ne zaman özlemeye başlar ki insan, ne zaman kendini unutup bir başkasının kalp atışlarında öldürür kendini; özlemeye başlayınca mı? ya da şöyle diyelim, insan özlemeye başladığında mı anlıyor özlediğinin kendisini mutlu ettiğini ve belki de aşk denen lanetin mağduru olduğunu? yok, aslında hiçbiri değil; çünkü özleyen ne kadar özlerse o kadar bağımlı oluyor özlediğine. oruç aruoba'yı anıyorum şuan, ne güzel anlatmış kılavuzunu özlemin.
ne zaman özlemeye başlar insan, duygu yoğunluğunun etkisinde hep o'nu görmek istediğinde mi? göremediğinde katlanan özleme çare nerede aranır, ne derman olur özleme? hiçbir şeyin hiçliğinde çare arayışlarıyla telefona her dokunuşta, özlemle birlikte depreşir yalnızlık. ardı sıra umutsuzluk...
heyecanın dorukta olduğu aşk başlangıçlarında, hep o'nun yanında olma o'nunla konuşma, o'na dokunma isteğidir özlemek ve her adımda heyecan katlandıkça özlem de katlanır. ilerleyen zaman özleme çare olmaz, aşk kendini özlemle bütünleştirir. bir insan bir başka insanı ne kadar özleyebilir, ne kadar bekleyebilir ki? hem özlemin verdiği acıdan kurtalma çabaları da nafile olacaksa, daha yolun başında özleme dur demek gerekli. daha önce çok özlem çekenler bilirler, özlemin sınırı yok, beklemenin de. yeni özlemler büyütmeden kalbi durdurmak en iyisi.
uzak mesafeli ilişkilerin özlem ilacı telefon oldu günümüzde. tek tuşla sesini duydunda özlemin diner, mutluluğu kısa süreli yakalarsın. ta ki özlem heyecanla birlikte yok olana dek...
***experimental***
cep telefonu sonrası ilişkilerde, özlemeye fırsatımız hiç olmadı, ne kadar uzakta olsak bile sürekli haberleşebildik, sürekli konuşabildik, başta iyi gibi geldi bu bize, "ne güzel, özlediğin zaman sevgilinin sesini duyabiliyorsun" diye düşündük, ama; özlemeye ihtiyacı olduğunu ilişkilerin, sevgilerin özlemle şarj olduğunu hiç hesaba katmadık, sürekli haberleşmenin ilişkileri hızla tükettiğini, heyecanı körelttiğini ya kabul etmedik ya da görmemezlikten geldik. eskiden uzun mektuplar yazarken, artık kısa mesajlar yollamaya başladık, derinliği, duygusallığı kaybedip, tüketime koştuk, tükettik, tükettik, sonra da tatmin olamadığımızdan, göğüs kafesimizdeki boşluğun verdiği o kötü histen şikayet etmeye başladık.
hayat bizi zamanla, açık büfe kahvaltı veren mekanlarda, tabağını tepeleme dolduran fakat yediği hiçbir şeyden zevk almayan yaratıklara çevirdi, oysa ki eskiden öğrenci evinde yapılan sahanda yumurtanın yağına banmak için elinde ekmek ile bekleyen ve o aldığı bir yudumdan inanılmaz keyif alan insanlardık.
sevgilinin sesinin değerini unuttuk artık duya duya,
o an ne yaptığını hayal etmenin keyfini kaybettik,
haber beklemenin heyecanı artık çok uzak,
özlemek ise sadece tensel.
özlemekten korkanlar için, yani benim için, kaçış en kolay yoldur. kaçarken adımlarınızı saymasanız da olur, nasılsa geri dönemeyeceksiniz. özlem acısız olsaydı ne de güzel olurdu...
xavier dolan'ın senaryosunu yazdığı, yönetmenliğini yaptığı ve elbette filmin başrolde de oynadığı 2009 kanada yapımı film. türkçe çeviri ismi annemi öldürdüm olan film, ülkemizdeki tabular düşünülünce, filmin ismi bile, filme karşı oluşacak tepki için yeterli.
dolan'ın bu filmin senaryosunu yazıp, yönetmenliğini yaptığı sırada 19 yaşında olması, filmi izleyip övgülerde bulunanların üzerinde hayli etkili. çünkü dolan, genç yaşına rağmen böyle bir filmin her noktasında varsa, gerçekten sempatiyi ve övgüyü hak ediyor demektir. aynı zamanda bu kadar genç birinin başarılı işler çıkarması, sanat adına sevindirici. önümüzdeki yıllarda adından daha çok bahsettireceğe benziyor.
