bugün

efendim bilen bilir (haber verebildiğim herkese verdim şanım yürüsün diye onun için çoğu kişi bilir) ayın 20'siyle 28'i arasında söylemesi ayıp london'daydım.. evet biz öyle deriz, london.. londra ne ayol?

zaten yakın bi arkadaş orda dil okulu bahanesiyle sürtüyordu, ben de ayrı başka bir yakın arkadaşımı kaptım, bir hafta taşak gezdirdik.. hoşgörünüze sığınırak bu bilgi mabedini, biraz da kişisel tecrübeyle doldurmak niyetindeyim.. bu da bilgi nihayetinde.. ama bundan sonra yazacağım bu husustaki her yazıyı ''aha valla da -dur'la biten tanım cümlesi yok, soktum şikayeti..'' düsturuyla taramazsanız sevinirim.. bir kere açıkladık konsepti işte..

bir ben bu yazıyı sana yazdım kadar hatrım olsun isterim..

ingiltere'ye gidişimiz bir sancılı başladı.. ikimizin de okulu başlamaya yakınlaştığında ben hala vize alamamış durumdaydım ve 2 günde vizeyi kapan (nerdeyse sir ünvanı vereceklerdi puşta) arkadaşıma önünde mahçubiyetten sakso çekecektim artık.. tam o sırada vizem geldi.. ki aslına bakılırsa şaşırtıcı bir gelişme oldu bu benim için, ''ingiltere'ye o tarihlerde uçağımız yok ama isterseniz londra'ya var..'' diyen bir seyahat acentasının vize işlemlerimle ilgilendiğini göz önünde bulundurursak.. adamlardaki rahatlık süperdi.. ben kontrol ettim her gün vizemi, çıktığını gördüm bunları aradım ''aa hakkaten de çıkmış ne güzel..'' diyo karı.. biraz dalgınlığıma gelseydi ''bizi tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz, iyi yolculuklar..'' diyecektim.. demedim, küfrettim..

ayarladık baba her bi boku.. otel rezervasyonu yaptık bi tane.. yeri süper, zone 1'de (londra işlekliğine göre 6 zone -bölge- halinde bölünmüş.. 1 en civcivli yerlerken 6 sinop merkez'e benziyor..), fiyatı da olabilecek en ucuzu.. hatta çift kişilik yatak aldık daha ucuz diye.. erkek adamız, çöpte bile uyuruz gerekirse amına koyim di mi? (çift kişilik yataktan sonra gelen 'erkek adam' vurgusuna dikkat)

1. gün (first day)

neyse abi bindik uçağımıza güneşli bir cuma sabahı, güneşsiz bir cuma sabahı london'a hayırlısıyla iniş yaptık.. ben harıl harıl londra'daki arkadaşımı arıyorum (özgür adı) ama bir türlü ulaşamıyorum.. eğer ki ulaşamamaya devam edersem siki tuttuk çünkü biz bırak otelimizi bulmayı, havaalanından bile çıkamayız allahın londra'sında sefevi oluruz, homeless oluruz, iki pennye tamah ederiz..

ben bu krizle boğuşurken telefonuma bir mesaj geldi.. hemen baktım, kipa marketler zincirinde salamın kilosu 4.90'a düşmüş.. kipa'nın anasından ve yer yer halasından bahsederken arkadaşıma (can adı) bilinmedik bir numara aradı beni.. özgür kesin.. açtım hemen:

- olm nerdesin amına koyim biz şimdi indik abi heathrow'a tamam mı ner..
+ excuse me sir, i called you for...

kapattım telefonu panikten.. lan adım atalı dakika olmamış elin ingiliz karısı niye telefon ediyor bana.. yanlış numara herhal diye düşünürken bir daha aradı.. yaradana sığınıp açtım, eğer karı ''please blow to the phone..'' derse anasına sövmeye programlıyım..

