bugün

entry'ler (23)

secret garden

norveçli kompozitör piyanist rolf lovland ve ilandalı kemancı fionnuala sherry tarafından 1994'te kurulmuş 3 üyeli, norveçli ve irlandalı bir gruptur. 1995'te yapılan 40. eurovision şarkı yarışması'nda "nocturne" isimli şarkının norveççe versiyonunu seslendirerek, 148 puanla birinci olmuştur. new age veya neo-klasik tarzda müzik yapmaktadır.

"songs from a secret garden" isimli albümlerinden akıllardan hiç çıkmayan o muhteşem parçaları artık bir klasiktir.

http://fizy.com/#s/16sw51

muz sesleri

ece temelkuran'ın bu kitabı hakkında fikir almak için aşağıdaki link kullanılabilir.
http://www.tumblr.com/tagged/muz%20sesleri

muz sesleri

ece temelkuran'ın bu kitabında geçen en önemli cümlelerden biri "hiç kimse olmaya cesaret et filipina. hikayeler orada başlar. dişlerinin kırıldığı yerde." cümlesidir.
bu cümle, kitaptaki konudan bağımsız olarak bana şunları düşündürür. hiç kimse olmaya cesaret etmek; yani içine doğulan ailenin, şehrin, hatta ülkenin bize verdiği kimlikten akıl yoluyla sıyrılabilme, mutsuz olunan o güvenli manevi barınaklardan çıkabilme cesaretini gösterebilmek. bu pek kolay olmasa da, yıpratıcılığı fazla olan yıllara yayılsa da insanı gerçek bir birey yapar. bir insan tek başına; yani herhangi bir kimliğe, aileye, aşirete (bu ülkede bir aşiret olgusu da var değil mi? hani o bazı zavallıların "biz aşiretiz..."dediğinden) ve bunların korumasına ihtiyaç duymadan zihinsel bütünlüğünü koruyabiliyor ve geliştirebiliyorsa bir birey olmuştur. birey olabilmek kolay değildir ve cesaret ister. ama, bir kez birey olabilmiş, hayattaki tüm kararlarını özgürce tek başına verebilen ve bu kararları ile sapasağlam ayakta durabilen insan dünyanın en mutlu insanıdır. özgürce düşünebilmek ve bunu kendi hayatı için uygulayabilmek, konforlu bir evde kalmaktan, konforlu bir hayat sürmekten çok daha güzeldir. ne para pul, ne de sıcacık bir çatı altı bu özgürlüğün ve birey olmanın yerini tutamaz. dünyanın en zengin ve en mutlu insanları gerçek anlamda bireysel özgürlüğünü eline almış insanlardır ve bir kez bu duyguyu tadan bir insan hem etrafındaki insanlara daha saygılı olur, hem de kendine saygısızlık edilmesine asla izin vermez. yaşadığımız ülkede ise gerek ekonomik, gerekse sosyal şartlar maalesef insanların tam bir birey olma yolunu çok küçük yaşlardan tıkamaktadır. genelde hayat boyu aileye bağımlı bir hayat ve kendi kendi kararlarını tek başına alamama gibi durumlar vardır. bu nedenle, etrafta daha çok kendine ve başkalarına saygısı olmayan, küçük hesaplar pesinde koşan zavallı insanlar dolaşır. bir bireyseniz tüm bunları tek başınıza oturduğunuz yüksekçe tepenizden izler ve bazen ne kadar yalnız olduğunuzdan, bazen de insanların bu kendilerini gerçekleştirememe durumlarından yakınırsınız. aslında daha yukarılara tırmanmak isterken, yalnızsanız bunu anlamsız bulursunuz. tam da bu noktada bu şehirden, hatta ülkeden gitme hayallerine bile dalıp gidebilir insan.

