- farkettim
+ neyi?
- otobüste yanına oturan kıza baktın
+ valla billa bakmadım
- hayır ben gördüm yaa baktın...!!!
+ yaa bakmadım işte alla allaaa...
- !!!
+ ???
- o zaman o sana baktı..!!!
+ haydaaaa
bir batılıya benzemek şeklinde algılanagelmiştir hep. modernleşmenin algılanışı bakımından osmanlı devletinin son 100 yılı genç cumhuriyetin 86 yılından çok daha tutarlıdır. hatta ülkemizin modernleşme hikayesinin cumhuriyetin ilk 25-30 yılında bıçak gibi kesildiğini, modernleşmenin sığ bir pencereden izlenip/algılanıp bir batılı gibi şapka takmak, geçmişi topyekün silmeye çalışmak, balolarda batılılar gibi dansetmek şeklinde algılandığını söylemek de gayet mümkündür.
steril yerlerde kişinin bir türlü kendini rahat hissedememesi, bir aidiyet sorunu yaşamasıyla kendini belli eden duygudur. şimdi bu tanımdan sonra kimse bu hissi yaşayanların aslında bok içinde yaşıyormuş da biraz temiz bir ortama girince kendini yabancı hissetmiş olduğunu falan düşünmesin lütfen. bugün iyi günümdeyim kimsenin kalbini kırmak istemiyorum.
bunu fazla şık ve pırıl pırıl bir lokantada da yine aynı derecede steril bir cafede de yaşamak mümkündür. ama bana asıl ilginç gelen böyle yerlerde insanların birden bire üzerlerine yapışıveren o "biz aslında böyle yerlere çok alışığız" tavırları oluyor. nedense ben böyle bir mekana ne zaman girersem gireyim bir acemilik, bir ne yapacağını bilmezlik peyda oluyor üstüme. bunu sosyal motivasyon eksikliğiyle de açıklamak pek mümkün elbette, kimseye karışmayacağım ukalalalık yapmaları hususunda. ama var böyle bir şey, uydurmuyorum.
benim asıl merak ettiğim şey, benim gibi steril mekanlarda elini ayağını nereye koyacaklarını bilemeyenlerin totala oranı aslında. öğrenip de ne yapacağım o konuda da anlamlı düşüncelere sahip değilim, bu konuda bu gece yatmadan önce uzunca bir müddet düşünüp en azından kendimi tatmin edecek cevaplara ulaşacağım, ama lütfen inanın merak etmemek elimde değil. böyle ortamlarda; sanki şık bir restoranta, tertemiz ve pırıl pırıl bir masa üstünde doğmuş, saray terbiyesi görmüşçesine profesyonel bir edayla davrananların gerçekten kendini nasıl olup da bu derece rahat hissettikleri konusunda merak içindeyim.
aynı duyguyu havaalanında da yaşamak ya da görmek/gözlemlemek gayet mümkün. daha önce defalarca uçağa binmiş olmama rağmen ne zaman havaalanına gitsem ya bir tedirginlik yaşarım ya da ezberimi unutur diğer insanlara bakarak normal bir şekilde nasıl davranılır taklit etmeye çalışırım. yürüyen merdivenler, x-ray cihazları, görevliler, bilet kontrol, aktarmalı uçuşlar falan filan. havaalanlarında insanlar üzerinde konuşmadan uzlaştıkları bi tür anlaşma varmış gibi davranıyorlar galiba. bilinç altında, bir tür, uçan insanların uçmayan insanlara nazaran çağdaşlıktan aldıkları payın çokluğu hissi galiba bu. belki de değil. gece gece götümden uyduruyorum.
belki de aklımdakilari tam olarak aktaramıyorum. ama insanların "biz hep uçuyoruz" hissi uyandıran tavırlarla bende yaşattıkları şaşırma hali aslında tam olarak anlatmaya çalıştığım şey/konu. steril mekanlarda, aynı derecede steril ve seçkin insanlarda oluşuveren "biz aslında buraya aitiz, bu elit zevklerimizle de sokaktaki insanlardan farklıyız" tavırları da sanırım bahsetmeye çalıştığım bütünün bir parçası, tezahürü oluyor. ya da saçmalıyorum. bilemiyorum.
dtp'nin kapatılmasıyla sıkça dile getirilen durumdur.
kürt kökenli insanlarımızın bilinç altında çok güçlü bir ezilmişlik hissi var, bunu görmemek için ya kör olmak ya da kötü niyetli olmak gerekiyor. işin üzücü tarafı bu toplumsal bilinç altındaki ezilmişlik, itilmişlik hissinin en önemli sebebi de cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren bilinçli bir şekilde kürtlere dönük uygulanan olumsuz politikalardır. özellikle son yıllarda bu durum sokaktaki sıradan insanlar/türkler tarafından bile seslendirilmekte, kürtlerle türkler arasındaki bu eşitsizlik giderilmeye çalışılmakta, bu sorunun kaynağına dönük kimi zaman acımasızca özeleştiriler de yapılmaktadır.
ancak bütün bu özeleştirilerden hareketle, nereden nereye gelindiğini unutup özeleştiri yapan insanı deyim yerindeyse sikmeye çalışmak emin olun bir işe yaramayacaktır sevgili kürt kardeşlerim. evet, tarihsel süreci göz önüne alarak yapacağınız bir çok eleştiriye hem saygı duyuyor hem de çoğunlukla size katılıyorum. ancak işi dtp gibi terörü kutsayan bir partinin kapatılması bahsine getirip, kürtlerin siyaset yapmasına engel oldular derseniz inanın saçmalamış olursunuz.