- hello?
+ a hello sir, i'm calling from the warvick hotel..
(aha warvick oteli falan diyo lan otelden arıyormuş karı.. doğru vermiştik telefonu, rezil olduk amına koyim..)
- aww yeah, there has been a problem with the line, i assume.. (hatlar sorunluydu ondan kapandı demin bacım diyorum)

benim o kriz anımda nasıl dilim çözüldüyse biz anlaştık bu kadınla.. diyor ki sizin odanızda bir problem oldu gelin yeni yerleşeceğiniz yeri göstereceğiz.. ok dedik..

özgür aradı sonra da.. buluştuk, bindik metroya elimizde valizler gittik warvick hotel'e.. resepsiyonda çingen gibi bi karı, hintli.. ''şurdan sapın, ordan şu durağa gidin, şurada inin orda hamilton mu ne öyle bir otel var (sonradan bahsettiği otelin baya baya hilton olduğu ortaya çıktı, karıdaki kendine güvene bak) ordan kendinizi sağa verin işte ileride dylan house var orda kalcağınız yiğitler..'' dedi bize.. ''sure thing'' dedik..

gittik dediği yere, bir başka hintli kız karşıladı bizi.. ama sanırsın ki ilk karı bizden önce buraya koşmuş, koşarken de gençleşmiş.. hepsi birbirine benziyor hinduların..
anahtarımızı aldık odaya gittik.. odaya özgür'le can girdi.. ben giremedim çünkü odada aynı anda üç kişi duramıyor, durulması için birinin yatağa çıkması gerekiyor..

meğer odadan kasıtları genişçe bir lavaboymuş.. özgür nefesini içine çekti de ben de gördüm odayı, biraz küçük ama dvd player'ından tost makinesine her bi skimi de düşünmüş hindular.. özgürü sktir ettik, bi duş (bir duş derken ayrı ayrı birer duş) aldık ve londra'daki ilk gecemize hazırlandık..

arkası ve daha da arkası yarın..

devam edebiliyor olacak şekilde.. (to be continued'in birebir çevirisidir)
(#4835195)'den devam..

hala 1. gün (still first day)

çıktık abi saat 8 gibi.. adamların o kadar kolay anlaşılır bir metro sistemleri var ki ismail türüt'ü koy metroya yine de bulur yolunu, döner of'a.. böylece kolayca charing cross'a geçtik ve bir daha özgür'le buluştuk.. bir doğa müzesine girdik felan.. bu arada bir parantez açayım (sonra da kapatayım hemen, lafın gelişi söylemiştim) adamlar da bir heykel manyaklığı var ki inanamazsınız.. her binanın sütununa kolonuna irili ufaklı bir sürü hayvan, insan, börtü ve böcek heykeli sıkıştırıyorlar illa ki.. heriflerin elektrik direklerinde bile churchill heykeli gördüm.. ama karga da olabilir uzaktaydı..

müzede de hareket eden t-rex makedi falan vardı, bi numara yokmuş..

çıkınca özgür ayrıldı bizden biraz, arkadaşının yanına gitti.. biz de oranın en sikici caddesi olan oxford street'te turladık.. özer restaurant diye bir yer görünce bir an esentepe'de olduğumuzu sandım ama ünlüymüş orda..

neyse babacım biz de gittik leicester square'e, yakın bi yer.. orda bi italyan restoranına girdik yemek istedik.. programa göre birazdan özgür de yanımıza gelecek, çıkıp özgür'ün arkadaşlarıyla bir-iki bira içip pub'da ilk geceyi fazla yorulmadan noktalayacağız..

girdik lokantaya fiyatlar enfesmiş.. pizza 13 pound, ki yaklaşık 30 milyon ediyor.. daha da ilk günler, parayı hesaplı harcıyoruz yeter mi yetmez mi emin olamadığımız için.. ben master'da ortalama yapıp burs almışım onu yiyorum, can direk aile finansmanında.. garson da italyan aksanlı falan.. geldi ne istediğimizi sordu.. efendi efendi söyledik.. bu bana ''bişi bişi bişi breadddddiiiiiaa..'' dedi.. ne biçim bi aksan lan bu? ''excuse me?'' dedim yine içinde 'bread' (ekmek) geçen bişiler zırvaladı.. ben de dedim herhalde ortaya ekmek ister miyiz onu soruyor, ok'ledim..

