fahişeye aşık olmuş fakir çocukla sanatçı ruhlu fahişenin hikayesi. şahane oyunculuklarla dolu şahane bir müzikal olsa da hikayede birkaç mantıksal sorun var sanırım.
--spoiler--
dükle yazar çocuk karıştı diyelim, dük satine'in odasını bastığında bu karışıklığı olduğu gibi açıklasalar olmaz mıydı?
hadi diyelim moulin rouge'u tiyatroya çevirmek istediniz, bunun için satine'i dük'e satmaya ne gerek vardı? moulin rouge zaten para basan bir mekan değil mi binlerce müşterisi olan?
dük'ün girdiği triplere diyecek söz yok. kıskançlık ve hırsla doldukça "finalde fahişe mihraceyi seçecek" ifadesini kullandıktan sonra bir başka tribinde "oyunda fahişe sitarcıya gitsin satine benimdir" dedikten sonra tekrardan karar değiştirmesi beni benden aldı.
ayrıca dük fahişe peşinde işsiz güçsüz koşan işsiz güçsüz bir adam. akıllara şu vidyoyu getiriyor:
moulin rouge sahibi amcamız spontane yalan üzerine bi anda tiyatro sevdasına kapılıp "show must go on" diye diye kızı öldürüyor. hadi diyelim bu yalanı uydurdunuz sonra kimse mi "abi biz satine'e sormayı unutmuştuk o istemedi biz de tiyatro işinden vazgeçtik" demedi hacılar?
--spoiler--
tüm bunlara rağmen insanı büyüleyen bir sanatsallık da yok değildi. el tango de roxanne için bile izlemeye değer.
ne hoştur marlon brando'nun yüzü her türlü ışıkta.
--spoiler--
kendini paul'ün yanında çocuk gibi hisseden jeanne, paul onu terk ettikten sonra sözde erkek arkadaşıyla kendi mutluluk yuvasını paylaşmak ister. oysa erkek arkadaşı evi büyük bulur, bir yetişkin gibi davranmak gerektiğini ima eder ama bunu istemediğini de başka bir ev bakmak isteyerek gösterir. jeanne için biri çok çocukken öbürü çok yetişkindir.
--spoiler--
efenim günümüz insanının başlıca sorunlarından biridir.
annelerimiz bizi babalarımızla elbirliğiyle dünyaya getirirler. neden? belki evliliklerinin tek kurtuluş yolunun bizden geçmesinden, belki hayattan sıkılmışlığın verdiği, hayatı yeni baştan izlemek üzerine gelen istekten, belki kendi prototiplerini oluşturup dünyaya kazık çakma isteğinden, belki de kazayla. ama hiç mi düşünmüyolar "vay efendim tüketim toplumu olduk bu dünyada yer edinmek için insanlar birbirleriyle yarışırcasına çalışıyolar ya da sistemdeki boşlukları görüp onlardan yararlanıyorlar" diye? neyse konuyu dağıtmayayım. şu veya bu amaçla bişeyler için çalışmak zorundayız, çok şeye yetmek ve yetişmek zorundayız. amma ve lakin piyasa değeri olan şeyler hayatımızı öylesine işgal ediyor ki piyasa değeri olmayan ama manevi değeri yüksek olan bir takım hoş uğraşlara uzaktan bakmak zorunda kalabiliyoruz.
çok dertliyim be sözlük, o sınavdı bu ödevdi bu projeydi derken bir bakmışım günler, haftalar, aylar geçmiş ve ben ara sıra etrafa mal mal bakarak boş boş dolaşmak ya da şu veya bu insana ara ara kısıtlı zamanlarda takılmak dışında hiçbişey yapmamışım. hani öğrencilik hayatın en rahat ve güzel zamanlarıydı? en güzel zamanımız böyle ise insanın ömür boyu dünyadaki çarklara diş üretmek ya da onlardan biri olmak dışında yapabileceği bir şeyi kalmıyor sanki.
