doğmuş ve ölecektir. Fakat diğer yandan da özgürdür, çünkü iradesi vardır ve seçim yapma ya da yapmama hakkına sahiptir, ancak elbette bu da insanı 'sorumlu' kılar. Çünkü insan aldığı her kararda sadece kendisine karşı değil, insanlığa karşı da sorumludur.

    Örneğin dişlerini fırçalarken musluğu kapatmayan bir insan daha fazla su faturası ödemek zorunda kalacağı gibi, aynı zamanda dünyadaki su kaynaklarını da boşuna tüketmiş olur. Yani çok basit bireysel bir eylem bile toplumsal bir sonuca neden olabilir. (bkz: evde kal)

    Dolayısıyla Sartre, “insan özgürlüğe mahkûmdur” derken özgürlüğün güzel olduğunu, ancak her güzel şey gibi beraberinde önemli sorumluluklar da getirdiğini söyler. Benim bundan çıkarımım şöyle özetlenebilir: Özgür olmak yetmez, akıllı ve iyi bir insan olmak da gerekir.

    (Kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=h15a_uMmp80 )
    2 ...
  48. gabriel garcia marquez

    206.
  49. marquez, 1928’de kolombiya’nın küçük bir kasabasında doğdu. yoksul bir ailesi vardı, hukuk öğrenimini yarım bıraktıktan sonra gazetecilik yapmaya ve öykü yazmaya başladı.

    2001’de the guardian’a verdiği röportajda yoksulluğunu şöyle anlatmıştı: "1966’da eşim mercedes’le birlikte, yüzyıllık yalnızlık’ın özgün elyazmalarını arjantin’deki bir yayınevine göndermek için postaneye gittik. dosya 590 sayfaydı. postane görevlisi paketi tartının üzerine koydu ve şöyle dedi: ‘borcunuz 82 peso.’ eşim kâğıt paralarını saydı, cüzdanındaki bozuklukları çıkarttı ve beni durumun gerçeğiyle yüzleştirdi: ‘bizde sadece 53 peso var.'

    yüzyıllık yalnızlık basıldıktan sonra dünyada milyonlarca sattı. marquez, 1982’de nobel edebiyat ödülü’ne layık görüldü ve 2014’te, meksika’da hayata veda etti. sonra kolombiya hükümeti ne yaptı biliyor musunuz? bir zamanlar yazdığı romanı değerlendirmeye alsınlar diye yayınevine postalayacak parası bile olmayan marquez’in fotoğrafını 50 bin pesoluk banknotlara bastılar. https://i.imgyukle.com/2020/04/06/JdWDAR.jpg şahane değil mi?

    latin amerika’nın en önemli yazarlarından biri olan marquez büyülü gerçekçilik akımından geliyordu. peki nedir bu büyülü gerçekçilik?

    bu, gerçekle düşün bir arada olması gibi bir şey. örneğin realist metinlerde mantık ve neden sonuç-ilişkisi varken büyülü gerçeklikte mitler, efsaneler, metafizik ve hayal gücü ön plana çıkar.

    ancak bu tür metinler tamamen gerçekdışı da değildir; daha çok, 'farklı bir gerçekliği' barındırır içinde. mesela, 'hayal' dünyasında yaşayan bir insanın 'gerçek' dünyasını anlatması ve ikisinin iç içe geçmesi gibi. bu türde daha fazla okuma yapmak isterseniz jorge luis borges, haruki murakami, italo calvino, latife tekin ya da ihsan oktay anar gibi yazarların kitaplarına da bir göz atmanızı öneririm.

    kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=k9bGY2UZzPw
    2 ...
  50. stoacılık

    26.
  51. stoacılık antik yunan ve roma’da gelişmiş bir felsefedir. 'stoik' sözcüğü ise 'acıya dayanıklı' anlamında kullanılmaktadır. peki neden? nasıl? nasıl beceriyorlar acıya dayanmayı?