hem ne düşünüyordunuz ki? ben aslında onu merak ediyorum. bütün dünyanın terörist olarak tanıdığı bir örgütü meşrulaştırmaya çalışan, sokak eylemlerinde etrafa molotof yağdıran, suçu ve suçluyu öven bir partinin kapatılmayacağını aklınız kesiyor muydu? bu kadar mı salaksınız lan? daha birkaç hafta önce demokratik açılım konusu açıldığında bir teröristi adres gösterecek kadar ileriye giderken meclis çatısını kullanmıyor muydu bu parti? ya dağa çıkmaktan bahseden emine ayna yaratığı -evet yaratık- meclisin bütün imkanlarından yararlanmıyor muydu? neden yalan söylüyorsunuz?
yıllardır içinde debelendikleri -ki bunda türk tarafının da büyük bir kabahati var- şiddet döngüsünden dolayı legal ve illegal olanı ayırdedemeyecek kadar acz içine mi düştü kürtler? apo'nun hücre boyutu üzerine yaptıkları eylemlerin yüzde kaçını ana dillerinde eğitim için yapmayı düşündüler? her gösteride, her eylemde bugün onbinlerce insanın ölmesinden sorumlu tutulan bir teröristin resimlerini göstererek, bu resmi insanları tahrik ederek kullanıp bayrak gibi sallamak dışında, daha aklı başında bir siyasete beyni çalışmıyor mu kürt kardeşlerimizin?
yaa şiddeti meşrulaştırmaktan bahsediyoruz arkadaşlar. bugün islam korkusundan, kürt kardeşlerimizin yaptıklarının onda birini yapmayan müslümanları kodesa tıkıyor amerika. siz bunu meşruluk aradığınız modern dünyada yapın götünüzden kan alırlar. tamam ezildiniz, ezilmediniz değil. ama şimdi, şuanda "bizi eziyirler" deyip siyaset hakkımızı elimizden alıyorlar diye ağlarsanız size ancak "siktir ordan" derler. vallaha derler.
koltuğun rahatlığından mıdır yoksa berber dükkanlarında uykunun gelmesi gibi bilinmeyen bir doğa kanunu mu vardır emin değilim ama istense de istenmese de olan bir şeydir bu berber koltuğunda uykunun gelmesi durumları. çok enteresan ama lan. berber koltuğunu oturursunuz, koltuğa otururken her ne kadar "bu sefer uyumayacam lağğn" deseniz de göz kapaklarınız üzerine hayın bir ağırlık bırakılıvermiş gibi zorlar sizi. siz her ne kadar uyumamak için cebelleşseniz de kendinizle, bu beyhuda bir çaba olacak, berberin ellerine bırakacaksınızdır bedeninizi.
aslında bu kısa şekerlemeler her ne kadar güzel bir şey olsa da, geçmiş deneyimlerden yola çıkarak berberlerin traş ettikleri müşterilerin kollarına ya da omzuna değdirmek, sürtmek ya da omzumuzla ilişkiye girmek gibi sıra dışı huyları olduğundan bu ihtimal tedirgin eder kişiyi. bir yanda engel olunamayan her uykunun dünyanın en güzel uykusu olmasından mütevellit berber koltuğunda uyumanın verdiği çıldırtan haz, bir yanda da berberin omzunuzla sevgili olması ihtimali. insan olanın içini dağlayan bu gelgitler ağlatır sizi.
öyle güzel ilişkileri olmamıştır hiç. ismet inönü atatürk'ün ölümünden sonra bile atatürk'e hınç içinde olmuş ve bunu göstermekten de geri durmamıştır. ismet inönü'nün atatürk'e karşı olan bu tavırlarının altında atatürk'le olan ilişkilerinin bozuk olması ve 1937 yılında yaptıkları büyük bir kavganın da sebep olduğu söylenmiştir hep. öyle ki atatürk'ün hastalık döneminde inönü atatürk'ü hasta yatağında ziyarete bile gitmemiş -gerçi bu görüşmenin olmamasını atatürk'ün onunla görüşmek istemeyişine ve atatürk'ün çevresinde toplanan yandaşlarının atatürk sonrasındaki olası iktidar savaşının etkisiyle inönü'yü saf dışı etmek için onu atatürk'e yaklaştırmak istememelerine de bağlamak mümkündür- hatta atatürk'ün cenaze namazına bile katılmamış olması hep bununla ve bahsi geçen iktidar mücadeleleriyle alakalı olduğu söylenegelmiştir. ismet inönü atatürk'ün ölümünden sonra da elinden geldiğince atatürk'ün izlerini ve hatırasını türkiye'nin üzerinden silmeye çalışmış, bununla ilgili olarak atatürk öldükten hemen sonra cumhurbaşkanı seçilen inönü (26 saat sonra) atatürk'ün dolmabahçe sarayında bulunan heykellerini kaldırtmış -birçok yere kendi heykellerini diktirmiştir- atatürk resimlerini dönemin banknotları üzerinden sildirmiş ve anıtkabir inönü'nün isteksizliği neticesinde 12 yılda bitirilememiş, bu yapının tamamlanması da celal bayar döneminde olmuştur.