''bişi bişi bişi garrrliiic or onnioonniiiee..''

hay amına koyim ne diyor lan bu göt? iyice panik oldum, ''ga-garlic yes..'' diye geveledim bir şeyler.. teşekkür etti gitti..

meğersem sarımsaklı ekmek mi soğanlı ekmek mi istediğimi soruyormuş.. ekmekten kastı öyle esnaf lokantası mantığı değilmiş yani, bir porsiyon yemek de sarımsaklı ekmek olarak gelecek, bir 10 pound daha çıktı cebimizden.. can hırsla amıma koymak istediğini dile getiriyordu ben ise o kriz anında iç güdülerime güvenerek hareket ettiğimi söyleyerek kendimi savunuyordum..

yemeklerimiz geldi.. bir tabak can'a, bir tabak bana.. sarımsaklı ekmek ortalarda yok.. ''lan belki de unutmuştur ekmeği lan..'' dedim umutla garson tabaklarımızı yerleştirirken.. iki saniye sonra ise bir başka tabak çıktı arkadan, garlic bread.. ''unutur mu anasını siktiğimin herifi..'' dedim bu sefer de o tabağı ortaya koyarken herif.. ama gülümsüyorum bir yandan ki çakmasın bir şey elin italyan hıyarı diye..

sonra o elin italyan hıyarı ''afiyet olsun..'' dedi ve gitti..

yaa.. çok türk var londra'da.. bunu en pis şekilde öğrenmiş olduk.. ağzımızı açmadık yemek boyunca.. özgür geldi de anlamadı, susturduk onu da.. zor attık kendimizi dışarı.. çok güldü özgür.. ibne..

gecenin geri kalan kısmında, pubdaki vücuduna yapışan siyah lateks tulumlu kel orta yaşlı adamı saymazsak garip bir olay daha olmadı.. bira içtik, özgür'ün biri şilili olmak üzere iki arkadaşıyla tanıştık, hoş beş ettik..
guinness süper bira sadece, onu tavsiye ederim.. biz bira içmiyormuşuz yıllardır..

pubdaki vücuduna yapışan siyah lateks tulumlu kel orta yaşlı adamı da nasıl saymayacağız garip olaydan.. ertesi gece yine ordaydı, bu sefer tulumu kırmızıydı..

devam tabi ki edecek..
(#4840368)'den devam..

ikinci gün

göt kadar odamızda 10'da uyanıyoruz.. göt kadar dediysem o da götten göte değişir bu arada.. misal jennifer lopez'in götü bizim odayı geçer hacimde..
ben aslında daha uyuma taraftarıyım ama can eğer saat 10'u geçirirsem ayağımı gıdıklayacağını belirtmiş daha önce.. çaresiz uyanıyorum, ve kendimizi dışarı atıyoruz..
londra'da nefis bir gün.. charing cross'taki parkta inanlar piknik yapıyor, köpek gezdiriyor, bir tane, galiba deli olan adam da jonglörlük yapıyor kendi kendine.. para falan istediği de yok.. gavur diyor geçiyoruz.. rota big ben..

big benny'i ilk defa dünya gözüyle gördükten sonra özgür'le buluştuk.. caddenin karşı tarafına geçtik ve london eye'in dibindeki sokak şovlarına baktık.. burada canlı heykeller (original vahe kılıçarslan'lar), dans eden zenciler, çeşitli garip şovlar yapan başka zenciler ve greenwich'e (ilk meridyen var ya o işte abi) düzenlenen feribot seferleri var.. feribotumuzun saati gelene kadar arkadaşlarını top gibi ellerinde çevirip duran manyak siyahilere baktık, olay bitip de para tolama anı geldiğinde de diğer 100 kişi gibi sırıtarak kaçtık.. kimse de kovalamadı, londra süper bir yer..