insan dünyayı tüketiyor, her gelen insan besin, su ve enerji kaynaklarını tüketiyor, hatta israf ediyor. küresel ısınmaydı su fakirliğiydi carttı curttu yaklaşıyor. ama dünya insanı daha bi tüketiyor kardeşim bee.
anneler en iyisi siz siz olun pek o kadar anne olmayın da çocukları bir yığın varolmaya bile zaman ayıramamak problemiyle başbaşa bırakmayın.
insanın aklından uzun süre çıkmayan kitaptır, bir süre insanlardan, hatta varolmaktan tiksinir halde dolaştırır insanı. nasıl bir ruh halidir bu sorarım sana jean paul sartre?
--spoiler--
"Bütün nesneler...nasıl söylesem...beni tedirgin ediyolardı, daha hafifçe, daha kuru ve soyut biçimde, daha derli toplu var olmalarını isterdim."
" 'Varoluş nedir?' diye sorulsaydı, özlerini değişime uğratmadan nesnelere dıştan eklenen boş bir biçimdir derdim."
"Sırtında bir gömlek var. Eflatun rengi askılarını takmış...Mavi gömleğin üzerindeaskılar pek göze çarpmıyor. Mavinin içine gömülmüş gibiler. Ama düzmece bir alçakgönüllülük bu. Unutulmaya razı olacak gibi değiller, koyunca dik kafalılıkları canımı sıkıyor. Menekşe rengini almak isterken yarı yolda kalmışlar, ne var ki bu isteklerinden de vazgeçmişe benzemiyolar. insanın "haydi menekşe rengini alın da bu hikaye sona ersin! diyeceği geliyor. Ama ne gezer!"
"Canlı varlıkları, köpekleri, insanları, kendi kendine hareket edebilen peltemsi kitleleri yeterince gördüm."
"Daha şimdiden pazartesiyi düşünüyorlar. Ama benim için ne pazartesi ne de pazar var. günler ite kaka sürüyor birbirlerini..."
"Kendimi sorguya çekince, kendimin kendim olmaklığımın ve burada bulunmaklığımın başımdan geçtiğini düşünüyorum."gövdemden başka şeyim yok benim. Yapayalnız bir adam, salt gövdesiyle anıları durdurup saklayamaz. anılar üzerinden geçip gider onun. ama yakınmamalıyım. çünkü özgür olmaktan başka bir şey istememiştim."
"dünya her gün aynı yüzle ortaya çıkıyorsa bunun nedeni tembelliktir sanırım. ama bugün değişmek istiyor sanki. öyleyse her şey, evet her şey olabilir."
"insanların küçücük renkli dünyasında bir olay, ancak başka bir herçeğe göre saçmadır, yani kendisine eşlik eden durum ve koşullara göre saçmadır."
"Her zaman kalacak olan öz varlığıma gösterdiği derin ilgi, ama hayatta başıma gelecek şeylerle hiç ilgilenmeyişi (sonra hem tatlı hem bilgiç yapmacık edaları), insanlar arasındaki bağlantıları kolaylaştıran her şeyi, dostluk ve kibarlık formüllerini daha ilk baştan bir yana bırakışı, kendisiyle konuşanları sürekli bir yaratışa zorlayışı." ( bir zamanlar tutkuyla sevdiği kadın anny için)
"kök, bahçenin kapıları, sıra, yer yer gövermiş çimenler ortadan silinmişti, nesnelerin çeşitliliği ve bireyselliği bir dış görünüş, bir ciladan başka bir şey değildi. bu cila erimiş, karmakarışık, devasa, yumuşacık kitleler kalmıştı geriye; çıplak, hem de müstehcen ve ürkütücü biçimde kitleler."
"bir yığın tedirgin, kendinden sıkılmış var olandan başka bir şey değildik."
"birazdan bütün bu insanlar dışarı çıkacaklar, yemeğin verdiği ağırlığı ve rüzgarın yüzlerine değişini duya duya, pardösü açık, başları biraz sıcak, biraz gürültülü, kıyıdaki çocuklara ve denizdeki gemilere bakarak parmaklık boyunca yürüyecek,işlerine gidecekler. ben hiçbir yere gitmeyeceğim, işim yok benim."
