yeraltı edebiyatına giriş

entry1 galeri2
    1.
  1. “Yeraltı” kavramı, müstakil bir kavram olarak değerlendirildiğinde, pek çok şekilde altı doldurabilir. Örnekse, TDK’nın Büyük Türkçe Sözlüğü’nde “Yeraltı” sözcüğünün ilk anlamı “Gizli ve zararlı, yasa dışı” olarak tanımlanmaktadır. Edebiyat ve sinema eserlerinin çoğunda “yeraltı” dendiğinde, akla daha çok, savaşa, mücadeleye hazırlanmak için beklenilen ve sığınılan bir yer gelir. James Mcteigue tarafından Alan Moore’un çizgi romanından sinemaya uyarlanan 2005 yapımı “V For Vendetta” isimli filmde, bunun çok başarılı bir örneğini görebiliyoruz. Hayali bir iktidar tarafından tıbbi deneylerde kobay olarak kullanılıp bir ucubeye dönüştürülen V adlı kahraman, intikamını almak için yıllarca şehrin yeraltında, kullanılmayan bir metro istasyonunu kendisine ev yapmıştır. Tarihsel ve sanatsal değişimlere bağlı olarak, çok farklı anlamlar yüklenen “yeraltı” kavramını, sanat ve edebiyatla ilişkilendirdiğimiz zaman ortaya yine TDK’nın Büyük Türkçe Sözlüğü’ndeki ikinci anlam olan “Alışılmışın dışında olan, aykırı.” ifadesi çıkıyor.
    Tarihsel birikim bize bir şey öğretmiş ve kendi laboratuvarında kendini doğrulamıştır. Tarihin her döneminde ve her alanında ortaya çıkmış bütün kavramlar, olgular ve olaylar, zıtlarını ve alternatiflerini de beraberlerinde doğurmuştur. işte, Yeraltı Edebiyatı’nın çıkışında da bu yasanın geçerliğini görebiliyoruz. Ancak, bahsedeceklerimizden evvel bir noktanın altını çizmek iyi olur diye düşünüyorum; Yeraltı Edebiyatı halen tam olarak tanımlanmış, tarihsel gelişimi çok kesin çizgilerle ortaya konmuş, kanatları altında barındırdığı şair ve yazarları tam olarak belirlenmiş bir edebiyat değildir. Bunun nedeni, temelde belki de “yeraltı/underground” olması nedeniyle, belli bir tanıma sokulma çabalarına karşı kendisini gizlemesi, “tanımlanmaya karşı refleksel bir tepki göstermesi olabilir.” Bu edebiyat, normal tonlarda konuşan başka tür edebiyatların tersine bağıran, gürültü çıkaran,isyan eden ya da suskunsa bile, suskunluğunun altında içten içe haykıran nedenlerin yattığı bir edebiyattır. Buna rağmen, kendisini duyurmak, söylediklerini fark ettirmek gibi popülist bir çabası yoktur; gösteriş budalası değildir.
    Tarihsel süreç konusuna dönelim. Yeraltı Edebiyatı’nın ortaya çıkışı, konuyla alakadar pek çok kişinin de tespiti üzere, kapitalizm ile eş zamanlıdır, diyebiliriz. Çünkü Yeraltı Edebiyatı, tam anlamıyla bir ideolojinin edebiyatı olmamasına rağmen, kapitalizme ve ona dair her şeye karşıdır, bir reflekstir. Kapitalizmin beraberinde getirdiği kendine has yaşam biçimi, sosyal düzen, insan ilişkileri ve ahlak yapısına karşı Yeraltı Edebiyatı, tehlikeden kendisini korumak isteyen bir kirpi gibi içine yumulmuş, kendi gerçeklerini oluşturmuş ve bu gerçekleri tıpkı kirpinin dikeni gibi fırlatmaya karar vermiştir. Ancak altı çizilmesi gereken bir noktada da şu ki, kapitalizmden önce de, temeli gotik dönemlere dek uzanabilecek ve Yeraltı Edebiyatı’na dahil edilebilecek sanatçılar da yok değildir. William Blake, Thomas de Quincey gibi sanatçılar buna örnektir.
    Çalışmamıza başlarken, konuyla ilgili şahsi birikimlerim ve notlarım dışında, başkalarınca yapılmış çalışmalar bulmak adına yaptığım taramalarda, sandığımdan çok fakat yetersiz sayıda, yine de önemli olduğunu düşündüğüm çalışmalarla karşılaştım. Çalışmasını yayınladığı sırada Cumhuriyet Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi Bölümü’nde Araştırma Görevlisi görevinde bulunan Evren Karataş’ın “Türkiye’de Yeraltı Edebiyatı ve Hakan Günday’ın Romanlarında Yeraltı Edebiyatı’nın izleri” adlı makalesi, Varlık dergisinin Şubat 2005 sayısındaki “Türkiye’de Yeraltı Edebiyatı Var mı?” kapak dosyası ve içindeki yazılar, yine Varlık dergisinin Nisan 2008 sayısında, Ömer Kumsal’ın konuyla ilgili adı sıkça geçen Hikmet Temel Akarsu ile yaptığı röportaj ve Hikmet Temel Akarsu’nun kişisel web sayfasındaki yazıları ile Altay Öktem yönetiminde çıkan Karakalem dergisinin 2007-Sonbahar tarihli ilk sayısını bu kaynaklar arasında sayabilirim.
    Bütün bu taramalar sonucunda, ilerleyen sayfalarda göreceksiniz ki, Yeraltı Edebiyatı ve ona dair tanımlamalar ve bulgular bağlamında net ifadeler olmasa da hemfikir olunan kısmi saptamalar da vardır. Fakat bu çalışmanın amacı, başta da söylediğimiz üzere, öncelikle elimizdeki kaynaklardan bir derleme yapmak ve kendi saptamalarımızı da buna katarak derli toplu bir kaynak oluşturmak ve ardından bizce asıl sorun olan “Yeraltı Eseri ve/veya Yazarı Nitelendirmesini Neye Göre Belirleyeceğiz” sorusunu tartışmaya açmaktır. Buna göre, bu nitelendirmeyi
    A-Eserin içeriğine göre,
    B-Yazarın karakteri ve tavrına göre,
    C-Eserin yayınlanış biçimine göre
    seçeneklerinden hangisi ya da hangilerine göre yapacağımız konusunu tartışmaya başlamak, hem bu edebiyatın altını bilimsel olarak doldurmaya, hem dışlanmış veya dışarıda kalmayı seçmiş bu alt kültürün ciddi biçimde ele alınmasını ve tanınmasını sağlamaya yarayacaktır.