    öncelikle, stoacılar başlarına gelen kötü olayları ya da edindikleri kötü tecrübeleri kendilerini geliştirmek için birer fırsat olarak görürler. bu konuyla ilgili epiktetos şöyle söylemiş: “ıstırap yaşamdaki olaylardan değil, onları değerlendirme biçimimizden ortaya çıkar.”

    ve bunun sonucunda şöyle bir ters psikoloji geliştirmişler: mesela insanlar canları sıkkın olduğunda ve işler kötü gittiğinde, "her şey yoluna girecek, her şey düzelecek" diye teselli eder ya kendini, stoacılar öyle yapmıyor. onlar bu avuntuların insanı sadece oyaladığını düşünüyor ve "her şey düzelecek" yerine, "her şey daha kötü olabilir, daha da zor günler gelebilir" diye düşünüyorlar.

    yalnız dikkat, burada kötümser olmaktan bahsetmiyorum, o bambaşka bir şey. bu daha çok, gerçekçi ve hazırlıklı olmak gibi bir şey. stoacılar bu şekilde kendilerini en kötü durum senaryolarına hazırlayarak, aslında karşılaşabilecekleri her türlü trajedi için önceden hazırlanmış oluyor ve dayanma, karşı koyma güçlerini geliştiriyorlar. ayrıca ne kadar kötü bir vaziyette olursa olsunlar, böylece an’ın tadını çıkartmaya da devam edebiliyorlar.

    stoacıların görüşlerine göre, “olan her şey, öyle olması gerektiği içindir.” hem, kontrol de bir yanılsama değil midir zaten? her an her şeyi kontrol edebilir miyiz gerçekten? yani hayatı biraz da akışına bırakmak daha güzel olmaz mıydı? zaten her şey dört dörtlük olsa bile -ki bu çok sıkıcı olurdu- illa ki bir şey (bkz: covid 19) çıkıp tüm planlarımızı alt üst etmez mi?

    dolayısıyla şu meşhur dayı bir stoacıdır aslında: https://i.imgyukle.com/2020/04/06/J7fbkG.jpg

    kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=h15a_uMmp80
    5 ...
  52. ölüm denince akla ilk gelenler

    710.
  53. evet, hepimizin yeryüzündeki serüveni bir gün bitecek. ölüm hepimizin ortak noktası olan, her şeyi eşitleyen bir gerçek. peki bu çok korkulası, anormal bir şey mi? ya da hepimizin ölümlü olması, bu dünya üstündeki her şeyi anlamsız mı kılar?

    bence hayır. bence hayatın ölümlü olmasından daha kötü bir şey varsa, o da ölümsüz olma ihtimalidir. jacques lacan, “yaşamın anlamı ölümdür.” der. çünkü korkunç ya da mükemmel bir hayatımız da olsa, bir noktada bitmesi gerekir. aksi takdirde sonsuza kadar yaşasaydık çektiğimiz acının da aldığımız keyfin de bir anlamı kalmazdı.

    martin heidegger’e göre ölüm bilinci sadece insanlarda var. yani hayvanlar mesela bir gün öleceklerini bilmiyor, ölümden ve tehlikelerden içgüdüsel olarak kaçıyorlarmış. ve heidegger, insanların bu bilinçle yaşamasını dehşet verici değil, özgürleştirici bir bilgi olarak yorumluyor.

    islam felsefesine bakacak olursak, tasavvufta ölüm bir yok oluş olarak tanımlanmaz. hatta aksine, gerçek varoluşa açılan bir kapı olarak görülür. bu konuyla ilgili mevlana şöyle söylemiş: “ey ölümden korkup kaçan can, sen ölümden korkmuyorsun, sen kendinden korkuyorsun. çünkü ölüm aynasında görüp korktuğun ölümün çehresi değil, kendi yüzündür. senin ruhun bir ağaca benzer, ölüm ise o ağacın yaprağıdır. ve her yaprak, ağacın cinsine göredir.”

    yani tasavvufa göre ölümle birlikte insan ve yaratıcı arasındaki perde kalkar; dünyaya sürgüne gider gibi gönderilmiş olan ruh, bedenin ölümüyle ait olduğu yere geri döner ve bu şekilde aslında kendi kendisiyle de buluşmuş olur.

    eski mısırlılar’a bakacak olursak, ölümden sonraki hayatta, dünyada onları mutlu eden ne varsa aynen devam edeceğine inandıkları için, ölen kişileri altınlarıyla ya da kıymetli eşyalarıyla birlikte gömüyorlarmış. ya da şu anda dünyada bir milyar civarında insan reenkarnasyona, yani öldükten sonra başka bir bedende yeniden doğacağına inanıyor. gene aynı şekilde bir milyar civarında da ateist var. onların görüşüne göre ise öldükten sonra tek bir şey olacak: hiç.