inönü, cumhuriyetin başlangıcından itibaren atatürk ile olan ilişkilerinde atatürk'ün ona hep soğuk davrandığını hatta çoğu zaman kendisine selam bile vermediğini ifade etmiş, atatürk'ün onunla mümkün olduğunca az görüştüğünü de söylemiştir. hatta atatürk'ün 1935 yılında dolmabahçe'de kalabalık bir ortamda inönü'yle ilgili olarak :
ben bu ismeti yirmi senedir yola getiremedim. o kadar kararsız, mütereddittir ki, ordu kumandanlığı edemez. askerlik malumatı şüphe yok ki vardır. fakar işte o kadar. belki erkânıharb reisi olabilir, ama ordu kumandanı asla! vehim hastası. zannediyor ki memleketi kendisi idare ediyor. bana dedi ki, başvekil miyim, kıçvekil miyim, anlayamıyorum, nefes aldırmıyorsunuz. kendi düşüncelerimi, kendi nokta-i nazarlarımı tatbik edemiyorum. yani demek istiyor ki, ben ona muhtacım, asla!
dediği tarihçi mustafa müftüoğlu'nun cumhuriyet döneminde olaylar ıı kitabında yazılmıştır.
tanım : iç anadolu bölgesinden alınmış bir türkiye cumhuriyeti türküsü.
ya bu da ayrı bir polemik konusudur ya. ağzını açan cumhuriyetin ilk yıllarında uygulanan sertliği ve şiddeti makul gösterebilmek için dönemin şartları deyip yapılmış bütün yanlışları, düşülen bütün hataları aklayabileceğine inanıyor. nedense cahilinden tutun kendini entellektüel olarak addeden herkesin de hiç sorgulamadan içselleştirdiği bir akıl yürütme olmuş bu toptan olumlama mantığı. yeter ama ya, biraz kurtulun artık şu kalıplardan. aksi düşünceleri anlamadan, incelemeden reddedeceğinize olabilirliklerine kafa yorun biraz da. bütün ucuz tarih kitaplarında ve hatta kendine aydın diyen hemen herkesin dilinde aynı tatava. dönemin şartları öyle gerektirdiği için öyle oldu.
ya hangi dönemden bahsediyorsunuz siz? osmanlı mebusan meclisinde bile 1908-1920 yılları arasında birçok parti vardı. hayatını devam ettiren onlarca cemiyet vardı. osmanlı bile o dönemde çok partili hayata geçmişti. abdulhamid dönemine "istibdat dönemi" derler. onun döneminde bile ülke cumhuriyetin ilk dönemlerinde olduğu kadar isyan görmedi. onun döneminde bile basın bu kadar baskı altında tutulmadı. cumhuriyetin ilk dönemleri sözde batılılaşma devriydi. ama şu açıktır ki "gardrop devrimi" olgusunu bir tarafa bırakın, cumhuriyetin ilk dönemi, anadolu modernleşmesinin sekteye uğradığı, ülkenin demir yumrukla yönetilip onlarca isyanda on binlerce insanın öldürüldüğü bir baskı dönemi olmuştur. bunun da dönemin şartlarıyla değil, atatürk'ün yöntemleriyle alakası vardır. ülkenin saltanattan bir tek adam diktatörlüğüne dönüştüğünü söyleyen kaç kurtuluş savaşı kahramanı susturulmuş ya da idam edilmiştir sizin haberiniz var mı? şimdi konuşturmayın beni.
şaka gibi ama partisi dışında mecliste recep tayyip erdoğan'ın bir alternatifi yoktur. okuduğunuz yerden bir ak parti'li olarak görülmek inanın umrumda bile değil. ancak deniz baykal'ı mı alternatif olarak görmek gerekiyor? bütün siyasi kariyerini saçmalamak pahasına muhalif olmak fikrine sabitlemiş bir lideri mi alternatif olarak değerlendirmek lazım? yıllarca irtica irtica diye yırtınıp sonradan rotayı salak milliyetçiler gibi "ülke bölünüyor" paranoyalarına çevirmiş olması bonusuna rağmen mi alternatif olarak değerlendireceğiz onu? ya da "sol" olmak iddiasına rağmen en faşist söylemleri bir motto gibi sahiplenip ülkenin bürokratik seçkinlerinin, statükocularının, darbecilerinin borazancılığını yapıyor olmak deniz baykal'ı hala bizim için alternatif yapar mı? geçiniz.
yoksa devlet bahçeli'yi mi altenatif olarak görmeliyiz? ekonomist olmasına rağmen hala ekonomiye "ekönömi" demesi onu alternatif yapar mı? -şaka lan isterse daha komik bir şeyler söylesin, bana ne- terör sorununun çözülebilmesi ihtimalini bile -bu partinin kandan besleniyor olmasından mütevellit- boğazını patlatmak pahasına ülke bölünüyor tatavasıyla eleştirerek, korkudan nemalanmaya çalışması onu güvenilesi bir lider olarak görmemiz konusunda bize nasıl bir güven sağlar? ülkemiz darbecilik ve darbecilerle hesaplaşmak konusunda tarihinde olmadığı kadar ciddi bir mücadele içine girmişken bu konuda üç maymunu oynaması devlet bahçeli'yi alternatif bir lider olarak çıkarır mı karşımıza? ülkede bulunan farklı farklı azınlıkları tek tipleştirici konuşmaları, farklılıkları yok sayması, türk olmayan yurttaşların en basit kültürel taleplerine bile kulak tıkaması onu "ne" yapar ha? geçiniz.