kişinin kendini ifade edebilmesi

kişi kendini sadece güven duyduğu insanların yanında rahat hisseder. tanımadığı ya da çok az tanıdığı ve aynı zamanda hoşlandığı birinin yanında ise kendi gibi olmakta zorlanabilir. "selvi boylum al yazmalım" filminde geçen "sevgi emektir" ifadesi ise bunu anlatır. sevgi, küçük küçük adımlarla birbirine ilerleyen insanların aralarında zamanla oluşan ve devamlılığı ve derinliği güvene dayanan en güzel duygulardan biridir. gerçek aşk ise ancak sevilen bir insana karşı hissedilebilecek tutkulu, coşkun bir sevme halidir. bir insanı tanımak için bir iki saat yetersiz bir süre olduğundan, ilk görüşte aşk diye bir şey de olamaz. sadece küçücük ve güzel bir his bir insanı tanımak istemenize neden olur ve bu da zaman alır. kişinin kendini olduğu gibi ifade edebilme rahatlığı ise, verilecek emeğin sonrasında görülebilecek bir durumdur. çok az tanınan birine ise kimse durduk yerde gerçek bir sevgi besleyemez. sadece kendini gösteren küçük bir kıvılcımın her iki insan tarafından sıcak ve canlı tutulmaya değer görülmesiyle başlayan birliktelik sonucu kıvılcım kora, kor aleve, alev de ateşe dönüşebiliyorsa her iki taraf da kendini ifade edebilme yolunu bulabilmiş ve aralarındaki gönül bağını kurabilmiş demektir. kısacası, her şey emek vermeye değer görmekle başlar ve, ya devam eder, ya da edemez.

gönül bağı

en iyi anlatımı şurdadır:

http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=30742366

une belle histoire

gelmiş geçmiş en etkileyici şarkılardan biridir. michel fugain yorumuyla şöyledir.
http://www.youtube.com/watch?v=qFWv3g4y2Pg

sözleri şarkıyı daha da güzel yapar.
hali hazırdaki sistemde, zihinlerimize sürekli olarak her konuda yarının düşünülmesi gerektiği dayatmaları yapılırken bu şarkıda buna inat şu güzel sözler geçer;
"geniş bir tarlada saklandılar
yaprakların kapladığı..
yaşamlarının yeni başladığını söylediler
ama onlar hala çocuktular, çocuk.
öyle ki patikayı bulan çocuklar
tatil yolunda...
şüphe yok ki şanslı bir gündü
gökyüzü ve ağaçlardan ellerine ip uçları düştü
ve güvenle yakaladılar
yarını düşünmeyi red ettiler."

yağmur durduğunda

bu sezon devlet tiyatroları tarafından sahnelenen, yazarı andrew bovell, yönetmeni hakan çimenser olan dram. herkese hitap etmeyeceğini, ancak belli kişiler tarafından da benimsenerek sevilecek kült bir oyun olduğunu düşünüyorum. konu size hitap ediyorsa sahnelenme biçiminden ve metinden etkilenmeniz yüksek olasılıklı.

--spoiler--
ailenin, insanın tüm hayatını etkilediğini ve ne yaparsak yapalım çoğunlukla bundan kaçamayacağımızı anlatmaya çalışan ve bu ağır konuya rağmen sonu rahatlatıcı bir oyun. çok büyük acıları naiflikle, insanın vicdanını çok fazla rahatsız etmeden, olayları biraz teğet geçerek 3-4 farklı nesil üzerinden anlatmaya çalışan bir oyun. bu nedenle olaylarla beraber uzun yılların geçtiği oyunda yazar insanı daha bütünleyici bir düşünceye vardırmaya çalışmış gibi. oyun öyle bir sonla bitiveriyor ki, seyirciler arasında ailesinden birini bir nedenle affedememiş insanların acılarının hafiflediğini ve hatta kendilerine acı vermiş herkesi affedebileceklerini düşündüklerini hayal ettim.
--spoiler--

anlam veremediğiniz, hatta kızdığınız bazı şeyler için affedemediğiniz, buna rağmen sevgisine ihtiyaç duyduğunuz ve bu yüzden acı çektiğiniz birileri varsa bu oyunu izlemelisiniz. zihinde farklı algıları harekete geçirebilme gücüne fazlaca sahip bu oyunun iyileştirici bir gücü var gibi.

hoş geldin

birsen tezer'den canlı dinleme fırsatım da olmuş harika şarkı. diğer bütün birsen tezer şarkıları gibi bir kez birsen tezer'den dinlendimi, artık sadece birsen tezer'den dinlenebilir.

detachment

adrien brody'nin oldukça sahici ve mükemmel bir oyunculuk sergilediği film. böylesi bir konuyu ancak bu kadar kuvvetli bir oyunculukla anlatabileceğini bildiğini düşündüğüm yönetmen, sanırım bu film için en doğru aktörü seçmiş.

