Kaçıp kaç şehre sığabildiysem, kaç günü devirebildiysem, kaç tabak yemek yediysem büyümek için ve kaç insanın içine saklandıysam hep kısaldım, azaldım en çokta çığlık çığlığa bir musluğu açıp agladım.
Bilmem kaçıncı yarına hazırlandığın günde, ayrılmak istediğin, bir zamanlar nice sevdiğin ve belki hala seviyorken çirkinleşmesin diye gitmek istediğin, toparlandığın valize koca koca anılar sığdırdığın, gidiyorum ben olmayacak dediğin insanın sana güzel kal, biliyorum en iyisi bu derken gecenin bir vakti alkol alıp geldiği kapıyı sırf özlediğin için açtığın o evde üstüne bayılan, belki de son bir gece uyuyalım diye ağladığında onu yatağa taşıdığın o insan. Bir telefon çalar, bir mesaj gelir o anda bakarsın aldatılmışsın,gideyim dersin içeri o uyusun ama yedirmeye ya da anlamaya çalışırsın ya da öyle düşünürsün. Herneyse öldüresiye bir dayak ve belki yetişmese duvarın ötesindeki insanlar çığlıklarına ölü bir ben, benim içimde ki ise bir neden?
Neden kadınlar gitmek istediğinde, onları nice aldatan, kıran, döken o insanlardan sevgiye değer verdiği en içteki ölmesin diye kaçarken onların rızasıyla, buna maruz kalır?
Acı, lütfen acıtma.
Silsile.
Parmak uçlarımdan, kalbime kadar binbir iğne ile yapılan binbir darbe, her gün her saniye bunu çekmek, hislerim bu.
Bu acıya aldatılmayı ekleyin, size dokunduğu, kurduğu cümleleri ona da kurabildiğini.
Bir yıl aynı ev de bir evlilik hayatı gibi yaşanan her şey, boğazımdan inerken koca bir yumru oluyor.
Ben bu değilim ben bu değilim desem de, ben aldatılan ve hala sevginin bir daha asla doğmayacağına inandırmışım.
Aile ziyaretine geldim, okulum var o da bekliyordu orada ben buradayken bitti dedi, ben bu cümleyi kurduğum zaman ağlardı oysaki,, üstüne gitmedim ama annemin yanında nefes alamadım, babamın yanında odaya gidip ağladım geldim beş saat sürdü mesaj attım bende kötüyüm yapmak zorundayız şaşkınım bir gün sonra fotoğraf silindi, engellendim, ev ortak, yaşam ortak, ev aradım buradan, sesim titreye titreye. Sonra ne mi oldu gece hissettim işte aynı günün gecesi, bir club yanında çalıştığı iş arkadaşı.. Beni hiç götürmezdi neredeyse, kıskanırım derdi.. Bu üçüncü gün, hayatında öğrendiğim kişiyi hazmetmemin üçüncü günü. Hiç yazmadım evet, nasıl yaptın demedim. Bunları yaşayan dostlar vardı, herkesin ki farklı duygu boyutları ama hemen hemen hissedilen aynı.
Sevgi o kadar yüce ki, isyan ediyor yedirmiyor, kusturuyor hatta. Yaşamayı reddetti içim daha doğrusu kalbim, zihnim ise hayır diyor yaşamalısın. Nasıl yapacağım, nasıl aşacağım bilmiyorum uyku yok, düşünce arsız.
Ben sadece iyileşmek istiyorum, dönsün, ölsün istemiyorum.
Zihnim de kalbim de arınsın, arınmalı.
Bu şehrin efsanesi fazladır, kadın olacak, iki kadın ve gece on ikiden sonra otostop çekecek, kamp yapacak, sokakta uyuyacak, içecek sarhoş olacak;; asla yaptıramazlar mı, yoksa öldürülür müsünüz? En rahat yapacağınız yerdir belki de,, ya da çok yapıldığındandır bu tecrübe. Büyük, kalabalık bir şehirden düşmüşseniz buraya, öğrenciyseniz bir de, kendinizi geliştirmek için hoş yerdir. Bir iki dost, sabahlara kadar içilen şaraplar, hafta sonları bisiklet turları, beş para vermeden kurduğunuz çadırlar.. belki Ankara'nın sahaflarını, istanbul'un gece hayatını bulamazsınız, , ya da izmir'in sahilini belki karadenizin ormanını. Ama sayısız doğabileceğiniz yerdir, yobaz olan bu şehrin milleti, gece arabayla götürebilir gideceğiniz yere ya da giydiğiniz mini sadece size bakan gözlerle son bulur. Ne istanbul'un taksiminde ki gibi para teklif ederler ne de küçük mültecilerden kaçarsınız. Ne aradığına bağlıdır her şey, gece hayatını dileyenler iki mekan arasında ölebilir, ya da görselliğinde hayat bulabilir. Yeterince şiiriniz, şarabınız ve arada güzel cümleler duyabileceğiniz dostlar varsa, tereddütsüz alın nefesi.