"parmaklarımın ucuna basarak yürüyordum. dinlenip duran şu acıklı insanlar arasında kaskatı ve taptaze gövdemi ne yapacağımı bilemiyordum"
yapayalnız yaşayan roquentin'in günceni okuruz. zamanında dünyada birçok yeri gezmiş, biçok şey okumuş ve başından az çok bir şeyler geçmiş bu adam, hayatına yalnız devam eder. nesnelerle güçlü bağlar kurar, onlara bi yığın anlam yükler. gördüğü bir kağıt parçasından ya da bir bardaktan bile çok etkilenir kimi zaman. varoluşmasını, yalnızlığını düşünür, kendi kendine sokaktan sokağa sürüklenir. ve içinde gerçek anlamda fırtınalar kopan roquentin kendi varoluşundan tiksinmektedir.
tabi bunları benim anlatmamla jean paul sartre'ın anlatımı arasında dağlar kadar fark var. bünyeye zararlı bi kitap, ara sıra ağlama krizlerine bile yakalatır.
3 uzakdoğulu yönetmenin insanın içine işleyen 3 kısa filmi. box*, dumplings* ve cut*.
3 filmi birbiriyle karşılaştırmak yönetmenlerine saygısızlık olur.
box, yavaş ilerleyen ama ilerledikçe insanın kanını donduran bir filmdi. önce karşımıza mavi elbise içinde, dengesiz davranışlar sergileyen yalnız bir kadın çıkmaktadır. "kutu çok dar ve sıcak, nefes alamıyorum" demektedir. kadının geçmişine dönünce aydınlanır bu davranışları. bale yapan iki küçük kız kardeş, bir çadırda kutuya girerek gösteri yapmaktadır. mavi elbiseli kahramanımız, küçük kızlardan shoko isimli olandır, kız kardeşi ise kyoko'dur. başlarındaki eğitmen adam kyoko'yu ona bir kolye vererek ödüllendirir, shoko bunu kıskanarak kardeşini kutuya kapatır. o esnada adam gelir ve shoko ile boğuşmaya başlar, boğuşma esnasında çadırdaki soba yere devrilir ve kyoko yanarak feci şekilde can verir.
shoko hayatının her gününü bunun pişmanlığını duyarak yaşar. ancak kyoko'nun ödüllendirilmesinin sebebi pedofili eğitmenle ilişki yaşamasıdır. çocuk tacizinin ve kıskançlığın doğurduğu sonuçlar, bir insanın her gününü geçmişiyle iç içe yaşamasına ve vicdan azabına sebep olmaktadır.
dumplings bu 3 filmden en içime işleyeniydi diyebilirim. yaşlanma olgusunun yıprattığı bir insanın, doğanın kendisini tüketmesini engellemek için doğayı nasıl tükettiğini gözler önüne serer. çinden getirilen ceninleri genç ve güzel görünmek amacıyla mantı halinde yiyen bir kadın, önce yaptığı şeyden emin olamaz. cenini görüp ne yaptığıyla yüzleşince önce korkar ve tiksintiyle dolar, ancak kocası tarafından yeniden arzulanmaya başlayınca ve etrafı tarafından pohpohlanınca yamyamlığa devam eder. işin içinde yalnızlık korkusu, yaşlanma korkusu, eski günlerin özlemi vardır, ve kendisine güzel günler vaad edildikçe ne iğrenç bir şey yaptığını düşünmeden tüketmeye devam eder. durum öyle bir hâl alır ki, kahramanımız kendi çocuğunu bile yer.
insanın ne bencil bir varlık olduğunu en rahatsız edici biçimde gözümüze sokmaktadır dumplings. güzel kalmak için, ego kıyımına uğramamak için annelik denen kutsal duygudan bile istifa eden bir insandır gözümüzün önüne serilen.