***

greenwich çok hoşmuş.. meridyeni meşhur bir yerin en meşhur şeyini görememek koydu biraz.. ama biz de saat ayarlama esprisi yaptık.. her taraf çayır çimen lan, greenwich gözlemevinin bahçesinden 3 ali sami yen çıkar.. meksika yemeğimizi yiyip, corona'larımızı içip, otobüsle dönerken benim dengemi yitirip bir zencinin üzerine düşmemle dayaktan son anda yırtıp odalarımıza döndük ve ortamlara akmak için 11'de özgür'le bir kez daha buluştuk leicester square'de.. şöle bi bakındık, en civcivli gözüken gece kulübünün sıraya daldık.. buradan kalma bir alışkanlıkla acaba dam isterler mi diye düşünüyoruz ancak sıra bize geldiğinde bodyguard, ''oo turkishh boyys, i love istanbul get here fuckers..'' diyerek bizi içeri fırlattı.. bu kondra'da medeniyet var canım..
içerideki ortam bize reelde yabancıydı, ama dizilerden felan biliyorduk.. vardır ya kimin eli kimin götünde belli değil derler.. öyle aynen.. mekana girdikten 5 dakika sonra ''şu şu şu türk..'' diyebiliyorsunuz ama kızlara yengeç gibi yaklaşmalarından.. bu adamların dans ve reddedilme figürlerini kelimelerle açıklamak yazarlık yeteneğimin ötesinde.. ama şu kadarını söyleyeyim erkek okuyucular için, kovalayıp da aç kalmanın imkanı yok londra'da.. müsadenizle ben karşı cinsle olan münasebetlerimden sadece komik olanları anlatacağım.. ayrıntı isteyenler mesaj atabilir..

şöyle bir sahne gördüm ya o bana yetti:

bara dayanmışım.. yanımda can sırtını vermiş bara.. kıçım avuçlandı.. ''n'olduk dayı?'' dedim ve arkamı dönememli kararlı ifadeli bir zenci bacımızı fark ettim.. kız benim kıçımı geçtikten sonra beni transit geçti ve can'ın, eee, jenital bölgesine elini daldırdı.. benim de gözüm o karede, alışıldık olmayan bir görüntü takdir edersiniz bir türk erkeği için bardaki bu olay..
kafamı yavaş yavaş can'ın suratına doğru kaldırdım.. iki tepki geliyor olabilir can'dan.. ya istanbul'daki sevgilisine hürmet edip kendini geri çeker, ya da yumulur.. ben bu iki şıktan hangisini seçti diye can'a bakmamla, şöyle bir ifade gördüm:
: )
herif bana dönmüş ağzı kulaklarında sırıtıyordu lan! haha.. ''n'apıyorsun olm bir şey yapsana..'' dedim.. ''aabi olaya bak.. hehaha..'' dedi.. herif şaşkınlıktan sadece güldü.. kız da siktir dedi çekip gitti tabi, bunla mı uğraşacak..

nefis abi londra'da gece hayatı.. burada bir daha gece kulübüne falan gitmek içimde gelmez gibi geliyor, oradaki rahatlığı gördükten sonra.. kezban kızlarımız alınabilirler..

can'da günün hayal kırıklığı dişi drogba'yı yüzüstü bırakmış olmakken, bende ise ''101 çeşit milkshake!!'' yazılı dükkandı.. zannediyorum ki kivili, muzlu, ton balıklı gibi çeşitler var.. adamlar 101 tane çikolata markası bulumş (metro, dodi felan gibi..) bunları mikserde parçalayıp vanilyalı dondurmaya katıyorlar lan.. yorkie'li aldım ben de n'apacam..

: ) böyleydi lan adam ahaha..

devam eder heralde..
üçüncü gün..

biraz alışveriş falan yaptık.. hediye felan aldık.. neredeyse ''yüzde 160 sale'' yazan armani mağazasına girip fiyatların hala 300 pound civarlarında seyrettiğini görüp götün götün geri çıktık.. 3 arabadan ikisinin ferrari olduğu londra sokaklarında kaybolduk, dalgalandık da durulduk..