--spoiler--
sokakta fahişelik yaparak hayatını kazanmaya çalışan küçük kızla olan diyaloglar, sonrasında aralarında gelişen şefkate dayalı dostluk, filmi muhakkak ölmeden önce izlenmesi gereken filmler arasına koymakta. birazcık insansak ve insanca yaşama inanıyorsak çocuk sahibi olmadan bunu çok iyi düşünmemiz gerektiğini gösteren bir film. ailesi tarafından yaralanmış gençler, bu gençlerle baş edemeyen eğitimciler, sistemin genç insanları nasıl birer canavara dönüştürebileceği ya da intihara kadar sürükleyebileceği filmde sıra dışı bir çabayla anlatılmaya çalışılmış. son sahnelerde ise göz yaşlarını tutamıyor insan. meredith adlı genç kız herkese ve her şeye duyduğu öfkenin ve içindeki acının intikamını, kendini çok acaip bir şekilde intihar ederek alıyor. baş roldeki yedek öğretmenin, birhan keskin'in dilinden ifade edersek hava aldıkça ağrıyan dişi var. dedesini affetmeyi başarabilmiş, ama benzer acıları genç insanların yaşamaması için kendisine belli bir hayat misyonu edinmiş ve bundan da taviz vermeyen sağlam bir karakter. otobüste düşünürken ağlayabilen bir adam. özellikle kitapların iyileştirici gücünden, ruh sağlığımızı ve sağlıklı düşünme yetimizi korumadaki rolünden bahsettiği ve öğrencilerine okumayı salık verdiği sahne son derece etkileyici.
--spoiler--

amour

haneke'nin bu son filmi, avrupa burjuvazisinin adını aşk koyarak yaşadığı, ancak henüz doğru bir tanımı yapılmamış ilişki biçimine vurduğu bir tokattır. bu filmle burjuva evliliği yeniden tanımlamaz, sadece gerçek anları birleştirip bir film halinde sunar. kırk elli yıllık evli bir çiftin birbirine karşı en şefkatli olmasını beklediğiniz hastalık, düşkünlük durumları karşısında birbirlerine ne kadar zalimce davranabildiklerini gösterir. haneke bu filmiyle yerleşik kabulleri, algıları altüst eder.

the sheltering sky

müziklerinin çogu ryuichi sakamota tarafından yapılan bu filmin, sadece soundtrack'inin dinlenmesi ile, daha önce izlenmiş bir film değilse, kendinizi filmi izlerken bulabileceğiniz harika ve dramatik soundtrack'i şöyledir.
http://www.youtube.com/watch?v=__aJL8i1kL4

ryuichi sakamota bestesini yaptığı bu soundtrack ile golden globe award for best original score and the lafca award for best music ödüllerini almıştır.

sevmek

sevmenin en sade tariflerinden biri, orijinal ismi "the sheltering sky" olan, türkçe'ye "çölde çay" olarak çevirilen filmde geçer. filmin bir sahnesinde adam kadına, kendi için sevmenin ne demek olduğunu şöyle anlatır; "benim için sevmek, seni sevmek demek, biliyorsun".

the sheltering sky

ryuichi sakamota bestesini yaptığı bu filmin soundtrack'i ile golden globe award for best original score and the lafca award for best music ödüllerini almıştır.
http://www.youtube.com/watch?v=__aJL8i1kL4

black swan

aronofsky'nin bende hayranlık uyandıran, yoğun psikolojik çözümlemeler içeren, ancak en önemli yerinde bitirildiğini düşündüğüm filmi. yok sayılan siyah aslında içimizden dışarı çıkmak isteyen, kendini var edememiş gerçek benliğimizdir. gerçek benlik sürekli olarak toplum ve/ veya aile nedenli bastırılmaya çalışıldığından karanlıklarda kalmıştır, aydınlığa çıkamamıştır. ayrıca aile ve /veya toplum tarafından hoş bulunmadığından dolayı karadır, karanlıklardadır. kişiye empoze edilense sanki en doğru ve güzel olandır, yani beyazdır. siyah kuğu ise olmayan, var olamayacak bir yaradılıştır ve bu nedenle eninde sonunda hayatın çeşit türlü iteklemeleriyle yaşanacak iç savaşlar sonrasında gelecekteki beyaz kuğu geçiş evresinde siyah kuğuya dönüşür ve kendini bulduğu noktada artık kendince yaşayabilecek cesareti olan, bu kez kendi beyazlığına ya da özüne doğru yol alan beyazımsı bir kuğudur. gerçek beyazlık kendini bulmak adına atılacak cesur adımlarla elde edilir. tabiyatıyla görünmesi gereken benlik beyaz olan olmalıdır. cesur adımlar atma cesaretinde bulunan insan ise her gün başka bir insandır. filmde gidilmeyen öte diyarlara gitmeye cesaret edersek beyaz kuğu bir süre sonra gözleri kamaştırmaya başlayacağından birçok kişi tarafından görünmezdir. daha da yalnızdır. kendini göremeyenlerin karşısında ışığını karartacak olursa değerini düşürecek ve mutsuzluklar yaşayabilecektir. dayanamayıp tekrar parlamaya başladığında yanında sandığı insanların uzaklara kaçıştığını görerek kahrolacaktır. buradan çıkarılması gereken ders ise varlığımızın özünü görme zahmetinde bulunmayan; sevgide, birliktelikte emeğe karşı emek vermekten mutluluk duymayan insanlardan uzak durmaktır.