    “Yeraltı Edebiyatı” Tanımlamaları ve Yer altı Yazarları
    Söylediğimiz gibi Yeraltı Edebiyatı, genel-geçer bir tanıma henüz sahip değildir. Yine de, bugüne dek yapılmış tanımlardan birkaç örnek vermek doğru olacaktır.
    Ayrıntı Yayınları’nın bir süre önce yayınlamaya başladığı “Yeraltı Edebiyatı Dizisi”nin çıkış sloganı, aslında ülkemizde Yeraltı Edebiyatı’nın bilinen sloganlarından ve tanımlarından biri haline gelmiştir:
    “Asilerin, Kaybedenlerin, Hayalperestlerin, Günahkârların, Küfürbazların, Beyaz zencilerin, Aşağı tırmananların, Yola çıkmaktan çekinmeyenlerin, Uçurumdan atlayanların... dili, sesi Yeraltı Edebiyatı”
    Elimizdeki, konuyla ilgili sınırlı kaynakların içinde, sanal alemde karşımıza en çok çıkan tanımlardan biri de “Zatturi” takma adıyla internette yazılarını yayınlayan Mehmet Akay’ın bir yazısında yaptığı tanımdır: “Yeraltı Edebiyatı, birbirlerinden habersiz farklı dönemlerde yaratılan eserlerin hem yüksek sanatın hem de popüler sanatın dışladığı yazarlar tarafından ortaya konmuş bir edebi tavırdır.” Her ne kadar Mehmet Akay, Yeraltı Edebiyatı’nı popüler edebiyatın içinde görse de bu cümlesi dikkate değerdir.
    Şair-Yazar Osman Çakmakçı’nın günlük bir gazetedeki yazısında ortaya koyduğu tanım, bu edebiyatın karakteri açısından da nitelikli bir özet gibidir: “Öncelikle, şunu belirtmeliyiz ki, Yeraltı Edebiyatı ana akım (mainstream) edebiyatın ve sanatın ‘çok’ güçlü ve yerleşik olduğu, çok satanların edebiyat ortamı üzerinde egemenlik kurduğu, kendi popüler temalarının ve üsluplarının edebiyat ortamını istila ettiği ortamlarda ‘zorunluluktan’ fışkıran bir edebiyat. Kelimenin tam anlamıyla, pınarların yerden fışkırması gibi, Yeraltı Edebiyatı da popüler edebiyatın fay hatlarını kırarak yeraltından yüzeye fışkırır. Edebiyata kendi ayrıksı temalarını, yan gözle bakılan üsluplarını, ki bu edebiyatın üslubu sert ve haşin bir eleştirellik barındırır, insan var oluşunun ve aynı zamanda var oluşun derinlerde kalan esrarengiz yanlarını ve sırlarını, neredeyse saldırgan bir tavırla aşılarlar.”
    Sahip olduğumuz kısa bilgilerden derlenen sınırlı tanımların ardından yeraltı yazarlarına geçelim. “Ben yeraltı yazarıyım.” cümlesini kolay kolay duyamayız. Dolayısıyla, bilinen yazarların çoğu kendilerini bu kavramın altında görmez, birçok yeraltı yazarına da ulaşmak kolay olmaz. Yazarların, bireysel duruşları genel olarak diğerleri tarafından “marjinal” addedilmiş, ötekileştirilmiş olsa da, unutmamamız gereken bir yanı vardır ki o da, belki her Yeraltı Edebiyatçısının marjinal sayılabileceği, ancak her marjinal yazarın asla Yeraltı Edebiyatçısı sayılamayacağıdır. Küçük iskender veya Altay Öktem gibi yazarların bu edebiyata dahil edilemeyeceğini söyleyen ağızlar, bu fikirden destek almış olabilirler.
    Günümüzün en konuşulan, okunan, kurgusu ve dili başarılı sayılan Yeraltı yazarlarından Hakan Günday, bir süre öncesine dek popüler edebiyat okuyucusu tarafından neredeyse bilinmemekte, kolay ulaşılabilecek kaynaklarda röportajları, söyleşileri, fotoğrafı bile bulunmamakta, bilinen fotoğraflarının sayısı en iyi ihtimalde bir elin parmaklarını geçmemekteydi. Son birkaç yıldaki gelişmelerin, iki eserinin oyunlaştırılmasının ve özellikle son eseri Ziyan’ın yayınlanmasının ardından bu durum değişti.
    Diğer yandan Küçük iskender ve Altay Öktem en sık anılan isimlerdir. Oğuz Atay’ın da adı “Yeraltı Edebiyatı’nın öncüsü” şeklinde sıkça geçmesine rağmen, üzerinde iyi düşünülmediğine inanıyorum. Zira öncü olmakla başlangıç sayılmak arasında bir bilinçlilik/farkındalık ayrımı vardır. Öncü olmak, bilinçli bir çıkış, sistemli bir harekettir ve tıpkı bir ihtilal gibi farkında olarak yeni bir şeyler yapılır. Ancak, olayın içinde olduğunu hissetmediğiniz halde ortaya koyduğunuz farklı tavırdaki eserler, siz hayattayken ya da sizden sonra, kontrolünüz dışında olarak birilerince başlangıç sayılıp, bir olguya dönüştürülebilir. Söz gelimi, “Kafkaesk” denen edebi tavırdan Kafka’nın haberi olacak kadar ömrü bile olmamıştır. Ya da Nietzsche, “Üstün insan”dan bahsederken, Hitler’in fikirsel dayanağı olacağını hedeflememiştir. Oğuz Atay’ın da böyle bir farkındalıkta olduğunu değil, bu sıfatın ona atfedildiğini düşünüyorum.
    Yazarların isimleri arasında, bilinen yazarlardan Sibel Torunoğlu, Sarp Bengi, Sezen Ural gibi isimler de geçiyor. “Bilinen” sıfatlandırmasından sonra, akla “Bilinmeyen var mı?” sorusu gelebilir ki buna muhakkak “Evet” demeliyiz, zira Yeraltı Edebiyatı dediğimiz hareket, büyük oranda fanzinler üzerinden can bulmaktadır. Bu nedenle genelin bilmediği, bazı kitlelerin okuyabildiği isimler de yok değildir. Tam da bu noktada, Varlık dergisinin “Türkiye’de Yeraltı Edebiyatı Var mı?” kapak dosyalı sayısına açıklama yapan Hikmet Temel Akarsu-ki kendisi de bir yeraltı yazarı olarak nitelendirilir-, bu konu hakkında çok ilginç bir yaklaşımda bulunmuştur: “Gerçekten Yeraltı Edebiyatı yapıyor olsaydım, bu röportaj suallerini bana asla yöneltemezdiniz. insanlığı yücelten o gerçek yaratıcıların sanatlarını ve pozisyonlarını intihal etmeyi onursuzluk sayarım.”
    Yeraltı yazarlarının dünyada tanınan isimlerine gelirsek, bir başyapıt olarak Dövüş Kulübü/Fight Club yazarı Chuck Palahniuk’u en başta anmamız gerekir. Diğer isimlere bakarsak, Philippe Dijan, Marquis de Sade, Ola Bauer, Jean Genet, J. G. Ballard, Georges Bataille, Octave Mirbeau, A.C Weisbecker gibi isimleri öncelikli olarak sayabiliriz. Daha geniş bir liste için yer altı ürünlerini yayınlayan Ayrıntı Yayınları ve Altıkırkbeş Yayınları ’nın web sayfaları da incelenebilir.
    Yeri gelmişken çalışmamızın bilinçli olarak eksik bırakılmış bir noktası hakkında bir şeyler yazmak isterim: iletişimin ve yayıncılığın hızlandığı bir çağda yaşadığımız için her gün pek çok yeni isim edebiyat hayatına giriyor. Başta belirttiğimiz ve sonunda açıklayacağımız üzere, bu çalışmanın amacı kısa ve toplu birkaç bilgi vermek ve bir tartışma açmaktır. Dolayısıyla isimler ve eserler söz konusu olduğunda öncelikli isimlerden söz ettiğimi, konunun uzun yıllar ve çok sayıda insan tarafından tartışılacağına inandığım ve bu çalışmalarda adının geçeceğini düşündüğüm pek çok ismin, laf kalabalığı yapmamak ve açmak istediğim tartışmayla birlikte, bazı hatlar netleşince anılmasını düşündüğüm için anmadığımı bildirmek isterim.

