bugün

3 aralık 1930.
1950'lerin sonlarında ve 1960'larda, fransa'da yeni dalga akımıyla birlikte ünlenen fransız sinemacı.
senaryosuz çektiği ilk uzun metrajlı filmi a bout de souffle* ile jean vigo ödülü'nü kazanmıştır.
günümüzde bir film hakkında konuşulurken ya da bir sinema yapıtı ele alınırken* -bir ... filmi- diye filmle ilgili ilk anektodun verildiği sırada o nokta noktalardaki boşluk, yönetmenin adı ile dolduruluyorsa, bunu sağlayan insan, godard'dır.

godard, alain resnais, françois truffaut, jacques rivette ve diğer ustalarla nouvelle vague * akımını oluştururken bir yandan da filmlerin, yapımcıların değilde, işin sanatsal üretim aşamasında içinde olan sanatçıların* adıyla anılması için mücadele veriyordu.

bu mücadelesine başladığı dönemlerde kendisini en ağır biçimde eleştiren ve hatta küçümseyen hollywood, yani dünyadaki en gelişmiş sinema piyasası, günümüzde üstadın* dediği noktaya gelmiştir. dünya genelinde, godard'dan önce, yapımcıların adlarıyla anılan filmler, godard'dan sonra yönetmenleriyle anılmıştır.
1960 yılında tamamladığı breathless adlı filmi dünya sinemasında yeni bir çağ açmıştır, 60'lı yılların başından sonuna kadar dönemin felsefi akımlarından olan varoluşculuk filmlerinde ön plana çıkartmıştır.
bu dönemde godard film çekimlerinde de pek çok teknik konuda deneysel çalışmalarda bulunmuştur ki bunların başında kamera ve ses sistemlerinin farklı şekilde kullanımı gibi. ayrıca filmlerinde topumsal, politik konulara ve modern insanların farklı yaşam biçimlerini konu olarak işlemiştir.
fransız yeni dalga sinemasının onculerindendir. auteur sineması nı ortaya atmıs yonetmendir. sinemaya estetik acıdan yenilikler getirmis yonetmendir. kendisi marxistdir ayrıca. *yeni dalga sinemasının onculeri ile beraber herkes film yonetmeni olabilir sloganıyla yola cıkmıstır bende diyorum ki herkes film yonetmeni olabilir ama godard gibi nah olur. filmlerinde fransayı etkileyen maocu dusuncelerin etkisini gorebilirsiniz.
-alıntı-
filmografi
ilk dönem filmleri
nefes nefese (a bout de souffle), 1959
küçük asker (le petit soldat), 1960
kadın kadındır (une femme est une femme), 1961
hayatını yaşamak(vivre sa vie), 1962
jandarmalar (les carabiniers), 1963
nefret (les mépris), 1963
çete (bande a part), 1964
evli bir kadın(une femme mariée), 1964
alphaville, 1965
çılgın pierrot (pierrot le fou),1965
erkek dişi (masculin féminin), 1966
amerikan malı (made in usa), 1966
onun hakkında bildiğim iki üç şey (deux ou trois choses que je sais d’elle), 1967

politik dönem filmleri
çinli kız (la chinoise), 1967
haftasonu (weekend), 1967
şen bilgi (le gai savoir), 1968
diğerleri gibi bir film (une film comme les autres), 1968
bir artı bir (one plus one), 1968
bir amerikan filmi (one amerikan move), 1968
ingiliz sesleri (british sounds), 1969
pravda, 1969
doğu rüzgarları (vents d’est), 1969
italya’daki mücadeleler (luttes en italie), 1969
zafere kadar (jusqu’a la vitoire), 1970
vladimir ve rosa (vladimir et rosa), 1971
herşey yolunda (tout va bien), 1972
jane’e mektup (letter to jane), 1972
-alıntı-*
Dünyanın en şanslı insanlarından.
(bkz: Anna karina)
(bkz: nouvelle vague)
ingmar bergman'ın hiç sevmediği ve sıkıcı olarak nitelendirdiği, mepris isimli filmi izleyince her ne kadar brigitte bardot'yu çıplak da görsek bir an için hak verdiğim kişidir. ama a bout de souffle, une femme est une femme gibi güzellikleri de vardır amcamın.
oldukça farklı bir yönetmen olan jean-luc godard özellikle 50 ve 60'larda yaşattıkları ile tam anlamı ile sinema dünyasına damgasını vurmuştur. tabi ki bunda hollywood'daki kriz ile uluslararası yapımlara yönelmeler ve iki güçlü hareketin bulunması da etkilidir; birisi yeni dalga diğeri italyan yeni gerçekçiliği.