Öğrenciyseniz ve paranız kısıtlıysa, ama yaşamak istiyorsanız her bir salisesini-çadır kurun size ait olan doğaya,,şaraplar için ve kitaplar okuyun. Sessizliğin hem çıldırtıcı, hem cezbedici olduğu bu şehrin sahibi olun.
Kaçın metropolitan olan her yerden, kaçın,,, sahile, kasabaya, köye, kendinizi bulabildiğiniz yere, televizyonları kapatın, ve kaçın.
Kadınları vardır, en güzel fahişeleri doğurur. Erkekleri vardır, çorapları yırtılmış, makyajları akmış o fahişelere aşık olur. Kuklacı bukowski,sokağı yaratan,bukowski.
iki adam daha olsun senin gibi, fahişeleri seven adamlar doğur bize. Hemen terkedebilecek adamlar.
uzağım ya buradan,kırım kırım kırılıyor içim.Yalnızlığın sesi insandır, kalabalığın sesi çığlıktır. içinden doğanların şehridir.Kar kıştır insanları,yaz çamurdur mutlulukları.içmenin başka bir şehre yakışmadığı, ve en çokta ölmenin en özgür olduğu,sorgulanmayacağı tek yerdir.
bir kente sığınıyorum, yağmur yağıyor. güneş doğan bir kenti düşlüyorum, oraya gitmek için çıktığım yolda ölen binlerce insan var, hepsine ağlıyorum, ne kadar ağlıyorsam yağmur yağıyor, ama güldüğümde güneş hiç açmıyor. özlüyorum. özlediğim insanlar hep uzaklar, sıcaklıkları hep uzaklıkta başkalarını ısıtıyor. üşüyorum. asla düşlemiyorum ama, annemin sıcaklığını, yoksa donar tüm kent ve tüm insanlar. gittikçe büyüyor içim. herkesi alıyorum o büyük eve, kalbime dokunanlar ve karın boşluğumda yaşayanlar, içimi kirletenler ve içimde ağlayanlar. gitmiyorlar. kalabalıktan sıkılırsam bir adam ve bir kadın tanıdım sığınmak için. ölü bu insanlar, ben onlara hiç doğmamış demeyi seviyorum ama. tüm binaların beşinci katını seviyorum, kuşları izliyorum. başım bir gökyüzüne, bir yeryüzüne değiyor. bir kuşun ölmesinden korkuyorum, düşmesinden ve düşmelerimden. güneşin yeryüzünde açmasından korkuyorum, sevdiklerimin yerin dibine yaşamasından korkuyorum. başım bir gökyüzüne, bir yeryüzüne değiyor. ve korkuyorum tüm yaşam bir gün yeryüzünde sonlanacak, gökyüzünden düşeceğim sevdiğim adamın üzerine, ve kokum değmeyecek anneme.
derinlerine girildiğinde sıkıntıya sokan bir filmdir; o kadar yalnız ki filmin her karesi, o kadar geniş ki yalnızlığın kapladığı alan bir bakıyorsunuz düşmüşsünüz bile. asıl sıkıntıya sokan ise sizinde içinizde yaşamın bıraktığı küçük bir kasvet.
oliver'ın annesinin hiçbir şeyi takmıyormuş gibi davranıp aslında büyük problemleri olduğunu anladığımız sahne; babasını ikinci defa öpmeye fırsat bulamadığı ve oliver'la oynarken onu vurduğu, oliver'ın ölümünü beğenmeyip, daha gerçekçi olmasını dilediği sahnedir.
oliver'ın yalnızlığının en gösterişli yanı ise; köpeğini dışarı çıkarttığında, ona: kendi ırkın, git karış onlara dediği sahnedir, çünkü oliver hiçbir zaman kendi ırkı yani insanlarla karışamamıştır. bunun ileri ki safhasında ise gördüğümüz kareler bunu destekliyor: melanie eve yerleşmeye geliyor, ama oliver sadece iki çekmecesini ona ayırdığını söylüyor.
ha eksikleri yok mu?
var, mesela neden geçmişle bugün arasındaki paralellik daha da uyuşmuyordu? ya da bunu andrei zvyagintsev'i yapsaydı ne boyutta etkilerdi? vandalizm, neden sadece değiyor filme, daha da işlenmek varken?
eşcinsel babaya gelirsek, en büyük mesaj zaten onda, bir insanın kendini tanıması ne denli önemli olduğunu anlatıyor. ölümü hatırladıkça yaşamın her bir anını ısırmak gerektiğini vurguluyor, sevginin iyileştirici olacağını anlatıyor.
ha birde çizimler var, oliver'ın yapmış olduğu. insanlığın ilk üzüntüsünü ve ilk içe düşen kasvetin çizimleri; http://i.imgur.com/ZAVkGDS.jpg .
freud olmak ise sanırım karaktere uyan en güzel seçim, selamı aldık.