filmin konusu da gördüğü ilgi ve eleştiriler açısından etkili. 16 yaşında bir gencin annesi ile arasındaki çatışma, annenin oğlunun homoseksüel olduğunu öğrenmesiyle doruk noktasına ulaşıyor. orta yaş bunalımındaki annesinin alzheimer hastalığı olduğunu düşünen hubert(xavier dolan), kendisini anlamadığı ve sürekli akranlarıyla kıyasladığı için annesini suçlar, sık sık onu hiç sevmediğini dile getirir ama gencin psikolojik karmaşası annesine olan duygularına yansır. ve ara sıra duylarını ifade etmek için çektiği video kasetlerinde annesine olan sevgisini dile getirir. bu videolar filmden kopukluk hissi verse de, hubert'ın sözlerinin konu ile ne kadar alakalı olduğunu filmin sonuna doğru anlaşılıyor. filmde diğer bir detay da, hubertın çok sinirli olduğu zamanlarda hayalinde canlandırdığı görüntüler. o anlarda şiddete yönelmesi sinir kontrolünde sıkıntı yaşayan gencin, yine duygusal karmaşasını yansıtmakta. filmin müzikleri de filmi izlerken insanı resmen filmin içine çekiyor.
gençlik bunalımları, ebeveynlerle iletişim sorunları ergenlik döneminde her insanın sıkıntılarıdır. bu filmde, annelerin yaptıkları kıyaslamalar ile çocuklarına ne kadar zarar verdiği gözler önüne seriliyor. ailenin bütünlüğü ve çocuk üzerindeki etkiyi savunanların pek de beğeneceği bir film değil. çünkü filmde genç hubert, babasının küçük yaşta aileyi terk edip gitmesini ve onunla hiç ilgilenmemesinin sonucunda homoseksüel olduğunu ve büyürken kendine model alacak kimseyi bulamadığından yakınıyor. haksız da sayılmaz. özellikle ergenlik döneminde cinsel kimlik ve karakterini şekillendirmeye çalışan gençler, sadece ne yapmaması gerektiğini söyleyen, temel ihtiyaçlarından başka hiçbir şeyle ilgilenmeyen anne-babayı örnek almak bir yana, söylediklerini bile umursamazlar. çocuklara ne yapamayacağını değil, neler yapabileceğini anlatmak gerekli. bu sayede çocuk doğruya yönlendirilebilir.
filmin ödülleri ve adaylıkları şimdilik- şöyle:
istanbul film festivali 2010: radikal halk jürisi özel ödülü
cannes film festivali 2009 : yönetmenlerin onbeş günü
cannes film festivali 2009 :sanat-sinema ödülü,
cannes film festivali 2009 :genç bakış ödülü,
cannes film festivali 2009 :sacd ödülü
2009 vancouver film festivali: en iyi kanada filmi
2009 lumiere ödülleri: lumiere ödülü, seyirci ödülü
2009 cesar ödülleri: en iyi yabancı film adayı
2009 sao paulo film festivali: uluslararası jüri ödülü adayı
2009 satellite ödülleri: en iyi yabancı film adayı
2009 stockholm film festivali: bronz at ödülü adayı
2010 palm springs film festivali: en iyi kadın oyuncu
2009 vancouver film eleştirmenleri
en iyi film, en iyi erkek oyuncu, en iyi kadın oyuncu, en iyi yardımcı erkek oyuncu
2009 bangkok film festivali: özel ödül
2009 genie ödülleri: claude jutra ödülü
2009 namur festivali: en iyi ilk senaryo, en iyi kadın oyuncu
film 24 eylül 2010 tarihinde türkiye'de gösterime girdi, yani halen gösterimde. izlemek isteyenlere hemen biletini alıp, salondaki koltukta yerini almasını tavsiye ederim.
* varoluşuma bir neden arıyordum sadece, iyi olmak için bir neden, meta'dan ayrılmak için bir etken. *
her ayrılık sonrası, mutsuz hissettiğinde, beklentiler belirsizleştiğinde ve önce kendi nedenlerini bilmek istediğinde her insan varoluşunu sorgularken, diğer yandan hayatının nedenlerimi anlamaya, doğrularının, yanlışlarının neler olduğunu da bulmaya çalışır. bu sağdan sola bilmem kaç harfli bir bulmaca sorusu değil ki, öyle ha deyince dilinin ucundan çıksın. belki de bulmacanın parçası olmak için uğraşıyor insan varoluş sebebini bulmaya çalışırken; sanki bulduğunda kendini değerli hissetmeye yaracak gibi. cevabını bulsa, içindeki sürekli büyüyen boşluk doldurabilecek sanki.
aklınızı mı yediniz siz azizim? aşka kendini bırakıp, hayatını aşka adayıp bir ömür mutlu yaşayacağını sananlar, hey size diyorum! içinizdeki boşluğun aşk ile dolacağını sayıyorsanız kendinize haksızlık ediyorsunuz. ya da bana ne yahu sizden, aşka ihanet ediyorsunuz siz. o zaten biteviye yaşamın içindeyken, onu bir meta gibi kullanmaya çalışmanız arayışınızı sonlandırmayacak.