jean luc godard ise bu yeni dalga akımı içersindeki ''haşarı çocuk''lardan biridir(60'lardaki filmlerini dikkate alarak konuşuyorum). filmleri o kadar farklı alanlarda ve o kadar farklı türededir ki ''godard şudur''diye kategorize etmekten de korkuyorum. özellikle deneysel çalışmalara ağırlıklı olarak yer vermiştir. bununla birlikte, hiç bir yönetmenin filmlerine bu kadar zıt duygular beslemedim. ''band a parte'' ya da ''masculin feminin'' ve de ''alphaville'' gibi mükemmel filmleri seyretmekten her zaman zevk aldım. diğer yandan da, ''Le Mepris(contempt), Les carabiniers, Le Petit Soldat filmleri de beni yukarıdaki filmler ne kadar sardıysa bu filmler de özellikle ''Le Mepris'' filmi o kadar sıktı o kadar soğuttu. ama ne kadar da sıkıcı bir film olsa da yorumlanmaya değerdir.

Le mepris filmi 1963 çekimi olup ortak bir yapımdır. bu film ile godard varolan sinema dünyasında yaşananları, dünya sinemasının içersinde yaşadığı krizi, çeviri problemlerini, sinemanın ''voyeuristic'' özelliklerini ve çiftler arasında yaşanan problemleri ve ''yönetmen ile yapımcı ilişkileri açısından sinema''yı yansıtmıştır. Bilhassa stilistik özellikler açısından incelendiğinde, film topu ile kökü ile hollywood sinemasına karşıttır. bunu çekimlerin olağandışı-zamana göre yapılan yorumdur-uzunuğu ile ifade edebiliriz.

ilk olarak incelenmesi gereken prokosh ve faşizmidir. Film Moravia'nın bir romanının sinemaya uyarlanması olduğunu biliyoruz. ama karakter isimleri ve zaman açısından farklılaştırılmış daha çok sinematik çerçeveye uyarlanmış. özellikle Prokosh karakterinini adı romanda ''Batista''dır. batista da che ve fidel'in yaptıkları gerilla savaşını kazanmadan önceki küba diktatörü olduğu biliniyor. bunun için Prokosh-bilhassa lang ve paul üzerindeki tahakkümane tavırları ile[aslında bu tavırlar yapımcıların sanat adamları yani yönetmenler üzerindeki tavırlarıdır]-özdeşleştirilmiş. yapımcının ismi olan ''Prokosh'' kelimesi filmin iki yapımcısı olan josef levine ve carlo ponti isim ve soyadların birleşmesinden oluşmuş bir ismdir. bunun nedenini de anlamak zor değidir. filmin başındaki yaklaşık 5 dakika süren çıplak brigitte bardot sahnesi bu iki yapımcının baskıları ile filme alınmış ve godard'ı da çileden çıkartmıştır. Prokosh ismini ''romanın batistası''na ve bu isim hakkını da Godard'a çok görmemeliyiz.

prokosh kelimenin tam anlamı ile ''faşizmin (fiziksel olarak) daha az şiddetli yeniden dirilmesi''dir. prokosh paranın faşizmini ve parasal değeri olmayan tüm değerlerin horgörüsünü yansıtır. Prokosh burada goebbelsler'ın parasal anlama bir prototipini yansıtmaktadır. naziler kültür ve ürünlerini katletmişlerdir. Reich meydanında yakılan binlerce kitap küçük bir örneğidir. parasal anlamda kültüre finansal bir faşizm vasıtası ile pek de farklı bişey yapmaz prokosh. yönetmen ve senaryo yazarı arasındaki ilişkilerde de yapımcının tahakkümane davranışları dikkat çeker.