    şahsen, kendi adıma, hiçliğin orada değil de, burada olduğunu düşünüyorum. çünkü bugüne kadar 100 milyardan fazla insan doğup ölmüş. dünyada şu anda bizden başka 8 milyon canlı türü daha yaşıyor –ki çoğu zaman içinde yok olmuş. e dünya desen 4.5 milyar yaşında ama insan denen canlı türü daha 200.000 yıl önce ortaya çıktı.

    yani demem o ki, tarih sahnesine sırayla çıkıp, vakti dolduğunda yerini başkalarına devreden canlılardan fazlası değiliz. hani şu çok satan kişisel gelişim kitapları hep gazlıyor ya insanları, "aslansın, kaplansın sen, evrenin merkezisin, sen olmasan boku yerdik" diye, hayır abi, bence tam tersi: “insan acizdir, muhtaçtır, fazla artistlik yapmamalıdır.” zaten insan türünün de en fazla 1000 yıl ömrü kalmış. hatırlayacak olursanız, stephen hawking yapmıştı bu tespiti.

    velhasıl, insan doğar ve ölür. bazıları ise doğar, yaşar ve ölür. güzel yaşayalım, aynı zamanda iyi ve akıllı insanlar da olalım ki, ölüm gelip kapımızı çaldığında o kapıyı açacak yüzümüz olsun. çünkü tanrı insanı yaratmış, ancak yüzünü ya da yüzsüzlüğünü tamamlamayı, kendisine bırakmıştır.

    hem zaten ben, insanların tek bir doğum ya da ölüm tarihi olduğuna inanmıyorum. bakmayın siz mezar taşlarındaki o rakamlara... insan sık sık ölür –ve yeniden doğar aslında.

    (kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=TOhczorcAWA )
    2 ...
  54. arthur schopenhauer

    343.
  55. schopenhauer’a göre aşkın temeli cinsel içgüdülerimizde yatar. cinsel içgüdülerimizin varlık sebebi ise zevk almaktan çok, üreyerek türümüzün devamını sağlamaktır. özellikle yapılan evliliklerde olmak üzere, her aşk hikâyesinin bilinçdışında yatan yegâne sebebin, çocuk yaparak türün devamını sağlamak olduğunu savunur.

    schopenhauer’un pek romantik bir adam olduğu söylenemez, hatta aşkı bir yanılsama olarak görür ve onu sevimli bir canavar olarak betimler. “aşkta ve evliliklerde” der, “gerçek maksat üretilecek çocuktur.” hatta bu yüzden mesela, erkeklerin dolgun göğüslü kadınlardan hoşlandığını söyler, çünkü dolgun göğüslerin kadınların üreme işlevleriyle doğrudan ilişki içinde olduğunu ve çocuğa bolca besin temin edilmesine aracı olacağını belirtir.

    ya da gene aynı şekilde erkekler geniş kalçalı kadınları beğenir (bkz: kim kardashian) çünkü kadınlardaki geniş ve dolgun kalçalar rahat doğum yapabileceklerinin göstergesidir. bu arada erkeklerin her 7 saniyede bir seks düşündüğüne dair bir dedikodu da var ama, yok daha memeler!

    schopenhauer, kadınların erkeklerde yüz güzelliğinden çok, güçlü bir kemik yapısı, geniş omuzlar, cesaret ve zekâ gibi özellikler aradığını söyler ve insanların, kendilerinde olmayan özelliklere sahip kişileri sevmeye daha meyilli olduğundan bahseder. mesela kısa boylu erkekler uzun boylu kadınlardan daha çok hoşlanır, çünkü kısa boylu bir erkek uzun boylu bir kadın aracılığıyla bir çocuk meydana getirecek olduğunda, kendi zayıflığını ve kusurunu biraz olsun azaltmış olacaktır.