* varoluşuma bir neden arıyordum ve artık aşk bunun için bir neden olmayacaktı. *
büyük aşklar cennette devam edecekse, bu dünyadaki ayrılığı sorun etmeye gerek yok diye kendini avuturken ayrılığın acısını bile hissedemiyorsanız, giden sevgili ayrılış anında kalbinizi yerinden söküp, götürmüş demektir.
her aşk mutlu bitmiyor. hele ki aşka olan inancın bittiği şu dönemde, insanların bu şartlanmışlıkla ilişkilerini sadece çıkarları doğrultusunda yaşayıp, artık alacak bir şeyi kalmadığını düşünüp sevdiğini söylediği kişiden ayrılması ve yeni sözde aşklara yönelmesi, aşkın insandaki küllerini bile savuruyor. keşke savrulan küller birine değse de, aşk tekrar doğsa bir kalpte diye beklerken tükenen ömürler, mutsuz insanlar, tahammülsüzlüklerle yaşam devam ediyor. ediyor mu cidden, yaşadığının farkında olan var mı?
uzun ve soğuk kış gecelerinde ısınmanın bir yolu sevişmekse, insanlar enerjilerini son demine kadar harcadığını ispatlayan gerçek. yapacak işi gücü olmayan çiftlerin, ateşli sevişmelerinin meyvesini sonbahar aylarında alırlar. sancılı gelen bu meyve/bebek kimi aileleri mutluluğa ulaştırırken, bir çoğunu ise mutsuzluğa itmekte.
sevişme sonunda hamile kalan bir çok kadın, varlığını istemediği cenin rahmine yerleşerek büyüdükçe, ona karşı her zaman sevgi dolamayabilir. sonbahar çocuklarının belki de büyük bölümünün büyürken annesi tarafından hala bu istememe durumu ile baş etmek zorunda kalabilir. sevişmenin güzelliği ayrı, bir çocuğun bakımının ayrı olduğunu anlayan anne, bir çok sıkıntısı yanında istemediği bu çocuğa karşı ne yapıyor dersiniz? ilgisizlik ve umursamazlık ile büyüyen çocukların, yetişkinliğinde hala istenmemenin verdiği iç sıkıntıyla hayatlarına ne kadar sarıldıkları muallak.
sonbahar çocuklarının çok azı, kış aylarında keyif için anne ve babasının çiftleşmesinin ürünü olduğunu kabul etmek istemez. ama gerçek budur ve asla istenip de yapılan çocuk gibi olamayacaklardır. bu konuda bir diğer boyut;
1986 yılında sinema filmi olarak gösterime giren ve bu yıl dizi olarak kanal d kanalında yayınlanmaya başlayan fatmagül ün suçu ne, insanlığın oluşmasından bu güne kadar süre gelen kadın tecavüzlerinin sadece tecavüz anıyla sınırla kalmayıp, hayatının devamında her türlü tecavüze maruz kalan tüm kadınların dramını anlatmaktadır.
insanlık tarihine bakıldığında, erkekleri fethettikleri topraklarda yaşayan kadınlara tecavüz etmiş, tüm mallarına el koymuş, hamile kalmalarına sebep olarak çok sayıda çocuk dünyaya gelmesine sebep olmuşlardır. dini savaşlarda dahi, yenilen tarafın kadınlarına el koyma gibi bir emir bile çıkmıştır.
sözde insanlık devam ederken güçlünün güçsüzü ezmesi normal olarak görülmeye başlanmış ve yine güçlüden yana olunmuş, tecavüze uğrayan kadının namusunu koruyamadığı ileri sürülerek kadın cezalandırılmış, bir çok tecavüz vakası cinayetle sonuçlanmış. özellikle ülkemizde töre adı verilen insanlık dışı, tamamen erkeğin zevklerine göre uydurulmuş düzen, bu emri verir. tabi emir uygulayıcıları kendi kurdukları düzende yine kendilerinin istediği şekilde cellatlığı üstlenirler.
dünya üzerinde tecavüze uğrayan onca kadın, yaşadığı travma sonrasında yaşamına rahatça devam edemiyor. bir yandan tecavüzün psikolojik etkileriyle baş etmeye çalışırken diğer yandan toplumun namussuz kadın etiketiyle yaşamaya çalışıyor. tecavüze uğrayan kadının geri kalan hayatı diye bir şey yoktur. çünkü biz bilinçli olarak kadının hayatına devam etmemesi için hem söz hem de davranış olarak ne gerekiyorsa yapıyoruz. kadınlarımız tecavüz mağduru ile namusu iffetsiz olduğu, kocalarını yoldan çıkarma sanrısı, onunla görünürsem beni de iffetsiz zannederler gibi saçma mantık kurup, zaten sıkıntılı dönemde olan kadının yanında olmuyorlar. ve erkekler, tecavüz edeni haklı bile görenleri vardır. kadın erkeği tahrik etmiştir ve sahip oldukları güç onlara bu hakkı tanımaktadır. bu sebeple, tecavüze uğrayan kadın erkekler orospudur. tecavüze uğrayıp zarı delindiği için önüne gelen her erkeğe verir düşüncesiyle "tadına bir de ben bakayım" düşüncesi kesiştiğinde tecavüzcüden farkları kalmaz.