prokosh'un diktatörlerle ve faşistlerle mikyas edildiği yerler çoğunluktadır. misal şu sözler;

''whenever i hear the culture, i get out my checkbook''

nazilerin ya da diktatörlerin şu sözlerini andırır;

'whenever i hear the culture, i get out my revolver''

devamında da çeviri prokosh'un istediği nitelikte yapılmaktadır. bu da faşist iktidarlarla özdeşleştirilmenin ayrı bir boyutudur. çünkü lang'ın hakaretleri tam olarak çevrilmez. bunun yanında başlı başına ''çeviri'' konusuna da değinir godard. Francesca'nın yaptığı çevirilerde belirli sorunlarla karşılaşır alsında tam bir çevirisi değildir-özellikle holderlin dizelerinin-. bu nokta-i nazarda, contempt bir anlamda tüm adaptasyon/uyarlama ve tercüme işlemlerinin(romandan filme vs.) kaçınılmaz ve aynı zamanda problematik doğasının üzerinde bir düşünüş/meditasyon olarak da görülebilir;çünkü romandan filmlere yapılan uyarlamalar hayal kırıklığına uğrattığı gibi yönetmenin yada yazarın seyirciye veyahutda kitleye ulaştırmak isteyeceğinden daha azını verebilir yada tam bir fiyasko ile sonuçlanabilir.

bir başka gerçeklik ise ''artistic prostitution''dur (bkz: mai ve siyah).Paul'un film çekmesinin amacı paradır ve prokosh ile konuşurlarken de Prokosh onun paraya ihtiyacını olduğunu bildiğini söyler bunun yanında güzel bir karısı olduğunu da açıkça yüzüne karşı belirtir. Bu iki fikir bir araya geldiğinde ise ''artistic prostutition'' kavramı bir nevi gerçeklik kazanır. Godard'ın bakış açısı ile: ''yapımcılar pezevenk olarak nitelendirilirse, yönetmenlere de orospu olmak düşer'' bir işin(sinemanın) para için yapılması sorunsalı(artistic prostutition) filmde leitmotiv olarak sürekli tekrarlanır.

godard ve yeni dalga yönetmenlerinin karakteristik özelliklerinden birisi de hem kendi filmlerine hem de diğer yönetmenlerin filmlerine oldukça fazla gönderme yaparlar (bkz: signature technic). mesela; louis'lumiere nin bir alıntısı vardır duvarda: ''il cinema e un invenzione senza avvenire''(cinema is an invention without a future) yeni dalga yönetmenleri sinema tarihini çok iyi öğrenmiş kişilerdi ve hatta filmlerini çekmeden önce de dergilerde film kritikleri yazarlardı) (bkz: Cahiers du cinéma). Zaten filmlerinin belirli yerlerinde de bir çeşit eski filmlere dair bir nostalji sezilir.(bande a parte isimli filmde kahramanlarımızın chaplin dansı yapmalarını anımsayalım). buna ek olarak paul'un, ''film should resurrect and go back to the old method of chaplin'' şeklindeki fikirleri de bunu yansıtır niteliktedir.

göndermelere bakacak olursak;çevirmenin ismi francesca vanini'dir ama soyadı tanıdık gelmektedir. Vanini vanini(1962) roberto rosellini'nin filmlerinden birisini akla getirmektedir. filmdeki posterlerde de hitchcock'un pshycosu ile godard ın vivre sa vie filminin italyanca posteri bulunmaktadır. bu tip bir ''signature technic'' sadece godard'da değil tüm yeni dalga yönetmenlerinde görülmektedir. truffaut 400 blows'da orson velles ile ingmar bergman'a dair referanslar yapmaktadır. godard breathless de melville'ye dair göndermeleri resnais'in hiroshima mon amour filmi de casablanca ya göndermelerle doludur. aslında bu tip göndermeler özellikle filmin gidişatı açısından bakıldığında belirli yorumların yapılmasına da izin vermektedir. örnek vermek gerekirse, vivre sa vie(my life to live) filminin asıl konusu ''prostutition''dur.bir kadının hayat kadını olmasını ve yol, yöntem, tarikini konu alır. bu filmin de ana konularından birisi ''artistic prostutition''dur.