cut'a gelince, chan wook park'ın sert tarzıyla harmanlanmış yoğun bir psikolojik gerilim. hayatını başarısızlıklarla doldurmuş ve bunları kompleks haline getirmiş bir insanın kıskançlığının sonuçları. biraz testere tadı aldım diyebilirim, ama çok daha derinlik sahibi bir film idi. "hem yakışıklısın hem başarılısın hem zenginsin, bir de iyi olursan bize ne kalır şu dünyada" tadında repliklerle hoş bir hal almıştı. hayatın sillesini yemiş bir insanın sadece kıskançlıkla neler yapabileceğini anlatır.
bir oyun üzerinden varoluşu sorgulayan david cronenberg filmi. gerçekliği sorgulatması kafidir, cevaplar bulmasına gerek yoktur, ama gene de cevapları vardır.
film insanların omurgalarına "bio-port" denen delikler takıp gerçekliği çarpıtan bir oyunun kablosunu taktırabilecek kadar umutsuz oldukları distopik bir dünyada başlar. insanlar boktan bir gerçek hayatlarının olduğunu düşündükleri için kendilerini oyuna verirler, ve o gerçeklikte yaşarlar. ama bir bakarlar ki bir zaman sonra gerçeklik hissi kaybolmuştur.
oyunun tasarlayıcısı allegra geller, gerçek hayatta çekingen bir insan olup kendi dünyasını tasarlamıştır. sanal dünyasında kurtarması gereken bir bebeği olduğu için kendine zararı dokunmayacak bir oyun arkadaşı arar. bir süre sonra öyle bir hale gelir ki, gerçek hayatta olduğunu zannettiği bir sırada olaylar çok gerçek dışı gelir, oyunda olduğunu zannederek davranışlarından hoşlanmadığı bir adamı çeker vurur, oyunu kazandığını zanneder.
non-realistler ve realistler arasında savaş vardır, realistler oyuna savaş açmışlardır.
film gerçekliğe septik yaklaşır, bir oyunla çarpıtılabilecek kadar hayaldir aslında gerçekler.
insanlar ruhi bunalımlarından, başarısızlıklarından kaçmak için hayallere sığınmaktadırlar, film dışı dünyada da böyle değil midir bu?
anlatmak istediğini farklı bir dille, fazlasıyla yalın bir şekilde anlatmıştır aslında david amca.
değişik oranlara sahip bir yüzü olup da çekici olmayı başarabişen hatun kişi, dexter'ın debrası. michael c hall'un eşi. 4. sezonun 5. bölümü olan "dirty harry" bölümünde bir ağlayışı vardır ki, büyük bir oyuncu olduğuna o anda karar kılmışımdır. ben öyle gerçekçi bir ağlama sahnesi görmedim arkadaş.
platon, ama zamanında değil de öncesinde yaşamak lazım imiş. şimdi düşünebileceğimiz her şeyin hazır düşünülmüşü vardır birilerinin isim etiketi altında, bunun dönüm noktası platondur kanımca.
öss ye hazırlanırken her şey dinlenir, karmaşık bir psikolojidir o. ne de olsa müzik dinlemek hayattaki tek sosyal parıltı olmuştur, yegane insanlık belirtisidir onca şey çalışmaya zorlarken ve onca insan zombi gibi dolaşırken etrafta.
duygularından çok içgüdülerine yenik düşen insandır. o sevgili arkadaşın sevgilisi olmasaydı belki dönüp bakmayacaktı bile. ama arkadaş kaptı ya, göz kirası kesilir. kıymete biner o sevgili, rağbet gördüğü için. bi çeşit kıskançlık ve rekabetin bileşimidir bu aşk dedikleri şey. efendim aşkından ölecekse bu insan gitsin arkadaşına söylesin babalar gibi. yok efendim söyleyemem, arkadaşlığım çok kıymetli diyosa da kıza/oğlana yan gözle bakmasın bidaha. bir de arkadaşının sevdiceği diye sözde mesafeli duran ama her fırsatta kur yapan veya o sevgiliyi kendine çekmek için uğraşan tipler vardır ki kızılayda sallandırılmalıdırlar.