--spoiler--
biraz daha kapalı olsaymış, çok cümle kurulmasaymış tadından yenmezmiş. ;;;;
Bu sıralar, kendi kendime konuşurken yakalıyorlar beni. Utanıyorum ama belli etmiyorum, korkuyorlar. Andrei gibi, gerçek dünya ile benim kafamda yer alan hayatları ve dünyaları karıştırır oldum. Kaldırımlardayım, yaşlı teyzelerin balkonlarında, yalnız adamların içindeyim.
Kendimden uzak hepinize yakınım. Korkmayın. derin olan bu nefesi bırakmak istediğim tek yer, unuttuğum adamın yüzü. Sizler korkmayın.
gybi! Post-rock tarzını şahsıma sevdiren adamlar. Yaptığıkları şey bir büyü, çığlık. Artık, evimin duvarları, sokakların kaldırımları, otobüs koltukları hep gybi, tek duyduğum şey çığlıkları. Güzel adamlardır, herkes bilmesin, sevmesin.
bazen diyorum ki hiç gelmesin yedinci sezon, çünkü bittiğinde kaybettirdikleri yine fazla olacak. şimdiye kadar en sağlam dizilerden biridir, benim için ilkidir tabii. bu sezonun son sezon olması o kadar acı ki, bazen hiç karşılaşmasaydım diyorum.
courtney love oynuyormuş bu sezon, abel'ın öğretmeni olarak, marilyn manson dan daha vurucu olduğu bir gerçek...
işten ayrıldım, ailemden, dostlarımdan, hayvanlarımdan, ankara`dan. Ya da terk ettiler, bilmiyorum. En çok yalnızlığı ve kitapları bıraktılar. Özlemi yasakladılar. Köklerimi gökyüzüne çevirdiler, tüm her şey toprağa gömüldü.
Bana yarını ve dünü düşünmeyi yasakladılar, ortada kaldım.
Sigaram üç tane, ılımış bir bira, yarım. Benim gibi. Uykuda yarım kalacak, uzun kalan hep gece olacak. Ve bir tek beni korkutacak.
"Utanç bizi ikiye böler. ikiye bölünmenin en dayanılmaz yanı, iki parçanın da hâlâ canlı olmasıdır. insan herhalde bu yüzden kendini öldürmeye kalkışır. ikisinden biri gitsin, der."
amnezi katatoni bir tane alıp ilham perisine kavuşmak yerine üç tane alıp şamanın ruhuna sığındığı gece, denize düşen kral.
ne zaman deniz görsem, bulutlara basıp düşmek istiyorum.
malick in kafası oldukça karışık diyenler, yaşamı ne kadar tek düze buluyormuş. bu filmi kubrick ve tarkovski yapımı filmlerle karşılaştıranlar olmuş, oysa sanki bilmezmiş gibi yoğunluklarını ve farklılıklarını. iki büyük ustayla tartışılamaz olduklarını. malickle karşılaşmamış sinema(!) seyircisi sadece izler ve anlamadığı için yorumuyla kirletir, bundan öncesinde olduğu gibi.
her gün bir daha izleyebilirim, anlamadığımdan değil, anladıkça düşmelerimden dolayı. öyle bir film ki ilk saniyeden itibaren her simge, bizi doğuran ve bizi büyüten, bir gün öldürecek olandır.