Karakterler, Uyarlama, Çeviri ve özellikle heroizmin yansıtılması açısından bakıldığında;film epik klasiklerin'un moderne yansıması gibidir. le meprisin karakterler de bu mitik figürleri temsil eder. paul ulysses olarak yorumlanırsa;penelope de birigitte bardot olarak düşünülebilir. filmde gerçekleşen hadiseler de bunu yansıtır. (bunların dışında, film içinde bir filmdir, ya da uyarlama içinde bir uyarlama.) camille ile paul'un havluyu bağlama tarzları ile camille'nin perukası da ilginçtir [Bardot'nun perukası yorumlara göre kleopatra filminde elizabeth taylor'a bir gönderme niteliğinde olabilir ya da Anna karina'ya da bir referans olarak düşünebiliriz. paul ile camille arasındaki ilişki godard'ın filmin çekildiği dönemde anna karina ile olan ilişkisini sallantıda olduğu dönemdi] Film bir açıdan film yapımcılığı çiftler arasındaki ilişki desek de bir yönden de yani homeros'un klasiğinin ulysses in moderne uyarlamasıdır. havluyu bağlama şekilleri-romalıların giyim şekillerine benzetilmesi sureti ile(Toga)- de buna paralel olarak yapılmıştır.[apartmanda geçen tartışmaların olduğu sahneleri kastediyorum]

yeni dalga yönetmenlerinin bir başka önemli özelliklerinden birisi de edebiyata olan ilgileridir. bu film ''Le mepris'' moravia'nın bir romanıdır ve konusu da hemen hemen bu film ile aynıdır(ulysses'in moderne uyarlaması ve film yapımcılığı ile ilgili problematikler). yeni dalga yönetmenlerinin özellikle edebi anlamda etkilendiği sanatçılar; truffaut(400 blow(400 darbe) filmindeki kahramanımızın balzac'ı okuması)ve chabrol'un balzac sevgisi, godard'ın william faulkner ile sartre'ye olan ilgisi ve resnais'nin proust'a olan hayranlığı bunlara örnek verilebilir (bkz: documentary on memory). ne kadar da edebiyata ilgileri olsa da kendilerinden önceki yönetmenler tarafından yapılan-geleneksel Fransız sineması dahilinde-uyarlamalar bu yönetmenler tarafından pek benimsenmemiştir.
heroizmin yansıtılması açısından ise; pek kahraman-vari sahnelerde görmeyiz kahramanlarımızı. camilla(bardot) alafranga bir klozeti üzerinde sigara içer bir halde görünür[apartman sahnesinde]. yada bu tip bir oturmayı shakespeare'in kleopatrasındaki oturma gibi yorumlayanlar da vardır;

''the barge she sat in like a burnish'd throne''[Antony And Cleopatra Act 2, scene 2]

tabi buradaki ''throne''(taht) pisuvardır

ya da lang tarafından modern ulysses'imiz olan Paul'un ulysses üzerine yapılan eleştirisinin üzerine lang tarafından yapılan yorum da bu anlamda öneemlidir. çünkü Ulysses'in ''modern zamanlar nevrotiği'' olmadığını belirtmiştir(ama paul biraz böyledir). Robert Stam onu aşağıdaki şekilde yorumlanıştır;