özgür'le buluştuk metroya binip.. camden town'dayız.. burası sokak sanatçılarıyla meşhurmuş.. özellikle 3 bardak ve 3 pinpon topuyla, pinpon toplarını bardakların içinde gözümüzün önünde kaybedip duran herifin şovu etkileyiciydi.. ancak işin sırrını yavaştan anlatmasıyla birlikte bizde yeşeren ''lan demek böyle yapıyormuş, işte orda el çabukluğu falan ohaa anladım bee..'' duygusuyla, finalde birden her göz o bardaklardayken bardaklardan portakal çıkartma hareketi ile taşak geçmesi yakışıksızdı.. ama hala etkileyiciydi..

para istemeye gelene kadar alkışladık sonra topukladık..

burada özgür'ün arkadaşı barış'la da buluşup bir yunan restoran'ında yedik.. güzeldi yemek.. ben tuvaletteyken sensörlü musluğu açıp, aradan 10 dakika geçmesine rağmen musluğun hala kapanmamasıyla panikten bayılana kadar eğleniyordum..

oradan odaya döndük, üstümüzü değiştirip gecelere aktık özgür ve barış'la beraber.. bu sefer bar kapısı aşındırmamıza gerek kalmadı, bizi keriz görüp direk içeri aldılar, metra diye bir club'a..
barış matruşkaya benzeyen iki üç japon kıza yazmaya gitti.. bizse bi köşede kendimizce dans edip laflayarak etrafı kestik.. baba bi hintli vardı, buna artık şerefsiz bir arkadaşı mı söylemiş ''sen süper dans ediyon lan..'' diye n'apmış bilmiyorum ama adam böyle kalabalığı yardı ''bakın neetçem..'' diye ve kendini yere atıp sara krizi numarası yaptı.. kızlar dehşete düştü.. biz ise başka bir adamı takibe almıştık gülmek için.. herif iyi dansçı.. ama bir sorun var ki uzmanlaştığı janr flamenko abimizin.. arkada çalan 50 cent de olsa, queen de olsa o flamenko yapıyor, kızlara öyle yanaşıyor.. bir bacımızı kaptı, hızlı hızlı çevirirken karıyı bi kaçırdı elinden, kız çizgi film karakteri gibi yere paralel uçup sütuna çarptı yığıldı kaldı kukla gibi.. daha n'olduğunu anlamadan flamenkocu deli tekrar kapmıştı zaten kolundan..

bakkaldan biraz abur-cubur tıkınıp yattık..

dördüncü gün..

sabah yaptığımız alışveriş turunda bütün hediyeleri çıkarttık aradan.. ben kendime bir tane de pimp bastonu aldım.. grubun enteli olarak benim zorlamamla british museum'a gittik.. biraz antik insan çükü gördük, ufkumuz açıldı.. ben mumya çükleri bölümüne giriyordum ki özgür ve can beni linç etmekten bahsettiler.. çıktım çaresiz ve dünyadaki nerdeyse her futbol takımının formasının bulunduğu bir mağazaya girdik.. ve çıkamadık haliyle.. kendime fildişi sahili milli takımı deplasman forması alcaktım ama bedenim yoktu lan..

özgür de bizle odaya geldi akşam.. odada demlendik ve bir çılgın ingiltere gecesine daha yelken açtık..

gecede neler mi yaşandı? bir ara..
* covent garden, piccadilly circus, oxford street ve trafalgar square londra denince akla ilk gelecek bölgelerden. her biri oldukça canlı bölgeler olmakla birlikte farklı birçok milletten insanı görebileceğiniz bir şehir londra.

* bir gün içerisinde dört mevsim yaşanır mı? yaşanırmış. sabah saatlerinde soğuk ve kapalı olan havaya aldanıp kalın bir şeyler giydiyseniz, içinize mutlaka kısa kollu bir şeyler giymenizi öneririm zira öğle saatlerinde güneş açıyor, sıcaktan bunalabiliyorsunuz. hoş kısa kollularla dolaşırken yanınızda yağmurluk ya da şemsiye bulundurun, hava günlük güneşlik iken bir anda bastıran yağmurdan sebep sırılsıklam olabilirsiniz.