--spoiler--
Su: ana rahmine dönüş
Su:yoğun ve
Su: ölümdür.
ara ara gördüğümüz su bize verilen her şeyin başlangıcı ve bitişi. bundandır ki jack sancılı bir yaşamın geriye dönüşünü aradığında, tanrının gözleri bize suyu göstermektedir.
varlığın anneden geldiğine inanıp, yokluğunda onda olduğunu bilmek, anneyi duvar olarak görmektir bazen. sağlam olduğunu anlayan jack o yüzden bazen yumrukla döner duvara, çünkü sadece duvar onunladır hep, bilir.
jack dönüş yolunu bulmak için doğayı mı yoksa tanrıyı mı seçecek. baba her defasında doğa gibi yenilemekte kendini, değişmekte, zorluklara göre bürünmekte istediğine, oysa sen olarak durmalısın anne gibi. işte burada ikiye ayrılan bir gelecek, ikiye ayrılan bir jack.
virginia woolf'un dalgalar kitabının tekniği ve bohemliği vurdu yüzüme, sadece bilinç akışı var, dışa yansıtan bizi, kameranın gözleri. bizim doğayı izlediğimiz gibi.
bu karmaşada ölüm daha uygun olur, ondokuz yaşındaki jack için. çünkü tanrı cevapsız bıraktığı sorularla daha fazla doyuramaz büyümekte olan jack i.
''bana gösterdiğin neydi? o zaman seni nerede göreceğimi bilmiyordum, ama şimdi sen olduğunu anladım, hep beni çağrıyormuşsun.'' jack bunu söylerken, kameranın gözleri suyu göstermektedir yine. kardeşi çölde gördüğü zaman onu takip etmesini söyler ve sonunda çölden suya geçiş vardır yine. aile oradadır.
ve kardeşi sorar azraile:
ona nasıl geldin, hangi biçimde, nerede?
ve:
'' anne ben iyi biri miyim?
cesur muyum?
herkesin başına gelebilir miydi bu?
kimse bu konudan bahsetmiyor.
babama küstahlık yapmamam için bana yardım et.
köpekleri dövüştürmemem için bana yardım et.
sahip olduğum her şey için şükretmemde bana yardım et.
yaşıyor musun? -burada tanrı'nın sofistik olduğunu bir kenara bırakan jack, ondan cevap beklemesi ve belki kafasında o kadar da büyütmediği, gizemli herhangi bir şey olarak algıladığını görebiliyoruz-
yalan söylememem için bana yardım et.
beni izliyor musun?
ne olduğunu bilmek istiyorum, gördüklerini görmek istiyorum.''
bu yakarış ve sorgulamadan jack in nefret ettiği babasının yolundan gittiğini, yani doğayı seçtiğini bilebiliriz.
belki anneyi dinleseydi:
''mutlu olmanın tek yolu sevmektir. sevmezseniz hayatınızı boşa yaşarsınız. onların kıymetini bilin. merak edin. umut edin.'' tanrının yolunda olurdu.
kapanış ise aile ile cennette yapmaktadır malick. cenneti tasvir etmesinin üzerinden doldurulmuş ve hurilerle ödüllendirilmiştir.
belki annenin ayak bastığı yerin ellerine alınmasıyla görselliği derinleştirilmiştir.
odamın içinde olan kadın. kendimden bile daha yakın, bunun nedeni kendisine yakın olamaması. bunun nedeni kendime yakın olamam.
arada sırada kafayı yediğim zamanlarda, konuşuyor benimle: kapat gözlerini, bütün dünya ölüme düşsün.
olmayanı sevmiş bizler gibi.
oysa bir fırtına kuşunu sevmeliydi, -"hiç olmasa baharda göğü şenlendirir gelirdi.
bütün dünya ölüme düşer kapattığımda gözlerimi."
Her gün birini kaybediyorum.
Bugün, her kaybettiğim insanda yanımda olan, kaç yıla dayandığını bilmediğim dostumu kaybettim.
Kendimi kaybettim. Varolanların yokluğu lazımmış, kendimi tekrar bulmam için.
Tarihte birileri buna isim koymuş:yalnızlık.
sanat kapalı olmalıdır, içinde ona ulaşmanın tutkusunu taşıyanlar erişmelidir sadece, bu film arada kalmış. toplumun yaşadığı vicdan, sanatta farklı ve daha öz anlatılmadır. işte bu film oradan kopuyor kendini topluma adıyor, sonra tabii ki dönüşler yapıyor, ama bütün güzellik aramak sadece görsel şöleni kirletiyor.
john kazanın travmatik etkisi altında kalan hasarları gidermeye çalışırken rhoda dokunuyor ona, elinde rus kozmonotun hikayesiyle. film burada bitiyor, film burada başlıyor.
rhoda dört duvar arasında dört yıl boyunca bu hikaye ile besleniyor. kafasında ki seslere ya teslim olup kaybedecek, ya da onlara aşık olacak. burada anlıyoruz ki aşık oluyor ve film sürüyor.
rus kozmonotun hikayesinin son kısmı ise şöyle bitiyor:
-...gözlerini kapatmış hayallerine dalmış, sonra gözlerini açmış. tiktak sesini değil artık müzik duyuyormuş: http://vimeo.com/46935764