    türümüzü devam ettirmek için bu kadar gayret etmemizin sebebi ise, ileride doğacak çocuklarımızın bizim ölümsüz tarafımızı simgelemeleridir. bu anlamsız ama harikulade dünyaya kalıcı bir şeyler bırakma güdüsü yani. sonuçta çocuk dediğimiz şey, bizim güncelleyip geliştirerek bir üst modelimizi oluşturmaya çalıştığımız bir denekten başka nedir ki?

    kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=bOTyEL2ETY4
    4 ...
  56. lev nikolayeviç tolstoy

    321.
  57. tolstoy, 1828’de, moskova’da, oldukça zengin ve aristokrat bir aileye doğdu. ancak altı yaşında annesini, dokuz yaşındaysa babasını kaybetti. akrabalarının büyüttüğü tolstoy, on yedisine geldiğinde üniversitede hukuk ve dil bilimi okumaya başladı, ancak hocalarının gözünde ilgisiz ve öğrenme yeteneği olmayan bir öğrenciydi. bıraktı okulu, gitti orduya yazıldı. sonra orduyu da bıraktı ve iyice dağıtmaya başladı. hayatının bu dönemini, yıllar sonra yazdığı itiraflarım isimli kitabında şöyle anlatmıştı:

    “içtim. kumarda kaybettim. vaktimi anlamsız zamparalıklarla geçirdim. köylülerime ihanet edip, kumar borçları yüzünden topraklarını sattım. yalan söyledim, insanları kandırdım. kitapta yazan tüm suçları işledim. işte bir on yılı, ben böyle geçirdim.”

    derken uzun bir seyahate çıkar tolstoy. gittiği ülkelerde eğitim sistemini inceler ve döndükten sonra köyünde cezanın, ödülün ya da sınavların olmadığı bir okul açar. hatta bazı ders kitaplarını da bizzat kendisi yazmaya başlar. tabii bu sırada, artık ilk eserleri de basılmaya ve okunmaya başlamıştır.

    yıllar geçer, evlenir. bir sürü çocuk yapar. anna karenina ve savaş ve barış gibi romanlarının da basılmasıyla artık tüm dünyanın sevip saygı duyduğu bir yazara dönüşür. hayata karşı olan ilgisini ve şüpheciliğini hiçbir zaman kaybetmez. 67 yaşına geldiğinde bisiklet sürmeyi öğrenir mesela. hatta bu yüzden, bugün artık, tolstoy’un bisikleti diye bir kavram vardır, bizlere hiçbir şey için geç olmadığını hatırlatan.

    tolstoy, şans eseri aristokrat bir aileye doğmuştu ve hâlâ çok zengindi. ama o sıkılıyordu tüm bu lüksten ve asalet unvanlarından. gerçeğin, sadece gerçeğin peşindeydi o. ama hayatı sadece güzel bir illüzyondan ibaret gibiydi.

    derken, tüm servetini köylülere dağıtıp, aynı onlar gibi yaşamaya başladı. yaşına aldırmadan tarla sürüp, kaba saba kıyafetler içinde dolanırken ve 42 odalı malikanesini terk edip, tek odalı bir barakada yaşarken, kendisini ve hayatı yeniden keşfetti.

    bir süre sonra, her zaman gidilecek yeni yerler ve tanık olunacak yeni hikayeler olduğunu bilen tolstoy, son bir yolculuğa çıktı ve 82 yaşında, bir tren garında öldü. beş parasız, soğuktan zatürre olarak, yalnız başına ölmeyi tercih etti. arkasında yüz yıllar boyunca okunacak eserler ve olağanüstü bir geçmiş bırakmanın gönül rahatlığıyla...

    kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=GpSaKDssZ64
    0 ...
  58. covid 19