''paul is the ironic modern character who is based on classical archetype but he is pale shadow of heroic prototype''

godard bu filmde alsında bir epiğin tüm nosyonunu yeniden yazmış ve şekillendirmiştir. özellikle hollywood epiklerine bakıldığında veyahut da o dönemdeki popüler olan ''sphagetti epic''leri açısından bakıldığında da ve ve veyahut da homerik epiklerde yansıtılan heroizm açısından bakıldığında da film bu anlamda bir anti-epik ya da karşıt-epik olarak isimlendirilebilir. filmin ulysses'i paul hiç bir şekilde bir kahraman değildir.

brigitte bardot a ayrıca değinmek gerekir. bu filmin çekilmesindeki en büyük paya sahip olan birigitte bardottur. onun bulunması yapımcıların filmi desteklemesi konusunda baya yardımcı olmuştur. bunun yanında, bardott'un aldığı para yaklaşık olarak filmin maliyetinin yarısı kadardır.(film kritikleri tarafından methiyeler düzülmesine rağmen bardot aslında yeni dalga yönetmenleri tarafından çok fazla sevilen bir figür değildi bunun içinde sık sık görünmemiştir.(ve tanrı kadını yarattı gibi filmlerde de sex figürü olarak kullanılagelmiştir) hiçbir zaman anna karina gibi kabullenilmemiştir)bunun yanında bardot, savaş sonrası dönemde Fransa'nın ''free-elaborated new woman of postwar france '' kadınlarını yansıtmaktadır. özellikle bu dönemdeki çekilen filmlerde prenseslerimizin anlaşılmazlığı da sözkonusu edilmiştir. bu anlamda camilla iyi bir örnek olduğu gibi diğer yeni dalga yönetmenlerinden claude chabrol'un ortaya koyduğu chabrolien kadın tipi bunun için mükemmel bir örnektir).

bunun yanında camilla sürekli ima eder;dolaylı yoldan anlatır;(''sıkılıyorum'' dediğinde alsında ''paul'den sıkılmıştır)ya da kalça/popo/kıç ya da herneyse ile ilgili anlattığı hikaye-ki muhtemelen 1001 gece masallarından kopup gelmiştir ve uçan halı ile alakalıdır bunun yanında hatırlatmak gerekir yine de sinema başlı başına ''uçan bir halı''ya benzetilegelir) de direk olarak paul';un ''götün teki'' olduğunu telmih etmek içindir)

Çekimler/Stilistik özellikler incelendiğinde; çekimlerin ve bazı sahnelerin uzunluğu özellikle Hollywood filmlerinin etkili olduğu dönemde oldukça olağandışıdır. ilk sahnenin çekimi yaklaşık 2 dakikadır, krishna'nın kıssasının anlatıldığı sahne de 3 dakika uzunluğundadır(rama khrisna ve müridi arasındaki kıssa da bize fritz lang ile godard arasındaki üstad ve öğrenci ilişkisini düşündürebilir) bu filmde toplam çekim sayısı 150'dir ve o dönemdeki filmlere nazaran oldukça azdır.

bu film aslı easasında 3 parçaya bölünebilir: bir ve sonuncu bölümler özellikle film yapımı ile alakalı olan bölümler olduğu gibi, ikinci bölüm daha çok çift arasındaki ilişki sorunsalına yönelik olarak yoğunlaşır. bu parçaların hepsi Hollywood tarzı-biçemi film yapımının bir eleştirisi niteliğini taşır. özellikle apartmanda geçen tartışma sahnesi farklılığını ortaya koyar. bu sahnede özellikle çift arasındaki tüm iletişim ve rabıta kesilmeye başlar, bu salt diyalogdaki kesintiler ve düş sekuansları ile ifade edilmez; Fransızca'da ''mise en scene' olarak yer eden dilimizde ise mizansen(placing on stage-sahneye koyma-) olarak isimlendirdiğimiz durum ile ortaya koyulur. filmde çokça yer almayan POV tipi çekimler özellikle apartmanın gösterildiği ilk sahnede yer almıştır. bunun yanında, apartmanın tadilat halinde bulunmasının da metaforik olarak belirli bir anlamı vardır diyebiliriz. tadilat halinde olması onların ilişkileri ve seyri konusunda bir paralellik arz eder. Aslı esasında bu apartmanın bir yuvaya dönüşeceğini yada bir hiç olarak kalabileceği konusunda belirli sembolik anlamları vardır;bu gerçeklik ilişkilerine uyarlandığında bu paralellik kendini hissettirir.