* oteliniz oxford street yakınlarında ise oldukça şanslısınız birçok yere yürüyerek gitme imkanınız var. hyde park'a, piccadilly ve trafalgar meydanına yürüyerek gidebilirsiniz.

* hyde park oldukça büyük. göl kenarında dolaşırken, kuyrukta beklemeye sabrınız varsa eğer, su bisikletine binip gölde turlayabilirsiniz ya da göl kenarındaki kafede oturup bir şeyler içebilirsiniz. çimler üzerindeki şezlonglara uzanmak isterseniz şayet bir görevli yanınızda bitecek ve 2 pound isteyecektir.

* piccadilly meydanı hemen her saatte oldukça canlı. eros heykeli önündeki merdivenlerde oturup soluklanabilirsiniz. dev reklam panolarıyla da dikkatinizi çekecektir.

* tarafalgar meydanı piccadilly'e oldukça yakın. fotoğraf çektirmek isteyen turistlerin buluşma noktası diyebiliriz.

* covent garden'a gitmenizi öneririm. cıvıl cıvıl bir yer ve oldukça kalabalık. sokaktaki gösterileri izleyen kalabalık arasında yürümek bir hayli zor olsa da hediyelik eşyalar satan minik mağazalardan alışveriş yapabilir, çevresindeki kafelerde oturup geleni geçeni seyrederken içkinizi yudumlayabilirsiniz.

* oxford street uzun londra caddelerinden biri. oldukça geniş bir cadde. birçok lüks alışveriş merkezinin yanısıra primark gibi hesaplı ürünler satan mağazalar da mevcut. hemen herkesin elinde görebilirsiniz primark torbalarını. pazar yeri gibi mübarek bedavaya satıyorlar sanki her şeyi.

* panoramik bir şehir turu yapmak isterseniz çoğu otobüs durağında satılan paketlerden size uygun olanı seçebilir, iki katlı üstü açık kırmızı otobüslerle yaklaşık iki saat on dakika süren şehir turunu yapabilirsiniz. ücreti kişi başı 24 pound. bu pakete bot turu da dahil. aldığınız bilet bir hafta boyunca geçerli. london eye 'ın ordan kalkan botlara binip şehir turunuza devam edebilirsiniz.

* sevimli siyah taksiler dikkatinizi çekecektir. oldukça konforlu olduğunu belirtmekte yarar var. 4 kişilik, oldukça ferah. 2.40 pound dan açıyorlar taksimetreyi. haftasonu farklı bi tarife uygulanıyor. oldukça pahalı sözün özü.
taksi şoförleri yaklaşık 3 yıl süren bir eğitim alıyor, bu eğitim sürecinde hemen her caddeyi öğreniyorlar. lisanslarını aldıklarında ise taksi için ayrıca bir ücret ödemiyorlar. güzel iş.

* hiçbir avrupa ülkesinde göremeyeceğiniz kadar lüks arabaları görmeniz mümkün sokaklarda.

* pubların sokaklara taştığı hatta sokakla bir olduğu londra'da, soho'ya giderseniz gay barlar önündeki kuyruklar yürümenizi zorlaştıracaktır.

* ünlü türk restaurantları arasında -türkiye'de de gazetelere konu olmuş- özer ve tas 'ı sayabiliriz. tas restorantında fiyatlar daha makul olmakla birlikte yemekler özer'e göre daha lezzetli.

* london eye dünyanın en büyük dönmedolabı. önünde oluşan uzun sıradan dolayı binmedim, binmeye niyetlenen arkadaşlara da mani oldum. bir turunu yaklaşık 45 dakikada tamamladığı söyleniyor.