çok sevilen filmlerin güzel olduğunu varsaymayan bir kesim insanın yapacağı bir iştir, tabi bir de antipopülerizmin popüler olmasının da sonucu olabilir. ama o %88lik kesimin de süper sinema kültürü olan bir kesim olmadığını göz önünde bulundurursak, hatta ve hatta akdenizli olmanın verdiği duygusallıkla iki güzel müziğe ve az biraz duygu yoğunluğuna tav olabilen bir çoğunluk olduğunu da bilirsek, filmin kalitesini değerlendirmedeki kıstasın çoğunluğun beğenisi olmadığı sonucuna varabiliriz.
kitleler değil, bireyler haklı çıkar genelde. bunun en güzel örneği de atatürktür ya, konuyu dağıtmayayım. hani melis birkan da başarılı bir oyunculuk sergilemiş değildir, ezberden okunduğu buram buram bağrılan replikler, inandırıcılığı olmayan ağlama sahneleri, filmin güzel olmamasındaki en büyük sebeptir.
duygularını kendi dilinde yaşamayan kültürel bozulmaya uğramış yazarın gizli bakınız gülme yansıtmasıdır. samimiyetsizdir, "eee gülücük ordaydıysa naabak", "sen gendini gomik mi zannediyon" demeye sebebiyet verir. yapmayın etmeyin arkadaşım.
"endüstride erkek başına 1 kız düşer, elektrikte 20 kişiye 8 kg kız düşer, makinada 30 erkeğe 1 erkek düşer", "şu bölümün kızları şöyle bakımsızdır erkekleri böyle kırodur" tarzı geyiklerdir. üniversiteyi henüz kazanmış insanlara komik gelir, 1 2 senede bayar. bu geyikleri üniversite hayatları boyunca devam ettirenler daha bir bayar.
azınlıkta olan kızlardan bazıları lisede silik tiplerse kız popülasyonu düşük bölümlerde gereksiz bir prenseslik hissine kapılırlar, yok efendim ben bizim bölümün kızlarına benzemem çok bakımlıyım çok kafayım triplerine girerler. yapmayın etmeyin gözünüzü seveyim, kız, erkek ne fark eder, bölümlerdeki her insan aynı yolun yolcusudur.
birçok insana göre denizidir. denizi olmayan yerleri sevmez bu insanlar. oysa deniz midir bir şehri şehir yapan tek şey?
bir de insanlarının gereksiz derecede duygusal ve tripcan olmasıdır kanımca. iç anadolu insanıyla da pek iyi anlaşamazlar oraların umursamazlığını taşımadıkları için.
hayat kadınlığını icra etme yoluna düşmüş insanların çocuklarını titizlenerek yetiştirmeleri en olağan şeydir. kendi hatalarından çıkardıkları dersleri, etiklerini pek de güzel öğretebilirler. namus insanın kafasındadır ne de olsa.
(bkz: anlatım bozukluğu konusunu iyice çalışmış olan yazarlar)
muhammed'in mehmet olmasının sebebi, çocuklara peygamber isminin ağır gelebilecek olmasıdır kanımca. sonuçta insandır, gün olur biriyle laf dalaşına girer, biri çıkar ismin başına ağır bir sıfat koyup hakaret eder. bu hz. muhammed'e saygısızlık olmaz mı? o sebeple mehmet olmuştur isim, saygısızlıktan ziyade saygıdır.