    Yeraltı Edebiyatı Yayınları ve Fanzinler
    Yeraltı Edebiyatı eserlerini kitap formatında, romanlar, hikayeler ya da şiirler olarak dünya ve tabi özellikle Batı dillerinde bulabiliyoruz. Ancak dilimize çevrilmiş olan, önce gelen Yeraltı eserlerinin sayısı malesef ki dünya dilleriyle kıyaslanamayacak kadar azdır. Fakat, birkaç yıl öncesine kadar, Ayrıntı Yayınları’nın başlattığı ve hızla ilerleyerek, dilimize çevrilen, basılıp çoğaltılan Yeraltı Edebiyatı Dizisi, bu açığı büyük oranda kapatmış ve hatta kült bir yazı dizisi haline getirmiştir. Bu diziye dahil olan bazı eserler şöyledir:
    (bkz: Dövüş Kulübü-Chuck Palahniuk), (bkz: Eşiktekiler-Philippe Djian), (bkz: Son Sürgün-Dragan Babic), (bkz: Yatak Odasında Felsefe-Marquis De Sade) , (bkz: Acemi Pezevenk-Ola Bauer), (bkz: Tavandaki Kukla-ingvar Ambjörnsen), (bkz: Gönüllü Sürgün-Claude Lucas), (bkz: Erojen Bölge-Philippe Djian), (bkz: Kozmik Haydutlar-A.C Weisbecker), (bkz: Hayran Olunası Kazanova-Philippe Sollers), (bkz: Gösteri Peygamberi-Chuck Palahniuk), (bkz: Tıkanma-Chuck Palahniuk), (bkz: Hırsızın Günlüğü-Jean Genet), (bkz: Denizci-Jean Genet), (bkz: Flamenkonun izinde-Jason Webster), (bkz: Oda Hizmetçisinin Günlüğü-Octave Mirbeau), (bkz: Görünmez Canavarlar-Chuck Palahniuk), (bkz: Adsız Devler-Pascal Bruckner), (bkz: Çarpışma-James Graham Ballard), (bkz: Melekler-Denis Johnson), (bkz: Fahişe-Nelly Arcan), (bkz: Kaçaklar ve Mülteciler-Chuck Palahniuk), (bkz: Cennette Bir Gün Daha-Edie Little), (bkz: Sevdalı Tutsak-Jean Genet
    Ancak kitaplardan ziyade, “Yeraltı Edebiyatı yayını” denildiğinde, bu edebiyatın asıl kalesinin fanzinler olduğunu söylemeliyiz. Fanzinler, “Yeraltı Edebiyatı” tanımındaki teorinin pratiğe en iyi dökülmüş, en net halleri aslında. Çünkü, tıpkı Yeraltı Edebiyatı’nın ortaya çıkışı gibi, fanzinler de büyük paraların döndüğü, büyük yayınevlerine/basımevlerine ihtiyaç duymadan, hatta kafa tutarak bir araya gelen birkaç insanın yazdıklarını fotokopi usülüyle çoğaltılarak türemiştir. Birçoğu uzun ömürlü olamamıştır ya da geniş kitlelere ulaşamamıştır ama yine de ortaya koyduğu tavır takdire şayandır.
    Fanzinlerin tarihine baktığımızda da, 1970’lere kadar gideriz. Tamamen “kendin pişir kendin ye” mantığından yola çıkarak oluşturulan “Do it yourself” denilen bu punk felsefesi, o zamanlar daha çok punk/metal müzikle ilgili olarak ilk fanzinleri yayınlamışlar ve bugüne dek gelmesinde öncü olmuşlardır. Ülkemizde de, özellikle istanbul, Ankara ve izmir gibi merkezlerde ve büyük şehirlerde çok fazla üretiliyor olsa da, dağıtım, büyük kitlelere ulaşım ya da süreklilik konusunda epey sorun olmaktadır. Bilinen başlıca fanzinlerin isimlerini de sıralamak gerekirse şunları sayabiliriz:
    “akıl fikir, artcore, artzine, avantgarde, chaos, çöplükteki silah sesi, darkportal, dehliz, dehşet, zine, deli gömleği, dış mihrak,ha-zine, heavy metal,kaos gl,kara düş, kara kutu, laneth, mahşer, makas’zine, nebula,panik atak, panteon,rock art, rock fanzine, rock-balance, rockbank, shit’zine, sombre, bok kültürü, zifirfanzin, satırarası fanzin…”
    Diğer yandan Yeraltı Edebiyatı’nın kapital ile ilişkisi de sorgulanabilir. Sonuçta, bu önemli eserlerin birçoğu, büyük sermayeli yayınevleriyle ilişki kurarak, onlarla çalışarak var olurlar. Bildiğimiz gibi, Dövüş Kulübü, büyük paralar harcanarak, beyaz perdeye uyarlanmış ve Brad Pitt gibi popüler bir oyuncu oynamıştır. Bu durum, Yeraltı’nın o içe dönük, siyah mizacı için endişeli bir durum olarak görülebilir. Ancak bu konudaki fikrimi Seray Şahiner, Karakalem dergisinde yayınlanan “Yeraltı Edebiyatı” dosyasındaki şu cümlesiyle net bir şekilde özetlemiştir: “Egemen güçler elde edemedikleri varlıkları hiç değilse rozet ya da hazır bir etiket haline dönüştürüp üstlerinde taşırlar. Fakat yeraltı dünyası, kendisini bu kadar kolay teslim etmemiştir.” Ayrıca, tam da bu konuyla ilgili bir soru yineKüçük iskender’e sorulduğunda şöyle demiştir: "Dolaşımı, dağıtımı güçlü bir yayıneviyle çalışmakla yeraltı arasında nasıl bir bağ kuruyorlar anlamak güç. O halde ressamlar da galeriler yerine mağara duvarlarını kullansınlar; oraya kadar geliriz bu açmazda. En uçtaki okura beni götürebilecek yayıneviyle çalışmamın kimliğimle ya da yaşama tarzımla ne ilgisi var?! Tasarımlar üretmekten kaçınmalıyız; iddialı sözlerin hedefleri bulmama olasılığı, ıskalamak insanı zor durumda bırakır.”