* hemen her köşe başında londra gazeteleri ücretsiz olarak dağıtılmakta.
(#5081355)'ten continue..

gece özgür'ün 3 gündür dilinden düşürmediği walkabout adlı avustralya barına gitmeye karar verdik.. pezevengin orda dil okulunu falan siktiredip varını yoğunu walkabout hisselerine yatırdığını düşünmeye başlamıştım ki pazartesi geceleri orda biranın bir pound olduğunu öğrendim.. sonrasını pek hatırlamıyorum şevkten bayıldın diyorlar..

gittik abi hakkaten yalan yok hayatımda gördüğüm en müthiş club ortamıydı.. böyle 3 katlı büyükçe bir yer, her kat tıklım tıklım bağırta bağırta insomnia çalıyor falan.. kendimi bir blade sahnesinde gibi hissettim..
biranın one pound olması iyi de herkese iyi.. bira için bar sırası, cluba girerken arkasına dizildiğimiz sırayı bile geçmiş, içki almak için mekanın dışına çıktım resmen.. zar zor tutuşturdum elime 4 bira (özgür'ün enfesler enfesi arkadaşı barış da geldi yanımıza [ki kendisi dün geceki danslarının ardından bundan sonra 'mekanik barış' olarak bahsolacaktır..]) ve arkadaşlarımın yanına gittim.. hemen yanımızda 2 güzel kız var. onların hemen yanlarında da 2 tipsiz çocuk vardı.. ben gözlerimi kapadım açtım o 2 tipsiz çocuk o 2 güzel kızla bağımsız küme olmayı kesmiş, kesişim kümesi olma yolunu seçmişlerdi.. gecenin sonunda da birleşik küme olacaklardı zaten.. biz de 'uçan tavuklar kümesi' olarak takılmaya devam ettik ama halimizden memnunduk..

ta ki başka 2 kız bana bakıncaya kadar..

karılar bariz döner bıçağıyla kesiyor beni abi.. yemin ediyorum.. bende de bi havalar göreceksiniz.. diyorum ki içimden ''lan kızların kıyamet gününde bir adada tek ikimiz kalsak ve ben kör olsam yine gideri yok..''.. arkadaşlar da dürttü sağolsunlar ''olm hehe karı bakıyo lan hehe..'' diye.. vazgeçtim sağolmasınlar.. dedim işte yaa nasıl reddedicez felan..

tam ben böyle tavuskuşu gibi geriliyordum kızlardan biri geldi, ''can i ask you a question?'' buyurdu.. amerikanca bu ''sana bir sual yöneltebilir miyim?'' demek.. ben de ''the question would be your dog my sister..'' dedim ki bu da aşağı yukarı ''soru senin köpeğin olsun bacım..'' demek.. anlamadı.. neyse..
zannediyorum ki işte dans edelim mi, raks edelim mi, elimi tutar mısın, bir ömrü benle geçirir misin falan bi soru gelcek..

karı ''are you gay?'' dedi..

nasıl bakmışsam hemen kaçtı kızlar zaten.. kaltağa bak.. o bana bakıyormuş da ben ona bakmamışım ibne miymişim.. özgür'len can alt kata düşüyorlardı gülerken madara etti beni.. neyse ki sonra mekanik barış iki japona içki almaya gitti, 4.5 saat sonra döndüğünde de japonlar içkileri alıp alt kata vınladılar bundan kaçmak için de gülünecek hedef değişti biraz..

gece biraderimiz sikilmiş halde otel odası dediğimiz mikrodalga fırına attık kendimizi.. haha bir de gece bir ara benim telefonun alarmı çaldı ama belli ki yanlış kurmuşum çünkü hava karanlık hala.. can da uyandı ''olm kapasana şunu lan!'' falan diye söyleniyor ben de suçlu suçlu ''abi kapatıcam abi dur bulcam telefonu..'' falan diyorum uykulu uykulu.. buldum telefonu kapattım alarmı ama hala çalıyor alarm.. hem de ne çalmak gümbür gümbür..

meğersem otelin yangın alarmıymış.. neyse yanlış alarmmış da otel kavrulurken telefon arayan iki salak olarak yanarak ölmekten kurtulduk..

ertesi gün ne mi oldu? bilemiyorum.. valla bilmiyorum lan 6 ay oldu şaka maka nerden hatırlayayım?
charlotte diye bir kız vardı. otobüste numaramı almıştı, canterbury'de.

sarışın, mavi gözlü, sol el bileğinde yanık izi olan bir kız.

ben sikemedim, siz sikin. o zamanlar toydum, bilemedim.
cok yagmurlu. hep kara bulutlar.