'aynı kadınla iki kez
evlenerek hayatımı mahvettim'demiş
William Saroyan.
hayatlarımızı mahvedecek bir şeyler
her zaman vardır,
William,
neyin veya kimin
bizi önce
bulduğuna
bakar,
mahvolmaya hep
hazırızdır.
mahvolmuş hayatlar
olağandır
bilgeler için de
ahmaklar için de.
ancak
o mahvolmuş hayat
bizimki olduğunda,
işte o zaman
farkına varırız
intiharların,ayyaşların,hapisane
kuşlarının,uyuşturucu müptelaları
ve benzerlerinin.
varoluşun
menekşeler kadar,
gökkuşağı
kasırga
ve
tamtakır
mutfak
dolabı
kadar
olağan
bir
parçası
olduklarının.
ilk öldüğümde 27 yaşındaydım. her yerin bembeyaz olduğunu hatırlıyorum. savaş devam ediyordu. ve ben kendimi hayatta gibi hissediyordum.ama aslında ölmüştüm. bazen zorlukları sırf onları atlattık diyebilmek için yaşadığımızı düşünüyorum. başkasının değil,benim başıma geldi demek için. bazen sadece zorluklarla mücadele etmek için yaşarız. onlar öyle düşünseler de, ben deli değilim. herkesinkine benzer bir dünyada yaşıyorum. sadece daha fazlasını gördüm ve eminim sende öyle bazen hayat bir gün öleceğimiz gerçeğini kabullendiğimizde başlıyor. hiç istemediğimiz zaman sona ereceğini bildiğimizde.yarın cesedimi bulacaklar (the jacket)
okumaya yeni başladığım ama kesinlikle farklı bir üslubu olan,bir adamın, oğlu ve iki arkadaşıyla yaptığı uzun motosiklet yolculuğunun anlatıldığı, bir yandanda alt benliği phaedrus üzerinden yolculuğu felsefi bir boyuta taşıyan kült kitap.
bir de bunun, efendi adamın fırlama sevgilisi versiyonu vardır ki hiç sormayın. genellikle odtü lü, anti sosyal ve birazda paralı tipleri tercih eder bu hanım kızlarımız, beş kuruş harcamadan gül gibi geçinir giderler.
Bir arkadaşım anlatmıştı, kocasını aldatan kadın buna hem oral seks yapıp hemde hıçkıra hıçkıra ağlıyormuş nasıl bu hallere düştüm diye. yüreğim parçalandı onu izlerken, sertleşemedim dediydi arkadaş. Yaa gülsem mi üzülsem mi şaşırdım valla...
trompet çalan zenci bar sahibiyle yaptıkları miles davis muhabbeti ve karşısında oturan vincent'in onu öldürmeye gelen kiralık katil olduğunu anladığı zaman yüzünün aldığı ifade tek kelimeyle müthişti.
yapımcılığını luc besson'un üstlendiği harika belgesel. Dünyayı ne hale getirdiğimizi açıkca gözler önüne seriyor.
--spoiler--
karamsar olmak için çok geç
--spoiler--
goya'nın hayaletleri, 18.yüzyıl ispanya'sının içler acısı durumunu, din adı altında engizisyon mahkemelerinin halk üzerindeki inanılmaz baskısını ve bu kargaşa ortamında ressam goya,ines ve rahip lorenzo üçgeninde geçen, milos forman imzalı ilginç bir film.
jack nicholson'ın sadece yüz mimiklerini görmek için bile izlemeye değer bir film. Yanlızlığın tercih olmadığı zamanlarda insanı nasılda çaresizliğe ittiğini çok iyi anlatmış. Avuçlarımızdan kayıp giden, bir zamanlar sahip olduğumuz şeyler artık hayatımızda olmadığında yani o muazzam boşluk hissi, kısacası film emeklilik, yaşlılık ve işe yaramamazlık hissiyatını öyle güzel veriyorki, film bittikten sonra damağınızda acı bir tat kalıyor geriye.
Filmin başında Bruce Willis'in vurulmadan hemen önce hastasının banyoda göründüğü sahne cidden korkutucudur. Yani belkide bana öyle geldi ama düşünsenize gece eve dönüyosunuz ve banyoda sıska, zayıf, garip görünümlü çıplak bi adam elinde tabancayla size bakıyo. cidden tırstım bak şimdi...
sevgilinle yatağa girip,ışıkları kapatıp bira ve sigara eşliğinde eski siyah-beyaz film izlemek, konuşma gereği duymadan,gerilimsiz,en iyi orgazmdan bile daha güzel bir deneyim.
Tam olarak hangi dergiydi hatırlamıyorum ama Mel Gibson bir röportajında şöyle söylemişti yaşlılıkla ilgili : ''insanın hayatındaki herşeyi mantığıyla yürütmeye başladığı bir dönemde başkasının yardımı olmadan çorba bile içememesi gerçekten çok acı.''
Morgan Freeman'ın performansı gerçekten görülmeye değer. Yaşlanmanında büyüleyici bir güzelliği olduğunu anlatan harika bir film. insan istemeden yaşlandığında nasıl olacağını düşünmeden edemiyor. zorlukla hareket etmenin, merdivenleri güçlükle tırmanmanın ama bir yandan da o dinginlik duygusunun güzelliğini düşünüyor insan filmi izlerken.
http://www.yanni.com adresinden ziyaret edilebilir. böyle usta bir müzisyenin (özellikle ülkemizde) asansör müziği bestecisi statüsünde görülmesi gerçekten çok ilginç.
yolculuk esnasında orta sıralardan oturan bir abinin şöförün yanına yaklaşıp '' dayı bu otobüs kaç yapıyoo yaa'' diye sorması. Ulan sana ne be Allahın kazması, sana nee..
otobüs hıncahınç doluyken, yanımda oturan hard metal dinlemekten kulakları sağır olmuş genconun bağıra çağıra nasıl grup seks alemleri yaptığını anlatması. Hayatımda bu kadar utandığımı hatırlamıyorum.
Bir keresinde söyle söylemiş pis moruk : '' yüzüm hayatımı, ellerimse ruhumu anlatır.'' Hayatım boyunca bir sürü yazar, edebiyatçı, filozof okudum ama Bukowski kadar insanı sersemleten yalın cümleler kuran birine rastlamadım.
Üniversite'yi okuduğum güzel şehir. Unutamadığım anılarla dolu...Karaağaç yolu, eski ahşap binalar, adress bar müdavimleri, muhabbetin hiç eksilmediği sokak aralarındaki köhne meyhaneler, meriç nehri kenarında muhteşem gün batımları...Tekrar, yeniden, en başından başlayabilseydim keşke...
Filmin bir sahnesinde, Jeremy Irons üst katta kaldığı odanın penceresinden hüzünlü gözlerle, yatılı okula gönderilen Lolita'nın gidişini seyretmektedir. Humbert'i farkeden Lolita koşarak evden içeri dalar ve merdivenleri tırmanmaya başlar. Jeremy Irons'un tam o anda odada onu beklerken ki ruh hali, pijamasını düzeltişi, heyecanı görülmeye değer doğrusu. Kesenlikle insanı rahatsız eden bir film..