shibumi

trevanian'ın bu romanından kayda değer bir alıntı şu şekildedir;

bir süre otake-san’in gözleri bahçeye dalgın baktı. bahçenin çizgileri sisin etkisiyle bulanıklaşıyor, kesinliğini kaybediyordu. yaşlı adam bir çaba harcayarak zihnini ebedi şeylerden geri çekti, vermekte olduğu derse devam etti. "hayır, senin en büyük kusurun tecrübesizliğin değil. kayıtsızlığın. yenilgilerini senden daha zeki ve yetenekli olanların elinden tatmayacaksın. seni yenenler, sabırlı, sinsi, orta düzeyde insanlar olacak."

nicholai kaşlarını çattı. kajikawa kıyılarında gezinirken kişika-va-san da kendisine buna benzer bir şey söylemişti.

"senin orta düzeydeki kimselere karşı duyduğun aşağılıyıcı nefret, onlardaki geniş, kapsamlı kuvveti görmene engel oluyor. sen kendi parlaklığının orta yerinde dururken, gözlerin öylesine kamaşıyor ki, odanın kuytu, karanlık köşelerini göremiyorsun. oralarda kalabalıkların, beyinsiz insan kalabalığının ne tehlikeler hazırladığını görecek şekilde gözlerini ayarlayamıyorsun. ben sana bunları söylerken bile, sevgili öğrencim, sen kendinden yeteneksiz kişilerin, sayıları ne kadar çok olursa olsun, seni yenebileceklerine inanmakta güçlük çekiyorsun. oysa biz artık orta düzeydeki insanların çağında yaşıyoruz. orta düzeydeki insan sıkıcı, renksiz, aptal gibi görünür… fakat ölümsüz tekdüzeliğine devam eder, hiç bıkmaz. amipler her zaman kaplanlardan çok yaşar. çünkü durmadan bölünür, yenilenirler. o ölümsüz tekdüzelikleriyle. kalabalıklar zorbaların en sonuncusu olacaktır. gözlerini bir an için sanata çevir. bak, kabuki can çekişirken, no beri yanda sürünürken, şiddet romanları kalabalıkları nasıl peşinden sürüklüyor. dikkat edersen hiçbir yazar romanına kahraman olarak gerçekten üstün bir insan tipi seçmeye cesaret edemiyor. çünkü seçerse, kalabalığın içindeki orta düzeydeki insan öfkelenecek, utanacak, ve kendisini savunması için kendi yojimbo’-sunu, yani eleştirmenleri ortaya sürecektir. kalabalığın çıkardığı gürültü mantıksızdır ama, kulakları sağır edecek kadar güçlüdür. beyinleri yoksa da, binlerce kollan vardır. bunları seni yakalamak, çekmek, aşağıya indirmek ve batırmak için kullanırlar."

"hala go’dan mı söz ediyoruz, hocam?"

"evet, go’dan. ve onun gölgesi olan hayattan."

"o halde bana ne yapmamı öğütlersin?" "onlarla temastan kaçın. kendini bir terbiye örtüsünün altına sakla. onlara aptal ve uzak görün. içlerine girme. ayrı yaşa ve şibu-mi’yi incele. hepsinden önemlisi de, seni çeşitli yemler kullanarak öfkeye ve saldırıya itmelerine izin verme. saklan, nikko."

iki yüzlü yılan mobbingciler

bu başlık mobbing yapan kişiler için ikiyüzlü ve yılan gibi farklı tanımlar da içeren bir başlık olmanın yanında, aynen bu haliyle literatürel kaynaklarda yer alan bir ifadedir. işyerinde mobbing yapan insanların girdiği alt sınıflardan biridir.

fakirlik belirten cümleler

ıyyy ne çirkin adam bu. bir de bu yaşa gelmiş arabası bile yok. sen bu kadar çirkinlerden hoşlanabiliyorsan nasıl bu kadar zamandır yalnızsın?