kadınlar dünyanın kuruluşundan bu yana tecavüze uğruyor. fatmagül'ün suçu ne dizisinde tecavüz sahnesini izleyip sanki yeni ortaya çıkan aşağılık bir davranışmış gibi davranmaya gerek yok. önce kabul edin, tecavüze uğrayan kadınlara, tecavüz sonrasın hem kadın hem erkek farklı boyutlarda tecavüz etmeye devam ediyor. hele ki ülkemizde zarını yitiren bir çok kadın, yapılan fiziksel ve psikolojik baskılara dayanamayıp iştihar ediyor. o da namusunu koruyamadığı için yaşamaya hakkı olmadığına inandırılmış.
peki suçlu kim? tecavüz eden erkekler mi, yoksa tecavüz edilirken kendini koruyamayan kadınlar mı? insana cinsel zevk vererek, o zevki almak için her şeyi, her türlü ahlaksızlığı yapabilecek insanoğlu yaratmak mı acaba? insana zevki verip "bu yasak" demek oyunu keyifli kılmak için olabilir ama böyle rezilliklere sebep olan her ne ise, kabul edilir gibi de değil.
türk silahlı kuvvetlerinin planlı olarak izmir'de tatbikat yapmasıdır. hava, deniz, kara kuvvetleri komutanlıklarının birleşerek yaptığı tatbikat sayesinde tüm dünya ordunun gücünü görmüş. haberde böyle yazıyor. buyrun okuyun:
gözlerinin içine bakarak ölüyorum burada. bir kaleyi düşürdükten hemen sonra ve arefesinde yeni bir savaşın, -ortada hiçbir sebep yokken- işte öylesine bir sabah, herkes uykudayken, şebnemlere dokunarak ölüyorum.
bağırmadan ve söylemeden adımı ve hatta mümkünse ağzımın kenarında küçük bir gülümseme iskeletiyle, fotoğraf çektirir gibi, traş olur gibi, misafirliğe gider gibi ölüyorum sana baktıkça. hiç bir bağım yok bu dünyayla. bu dünyayla hiçbir ilgimiz yok. göğsümüze daldırılmış bir mızrağı usul usul sürükleyerek yaşıyoruz hep. mızrağı iki avcunla kavrayıp biraz daha derine sokarak, "işte sizin dünyayla ilginiz bu" diyorsan; yanılıyorsun.
siz hep yanıldınız zaten. bizi kurtarmaya geldiğiniz günlerde de yanıldınız. "makus talihimiz"i yenmeye çalıştığınız ve bize ümitler aşılamaya kalkıştığınız günlerde de yanıldınız. bizim için ölmeye kalkışmanız, sizin aptallığınızdı gözüm. biz sizden böyle birşey istemedik ve asla da istemeyiz. çünkü sizin değiştirmek istediğiniz şey, kendi dövülmüşlüğünüzdü. babalarınızın verdiği "harçlık cezası"na isyan ettiniz siz, kardeşinizin daha çok sevilmesine isyan ettiniz, kolejde aldığınız kırık notlara isyan ettiniz. bizim gibi değilsiniz ve biz değişmek istemiyoruz "mavi gözlü dev", biz değişmek istemiyoruz.
orhan gencebay dinlediğimiz için utanmıyoruz. müslüm gürses'i şarkılarıyla göğsümüzü doğramak rahatsız etmiyor bizi. azer bülbül, "titrek bir şovmen" değil bizim için. kebabı seviyoruz, lahmacunu da, kurufasulyeye ekmek banmayı da. bunlar bizim için iğrenç, kaba, banal, vulgar değil. arka arkaya dizdiğin bütün bu aşağılama sıfatları senin "hormonlu" beyninin ürünleri. senin "sanal zekan" üretiyor bunları ve sen, ruhunu yakalayamadığın, çeperinde süründüğün, kapısında dövüldüğün tuhaf bir "batı algısı"nı idam sehpası kılıyorsun hayatlarımıza.
bizi sallandırıyorsun koçum, iki gözüm, ciğerparem, bizi el kapılarına maydanoz yapıyorsun. oysa ikimiz sırt sırta versek, ne o sehpa kalır ortada, ne steril masalar, ne de gözleri bir sömürge ordusunun. bunları biliyorsun eminim; fakat işine gelmiyor kavganın en dişlisi, ölümün en merti. küçük, küçücük isyanlarla tamir edip vicdanını, kurtlar sofrasından biraz daha kırıntı kapmak senin niyetin. bu yüzden gelip kapımıza, asker, ekmek ve cesaret istiyorsun bizden. bizden mum ışığı, karınca sabrı istiyor ve kara pazularımızı okşayarak ölüme gönderiyorsun her şeyi bire bir anlayan kafalarımızı. kesilmeye, asılmaya ve mızraklanmaya gönderiyorsun bizi. ve sonra iki avcunla yakalayıp göğsümüzdeki mızrağı, "işte bu" diyorsun, "işte bu, dünyadan nasibinize düşen". ve biraz da sen kanırtıyorsun yapışarak sapına, göğsümüzü deşen yoksulluğun.