türkiye partisi olmak iddiasıyla yola çıkıp bütün siyasetini kürtçülüğe indirgemiş, sadece belli bir bölgenin sorunlarını, hem de fokuslanmadan, klasik ve sığ "eziliyoruz" söylemine bir katre kadar bile katkı yapmadan tekrarlayıp duran ahmet türk'ü mü alternatif olarak göreceğiz? kürt halkının devletle olan sorunlarına şahin olup aynı halkın kendi feodal kökleriyle hesaplaşabilmesi konusunda açılım üretememiş, en azından söylem bazında bile olsa dişe dokunur şeyler söylememiş, çözüm üretememiş, talep bile etmemiş ahmet türk mü alternatif olacak? bütün varoluş gayeleri olan kürt açılımını, insanları rencide edebileceği, çözümün önüne taş koyabileceği ihtimalini görmeden bir otobüs üstü pkk şova çevirmenin, aynı partiyi çözüm konusundaki söylemlerinin gerçekçiliği bakımından inandırıcılık sorununa iteceğini anlayamayan, çözümleyemeyen, bir sorunu dile getirici olmak dışında hiçbir titri olmayan ahmet türk mü olacak alternatif. hadi ya, onu da geçiniz.
tamam da kim kaldı lan? "öteki" olmadığını ispat etmek için yumurtlayabildiği en baba şey "alkolün tadından başka her şeyini bilirim" olan, darbe sonrası ara dönemler için adı sık sık söylenmiş olan abdullatif şener mi alternatif? dön baba dönelim süleyman demirel? emanetçi ve ergenekoncu hüsamettin cindoruk? efsane albay erdal sarızeybek? gülmeyin lan...! rahşan ecevit? otel lobilerinde mafyadan dayak yiyen şaibeli mesut yılmaz?
neyse. sorun şu ki ülkemiz donanımlı, lekesiz, demokratik bilinci içine sindirebilmiş, darbe, darbecilik ya da cuntacılık olgularından korkmayan, artık geride bırakılmış olması gelen faşist fikirlerden arınmış lider sıkıntısı yaşıyor. o yüzden gerçekçi olup kimi zaman kötünün iyisinin de bir nimet olduğunu bilmek gerekiyor. aksi takdirde bahsi bile mide bulandıran zavallıları başımızda lider olarak görmek olasıdır.
tanım : milletimizi sebepsiz yere gaza getiren şeydir.
atatürk time dergisine kapak olduğunda -ki 2 kere kapak olmuştur- tatlı su kemalistlerimizin sandığı gibi yerlere göklere sığdırılamayarak övülüp pohpohlanmamıştır. 1923 tarihindeki ilk kapak olma mevzuunda dergi atatürk hakkında bazı bilgiler verdikten sonra onun yahudi olmadığı bilgisini de vermiştir.
ancak 1927 tarihli ikinci kapak olma mevzuunda ise işler biraz değişmiş, dergi atatürk'ten bu sefer "diktatör" olarak bahsetmiş mussolini ile karşılaştırmıştır. bütün bunlardan mütevellit atatürk time dergisine kapak oldu diye sevinen pıtırcıkların sevindirik oldukları şeyi birazcık araştırsalar bu durumun aslında o kadar da sevinilecek bir durum olmadığını anlayabileceklerini umut ediyorum, bekliyorum, arzuluyorum, ohhşş...
birinci demirel hükümetinde mili eğitim bakanlığı yapıp imam-hatip okulları kalkınmamız için gereklidir gibi eşsiz bir açıklamaya imza atmış şahsiyetin adıdır.
kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesi için nezihe muhiddin tarafından kadınlar halk fırkası adıyla kurulup bu fırka kapatılınca türk kadınlar birliği ismiyle mücadeleye devam etmiştir. kadınlar seçme ve seçilme hakkını 1934 yılında kazanmış ancak türk kadınlar birliği yine kapatılmıştır.
ilginç olan ise günümüzün en çağdaş oluşumu olan cumhuriyet gazetesinin bu gelişme üzerine attığı başlıklardı :
havvanın kızları, meclise girip yılın manto modasını tartışacak
türk kadınlar birliği kapatıldı, fesat çıkaran hatun kişilere haddi bildirildi.
kültürel değişmelerin sosyolojik süreçlerden geçtiğini anlayamamış türk aydınlarından zerre kadar farkı olmayan iran şahının adıdır. batı uygarlığına özenip bu değişimi baskı ve şiddetle sağlamaya çalışması ise ironiktir. humeyni tarafından devrilmiştir.
sözün gerçek sahibi faşist italya'nın lideri mussolini'dir. sadece bu örnek bile biricik ülkemizin faşist italya'dan ne derece etkilendiğini alenen göstermektedir.
garip bir ruh hali. tanım olarak belki başlıkta ifade edilen şeyi karşılamıyor ama cidden öyle lan. yani iki gözüm yere aksın kedinin ulaşamadığı ciğere mundar demesi tarzı bir çamur atma değil peşinde olduğum. bu bahsini ettiğim garip ruh haline dönük bir şaşırma belki de, bilemiyorum.
baksan kocaman kocaman kadınlar, kelli felli adamlar falan. ama dikkatlice bakmayı bir yana bıraktım -belki bu aşırı bir tasvir olacak ama- gözünüze bir anlamda çakılıyor bu doktorluk titri. tamam da fiziki ya da ruhsal bir dertle dertlensem -allah herkese afiyet versin- hastaneye giderim, bir şeyler bir şeyler yaparım. neden bana bu ünvanı hissettirmek zorunda hissediyorsunuz kendinizi?
bu bölümün zor kazanıldığını, bitirilmek için uzun ve meşakkatli bir sürecin gerektiğini bilmiyor değilim. ama işte buna rağmen doktorluk yapan ademoğlunun bunun reklamını yapmasını inanın anlayamıyorum. doktorumuz mail adresi alıyor dr_selin_2005@hotmail.com -adresi götümden uydurdum arkadaşlar hemen listenize eklemeye yeltenmeyin- falan. nedir bu? gerek mi var yani buna? araç plakasında da görmek mümkün bu görgüsüzlüğü 34 dr bilmem ne. ben mesleğini plakada bu kadar öne çıkaran başka bir iş kolu daha bilmiyorum.