    Yeraltı Edebiyatı Eserlerinin içeriği, Nitelikleri, Kahramanları ve Dil Özellikleri
    Adından da beklendiği üzere, bu edebiyatın içeriği temelde yeraltı ve oradaki hayatlardır. Öncelikli olarak aklımıza gelen görüntü, karanlık mekanlar, sokaklar, hayattan beklentisi kalmamış kahramanlar, alkol, uyuşturucu, cinsellik ve şiddetin hakim olduğu hayatlar ve benzeri unsurlardan örülü bir görüntü olacaktır. Bunlar da Yeraltı Edebiyatı’na dahildir muhakkak, fakat eksiktir. Yeraltı Edebiyatı, illa ki bu unsurlardan en az birini içermek zorunda değildir zira “Yeraltı” isimlendirmesini hak edebilecek başka unsurlar kullanan yazarlar da vardır. Sözgelimi, Günday’ın Azil’inde delilik ile dahilik arasında gidip gelen kahramanımız Asil için, yukarıda bahsettiğimiz unsurlar birer merkez unsur değildirler. Romanda yerlerini birer tamamlayıcı unsur olarak almakla kalırlar. Onun asıl davası, zihnindeki dışlanmışlık öfkesinin bir sonucu olarak, sosyal hayatın ne denli basit ve aşağılık olduğunu, hatta insanın sanıldığı kadar da sosyal olmadığını ispatlamaktır. Ya da Palahniuk’un Dövüş Kulübü’nde, yine aynı unsurları sadece birer araç olarak görürüz. Yine burada aslolan şey, sosyal hayat eleştirisidir. Ve bir not daha; sosyal hayat eleştirisi, kurgunun yalnızca merkez noktasıdır. Bu nokta etrafında hiçlik, varoluş, manevi acı ve olgunlaşma, ölüm, aile, hayat, sistem, evren, yaratılış gibi daha pek çok konu söz konusu eserlerde ve Yeraltı Edebiyatı’nın diğer eserlerinde yerlerini almaktadırlar. Dolayısıyla Yeraltı Edebiyatı’na dahil olan bir eserin mutlak surette alkol, cinsellik, uyuşturucu, kadın, şiddet ve benzeri konularda dönmesi gerekmemektedir.
    Yeraltı eserlerindeki suç eğilimi; iki şekilde açıklanabilir; ya varoluşçuluğun dillendirdiği gibi, hatalı sosyalleşmeye karşı, bir protesto kimliğindeki “istediğini yapma özgürlüğü” bu şekilde addedilmiş ve eserlerin kurgu dünyasına suç olarak yansımıştır; ya da varoluşçuluğun veya bağımsız öznel fikir olarak “toplum bilinci”nin getirdiği bir şeydir. Şöyle ki, toplumu, doğruya yönlendirme isteği, onu yanlışın içine boğarak, ona yanlışı göstererek, böyle bir yönteme başvurulmuştur. Hakan Günday’ın Azil adlı eserindeki, iyiliğin çekim gücü yerine kötülüğün itme gücünün daha ağır basması örneği gibi…
    Bu edebiyatın kahramanları, adından da belli olduğu gibi, yeraltı tipleridir. Yani acı çekmiş, tozpembe bir gözlüğün arkasından görme şansını yitirmiş, haykıran, isyan eden, fikrini söylemekten ve söylerken de küfürden, argodan faydalanmaktan geri kalmayan insanlardır. Yazarları böyle bir ruh haline büründüren çok özel ve çeşitli nedenler olabilir ya da çok çeşitli dünya görüşleri, felsefeler olabilir. Rasyonalizm, anarşizm, sosyalizm, Freudculuk, vesaire… Ancak hemen hepsinde görünen bir üst felsefi anlayış vardır ki, o da varoluşçuluktur.
    Varoluşçuluk, eşit haklara sahip insanların sosyal adalet, ekonomik garanti ve tek bir insanın güçsüzlüğü karşısında, bunları aramalarından ötürü sosyalleşen, kolektif kuran insanların, bu yapı karşısında çözüldüğü, “tek insan”ın yitip, toplum içinde eridiği gerçeğine karşı çıkar. “Bütün varoluş felsefesi şu biçim altında belirir: ‘insanın kendi kendini yitirdikten sonra bütün dünyayı ele geçirmesi ne işe yarar?’ Bundan dolayı varoluş felsefesi bir bunalım felsefesi olmuştur. Bu felsefe yeni bir dizge kurmak istemiyor, tam tersine insanları karar verme durumuna getirmek istiyor; öğretmek istemiyor, yeni bir tavır alışa çağırıyor; çağı yeni bir biçimde açıklamak istemiyor, onu yargılıyor; sakinleştirmek değil, ürkütmek onun amacı; sentez de istemiyor, "ya o- ya o" karşısında bırakıyor “ işte bu sebeplerden, varoluş felsefesi, ferdin kendini kaybetmediği, kontrollü bir bireysel bir kurtuluşa dayanır. Söz konusu kurtuluş, yazarların ve eserlerin çoğuna “hiçlik” olarak yansımıştır. Kahramanlar, kaybedecekleri şeylerin olmadığı oranda özgürdür. Dövüş Kulübü’nün kahramanı bu nedenle bilinçaltında yarattığı ikinci insana, evini-yani sahip olduğunu sandığı tek şeyi- havaya uçurtmuştur. Azil’in kahramanı Asil, bu yüzden ailesinden, çocukluğundan, onu sosyal bir varlık yapan her şeyden kurtulmuştur ve bu yüzden kitabın birçok yerinde karşısında dikilip konuşan insanları duymaz. Rock kültürünün içerdiği “Sahip oldukların sana bir tuzaktır” felsefesi, Dövüş Kulübü’ndeki kanepe meselesinde, Tyler’ın şu cümlesiyle edebiyattaki karşılığını bulur: “Mobilya satın alırsınız. Kendinize dersiniz ki, bu hayatım boyunca ihtiyaç duyacağım son kanepe. Kanepeyi alırsınız ve sonraki birkaç yıl boyunca, hangi işiniz ters giderse gitsin, en azından kanepe sorununu çözmüş olduğunuzu bilirsiniz. (…) Sonra o güzel yuvanızda kısılıp kalırsınız. Bir zamanlar sahip olduğunuz şeyler artık sizin sahibiniz olur.”
    Dil meselesine gelince, genelleme yapılabilecek bir durum göremiyoruz. Çalışmamızın başından beri çizdiğimiz tablo üzerinden, Yeraltı Edebiyatı’nın yayınlanmış kitaplar ve fanzinler olmak üzere iki ayak üzerinden gittiğini görebiliyoruz. Aslında dil söz konusu ise, yayınlanmış Yeraltı ürünlerinin, yayınlanmamış olanların dilce estetize olmuş halidir, demek yanlış olmaz. Fanzinler, dil kurallarını, üslup özelliklerini çoğu zaman önemsemezler. Serseri ve haylaz bir edaları vardır. Kitaplar ise artık olgunlaşma sürecine girmiş, yazarının özgün dilini oluşturmaya çalıştığı, profesyonellik yolundaki eserlerdir.

    “Yeraltı” Nitelendirmesi Sorunsalı
    Konunun ayrıntısına inmeden evvel, “sorunsal” kelimesinin aslında ne demek olduğunu ve neden bu ifadeyi seçtiğimi açıklamak isterim. Zira söz konusu kelime son zamanlarda yanlış ve fonetik çekiciliği nedeniyle yersiz kullanımlardan dolayı içi boşaltılmış bir kelime haline gelmiştir.
    Konuyla ilgili en güvenilir kaynak, kuşkusuz TDK Büyük Türkçe Sözlüğü olacaktır. Sözlüğe baktığımızda sıfat kategorisinde değerlendirildiğini ve iki anlamı olduğunu görüyoruz:
    “sf. 1. Çözümü belli olmayan. 2. Doğru olma ihtimali bulunmakla birlikte, şüphe uyandıran, kesin olmayan, problematik.

    Biz çalışmamızda daha çok ikinci anlamına dayanmayı uygun buluyoruz. Birinci anlamında bahsedilen, “çözümü belli olmama” durumu an itibariyle alanımız dışındadır. ikinci anlamdaki ifadeyi seçmemin nedeni ise şu ana kadar yAzilan kaynaklar içerisinde cevabını bulamadığım nokta, bir eseri veya yazarını Yeraltı Edebiyatı’na dahil ederken hangi kıstaslara dikkat edeceğimiz sorunsalıdır. Biz çalışmamızda, aşağıda okuyacağınız başlıklardan üçüncüsünü dikkate alma taraftarıyız. Gerekçesini başlığın altında açıklamayı daha uygun görüyorum. Tanımı henüz yapılmasa da Yeraltı Edebiyatı’nı anlatırken yazarını veya içeriğini yahut yayınlanma şeklini dikkate alıyoruz. Pekala, hangisini kıstas almamız daha sağlıklıdır? işte bu tartışmanın başlaması, Yeraltı Edebiyatı yazar ve ürünlerinin faydasına, dolayısıyla edebiyat sanatı ve biliminin faydasına olacaktır.

    1-Yayınlanma Biçimine Göre Nitelendirme: Yeraltı Edebiyatı’nın tavrı ve kimliğine daha yakın ilerleyen ayağı, fanzinlerdir. Yani, sermayenin, şirketleşmenin olmadığı, herhangi bir yayınevine ihtiyaç duyulmadan, bireysel çabalarla ortaya çıkmış bağımsız yayınlar... Gerçekten de “yeraltında” yaşayan bu eserlerin bu edebiyat altında değerlendirilmesi doğrudur. Fakat onlarla aynı rengi taşıyan, aynı duruşa ve benzer ifadelere dayalı, büyük oranda daha olgun ve profesyonel eserler yayınlanırsa, bunlara tepkimiz ne olacaktır? Sırf sermayeye sahip bir yayın ve dağıtım şirketine dayalı çalıştığı için, bütün özellikleri Yeraltı Edebiyatı’na uyan bir eseri dışlamamız ne derece mantıklı ve sağlıklıdır?
    Dolayısıyla bu tür bir nitelendirme hiçbir şekilde uygun değildir, diye düşünüyoruz. Kaldı ki, bu tür bir isimlendirmeye dayalı düşünen mantık, eskisi kadar kabul görmemekte, sıradan bir heyecan olarak karşılanmaktadır. Zira yerli ve yabancı pek çok önemli eserin arşivimize kazandırılması bu sayede olmuştur ve buna karşı çıkmak Yeraltı Edebiyatı’na bir tür nankörlük olacaktır, kanaatindeyim.