apartman sahnesinin yaklaşık olarak 3o dakika sürmesi bir anlamda filmin geneline bakıldığında biraz orantısız olarak kabul edilebilir. zamanına göre oldukça devrimci ve riskli bir harekettir bu. tartışmaları Hollywood filmlerine bakıldığında aslında olağandan çok daha uzundur. bunun için daha doğrusu Hollywood filminde bu tip sahneler birkaç dakika ile sınırlıdır ve diyaloglar daha da açıktır. Camilla'nın da Paul'e- bir Hollywood filminde olsalardı şunları diyeceği kesin; ''seni küçümsüyorum, çünkü sen pasif ve zayıfsın ve beni prokosh'a peşkeş çektin.. vs''

kamera tekniği açısından, önemli sahnelerden birisi de lambanın iki yanında oturup konuşan paul ile camilla'nın arasında geçen konuşmaların çekildiği sahnedir. özellikle bu sahne gösterim/sunum tarzı açısından oldukça ilginçtir.(aslında godard'ı ilginç kılan da budur, banal sahneleri alışılmışın dışındaki çekimler ve pek geleneksel olmayan yaklaşımlar ile ele alır ele almakla kalmaz aynı zamanda yol/yöntem ve veya yordamlarla yeni yolları dener. özellikle bu sahnede paul un konuşması ve bu esnada gece lambasını yakıp söndürmesi bu açıdan bakıldığında karakteristiktir. 1960lara dönüldüğünde çekilegelen filmlerde bu tip sahneler de counterpoint omuzlar üzerinden ve/ya karakterlerin bakış açısından çekim yapılır. bu anlamda bakıldığında radikal olarak pek ortodoks olmayan bir yaklaşımdır. çünkü soldan sağa, ve sağdan soğa tracking-shoot'lar vasıtası ile çekimler yapılır(yanal çekimler-lateral shot olarak da isimlendirilir) ve editing ise söz konusu değildir. bu anlamda tracking yani kameranın hareketi oyuncuların dediklerine paralel olarak hareket etmez. hareketi bu sahneden yönlendiren ise ışığın yanır/sönmesi olarak konumlandırabiliriz ve bir diğer gerçeklik de kamera hareketinin otonomluğudur. (bkz: mise en scene versus montage)

Film ayrıca modern epiklerin sahnelenmesine de ironik bir bakış içerir. bunu hakiki anlamda italyan aktirist tarafından sergilenen sahne performansında rahatça görebiliriz. çünkü bu tür sahnelemelerin hiçbirisi antik yunandaki yapılanları temsil edemez. bunun yanında tiyatro sahnesindeki ''sound'' kullanımı da dikkat çekicidir ki, alışılmışın dışında bir kullanım sözkonusudur burada. burada yapılan, bilhassa lahramanlarımız, micheal piccoli, bardot ya da fritz lang- konuştuğunda rol oyuncularının sesleri dışında tamamen kesilir; sadece onların seslerini duyarız. (sinemada süregelen ses kullanımına yönelik bir ''parodik exaggeration'' yani parodik bir abartıdır. )burada bir başka bir gerçekte hayat ile yani yaşanan ile sinema yani kurgunun bir karşıtlığıdır; hayatta kendinizi/çevrenizi saran seslerden-anlaşılır ya da anlaşılmaz- soyutlayamazsınız[uygun durumlar için];