sen bir kiler faresisin gözüm. beyaz konakların zulasında yatan un çuvallarına fitsin sen. avcuna konulacak birkaç metelik için takla atarsın ziyafet sofralarında. bizim kapımızı çalma. gözlerimize bakma. ve lütfen savaşma bizim için. hiç inandırıcı değil isyanın, hiç inandırıcı değil kavgan. tahta döşeklerimize, aşsız evlerimize hasbelkader düşmüş birisisin sen. kuyruğunu biraz dikleştirince koşarak gideceksin buralardan. arkana bile bakmadan, gözucuyla bile yoklamadan kaçacaksın mahallemizden.
adımız gibi biliyoruz bunu. şakağımıza kurşun sıkar gibi biliyoruz. her gün ölüp yeniden dirilmek gibi bir şey senin lafların. satırına bile inanmadığın hayallere inanmamızı ve onların ardısıra savaşmamızı istiyorsun. git işine. hayat başka yerde değil. burada da değil. dünyayla hiçbir ilgimiz yok bu yüzden. çıkartıp göğsümüzdeki mızrağı, atıyoruz önüne. acaip keyifli birşey bu ve asla beklemiyorsun böyle bir şeyi. vuruyoruz seni. söylediğin yalanların tam arkasından yakalayıp, alnından vuruyoruz. ha ha ha...
mesleğin çalışma saatleri belirsizliğinden kaynaklanan durum.
günün her saati çağırılabiliyorsanız, bu olağan da. "ben gelmiyorum" demek zordur bu gibi işler için. gitmek zorundasınızdır, çünkü siz olmazsanız birileri zarar görebilir. elbette başkalarının çıkarlarını koruduğunuz gerçeğiyle yüzleşmek istemezsiniz. böyle bir hal olunca da özel hayatınıza ne vakit ayırabilirsiniz ne de planlar yapabilirsiniz. size kalan zaman, başkalarının sağlamda olduğu zamandır.
özellikle sabaha karşı işinizin başına gitmek zorunda kalıyorsanız, bir süre kendinize söversiniz. ayıldığınızda konunun önemi sizi etkisi altına alır ve dünyanın en güzel işini yaptığınızı düşünürsünüz. mutluluk o andadır.
kucağınızda ölü bir bebek bulunması kadar derin acılar bırakmaz emanet olarak bu fotoğraf. bir kaç saniye bakarsın fotoğrafa, belki birkaç dakika, ama sanmıyorum uzun olsun, fotoğrafa bakmaya bile dayanamaz insan. sonra güzeller galerisine geçiş yaparsın, içine oturan buhrandan sıyrılmak için. ve o fotoğraftaki ölü bebek, hemen silinir geçici belleğinden. geçici işte, adı üstünde. görmemiş gibi davranmaya çalışırsın.
ama dedim ya, bebekler ölüyken kucakta anlaşılır ancak neyin ne olduğu.
o an anlarsın, sevilenin beden değil ruh olduğunu.
ve yalvarırsın bir kez olsun gözlerindeki ışıltıyı görmek için, nafile.
beden soğuk. yine de, sanki minnacık bedeni üşüyecekmiş gibi üzerini örtersin. "hasta olacaksın bebeğim" diye mırıldanırsın, sıkıca sararsın ısıtmak için bunu neden yaptığının farkında bile olmayarak.
minik parmaklar, moraran dudaklar ve her dokunduğun noktasında parmak izlerin belirir.
sıcağı sevmiyor ölü bedenler; bebek fotoğrafları bunun için çok soğuk.
gel bak sana ne anlatacağım; yarım kalan şeylerden bahsedeceğim, mutluluğu yakaladığın anlarda sadece susabilmeyi becerdiğin anlardan bahsedeceğim. mütemadiyen "aslında" ben böyle değilim ki, sen beni yanlış anladın deyip, temize çıkamamanın verdiği acı zamanlardan dem vuracağım. belki düşlerimde öldürdüklerimin sadece beynimi ezdiğini anlatıp seni tiksindireceğim. belki de, her uyanışımda dilimi gırtlağıma kaçmış şekilde yakaldığım zamanları.
nakarat şeklinde olan acılar var, ne olur söyleyin bana, ne olur anlatın bana, ne olur ne olur ne olur... diye diye diye; her sorguda bir güzel şeyin üzerine kırmızı bir çizgi attıran nakaratlar. sürekli yinelenen, kulaklarda inleyen yırtık çığlıklar. onca derdin içinde pare pare olmuş "sen'in" bazı duygular için farklı kitaplar yazmış olmandan ötürü, dert babası bile olmana bile frsat vermez. öyle! yankılanır ki, öyle! çınlar ki, öyle! öyle! öyle; çirkeftir ki o nakarat.
kendi sesindir değil mi? döndür döndür dinle, iki tarafında da; kendin varsındır, iki tarafında da; senin serzenişlerin, iki tarafında da; senin terbiyesizliğin çalar; kulağına kulağına, içine içine; ruhun buz keser.