    2-Eserin Yazarına Göre Nitelendirme: Bugün geldiğimiz noktada istisnasız her Yeraltı yazarı, doğal olarak eserinin özelliklerini taşımakta ve eserine kendi gölgesini bırakmaktadır. Fakat bu durum daima geçerli mi olacaktır? Yani, popüler sayılan, iyi aile ilişkileri, ruh hali sağlıklı olan, diğer Yeraltı yazarlarının aksine kendisinde fazla gizem barındırmayan bir yazar, “Yeraltı” niteliklerine uygun bir eser yazdığında ve bu eser başarılı olduğunda, onu da bu edebiyatın dışında mı tutacağız?
    Tam bu noktada şu soru akla gelebilir: Yeraltının ruh halini barındırmayan bir yazardan bir Yeraltı eseri çıkabilir mi? Haklı ve tartışılması gereken bir soru. Edebiyat tarihi ve tecrübesi, bunu başarabilen çok az yazarla bizi tanıştırmıştır. Bir yazarın eserinin, kendi karakteri dışında gelişebilmesi bu yazarın iyi ya da kötü bir yazar olduğu anlamına gelebilir mi, sorusu, muhakkak ki okuyucuya veya araştırmacılara kalmıştır. Biz, birer bilim adamı (veya adayı) olarak, yazar-eser ilişkisinin sonuçlarında sürprizlere açık olmak durumundayız.
    Bu konuda, bir gazeteye verdiği röportajda eser-yazar ilişkisine değinildiği bir sırada Hakan Günday’ın verdiği cevap, çok çarpıcı ve haklıdır:
    “Okurlarımın beni merak etmesinin okurlarıma da bana da yararı yok. Sanatta önemli olan işin kendisidir, işçi değil. Ayrıca kendimi tarif etmem pek mümkün değil. Mezar taşında bir yazanlar yeterli olabilir, yani doğum ve ölüm yılı beni tarif için kafidir, çünkü aradaki tire kadarım.”
    Gerek bu açıklamaya verdiğimiz haklılık payı ve gerek şahsi düşüncemiz doğrultusunda, nitelendirme konusunda, yazarın kişiliğini dikkate alma yöntemini de geçersiz ve sağlıksız bulduğumuzu söylemek isterim.

    3-Eserin Tavrına Göre Nitelendirme: Saydığımız bu üç yöntemden, daha sağlıklı ve mantıklı bulduğumuz yöntemin bu yöntem olduğunu tekrar belirtmek isterim. Edebiyatta eserin yazarının ve ortaya çıkış sürecinin kuşkusuz aynı derecede önemi ve belirleyiciliği vardır. Fakat, konumuz bağlamında, bir eserin Yeraltı Edebiyatı’na dahil edilebilmesi için dikkat edilmesi gereken noktanın eserin tavrı olduğu kanaatindeyiz. Buradaki “tavır” kelimesi yerine, içerik, dil, yöntem, üslup gibi amilleri saymak istemememin nedeni bütün bunların bir bütün teşkil ettiğini ve bu bütünün de bize eserin tavrını verdiğini düşünmemdir. Yeraltında olmak bir duruş ve tavır meselesi olduğu için, eserin bize anlattığı şeyler ve onları anlatma şeklini birincil derecede önemli saymak durumundayız. Bu kıstasa göre, belki de yine kesin çizgiler konulamayacak, eserler temelinde düşünüp “Falanca eserde Yeraltı Edebiyatı unsurları vardır” gibi ifadeler kullanmk durumunda kalabileceğiz. Bunu belirlemek için şu an tabi ki erkendir. iyi değerlendirmelerin, verimli tartışmaların ardından, karşımızdaki görüntü daha da netleşecektir.

    `BiRER YERALTI EDEBiYATI ESERi OLARAK
    DÖVÜŞ KULÜBÜ VE AZiL’iN KARŞILAŞTIRMASI`

    Yeraltı Edebiyatı denilince akla ilk gelen eserlerden birisinin Dövüş Kulübü olduğunu söylemiştik. Eser, yayımlandığı 1996 yılında büyük ses getirmiş, 1999 yılında da David Fincher tarafından sinemaya uyarlanmasıyla dünya çapında daha da bilinir hale gelmiştir.

    Kitabın yazarı Chuck Palahniuk, 21 Şubat 1962'de Washington'da doğdu. Asıl adı: Charles Michael Palahniuk'tur. Bir süre Eyalet Üniversitesi'ne devam etse de öğreniminiOregon Üniversitesi'nde tamamladı. Geçimini bir şirkette otomobil tamirciliği yaparak kazanmakta iken 1996'da arkadaşlarıyla devam ettiği bir edebiyat grubu çerçevesinde Project Mayhem(Kargaşa Projesi) isimli kısa hikayeyi yazdı. Söz konusu hikaye üç ay gibi kısa sürede Dövüş Kulübü'ne dönüştü. 1999'da katıldığı bir yazarlar konferansında "Writing to fail" (Başarısızlığı Yazmak) adlı bir çalışma grubu yürüttü.Pacific Nortwest Booksellers Association Award ve Oregon Book Award ödüllerine layık görülen Dövüş Kulübü 1999'da filme çekildi.

    Eserde, hayatından ve hayatındaki insanlardan nefret eden, çalıştığı işinden bıkmış, büyük uykusuzluk sorunları yaşayan, ölüm bilincini saplantıya çevirmiş, muhtaç olduğu insani duyguları bazı hastalıklara sahip insanların dayanışma gruplarında arayan genç bir adamın öyküsü anlatılıyor. Ve bir süre sonra bu genç adamın hayatı, Tyler Durden adındaki, bütün dünyadan acı çıkaran, oyunu kendi kurallarına göre oynayan birisiyle tanışarak değişiyor. Tyler’a göre, tüketim dünyasının zincirlerinden kurtulmanın yolu, insanın varoluşsal özelliklerine dönmesi, romandaki anlatım biçimiyle fiziksel acı çekerek yeniden doğmasıdır. Bu yüzden de birbirleriyle kavga etmeye başlarlar; anlatıcımız ve Tyler Durden arasındaki bu dövüş oyunu bir süre sonra ülkenin dört bir yanını saran gizli bir kulübe, Dövüş Kulübü’ne dönüşecek ve en nihayetinde de toplum düzenini bertaraf etmeyi amaçlayan büyük bir proje haline gelecektir. Marla ise, yine hasta dayanışma gruplarında ortaya çıkan, kaybedecek bir şeyi kalmamış, toplumdan sıyrılmış bir genç kız olarak yerini alıyor. Ve yazar Chuck Palahniuk, bütün bu karakterler üzerinden tüketim kültürüne, onun beraberinde getirdiği “insan insanın kurdudur.” felsefesine, hırsa, rekabet ve üstünlük mücadelesine, bu kültürün sınırlarını çizdiği güzellik idealine, çok sert bir eleştiri getiriyor.

    Ve Azil... Kendi ifadesine göre “edebiyata inanmayan”, kendisini de bir yeraltı yazarı olarak görmemesine rağmen, çoktan Türkiye Yeraltı Edebiyatı’na dahil edilmiş olan Hakan Günday’ın Şubat-2007 itibariyle raflarda yerini alan sıra dışı eseri...

    29 Mayıs 1976’da Rodos'ta doğan yazar Hakan Günday ilköğretimini Brüksel’de tamamladı. Ankara’da Tevfik Fikret Lisesi’ni bitirdi ve daha sonra Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransızca Mütercim Tercümanlık Bölümü’nde üniversite eğitimine başladı. Ertesi yıl Universite Libre de Bruxelles’in Siyasal Bilimler bölümüne geçti. Sorna Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden girdi. ilk romanı Kinyas ve Kayra 2000, Zargana 2002, Piç 2003, Malafa 2005 ve Azil 2007 yılında Doğan Kitap yayımlandı. istanbul ve Antalya 'da yaşıyor.

    Romanda Asil adındaki, bir ucu deli, diğeri dahi olan çifte kişiliğinin uçları arasında gidip gelen bir adamın hikayesi anlatılıyor. Üç yaşında, PTT’nin “Yirmi Beş Yıl Sonrasına Mektuplar” kampanyasında, kendisine hitaben yAzilan bir mektubu yirmi sekiz yaşında bulmasıyla ve mektupta babasının aslında onun doğmasını hiç istememiş olması gibi gerçeklerle burun buruna gelmesiyle başlayan eser, bu olayla birlikte Asil’in dahi yanının harekete geçmesiyle ve edebiyatla, müzikle, belgeselle ve daha birçok “yaratma” işiyle birlikte devam ediyor. Asil, roman boyunca sosyal hayatın, insan tabiatının, tüketim kültürünün en kilit şifrelerini okuyucuyla paylaşıyor. Ve aslında en çok da diğerlerinden farklı olan, zeki ve sıra dışı insanların karşılaştığı garipseme, dışlama ve linç etme kültürünü çok uç bir örnekle ama çok aşina bir şekilde anlatıp eleştiriyor.