üniversiteye kadar kendini kanıtlayamamış dişinin bol erkek görünce havalara girdiği durumdur. kafası basan her insan -cinsiyet gözetmeksizin- mühendis olabilir, ne de olsa makina mühendisliği en temel mühendislik dalıdır. aman efendim siz siz olun, karşı cinsin çoğunlukta olduğu bir bölümde kendinizi bulunmaz hint kumaşı sanmayın.
insanlığın kanser gibi doğa üzerinde kontrolsüzce çoğalan bir tür olduğunu düşünen zihniyetin kendi türünü imha etme isteği.*
bir de tarihin affetmeyecek olması gerçeğine itibar etmemek.
dünyanın her köşesinde farklı kurallarla oynanabilen oyundur. çok sadistçe kurallar da konabilir.
o pis 7 atılır, oyuncuların ellerinde 7 varsa 3 tane çekmeden atıp katlayarak yandaki oyuncuya devrederler çekme sırasını normal şartlar altında. 10 oyunun yönünü değiştirir, as bir kişi atlatır falan. ama pis kağıtların hepisi de aynı anda geçerli olabilir, mesela oyuncu1 yedi atar, oyuncu2 as atarak oyuncu4'e yedirir, oyuncu4 bir 10 atıp oyuncu3'ü acılara boğabilir falan. zevklidir yahu.
insanı çileden çıkartan, insana "niye benim bi arabam yok niye toplu toplu taşıtılıyorum" dedirten davranışlardır. saymakla bitmezler. o yüzden ben sadece birkaç örnek vericiim.
otobüs az doluysa, yani insanlar tek oturabiliyorlarsa arkadaki insanın ön koltuğa kollarını uzatmasıdır. insanın kişisel alanına girmektir, insanı baskı altında hissettirir.
cam kenarında tek otururken laaaak diye size çarparak yanınıza oturan geniş insanlar vardır, camla o insan arasında ezilirsiniz. hani "hacı 1 2 cm öteye gitsene daralttın beni burda" demek de zordur.
insanların balık istifi gittiği kalabalık otobüslerde, ki genelde belediye otobüsleri oluyor bunlar, otobüs durakta durduğunda tam harekete geçmeden önce bazı amca ve teyzeler "şoför beyy duruuun inecek vaağrr" diye feryat ederler. ya madem inecektin, niye önceden insanlarda yol isteyip kapıya yanaşmadın?? zaten bunların geneli oturcak yer bulmuştur ve yol boyunca utanmadan ayaktaki insanlara gözlerini dikerler. maksat kapılan yerde olabildiğinde uzun oturmaktır.
bunun gibi durumlar insanı toplu mekanlardan ve insanlardan soğutur.
wong kar wai'nin duygu yüklü filmi. basit kaçıyor aslında duygu yüklü demek.
yalnızlığı beraber yaşayıp yalnızlıklarına yalnızlık katan bir adamla kadının hikayesi in the mood for love.
insanın içini eriten, kimseye anlatamadığı sırların kamboçya'da bir tapınak deliğine fısıldandığı derin aşk. kavuşamayanların, belki de kavuşmamayı meşk etmekten çok daha anlamlı bulanların, melankoliye boğulanların aşkı.
her ne kadar aldatıldıklarını hissetseler de ihanet etmekten ve dedikodulardan korkan, acılarını, zevklerini paylaşan, mutluluğu yakalamak varken gururundan adım atamayan bir çiftin hikayesi.
tüm kamera açıları esas adam ve esas kadını biryerlerin ardından gözetlercesine konumlanmıştı, wong kar wai o yakalanma korkusunu hissettirmiş sanki.
yüzyıllarca ayakta durmuş,1930da kesilmiş bi ağacın yaş halkalarında parmağını gezdiren Madeleine'in "Here I was born, and there I died. It was only a moment for you; you took no notice" diyişi en unutulmaz sahnelerdendir.
değişik tarzların yalnızca istanbul'da kabul görebileceği gibi bir anlam çıkadığım reklam. tamam, istanbul bir marka için en güzel pazar yeri olabilir, çeşit çeşit insanın barındığı bir şehir de olabilir. ancak bir marka sadece istanbul'a hitap eder gibi mi reklam yapmalıdır? şahsen bir ankaralı olarak çok alındım, uzun bi süre mavi'ye adımımı atmam, istanbul'dan kazansınlar kazanacaklarını.