45 pzvnk xxx
34 mnv xxx
01 brbr xxx
garip duruyor değil mi? neyse. bu tespitle dertlenmişim gibi uzun uzun yazmışım. şöyle bir durup bakınca farkediliyor. ama yukarıda da yazdım işte. garip bir ruh hali bu lan.
çelişkilerle doludur efendim. erkek egemen bir toplum olmamızdan mütevellit erkek cinsi daha çocukluktan itibaren karşı cinsten üstün oldukları ön kabulüyle büyüyüp kişiliklerini de bu sav üzere oluştururlar. içimizden çıkacak en kıral centilmenler bile bir yerde sendeleyecek, bu eşitlikten; erkek daha eşittir sonucuna kanalize olan bir bakışa evrilecektir. bunu aşmak kolay değildir zira. daha aklın başına bile gelmemişken erkeklik organın gurur duyulması gereken bir övünç metası gibi görülüp olur olmaz zamanlarda sergileniyorsa dost meclislerinde, karşı cinsi bir eşit olarak görmenin mümkünü yoktur.
çelişki ise şurdadır. erkek egemen bir toplum olduğumuz kadar cinselliğin en az din olgusu kadar tabulaştırıldığı da bir toplumuz. erkeğin üstün olduğu tezini tartışma götürmez bir gerçeklik olarak göregelmiş hemcinslerimiz bir yerde -çok yerde- bütün bu algılarıyla cinsel dürtüleri arasında kalakalmış, erkeklik organlarından hareketle hallendiği karşı cinsi bir ütopya kadar yüceltip örneğin aile içindeki karşı cinsleri bir hayvan olarak görmeye devam edebilmiştir. sanırım bu da erkek cinsinin yaşadığı çelişkilerin en önemlilerinden biridir.
rosa parks bir direnişin sembolüydü efendiler. 1955 yılında, toplu taşıma araçlarında yerini vermek zorunda olduğu bir beyaza direnen zenci bir kahramandı. düşünüyorum da aradan 55 sene geçmiş neredeyse.
bir toplu taşıma aracında bile eşit olunamayan dönemler amerika'nın bu en karanlık dönemlerinde kaldı sanıyorsunuz muhtemelen. değil işte, yanılıyorsunuz. ağzını açan "erkek egemen toplum bik bik bik" diye nutuklar çekiyor ancak erkek cinsinin toplu taşıma araçlarında bir dönem amerika'da ezilen zenciler gibi kadınlara yer vermek toplumsal baskısıyla ezildiklerini de nedense bir türlü göremiyor.
nasıl bir histir bu inanın anlamlı bir manaya bürüyemiyorum. zor bela kıçınızı koltuğa koyabildiğiniz bir toplu taşıma aracında pehlivan gibi bir bayana yer vermek zorunda hissettirilebiliyor, üzerinize yüklenen bu toplumsal baskıya direnmek zorunda kalabiliyorsunuz. enteresan gerçekten.
hiçbir şeye değil ama gündelik hayatın herhangi sıradan bir anında kadınlara hayvan gibi davranan ortalama bir türk erkeğinin toplu taşıma aracına bindiğinde nasıl olup da bir bayanı gördüğünde elektrik yemiş gibi hızla kalkıp bayanlara yer verebildiğini anlayamıyorum. yani yok mu bunun bir ortalaması?
onu da geçtim. erkeklerle eşit olmak bahsi açıldığında başımıza jeanne d'arc kesilen bayanların herhangi bir toplu taşıma aracına bindiğinde gözlerini kendine yer verebilecek kurban arar gibi fıldır fıldır çevirip yer dilenmesi bana üzerinde daha fazla konuşulması gereken bir konuymuş gibi geliyor. hani eşittik?
özetle, erkekler rosa parks'ını mı bekliyor? yetmedi mi artık ezildiğimiz?
insanda garip duygulanımlara yol açan berber aktivitesidir.zira soğuk mu yoksa sıcak mı olduğuna bir türlü karar veremeyen suyun yarattığı fiziksel gelgitler bir tarafa, berberin saçınızı yıkarken suratınızı da çamaşır sıkar gibi mıncıklayıp acaip şekillere sokması gururunuzda yer yer incinmelere neden olur, yaşamayan olmamıştır.
bununla birlikte yıkama aktivitesi bitip sıra kurulama aktivitesine geldiğinde içinizi yalayıp geçen o haşin korkuyu kim yaşamamıştır ki?zira saç çamaşır gibi yıkanıp yüzünüzden şipil şipil akan su damlacıklarına masum masum bakıp arkanıza yaslanmışken havluyla size saldıran berberden korkmadığını söyleyecek tek kişi bile tanımıyorum.