"yok ben böyle değilim ki" dersin, çok kısa bir an için, bir nefesle dersin, bir diğer nefesle havaya karışır. oysa tüm düşündüklerin, tüm diğer insanlar için sanki milattan kalma gibi? sanki sen onlar için tozlanmışsın, üfürülmeyi bekliyorsun. düşündüklerin o kadar geride o kadar içerde ki; üfürmeye korkuyorlar, kalkan toz buruna, göze kaçacak korkusundan.
işte, "yok ben böyle değilim ki" diyemiyorsun. fırsat yok! bak neden tozlandım ki? neden milattayım? neden hiç kullanılmadım? neden bu kadar tozlandım? ne sen merak ettin, ne de ben herhangi bir "nota" verdim.
çiçek olsaydım diyorum, mevsimden mevsime çıka gelseydim bastığın herhangi bir toprağa. güneşe aşık bir çiçek olsaydım öyle gelseydim. ay çiçeği olsaydım, güneş beni umursamasaydı ama ben onun aşkına kurusaydım, tükenseydim; olsun yine de her daim ona dönük olsaydım. kuruma korkusu gütmeden, gözlerimi insanların çıtlamasından korkmadan!
ya da durgun sulara sert ama en iyi yapabildiğim şekilde inişler yapabilseydim; yani bir şeyleri yapabilseydim! bir şekilde bir şeyler, o şeyler ne tür şeyler olursa olsun! aslında - duygusuz bir hayvan olsaydım, yüzyıllardır tek bir adım bile ilerlememiş olsam, hiçbir tedirginliğim olmasa ilerleme kaydetmek adına, hiçbir tedirginliğim olmasa duygu adına vicdan namına.
-öyle tuhaf ki, miden bulanıyor, mistik bir yolculuk bile mideni kaldırıyor; kusturuyor.
sorgu sual anlaşılmamak adına, bitiriyor bir iç çekişle yine, yine söyleyemiyorum. yine kaldım; yok ben böyle değilim...
kanayan kalbimi tutarak bağırıyorum. açılmıyor bir kapı, bir pencere. bir perde bile aralanmıyor tenhada. yoklar. hiç kimse yok. ve hayat başka bir yerde değil. zihninin labirentlerinde koşarak çıldır; ara, ara, ara ve çıldır. yok kimse. sana konuşmayı öğretenler öldüler oğlum; ilk kez bir silaha uzanan elin, rüzgara savurduğun saçlarınve üzerine titreyen anne şefkati öldü.
her birimiz ayrı bir yetimiyiz hayatın ve bir çırpıda öldürebiliriz ötekini. hiç konuşmadan, yüzüne bile bakmadan, adını dahi bilmeden öldürebiliriz kardeşimizi. biz yetimiz çünkü. yetimlerin 'ana'yasası cılızdır, yetimlerin 'ana'yasası ürkektir ve yorgundur yetimlerin aşkı.
kimse durmak ve önde yürüyenin adımlarına bakmak ihtiyacı duymuyor. şüphe yok ve benden şüphelenmediğiniz için ölüyorum asıl. bu kadar iyi olmayın lütfen, bu kadar düşünmeyin beni ve bırakın sigara içip tüketeyim ciğerlerimi, vurulayım alnımdan ve sokaklara düşeyim, bırakın...
hukuksuz yüreklerin ve haydut zihinlerin konuşma vaktidir artık. zifiri gecedir varlığım.
ve sabah denilen hayal bir aldatmadır, bir hiledir, bir tuzaktır.
hayallerimizi, kolumuzu keser gibi keserek gövdemizden, uzak bir kara parçasına attık.
oyalansın modern çağ masallarıyla new york şehri sakinleri ve güzel salonlarda güzel filmler seyretsin parisliler.
londra'da dans başlasın, brüksel'de pazar kavgası.
biz hayallerimizin yerine kocaman kara taşlar koyarak
ve silme gece, silme soğuk, silme ateş bir halde hukuk kitaplarını yırtalım gelin.
görgü kurallarını ve nezaket cümlelerini ve hitabet sanatını ve oy verme gerekçelerini kıralım birlikte.
vaatleri ve vaatlerin ardındaki yalanları
ve yalanların ardındaki ödlekleri ve ödleklerin ardındaki korku imparatorluğunu devirelim bugün.
dağların ve soğuk suların ve sularda yıkanan kavruk yüzlerin hatrına devirelim hem de.
ve sorduklarında bize,
sağlam gerekçelerimiz olmasın onlara göre.