    Bu iki eser, gerek yeraltı ürünleri olmaları, gerekse içerikleri ve eleştiri çabaları dolayısıyla birçok yönden benzerlikler taşımaktadır. Bu benzer ve kısmen de olsa farklı yanlara gelirsek karşımıza neler çıkıyor bakalım.

    Çift Kişilik Motifi

    En başta, hem eserlerin konusunu daha iyi anlamak hem de ilerleyen bölümlerdeki karşılaştırma yönlerini daha iyi tahlil edebilmek için bu “çift kişilik” motifini incelemek gerekir.

    Dövüş Kulübü’nde, asla ve asla anlatıcı olan kahramanın adını görmezsiniz. Bu isimsiz kahraman, bize olan biteni anlatır, Tyler’dan ve birlikte yaptıklarından bahseder, gerekli çözümlemeleri iletir, Tyler’ın güçlü ve kusursuz karakteri karşısında kendisini onunla bulmuş ve ona uyum sağlayacak, hayatın mükemmeliyetine ulaşmış birisi olarak karşımıza çıkar. O, hayatından bir beklentisi kalmaksızın nefret etmiş, ve kaybettiği bütün beklentileri Tyler’la bulmuş, ondan önce dayanışma gruplarında şefkat arayan güçsüz bir adamken, Tyler asla kaybetmeyen, acımasız ama işe yarar kuralları olan, dünyaya çelme takmayı amaçlayan birisidir. Dövüş Kulübü’nün oluşmasına, büyümesine ve toplum düzenini sallayacak olan “Kargaşa Projesi”nin ortaya çıkmasına sebep olan ve hatta Marla’yı tavlayabilen yine Tyler’dır. Eser boyunca bu isimsiz kahraman ile Tyler’ın işbirliğinden doğan olayları izlerken diğer yandan insanların sosyal hayat içerisinde edindikleri güçlü veya zayıf tiplerin birer örneğini ve kıyasını da izleriz. Ancak eserin başında anlam verilmez bir sahne vardır; Tyler, isimsiz kahramanımızın ağzına silah dayamış vaziyettedir. Bütün olayların sonunda, eserin son sayfalarında yeniden bu sahneye döndüğümüzde, şoke edici bir durumla karşılaşırız: isimsiz kahramanımız ve Tyler Durden, aslında aynı kişidir. Bırakın kendisini, isminin bile önemsenmediği bu karakter, kendi çaresiz, güçsüz ve aşağılık kompleksine bulanmış benliğinin içinde, hem fiziksel hem de ruhsal olarak olmak istediği o üstün tipi, Tyler Durden’ı ortaya çıkarmış ve her şeyi ona yaptırmıştır. Tyler’ın evine yerleşmek zorunda kalmasına sebep olan patlamayı, kendi evinde gerçekleştirmiş, acı çekerek olgunlaşma/komplekssizleşme/deşarj olma felsefesiyle Dövüş Kulübü’nü kurarak ilerleyen safhalarda sosyal sistemin altına dinamit koymuş, Marla Singer ile ilişkiye girmiş ve en sonunda da beynindeki çıkmazlar nedeniyle kendi bünyesindeki iki kimliği çatışmaya sürüklemiş; ve bu zararlı tipi, Tyler Durden’ı yok etmek için kendisine tek bir yol bırakmıştır: kendisini yok etmek...

    Eserin içine serpilmiş bütün eleştirel motifler dışında, bu çift kişiliklilik, tüketim dayatmalarına karşı yapılmış, tokat niteliğinde bir eleştiridir. Tyler Durden; aslında, her şeyin hakim güçler tarafından standardize edilmiş, reklam ve medya yoluyla da bu standardizasyonun reçetesi yAzilmış işleyişin içerisinde, güzellik, gösterişlilik, güçlülük ve sağlam karakterlilik gibi toplum içinde kazanarak ve herkesleşerek var olmanın şartları karşısında hepimizin, kafamızda ikinci bir kişilik oluşturmuş vaziyette olduğunu ve medyada anlatılan “o insan” olmak için çırpınmakla, sistemin olmamıza izin vermeyişi arasında gidip geliyor olmamıza ayna tutmaktadır. Yazar aslında, bütün insanların maske taktığını, içinde izin verilmeyen ama olması gereken doğru tipi yaşattığını ve bu durum karşısındaki acziyetimizi yüzümüze tokat gibi çarpmaktadır.

    Azil’de de kısmen, milimetrik farklar görmekle birlikte aynı durumla karşılaşırız. Azil’deki çift kişilik, iki yönlüdür. Şöyle ki Asil, deli ve dahi iki Asil’i içinde barındıran, hastalıklı türden zekaya sahip bir karakterdir. Kendisi bunu bilmekle birlikte buna engel olamamaktadır. Yirmi sekiz yaşında, kendisini sosyal hayata bağlayan zayıf bağları koparmasına yardım edecek mektubu bulduktan sonra, ölene dek kendisini yaratmaya adayacak dahi Asil’i keşfeder.

    Azil’deki ikinci çift kişilik durumu, Asil’in kardeşiyle olan durumudur. Bütün kitap boyunca, yer yer Asil’in kardeşinden bahsedilir. Ancak, durumun netliğini, yani bir ikizi olup olmadığını okuyucu asla tam olarak kavrayamaz.

    Beynindeki fikirlerin ağırlığına dayanamayan, bir de üstüne, istenmediği halde doğan Asil’in fikri, kitabın başında açıktır: intihar edecek, ancak bundan önce, üzülmesinler diye annesi ve babasını öldürecektir. Fakat, elleri ve ağızları bağlı olan ailesinin sırayla konuşmalarına izin verince, bu fikir işleyemez. Babası şöyle der: “Sen yalnız doğmadın. (...) Bir ikizin vardı. Tek yumurta ikizin... Bu ne demek, biliyor musun? ikiniz de aynıydınız, demek. Tıpatıp aynı. Neredeyse üç yaşındaydınız. Ve sen, bir sabah o elindeki tabancayla kardeşini vurdun. (...) Bir seçim yaptık. Kardeşinle senin aranda. Kardeşini değil ancak onu öldüreni gömmeye karar verdik. Yani seni. (...) ikizinin adı Asil’di. Ama polise senin öldüğünü söyledik. (...) Sen, kimseyi öldürmemiş olan Asil oldun.”

    Çok bahsedilmese de, sevdiği bir kadının ölümünden de etkilenmiş olan Asil, kendi adının aslında Adil olduğunu, ama bu olayla Asil ismine kavuştuğunu öğrenir. Ancak sırayla konuşan anne-baba o kadar korkmaktadır ki asla bir kardeşin varlığı-yokluğu konusunda okuyucuya kesin bilgi verebilecek şeyler söylemezler. Ve bu bölümden sonra, romanın birçok yerinde Asil, kardeşinin varlığını hatırlar.

    Asil’in kardeşiyle olan çift kişiliklilik durumunun, Dövüş Kulübü ile karşılaştırıldığında farklı olduklarını görürüz. Ancak deli Asil ile dahi Asil, yarattığı Tyler adlı kahramanın kendisinden daha güçlü olduğunu bildiğimiz isimsiz kahramanın durumuna benzemez. Toplumdan dışlanma korkusuyla boğulmuş insanlar, o sıradışı, üretken, yaratıcı, zeki karakterini ortaya koyamamaktadır. Azil’de bunun bir diğer yönünü, vicdan konusu ekseninde görüyoruz. Kitabın sonunda, linç edilmesine yakın, yeni bir Asil gibi gördüğü küçük Yahya’yla konuşurken Asil, bunu açıklamaktadır:
    “ ‘Senin kafanda bir Asil var. Benim kafamda da bir Yahya var mı?’
    (...)
    ‘ Daha yok. Belki hiçbir zaman olmayacak.’
    ‘Neden?’
    ‘Çünkü daha hiç kötülük yapmadın. Şimdi, sana bir hikaye anlatacağım: ilk kötülüğünü yaptığında, kafanın içinde bir çekirdek oluşur. Kafanın içinde ayrı bir kafa gibi. Şeftali ve çekirdeği gibi. Tamam mı?”

    işte bu iki ayrı eserin, iki ayrı kahramanından, sosyal hayatın insanları boğuşunu nasıl tahlil edildiğini ve bunun ne kadar başarılı yapıldığını görüyoruz. Birinci bölümde, Yeraltı Edebiyatı’ndan bahsederken, sosyal hayatla ilgili bu yaklaşımların, varoluşçuluğun yansımasıyla ilgili olduğunu söylemiştim. Şimdi söz konusu iki eserde, bu felsefenin nasıl ve ne şekilde yer aldıklarına bakalım.