daha "ulan yavaş" demenize bile fırsat vermeden o kullanılmışlık ve kirlenmişiğin yarattığı buruşukluk haliyle canavara dönüşmüş havlusuyla saldıran bir berberin silueti.
tanrım...!
bir yandan saçınıza yaptığı pikelerle aptala dönüştürmesi, bir yandan da ağız burun tanımadan suratınızı ovalaması berberin; içine düştüğünüz ümitsizliği bir vehamet boyutuna getirir bu çok açık.
bütün bu kabus dolu dakikalardan hareketle, berberde saç yıkatmak aktivitesi iki ucu boklu değnek kıvamında gel gitler yaratan vahim bir ekşına davetiye çıkarır.yani yıkatsan bir türlü, yıkatmasan başka türlü...! *
Yönetmenliğini ve senaryo yazarlığınıNatuk Baytan'ın yaptığı, başrollerinde Tamer Yiğit ve Melek Görgün'ün oynadığı 1971 yılı yapımı bu Türk işi macera filminde kabadayı olan Bilardo Kazım'ın heyecan dolu öyküsü anlatılır.
Deniz Baykal'ın hayret uyandıran yeni incisidir bu ifade. Halkın tercihlerini küçümseyen, halkın kendini yönetecek güçleri seçebilecek donanımdan yoksun olduğu fikriyle dop dolu ve işte tam da bu yüzden halktan kopuk, halkın teveccühünü asla kazanamamış/kazanamayacak klasik bir elitist bakış açısıdır şaşkınlıkla okuduğumuz. Bu ifadenin saçma sapan, mide bulandıran bir yönü olduğu kadar aslında aynı hiziplerin zihnindeki demokrasi algısını ortaya koyması bakımından da olumlu bir yanı vardır. Anlayabilene.
Tarihinin hiç bir döneminde halkın hassasiyetlerine vakıf olamamış, ordunun ve devleti kuran bürokratik zümrenin güdümünden tek bir gün bile çıkamamış, seçkinci ama olabildiğince sığ ve bayağı bir anlayışın hikayesidir karşılaştığımız. Türkiye'nin tepeden inme, öykünmeci, yüzeysel ve halktan uzak batılı gibi olma serüveninin hazin hikayesidir...
Halk böyle devletten kopuksa, devletin derin dayanakları (!) değişim denen kaçınılmaz süreç ve dolayısıyla halkla, halkı bile karşısına almak pahasına savaşabiliyorsa, sandıkla gelenler palet, apolet ve cübbe resimleri fon yapılarak uzaklaştırılıyorsa, devletin en asli unsuru olan koskoca bir millet yavaş yavaş düşman ediliyorsa kendi devletine vardır bir sebebi.
Bilmem kaç yüz bin kilometrelik bir ülke. Yetmese de halkına çılgınca yağmalanan kıt (!) kaynaklar, devlet arazileri, fırsatlar, ihaleler, şunlar bunlar. Ortada varsa bir pasta olacaktır taliplileri. Milli irade, şeriat, laiklik, sosyal hukuk devleti martavalları, rejim, hukuk gak guk bahane.
Son günlerde epey bir konuşulan defiledir.Tanım zorunluluğunu atlattıktan sonra başlayalım yazmaya.
Öncelikle -adını her ne şekilde söylerseniz söyleyin- islami cenah/dindarlar köyden kente göç hareketlerinin etkisi ve Anadolu sermayesi olarak bilinen muhafazakar sermayenin büyümesiyle birlikte büyük şehirlerde -doğal olarak- günlük yaşama da ortak olmaya başladı. Ülke elitlerinin iğrenç bir böbürlenme ve sahiplenme güdüsü içinde girip çıktığı, boy gösterdiği bir çok mekanda endam göstermeye başladılar.
Bununla birlikte sanırım ilk sorunumuz ülke elitleri bir yana, taşra cahillerinin de kafalarındaki bu/bazı/kimi imajları silebilmek meselesidir. Zira TV'lerini açtıklarında garip bir kıskançlık içinde izledikleri bütün mekanlarda artık başı farklı farklı modellerde örtülü bir çok varlıklı dindarın da bir şeyler yapabildiğini görmek kafalarındaki saçma sapan kalıplara pek uymuyor bu insanların.
Düşüncem o ki taşradan kopamamış bu güruhun -dindarları iğrenç bir ikiyüzlülükle o düzleme yakıştıramayan bu geri kalmışların- da TV'lerde görüp, iç geçirip de ulaşamadığı o yaşantıya ulaşabilen -kendi içlerinden çıkan- dindarları; bir şeylerin artık değişmeye başladığını da görerek/anlayarak/idrak ederek yorumlayabilmesi gerekiyor.
Bundan hareketle taşra filozoflarını anlayıp yorumlayabilmek ne kadar güçse, artık o alıştıkları hayatlarını farklı sınıflarla paylaşmak zorunda kalan taşra kökenli sözde elitlerin de kaygılarını çözümleyebilmek o kadar kolaydır. Zira Reform Hareketleri, Sanayi Devrimi, Fransız ihtilali ve en önemlisi Sınıf Mücadelelerini yaşamamış ülkemde Avrupa'ya yüzyıllar boyunca kan kusturmuş bu önemli tarihsel dönemlerin karın ağrılarının yaşanmaması da pek mümkün değildi.