defalarca izlesem bıkmam denilen filmler

tarsem'in "the fall" filmi. bu filme benzetilebilecek hiçbir film yoktur. eşsizdir. çok naif, erdemli, onurlu ve cesurca bir şeyleri bambaşka bir dille ve görüntüler cümbüşüyle anlatır. sinema dünyasının yedi harikasından biri olabilir.

iki yüzlü yılan mobbingciler

emek vermeden, hedeflediklerini başka insanların sırtından elde etmeyi alışkanlık haline getirmiş yöneticilerden bu sınıfa dahil olanlar çoktur. gayet bilincinde oldukları ve düzeltmeyi zahmetli buldukları eksik yönlerini sözlü veya sözsüz, adeta bir turnusol kağıdı gibi açığa çıkaran astlarına karşı ilk günlerden mana verilemeyen tuhaf davranışlar içerisine girerler. başka insanların yargıladıkları davranışlarının daha ilerisini altlarında çalışan insanlara gösterirler. başka birinin yanında size son derece nazik ve adaletli iken aynı ortamda yalnızken sanki iki küs sevgiliymişiniz gibi davranırlar. hiç bir anlam veremez, kafa bulanıklığı yaşar ve nasıl davranacağınızı kestiremezsiniz. sabahleyin bulunduğunuz odada farklı bir kişi yoksa günaydın bile demeden yerine oturur ve hiç konuşmadan yedi, sekiz saati suskun durarak geçirebilir. suskunluğunu aniden ve hiçbir anlam veremediğiniz bir konuyla bozabilir ve dengelerinizle çok kötü oynayabilir. sürekli küçümser, önem vermez, kendisi bambaşka düşüncelerdeymiş ve ulaşılmazmış gibi davranır. siz sadece işleri sürdürmek ve sonuçlandırmak için çabalarken, o komplekslerinden dolayı buna engel olmak için türlü sinsilikler yapar. siz bu nasıl olur diye düşünürken ve bütün engellemelerine karşın iş yapmaya çalışırken, o çoktan atı almış ve köprüyü geçmiştir. azcık vicdanı olmayan biriyse sizi istifa etme noktasına kadar getirebilir. her gün farklı bir ruhsal durumda olması zaten insanı ister istemez tükenme noktasına getirir ve o hala aynı koltuktaysa siz gitmeyi tercih edersiniz. böylelikle mobbingci kendi eksikliklerini ortaya çıkarma olasılığı olan bir çalışandan kolaylıkla kurtulur. hatta sizin istifanız üzerine timsah gözyaşları da dökebilir ve size defalarca sarılabilir. son noktada siz gideceğiniz için bir pasta sipariş eder ve zaferini en az iki dilim çikolatalı pasta yiyerek kutlar.

eleni karaindrou

6 ekim 2012 tarihinde, lüfti kırdar'da theodoros angelopoulos anısına konser veren yunanlı kadın bestekardır. eternity and a day ve to vals tou gamou parçaları sonrasında alkışlar durmadı. salonun sadece üçte ikisi doluydu. bu üzücüydü. demek bu müziği es kaza keşfetmiş ve hissedebilmiş insanların sayısı koskoca istanbul'da lütfi kırdar salonunu dolduramayacak kadar azmış. insana kendisini yalnız hisettiren bir durum. bu eşsiz kadının yaptığı müzik, insanı bu anlamsız hızlı hayatın o saçmasapan ve gereksiz hızlı akışından kurtarır. herşeyi olması gereken hızına çeker ve hayatın, nefes alıyor olmanın, insan olmanın ne demek olduğunu hatırlatmaya çalışır. bu nedenle acıtır. çünkü, gerçek hayat insanı yaralayan, insanın tabiyatına aykırı bir sistemle örülüdür. bu müzik ise ızdırap çeken insanın müziğidir. ağlatır, ağlatırken arındırır. hayatımın en güzel akşamlarından birini yaşarken de ağladım ve bu muhteşem müziği, bu muhteşem kadına yaptıran nelerdir diye düşünüp durdum.
theodoros angelopoulos filmlerinin müziklerinin bestekarıdır. müzik bu filmlerde sadece film müziği değil, birer film karakteri gibi önemli bir rol üstlenir. eleni'nin müzikleri olmasa bu harika filmler de olamazdı dedirtir. örneğin eternity and a day filmi müzikleri olmadan asla aynı olamazdı ve en az görüntüler kadar müzik de filmde anlatılmak istenilene katkı sağlamaktadır.