    Varoluşçuluk Ve Hiçlik Meselesi

    “Belki de kendimizi daha iyi bir şeye dönüştürmek için her şeyi kırıp dökmemiz gerekiyor.''

    Bütün bu felsefe ve onun eserlerdeki tezahürü, bu cümlede gizli aslında. Varoluşçuluk felsefesinin ve onun sosyal hayata bakışının, hemen bütün yeraltı eserlerinde yer aldığını biliyoruz. Ancak Dövüş Kulübü, bunun en sert göründüğü eserlerden birisidir. Eserin tamamına yayılmış olan dövüşme temi, aslında birbirlerini sevmeyen, birbirlerinden nefret eden tarafların üstün gelme mücadelesi değildir; zira varoluşçuluğun topluma bakışı yeraltı eserlerinin çoğuna “hiçlik” teması olarak girmiştir ve dövüşmenin de amacı budur. Fiziksel acıyı tatmak, çoğu insana üstün gelemeyeceğimizi bilmek ve hatta bunun gereksiz olduğunu anlamak içindir. Bu durumdan ziyade, insanın sosyal hayat içerisinde yer alabilmek için bilediği kibir ve egosundan kurtulmanın da bir başka yoludur. Tyler Durden, bu gibi sebeplerde topladığı kulübü, aslında ileride “Kargaşa Projesi” adlı anarşist bir proje için kalabalıklaşmak için kullanmaktadır ve kendisi de bu kulübün lideridir.

    Eserde, bireylerin rahatlamak, acılarını ve sinirsel patlamalarını dizginlemek ve ruhsal boşalıma ulaşmak için gittikleri terapiler, seanslar, dayanışma grupları anlatıldıktan sonra Dövüş Kulübü yaratılmıştır. Aradaki fark şudur: Medeni yöntemler kandırıcıdır; bunu isimsiz kahramanımızın da hasta olmadığı halde kanser dayanışma merkezine gitmesinden ve orada kendisi gibi olan Marla Singer’la tanışmasından anlıyoruz. Ancak Dövüş Kulübü öyle değildir; oradaki bedenler, acılar, kırılan dişler ve dökülen kanlar gerçektir ve insan gerçek anlamda boşalarak kendisini keşfeder.
    Dövüş Kulübü’ndeki hiçlik meselesi, zaten henüz hiçbir şey başlamamışken, kahramanımızın evinin havaya uçmasıyla başlar. Çünkü kaybedecek ne kadar az şeyin varsa o kadar özgürsündür. Bu hiçlik öylesine güçlü savunulmaktadır ki Tyler, dünyanın ilk sabunun nasıl yapıldığını anlatırken, eski çağlardaki kahramanların yakılan bedenlerinin küllerinden faydalanıldığını söyler: Bu, kahraman sayılanların bile bir gün yok olacağı ve hatta o kahramanın bedeninden sabun bile yapılabileceği fikrini okuyucunun bilincine sızdırır.

    Varoluşçuluk-hiçlik eksenindeki bu konu Dövüş Kulübü ile Azil arasında aynı işlenmesine rağmen, sonları farklı yerlere çıkar. Zira, Tyler’ın Dövüş Kulübü projesi en sonunda Kargaşa Projesi’ne dönüşür ki bu proje sosyal düzeni ve insan yaşamını sarsmayı amaçlayan anarşist bir projedir. Yani yaratmaktan ziyade yıkmak nihai hedeftir. Ancak bu, insanları yıkmaya yöneltmek için değildir; bu sadece iyiye yöneltmek için kötüyü göstermektir. Kaldı ki kahramanımız öldükten sonra Tanrı ile olan diyalogunda Tanrı ona şöyle der: “Neden bu kadar çok acıya sebep oldun? Her birinizin eşsiz bir kar tanesi olduğunu anlayamadın mı? Eşi bulunmaz eşsizlikte, eşsizin de eşsizi bir kar tanesi olduğunu göremedin mi?”

    Azil’de ise ilk önce sosyal hayat ve onun dar kalıplarına sıkışarak, kategoriler içinde, içine girdiği kabın şeklini alan sıvı maddeler gibi esir kalan insana bir eleştiri gelir: “insan, uzayda var olan yalnız bir varlık olduğunu anımsamadığı sürece sosyalleşmenin bedelini adsız acılarla ödemeye devam edecek. Duyguların, düşüncelerin en büyük düşmanı olduğunu öğrenmedikçe, duyguların, sadece birer kelimeden ibaret olduğunu anlamadıkça, onların esiri kalacak.”

    Arkasından varoluş ve hiçlik meselesine bakış, teorileştirilir ve adı konur: “Yaratarak yok olmak, düşüncenin kendi ısısıyla erimesidir. Yaratarak yok olmak, ışığın, yoğunluğunun artmasının sonucunda patlayarak evrene yayılmasıdır. Bu süreç, ‘yokavar’ adını taşır.”

    Bunun ardından da o kadar da sosyal bir varlık olmayan insanın sosyalleşmeyi hangi kalıba soktuğunu anlatacak sert bir eleştiri daha geliyor: “Belki insan , sosyal bir hayvandı. Ama sanıldığı kadar da sosyal değildi. Bu yüzden uluslararası ilişkiler, özel yetiştirilmiş insanlar tarafından yönetiliyordu. (...) insan topluluklarının birbirine bu kadar yakınlaşmasının en şiddetli sonucu, uluslararası suç örgütleriydi. Bulgaristan’da kaçırılan çocuklar, Lüksemburg’da büyüyor, Mozambik’ten çalınan gözler Kanada’da görüyor, Sibirya’da açan çiçekler Türkiye’de soluyordu.”

    Ve kitap boyunca Asil’in “yokavar”ının başladığı andan itibaren Asil, Dövüş Kulübü’ndeki yıkım projesinin aksine bir yaratma uğraşına düşer. Çok kısa zamanda, hiçbir yasal hak peşine düşmeden kitaplar yazar, müzikle uğraşır, belgeseller çeker, hatta toplumu iyiye yöneltmek için milletvekilleri tutar –ki bu konuya bir başka başlık altında açıklama getireceğim-. Asil’in tek derdi yaratmaktır ve yarattıkları, var olan yanlışlıkların yıkılması yöntemiyle ama son tahlilde iyiyi gerçekleştirmeyi amaçlar. Ancak bunu amaçlayan her insan gibi toplumca “azledilir. ; toplumdan cımbızla sökülür ve lince uğrar. “Azil” ismi de zaten bu yüzden konmuştur: “insanlık tarihi, kutsal olanları anlatır. insanlık tarihi doğurtanları anlatır. Azledilenlerin tarihini anlatansa, Asil’in hayatıdır. Çünkü hepsinin laneti aynıdır: Düşünmek.”

    Bu konunun ardından, sırası gelmişken iyilik-kötülük kavramının eserlerdeki motiflerine bir bakalım. Çünkü bu kısmın birbirlerini tamamlayacağını ve havada kalan yerler varsa perçinleyeceğini düşünmekteyim.

    iyilik Kötülük Temi

    Bu karşılaştırma, özellikle Azil’de çok baskın ve belirgindir. Yani Dövüş Kulübü’nde daha derinden, dipten hissettirilen ve bu hissettirilişin en açık halinde, yani romanın sonunda Tanrı’yla diyalog kurulan bölümde bile, üstü kapalı bir şekilde devam eder.