Ülkemizde bilinen ya da bilinmeyenden hareketle söylenebilir ki; Cumhuriyeti kuran Askeri/Bürokratik elitlerin borusu öttü uzun yıllardan beri. Yıllar boyu derin ve illegal müdahelerle ülkeyi yönettikleri/yönetemedikleri yetmiyormuş gibi yüzyıllar önce kendi Burjuva sınıfını oluşturamamış güzel ülkemde; devletten beslenen, taşra kökenli, ideolojik anlamda kayıp, birikimsiz, sosyal anlamda görgüden yoksun garip bir topluluk da -mutasyona uğramış- getirdiler vücuda.
Bu elitlerin, kentleşmenin ve sermayenin farklı sınıflara da akmasının etkisiyle zenginleşip metropollerde yaşayan, lüks arabalara binen insanları kıskanmaları, bu insanlarla bir sınıf mücadelesi içine girmeleri kaçınılmazdı. Zira bundan dolayıdır evine temizliğe gelen, tarlalarda çalışan, köyünden ya da kasabasından dışarı çıkamamış, ilkokuldan sonra tahsili kesilmiş cahil kadınların başında görmeye alıştığı başörtüsünü kendileriyle aynı mekanlarda zaman öldüren dindarların başında görüp rahatsızlık duymaları.
Dün bir TV kanalında görüp gülüp geçtiğim haber de böyle bir hezeyanın ürünüydü. Lüks arabasına binen bir başörtülüye zoom yapıp dehşete düşüren bir korku filmi müziğiyle başörtülülerin de artık (!) lüks arabalara bindiklerini, örtülerini modaya uygun renkler de ve desenlerde seçtiklerini, lüks caddelerde yine lüks mağazalardan alışveriş yaptıklarını yayınlayıp durdular dakikalar boyu. Hezeyan diyorum çünkü bu verilenlerin, böyle korku filmi fonlarıyla, olabilmesi mümkün olmayan bir şey gibi görülüp böyle servis edilmesinin anlamı hezeyandan başka bir şey olamazdı.
Haberin servis ediliş tarzına güldüm. Yoldan çevirdikleri başörtülülere sanki "neden kafanızda kara bir çaput yok" dermiş gibi sorular sormalarına, o iğrenç ve aşağılık şaşırma efektleriyle modaya da mı uyduklarını sormalarına güldüm. Alışveriş yapan başörtülü/türbanlı/kapalı kadınları bir Elyın gösteriyorlarmış gibi kamera hareketleriyle afişe etmelerine güldüm. O beş para etmez haberlerini, insanların algılarını hala onların bir "öteki" olduğu alt metniyle süslemelerine güldüm.
Güldüm, güldüm, güldüm... Yalan söylüyorum, gülmedim tabi ki. Onlar aynı. Belki de yapmaları gerekenleri yapıyorlar. Ama bu oyunu, bu iki paralık tezgahı anlayamayan taşlaşmış beyinler için acıma hissi duydum sadece.
Özetle olayımız bir sınıf mücadelesinden başka bir şey değildir. Tamam ülkemin sığ burjuvalarının bu konumlanma sıkıntılarını, sınıfsal savaşlarını/mücadelelerini anlayabiliyorum. Ancak ezilmişlikten içindeki son damla gururunu da kaybetmek üzere olan taşra cahillerinin dindarları tarladan başka bir düzlemlere yakıştıramıyor oluşlarına bir türlü anlamlı manalar yükleyemiyorum.
Şurda/burda yapılan tartışmalara gelince. Fasa fiso, deli saçması. Kafası Show TV haber bülteni saçmalıklarıyla, Kanal D haber bülteniyle, Pornocu Ali Kırca palavralarıyla yıkanmış bir nesilden daha derin analizleri zaten beklemiyordum. Onların da söylediği gibi Bidon Kafa, Göbeğini Kaşıyan Adam hesabı. Ama insan arada bir de birazcık uyanıp ne oluyor ne bitiyor bakar be kardeşim!?!?
Ülkemizde kavramlara dönük olarak oluşan kafa karışıklığını gösterir güzel bir vesikadır. Statüko taraftarı elitist solcular, değişim yanlısı muhafazakarlar, halkı aptal bulan halkçılar... Ülkemiz bu anlamda tam bir akıl tutulması halini yaşıyor görüldüğü üzere.
Düşüncem o ki bunda Türkiye halklarının genetik kodlarında yer alan miskinliğin ve boyun eğmişliğin de önemli bir yeri var. Zira tepeden inen, halkın talepleriyle uyuşmayan devrimlerimiz doğal olarak tabandan her daim kopuk olmuş, bu yönetici/yönetilen kopukluğu değişimleri yüzeysel ve öykünmeci elitist hareketler olmaktan öteye götürememiş, bu halktan kopuk öykünmeci devrimleri yapanlar halkla uyuşmadığı için bu değişimleri korumaya şartlanmış ve çağı yakalayamayan statüko hareketlerine cephane olmuşlardır.
Bununla birlikte :
Zamanla değişen halkın öncelikleri statüko taraftarlarıyla doğal olarak farklılaşmış, kentlileşmeyle birlikte modernleşen -batılılaşan demiyorum- halk kitleleri günlük hayata daha aktif bir katılım göstermeye başlamış, -türban sorunu- düzenini korumak konusunda kararlı statükocularla karşı karşıya gelmiş ve hem dini hassasiyetlere sahip olup hemde bu düzenin değişimini istedikleri için doğal olarak değişimci muhafazakar gibi ucube bir tanımlamanın tarafı olmuşlardır.
konuştuğu her erkek bünyeyi potansiyel abazan olarak gören hatun kişinin "ne olur ne olmaz" sayıklamalarıyla her cümlesinin arkasına "arkadaşım" kelimesini/uyarısını koyması durumudur.