ticari açıdan bakıldığında ise aslında ilginç bir döneme dek gelmiştir bu film. 1959'da çekilen iki paha biçilmez film(godard'ın a bou de suffle ile truffaut'nun 400 blows) ve bunların getirdiği ticari başarılardan sonra, devamındaki filmlerin ticari açıdan çok başarılı olmaması yeni dalga hareketinin krize girmesine neden oldu. bunun yanında Hollywood'da o dönemlerde iki güçlü hareket ile baş edememekten kaynaklanan bir kriz içersindeydi, birisi italyan yenigerçekçilik hareketi(neorealism) ve incelediğimiz yeni dalga hareketi. Bundan dolayı-belki de bu hareketlerin yaşadığı bu sıkıntılardan dolayı-Hollywood sinema sektörü uluslararası ortak yapımlara doğru yelken açtı. aslında ''Le Mepris'' filmi ile sinemanın o dönemdeki seyrinin yansıtısı ya da bunun üzerine godard tarafından getirilen bir yorum olarak da düşünülebilir.

erotizmin işleniş biçimi incelendiğinde;erotik açıdan bakıldığında bardot'u başlangıç sahnesi ve sonlardaki bir sahne dışında görmeyiz. aslına bakarsanız filmin başındaki bu tip bir beklenti ile süregidişindeki hal pek beklentiye karşılık vermez. (bu anlamda godard filmde erotizmi farklı bir şekilde ele alır yada daha doğrusu filmde erotizmin nasıl ele alınacağına dair bir ima olarak da kabul edebilirsiniz. godard bardot'u çıplak olarak sergilemek yerine, filmin başında olduğu gibi freskolardaki açık-seçik resimler ile iktifa etmeye zorlar(bu bana les carabiniers'in kahramalarının sadece gerçeklerin bir resmi ile kifayet etmeye zorlandığı kartpostal sahnesini getirdi) . bu boşluk, erotizmin olmayışı hem evlilikte hem de filmde antik yunan freskolarını içeren kitabın çekimi ile doldurulmuştur. yine aynı sahnede godard'ın klasik tekniklerinden birisine rastlarız, özellikle çekimi bir dergiden yada gazeteden alınan görüntülerle doldurur.

film üzeirne bir çok manüpilasyon ve spekülasyon yapılabilir. yorumlar türlü türlüdür; filmin sonu seyircinin manzara ile baş başa ''sessiz'' kalınması ile biter. peki bu neyi çağrıştırmaktadır?(özellikle elindeki hoparlör tutan adam bunu sürekli italyanca dillendirir)

hamlet'i hatırlayalım ve biz de susalım artık;

''the rest is silent'

not:ağırlıklı olarak robert stam'ın eserlerinden yararlanılmıştır. örnek olarak şu kitabına bakılabilir; Reflexivity in Film and Culture: from Don Quixote to Jean-Luc Godard
zorla bu bünyeye sevdiremediğim minimalist yönetmen adam zate antisinemacı olduğunu bas bas anons ediyo..
amerikalılarda fikir yok avrupalılarda para diyen ünlü fransız yönetmen kişi.
yalnızca el kamerasıyla, senaryoyu çekimden hemen önce oyunculara teslim ederek ve hiçbir efekt kullanmaksızın çektiği gerilim içeren bir filmi vardır ki, oyuncuların, seyircilerin, ekibin hepsinin birden gerilmesini sağlamıştır.