mantık başka türlü işlesin ve bizim mantığımızla doğsun güneş.
bizim izahlarımızla tutulsun ay. biz koyalım adını ayrılıkların. ihanetlerin. ve zaferlerin.
sen savaşmayı bilirsin hukuksuz yürek.
bilirsin inandıkların uğruna ölmeyi.
potansiyel suçlusun zaten caddelerde kollarını savura savura yürürken.
bu şehir seni sevmez.
ve sen bu şehri kalın bağırsağına dek bilirsin.
senden sakındıkları, gizledikleri, esirgedikleri her şeyi,
yakılacak ve yağmalanacak her şeyi bilirsin.
bilirsin kureyş kervanlarının geçtiği yolları.
gözlenecek ve kesilecek yolları bilirsin.
bir namlu gibi düşünmeyi öğrettiler bize.
ve namluya mermi sürülür gibi yaşadık hayatlarımızı.
nice aşklara ve nice yıkımlara tetik düşürdük.
kapıları çekip çıkarken alnından vurulmuş birşeyler kaldı geride.
hukuksuz ve kayıtsız doğduk.
bize şah damarımızdan daha yakın olana iman ettik sadece
ve gözümüzü kırpmadan vurduk şah damarımızı
ve şah damarından vurduk önümüze uzattıkları anlaşma metinleri.
anlaşmak istemiyoruz biz.
silahlarımızı bırakmaya niyetimiz yok.
zaten silah bırakmak, yüreğimizi ve bedenimizi de orada bırakmak anlamına gelir.
biz yüreksiz yaşayamayız.
ve düşmanın göğsündeki boşluğa bakarak atarız zafer çığlıklarını. damarlarında kan dolaşmayanlar
ve gözlerini soğutmuş olanlar ihanet çemberinde, düşmanımızdır bizim.
ve teslim olmalarına bile izin vermeyiz onların.
çünkü her teslimiyet bizi de teslim alır biraz.
ey hukuksuz dil!
zakkum yürek! yaralı hayat! kara umut!
kopart zincirlerini bugün ve dümdüz edilmiş şehirlerin üstünde yürü.
aç kapılarını mapusanelerin, fabrikaların, okulların.
bırak kendini özgür ve hesapsız ve kayıtsız ve şartsız bir dünyanın arefesine.
bayram ilan ediyorum senin iki ayağın üzerinde doğrulduğun günü
ve bir bulut ağlarken geçiyorsun bıçakların imtihanından.
bıçaklar düzgün konuşur ve sadıktır bizim elimizde olduğu sürece.
ihanet etmez çelik ve sırtından saplanmadığı sürece bir bedene, kabulümüzdür.
dilimiz ve sesimizdir meydanlara düpedüz çıkan ve meydanlarda dimdik duran çocuklar.
onlar ki bayrak yerine yüreklerini taşırlar.
onlar ki ülke diye isyanlarını gösterirler.
onlar ki isimsiz ve birbirlerine sade kelimelerle seslenen kara bedenlerdir ki,
ölmeyi ve öldürmeyi doğdukları gün öğrenirler.
biz doğduğumuz gün öğreniriz aşkı ve
durulmaz önümüzde bir şeye yürek düşürürsek.
masaya yumruk vurur gibi ilan-ı aşk ederiz
ve gerekirse gideriz masaya aklımızı koyarak.
başkasının aklına yer yok hayatımızda.
başkasının sözcükleriyle konuşma bizimle.
dümdüz ve dolambaçsız ve dar ve alt yazısız konuş.
ölmeye gidiyoruz çünkü.
fazla vaktimiz yok seni dinlemeye.
ya sen de gel, ya ebediyen sus!
geri almalıyız kulağımıza fısıldanan isimleri ve unutmamız için çırpındıkları zihinlerimizi, yoksul evlerde öğrendiğimiz alfabeyi, ceketlerimizin sökük uçlarını, kapılardan önümüzü iliklemeden girme cesaretini, umarsız tarihi, sarhoşluk bilgisini ve kötü vatandaş olma hakkını geri almalıyız. sözümüzün üstüne söz söyletme kimseye bayan. silelim gözlerimizden işgalcilerin çığlıklarını ve yalanlarını onların kopartıp atalım kulaklarımızdan.
bütün yeryüzü ülkemizdir bizim ve kurtuluş bir zerdali gibi duruyor dünyanın bütün ağaçlarında. dünyanın bütün ağaçları aşkımızın özgür topraklarını bekliyor. insana, halka, toprağa, havaya ve suya olan büyük aşkımızın topraklarım bekliyor hayat. ve durmak yok birbirimizin cesaretine doğru sürdüğümüz atlara. cesaret, ne bol sıfırlı bir çek, ne de üçyüz kilometre hızla sürülen son model arabadır.
cesaret, senin ellerinden benim ellerime taşınan ısı ve benim gözlerimden sana doğru uçan narin bir kelebektir. kırılgan ve şeffaf olduğu için gereklidir cesaret ve cesur adımlarımızla şekillenir aşkımız.