Beni; mail kutuma düzenli olarak, bıkmadan, usanmadan attıkları yok Ermeni iddiaları, yok bor minarelleri, yok neptünyüm elementi yok tüy yok yün forward mailleriyle yaşamaktan soğutan insan çeşididir.
Lan arkadaş hiç mi işiniz gücünüz yok sabah akşam bu mailleri gönderip duruyorsunuz bana?!?! Yaa geleni siliyorum, gördüğümü siliyorum ama kazara birini açıp okusam bile hep yine aynı hikaye. Amerika bor mineralleri için ülkemizin başına çorap örüyor, Ermeniler bilmem hangi sitede Türkler hakkında anket açmış, Atatürk'ü en büyük lider seçelim ıvır zıvır...
Şimdi kimse çıkıp bunları savunmasın bana. Bunların hiçbiri de ırgalamıyor açıkçası beni. Ne yaparsanız yapın, ama Allah aşkına bensiz olsun eyleminiz. Sadece huzur istiyorum yaa..! Birazcık huzur.
hayır bir gün cinnet moduna girip türkiye'de ki bütün bor ve uranyum madenlerine sıçıp kullanılmaz hale getirecem o olacak...!
literatürdeki bütün hataları -lan buna öndeki motorsiklete arkadan değdirmek de dahildir ha- yapmamdan mütevellit kesinlikle kazanamayacağım sınavdır. hocam şöyle oldu böyle oldu, dur bir izah edeyim. bunlar -ki bunlar görevliler oluyor- vaktim geldiğinde adımı çağırdılar. duyar duymaz olay yerine seyirttim ceketimin eteklerini pilili pilili savurarak. ulan öküz, süpermen misin? nedir yani, sınav olacan altı üstü, polat alemdar triplerine ne gerek var?
her neyse efendim oturduk koltuğa dakka bir gol bir, kalkışı sinyalsiz yaparak sınav görevlilerin şimşeklerini çektim üzerime. sonra kavşakta bahsini ettiğim gibi durmaya çalışırken bir motorsiklete arkadan değdirdim. Her şey güzeldi de motorsikletin sahibine "ananı sikiim motorcu, sakat mısın" sorusunu yöneltmem hiç iyi karşılanmadı.
efendim daha sonra kavşağı geçerken 30 metre ilerdeki yayayı gördükten sonra heyecan yapıp arabayı istop ettirmemi ise "biraz heyecan var tabi haliyle asdfghasdf" şeklinde şirinlikler yaparak geçiştirmeye çalıştım. ancak sınav görevlilerinin tavırlarından korkmaya başladıklarını anlamıştım.
her şey iyi, güzel, hoştu da ikinci kavşakta yine arabayı istop ettirdiğimi sanıp çalışan arabayı tekrar çalıştırmaya çalışmamı gördüklerinde ise adamların yüzlerindeki ifadeyi görmenizi isterdim. lan eşşek, bir bok beceremedin daha ne diye adamların üstüne gidiyorsun. bütün bunlar yetmemiş gibi çok saygılı bir kişilik intibaı vermeye çalışarak "efendim, 3. ve son girişim sınava, kazanmam lazım, kazanırım de mi" diye sırıtarak sormamla görevli stresten kan çanağına dönmüş gözlerini üstüme dikip "sen bizi sağ salim başladığımız yere götür yeter" deyiverdi.
neyse, her şeye rağmen güzel bir sınavdı. bitişi frenlere "zınk" diye asılarak yapmam ise beceriksizliğimin tavan yapması oldu. arabadan indiğimde etrafta sınavı bekleyen onca adamın "lan yarım saattir nerde bu adamlar" dediğini duymama rağmen, sanki sorun bende değil de sınav görevlilerindeymiş gibi haksızlığa uğramış bir yüz ifadesiyle koşarak ayrıldım sınav yerinden.
Kişinin hayatını kolaylaştıran çok önemli hususlardır. üstteki bölüm hafifçe yukarı ve ileri doğru kaldırılırken parmaklardan birisi alttaki kısmın üzerine bastırılırsa kopça inceden bir "klik" sesiyle diğer bölümden kurtulacak ve açılacaktır. ancak önce kopçanın bir dişini sonra da diğer dişini çıkarmayı hesap ederseniz muhtemelen yanılacaksınızdır. zira kopça takılacak ve açmak çok zor olacaktır.
her ne kadar idealize edilmiş, kutsallaştırılmış değerler üzerinden akıl yürütmelere yatkın olsakta, normal insanı olması gereken insanla karıştırıp öyle de kassak değerlendirmelerimizi; erkek için mümkün, kadın için zor olan durumdur. zira erkek çok kolay bir şekilde sevdiği insanı aldatıp, yoluna devam edebiliyorken hiç bir şey olmamış gibi; kadının aldatması için yitirmesi gereklidir içindeki sevgiyi. yerine konulamaz bir parça kopmalıdır hislerinden.
ha, iki cins için de bu yargıyı alaşağı edecek bir çok örnek yok mudur? elbet çıkacaktır. ancak benim yaşanmışlıklarımdan damıttığım şeyler de bunlardır.işine gelene.