    56.
  59. bayılıyoruz komplo teorilerini dinlemeye, çünkü hikâye gibi, film gibi geliyor bize, ama en önemlisi vicdan yükümüzü azaltıyor. "vaay, demek amerika’nın işiymiş hepsi!" diyorsun ki ben mağdurum. ya da “çinliler yüzünden oldu bunlar, allah hepsinin belasını versin!” diyorsun ki ben masumum. değilsin kardeşim, ben de değilim.

    yunus parkları var mesela, kocaman denizlerdeki yunusları avlayıp havuza tıkıyor, sonra da müzik açıp alkışlar eşliğinde onlara çember çevirttiriyoruz. kısa bir süre sonra 10 yunustan 9’u ölüyor.

    yunus 'parkı' , hayvanat 'bahçesi' bunlar hep kelime oyunu. hayvanat bahçesi dediğin şey hayvan hapishanesidir aslında. aptal turistler selfie çeksin diye kaplanları uyuşturucuyla bayıltıyorlar orada. ya da sirkleri bir düşün, filleri sopayla döverek 'terbiye' eden, ayıları ateş üstünde dans ettiren ya da 'kültür' ayağına boğaları şişleyerek "olley!" diye bağıran, horoz dövüştüren, köpek dövüştüren biz değil miyiz?

    bir laf vardı, “şayet hayvanların bir dini olsaydı, şeytanı insan şeklinde tahayyül ederdi.” diye. işte aynen öyle!

    fotoğraflara bakıyorum, kanada'da geyikler caddelerde dolanmaya başlamış ya da venedik'te gondolların istila ettiği kanallarda balıklar ve kuğular görünmeye başlamış. mevzu sadece hayvanlar da değil, uzay ajansları'nın çektiği uydu fotoğrafları var, çin’de herkes eve çekilince hava kirliliği %25 oranında azalmış. önümüzde ise hala küresel ısınma tehditi var.

    velhasıl, insanoğlu olarak dokunduğumuz her yeri kuruttuk. ekosistemi tükettiğimiz gibi hayvanların da doğasını bozduk. bu yüzden hazır bütün dünya eve kapanmışken, “şimdi n’apacağız?” diye düşündüğümüz kadar “dün n’apmıştık?” diye de düşünmeliyiz.

    hepimiz birbirimize bağlıyız. o meşhur afrika'da kanat çırpan kelebeğin, kuzey amerika'da yarattığı kasırgayı yaşıyoruz. ‘evde sıkılıyorum yeaa’ diye söylenirken evsizleri düşünün, karantinadayken yıllardır abluka altında olan filistin’i düşünün. sevdiklerinizden ayrıyken, riske atmamak için onlara sarılamazken mültecileri, depoladığınız yemekleri pişirirken afrika’daki çocukları düşünün. hepimiz birbirimize bağlıyız ve bu yüzden bütün bu olanların tek bir suçlusu yok. hiçbirimiz masum değiliz ve ya birlikte yaşamayı öğreneceğiz ya da hep beraber yok olacağız.

    entryi biraz da güzel şeylerden bahsetmek adına kathleen o’meara'nın 156 yıl önce yazdığı bir şiirle bitirmek istiyorum:

    "ve insanlar evde kaldılar,
    kitap okudular, dinlendiler.
    sanat yaptılar, oyun oynadılar
    ve yeni varoluş yollarını öğrendiler.

    durdular.

    daha derinden dinlediler.
    biri meditasyon yaptı,
    biri dua etti,
    biri dans etti,
    diğeri kendi gölgesini keşfetti.
    insanların düşünceleri değişti.

    iyileştiler.

    cahilce, tehlikeli, anlamsız ve vicdansızca yaşayan insanların yokluğunda
    dünya iyileşmeye başladı.
    ve tehlike sona erdiğinde
    insanlar ölüleri için ağladılar.
    ve yeni kararlar aldılar,
    yeni bir dünya hayal ettiler,
    yeni yaşam biçimleri yaratıp
    dünyayı tamamen iyileştirdiler.

    tıpkı kendilerini iyileştirdikleri gibi."

    kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=HOXEqebFGXk

    arakçı yazardan ekşi'den jz'ye selam!
    5 ...
  60. daha fazla entry yükleniyor...
    © 2025 uludağ sözlük