    Ancak Azil’de, Asil’in yokavarı hizmetine girdiği andan itibaren sıkça, iyilik ve kötülük arasında çekişme, kıyaslama ve fark tespiti yapılmaktadır:

    “insanın, hiçliğin merkezinde, varlıktan ibaret kalmasıyla arasındaki en büyük engellerden biri, iyilik bilgisiydi. Bu bilgi, insana atılmış en büyük kazıklardan biriydi. Umut ve umutsuzluk arasında gidip gelirken, açlıktan ölmesine neden olacak kadar belalı bir bilgi. Asil’in Ben’i, iyilik bilgisini kullanarak yaratacak ve yarattıkça zihindeki iyilik bilgisi yok olacaktı.”

    Daha sonra bu fikirleri, başka insanlara ispatlamak istercesine belgeseller yaratmaya başlar Asil:

    “Odasına çekilen Asil, beyaz bir kağıdın üzerine ‘Ne kadar kötüsün?’ yazdı. Altına da maddeler eklemeye başladı. Her birinin başında “Deney” yazıyordu.(...) Söz konusu deneylerin amacı, insanın iyilik bilgisini dinamitlemekti. Bunun için yapılması gerekense, insanları kışkırtıp kötülükleriyle yüzleşmelerini sağlamaktı. Şehrin farklı semtlerinde, birden ortaya çıkacak olan çıplak kadınların, ne kadar süre içinde tecavüze uğrayacaklarını kronometreyle tespit etmek, deneylerden biriydi.”

    Asil’in bu şekilde gerçekleştirdiği projeler, Dövüş Kulübü’nde Tayler’ın patlamalarla gerçekleştireceği “Kargaşa Projesi”nin yöntemi farklı, amacı aynı projelerdir. Bunlardan birisi de bir milletvekili kiralanarak yapılanıdır. Asil şunu keşfetmiştir:“itme gücü, çekim gücünden şiddetlidir. insanlık sosyalleştiğinden beri, iyilikten, hayali bir mıknatıs yaratıp, tarafından çekilmeyi beklemiş, ancak çekim gücü, insanlığı bir araya getirmeye yetmemişti. Çünkü gerçek değildi.”

    Ve bu fikrinin neticesinde Asil, bağımsız bir milletvekilini kiralamış ve ondan sadece kendi hazırlayacağı konuşmaları kürsüye taşımasını istemiştir. Bu konuşmalar, sadece ve sadece kötülük tohumu içeriyordur. Ve kısa zamanda, kiralanan milletvekili Halim uyuşturucudan ölene dek, kimsenin onun ve bahsettiği fikirler gibi olmak istemediği için, toplumda kötülükler tarafından duyulan bir sessizlik hasıl olmuştur.

    işte başta bahsettiğim, bu temlerin Azil’de daha belirgin olması bu nedenlerledir. Ancak Dövüş Kulübü’nde yalnızca bir sezdiriliş vardır ve nihayetinde, son sayfada Tanrı’nın kahramanımıza söyledikleriyle doruğa çıkabilir. Ancak buna rağmen iyilik-kötülük mevzusu, daha sonra bir senteze dönüşmüş ve eserlere de böyle yansımıştır. iç içedirler ancak, kötülüğün itmesiyle iyiliğe kavuşulabileceği savunulur.

    “Acı” Temi

    “Kendine ve hayatın sana sunduğuna inandığım acıya güven.”

    işte Asil’in, yıllar sonra kendisinden aldığı mektuptan bir cümle... Aslında acı, ne bir tür olarak Yeraltı Edebiyatı’na, ne de bir sanat veya bilim dalı olarak edebiyata özel bir temdir. Çok farklı işlenişlerle de olsa, birçok türde ve eserde bu temi görürüz. Acı, bazı eserlerde kahramanları/tipleri bunalıma sürükleyen, düşünmekten kıvrandıran ve bir olumsuzluk unsuru olarak karşımızda beliren bir tem olsa da Yeraltı Edebiyatı, acıyı daha çok bir araç olarak görür; olgunlaşmak, korku, öfke, hırs gibi hislerin zararlı yanlarından kurtulmak ve “hiçlik” katında yerini almak için kullanılan bir araç... Bunun farklı eserlerde benzer yönlerini görebiliyoruz. Bir klasik sayılabilecek olan, Jack London’ın Beyaz Dişadlı romanı buna bir örnektir. Bu eserin kahramanı olan evcil bir köpeğin çektiği acılarla nasıl vahşi bir kurt haline geldiğini hatırlayın. Ya da, başta da bahsettiğimV for Vendetta adlı çizgi roman/filmde, V’nin Evey’i korkularından arındırmak için, kendisinden habersiz kurduğu sanal bir hapiste geçirdiği işkencelerden sonra, nasıl korkusuz ve hissiz hale getirildiğini hatırlayın.

    Azil ve Dövüş Kulübü’nde bu acı iki yönlüdür; bütün eserlerde olduğu gibi... Acının, Asil ya da adsız kahramanımız için taşıdığı anlam, var olma amacı ve doğurduğu sonuç aynıdır. Acı, rehberdir; insanın kontrolsüz duygularını doğru noktaya kanalize etmek için vardır ve doğru anlaşıldığında onu özgürleştirir, üstün hale getirir.

    Asil, hastalığı, beynindeki zekanın taşıp dökülecek oranda fazlalığı, bu durumun getirdiği köklü yalnızlığı ve yaşam deneyimleri yüzünden manevi bir acının içindedir. Onu özgürleştiren, “yokavar”ını çalıştıran bu acı, tamamen ruhsal ve duygusaldır. Eserin sonunda linç edilişine kadar, Asil’e fiziksel olarak çektirilmiş tek bir acı bile görmeyiz.

    Ancak Dövüş Kulübü, neredeyse tamamen fiziksel acı üzerine kuruludur. Dövüş Kulübü üyesi olan bütün insanlar, şahsi bir öfke gözetmeksizin birbirleriyle dövüşürler; dişler kırılır, kemikler sakatlanır, kanlar akar ancak dışarıdaki hayatlarında, dövüşmenin getirdiği o duygusal boşalım ve olgunlaşmayla artık daha üstün bireyler olurlar ve dövüştükleri insana garez beslemezler.

    Acının olgunlaşmayı doğuruyor olmasının bir örneği de, Tyler’ın kahramana sabun yapılışını anlatırken yaptığıdır: Eline ıslak bir öpücük kondurur ve öpücüğün bıraktığı ıslaklığa çamaşır sodası dökerek elinin yanmasını sağlar. Kahramanımızın eli yanarken Tyler, “Acıyı unut.” diyen hastalık dayanışma gruplarının aksini söyler: “Acıya geri dön.” Çünkü ona göre bu acı, hayatını değiştirecektir ve hiçlik yolunda bir adım daha atmasını sağlayacaktır.

    Ne kadar çok eserde acıdan söz edilse de, gerek söz konusu bu iki eserde, gerekse acının karşımıza çıkacağı birçok eserde, acının bundan daha gerçekçi anlatıldığına veya daha farklı, daha uç bir yönünden bahsedildiğine yeraltı eserleri dışında rastlamak zordur.

    SONUÇ
    Adından da anlaşılacağı üzere bu çalışma, konuşulup araştırılmaya muhtaç pek çok konudan ziyade Yeraltı Edebiyatı bilgisine giriş hüviyetinde, bir temel bilgiler silsilesi sunmak amacıyla toparlanmış, derlenmiş bir makaledir. Üzerine ne kadar çok söz söylenmiş ve söylenecek olursa olsun Yeraltı Edebiyatı, gerek tabiatı gerekse içinde bulunduğu süreç bakımından tanımlanmaya, çizgileri belirlenmeye –henüz- kapalıdır. Belki de yine tabiatı gereği gösterdiği refleks nedeniyle bu tanım asla yapılamayacaktır. Dolayısıyla Yeraltı Edebiyatı denildiğinde teoriden çok pratiğe, soyut terminolojiden çok somutlaşmış, sunulmuş eserlere dayanarak düşünebiliyoruz. Kısaca, bu edebiyatın ve ürünlerinin kimler, neler olduğunu ve nasıl oluşturulduğunu belli oranlarda sezebilmekten ileri gidemiyoruz.
    5 ...
© 2025 uludağ sözlük