(bkz: dahi)
edebiyat için tolstoy ne anlama geliyorsa, sinema açısındanda godard o anlama gelmektedir. gerçekçi sinema anlayışını materyalist kavramlama etkinliğiyle birleştirerek ortaya tamamen fenomen olarak betimlenebilecek bir sinema anlayışı çıkartmıştır. godard filmlerindeki numenal temalar bile kendi içlerinde fenomenal bir yön taşımaktadırlar,onun filmlerinde numenal alan olarak görülen her kare aslında fenomenal alanın kıyılarında yaşanmakta olan somut imgelerdir.
"histoire du cinéma" adında deneysel bir belgesel serisi vardır. sinema tarihini ilginç bir açıdan sunar ve genellikle eleştirelliğin dibine vurur.
Fransız sinemasının efsane yönetmeni. François Truffaut ile birlikte Yeni Dalga akımının önderlerinden sayılır. Filmlerinde genellikle eski karısı Anna Karina'yı oynatmıştır. En çok dikkatimi çekense çoğu filminde hikayenin bir bölümünün cafelerde geçmesidir.
son filmi socialism, filmekimi 2010da gösterilcek olan dahi yönetmen.
sinemayı benim için var eden übermensch. sinema için yaşamanın ne demek olduğunu öğreten sinemacı-sinefil.
60'lardaki nouvelle vague akımı filmlerini izleyip, sinemaya kayıtsız kalmak imkanızsa nedeni kesinlikle godard'dır.
klasik anlatım biçimini kendine göre yontarak
yeni bir sinema dili oluşturan, sinemanın beyni yönetmendir.
"serseri aşıklar" filmi ile dünyayı yerinden hoplatmıştır.
şimdilerde de, film çekmek için para bulamaz hale düşmüştür.
orson welles ile birlikte sinema sanatına en büyük katkısı olan yönetmendir, modern sinemanın kurucusudur. başlattığı akım ile birlikte, hollywood marifetiyle sıkıştırılmış tüm kalıpları yıkarak, sinemanın nasıl uçsuz bucaksız bir alan olduğunu kanıtlamıştır. sıçramalı kurgusu reklam filmlerine bile ilham kaynağı olmuştur. kısacası, yaşayan en büyük sanatçılardandır. en iyi filmlerine gelirsek, aslında bütün filmleri çok iyidir ama belli başlıcaları; serseri aşıklar, hafta sonu, hayatını yaşamak, nefret ve alphaville'dir. godard izleyiniz, izlettiriniz, 'gerçek sinema'nın büyüsüne şahit olunuz.
sinemaya byük bir çığır açmış,klasik olanı altıüst edip üslubundaki mükemmelliyeti yansıtmıştır.Serseri aşıklar,vivre sa vie ve çılgın pierrot gibi filmleriyle beni etkisi altına almış fransız babamızdır.Korsana verdiği desteğiyle bilinir.Ve ve ve ve bu kadındır olay (bkz: anna karina)
http://www.youtube.com/watch?v=hlZDIqWHKB4

bu film ve bu müzik bir yerlerde sürekli dönüyor sanki...
senaryoya önem vermeyen, bir kağıt parçası üzerine karaladığı kısa notlarla spontane filmler çekmiş yönetmen. film çekimi esnasında sıradışı olayların gerçekleşmesini ümit etmiştir. konvansiyonel sinema anlayışına karşı gelmiş, basit ilişkilerden, olaylardan efsaneler ortaya çıkarmıştır.
filmlerim: "kurmacanın gerçeğini vermeye çalıştığım belgeseldir" diyerek, filmlerinin temelindeki belgesel-kurmaca diyalektiğini açıklayan yönetmendir. film yaparken uzun uzadıya düşünüp çarçabuk yaparım demiştir ve çoğu filmine başlarken elinde senaryosunun bile olmadığını, her şeyin set sürecinde ortaya çıktığını itiraf etmiştir. tarkovsky gibi o da robert bresson hayranıdır. ayrıca kendinden sonraki sinemada etkisinin büyüklüğü tartışılmaz bir gerçektir.
"weekend" filmini çok kanlı bulan ve "neden bu kadar kan var?" diye soran gazeteciye "abartmayın, o kan değil kırmızı boya" diyerek tarihi bir ayar vermiştir.
"hastalık hayata bir bakış tarzıdır." demiş abidir.
nedense hep a bout de souffle ile anılır olandır... bir les gendarmeries, la chinoise ile anılmaz pek. varsa yoksa a bout de souffle'dir ama gerçek bir sinefil godard'ı sadece o filmle anmaz efendim ha bu demek değildir ki a bout de souffle kötü bir filmdir. kendisinin yeni dalga'nın öncüsü olduğunu söylemeye gerek bile duymuyorum. xavier dolan, alain corneau gibi isimlerin en çok etkilendiği yönetmendir.