...
sevgilinin payına düşenlerden kendine pay çalmak biraz da. insan sevgilisinin omzunda dinlenmeli derdi bi arkadaşım, saçmalamasına hiç bir zaman göz yummazdım. o da haklıymış bak, bir ben haksız çıktım gerçekliği savunarak. yok dedim, dünyada ne olup bitiyorsa yaşanacak ille de; işte bu yüzden parmak uçlarında kelebek tozu nasıldır bilemedim. ama o haklı çıktı ya, ben de onu desteklemeliydim. dedim ki sonra,
ver omzunu; başımı düşüreyim kalbimde büyüttüğüm düşlerle birlikte omzuna, dünyayı unutayım.
-dır yaptım ya cümle sonunda, tanım oldu. o kadarı da kafi. açılımı üzebilir zira her bireyin sıkıntısı.
her ne halt edeceksen tek başına olamazsın. mesela tek başına sahilde dolaşamasın, bir kafede oturup kahveni yudumlarken denizi seyredemezsin mesela. çünkü etrafındakilerin tuhaf bakışları üzerindeyken ne kadar huzurlu olunabilirse o kadar huzuru bulabilirsin, güneşin denizi parlatmasında ve esen rüzgarın denize deymesinde. başını yanlışlıkla 20 derecelik açıyla çevirsen gözüne değenecek göz sayısı, gözünün görebileceğinden fazla ki zaten görmek istemezsin. dışarıda tek olduğun için yapışacak hemen üzerine etiket. cafcaflı bir etiket. sana ait olmayan bir sürü renk. hele bi' de yaşamını yalnız (tek) olarak devam ettirmeyi tercih ettiysen vay haline. boşluk!
yalnız yaşamanın dayanılmaz olduğu anlar, artık kendinizi bu çemberin içinde boğulur bulduğunuz anlardır. ille de biri! olsun diye işte, gerektiğinden değil. tek yaratıldığına da inancın kalmayacak böylelikle. hani şu kaburga kemiği var ya, nefret ettiren, işte hiç değilse ona sayacaksın kendine itiraf etmek istemediklerini. kötü sözler söyleyemiyor insanlar birbirine. kırılacakmış. üzüldüğün anlarına baktığında, hep bir başkasının eseri. kendinde son bulacak bir düşüncen olmayacak.
yalnız olmayacaksın, illa en az iki kişi. kural böyle konmuş, yaşarken de, gezerken de. ve bir de ölürken illa da biri. insanlar ölüm anında yanında en sevdiği olsun ister ya, aynı kalıpsal düşünce biçiminin sonuçlarından bunlar. ne yani, seni ölürken gören en sevdiğinin acısını son dakikalarında hissetmen onu ne kadar çok sevdiğinin göstergesi mi? çok sevdiğinse üzülmesini neden istersin ki? yok bu sevgi değil. öldüğümde beni kimse görmesin, zaten kimseye emanet etmeyeceğim gülüşlerimi.
gereksiz tartışmaların kilit kelimesidir tamam ve kullanan kişi son sözü söyleyen olmakla birlikte, tartışmayı sonlandırarak kilit vurmuş olur. olmayabilir de tabi. bir hatuna söylüyorsanız asla son kelime olarak kalmaz, zira hatun kısmı "tamam" gibi bir kabullenme sözcüğünü kabullenecek hissiyata sahip değildir. karşınızdaki kişi hatunsa, bu kelimeyi asla kullanmayın; uzun uzuuun açıklama yapıp, "tamam mı?" şeklinde soru ile onun son sözü söylemesini sağlayın. yoksa o tartışma hiç bitmez. yani, tartışmalarda cümleleriniz uzun olsun, geceleriniz değil.
ortamdan/insandan/mevzudan uzaklaşmayı amaçlayan kişinin amacını açıkça belli eden "bakarız" kelimesinin ardından cümle kurabilen insanlara büyük saygım var. adamlar tuhaf bir rahatlık ve öz güven ile dolup taşıyor çünkü. güzel insanlar, biri size "bakarız" diyorsa anlayın ki, o iş olmayacak. ve yaş tahta bulunduğu ortama kötü kokular salar.
ikili diyalogların kısırlığından kurtulma çabasına tekabül eder.
diyalog daha çok monolog olarak devam ettiği zamanlarda, geçen zamanın verdiği sıkıntı insanı kaçışa sürükler ve kaçışın çeşitli yolları denenebilir. insan insandan sıkılır mı hiç demeyin, a dostlar. sıkılıyor. hoşlanmadığınız bir kelime bile sizi olduğunuz yerden/muhabbetten çok uzaklara atabiliyor. işte böyle zamanda kaçmak için yapmanız gereken çok basit.
sıkıntı yaşamda milli bayramın gelmesine sevinen insanların, sevinme sebebi sadece o günün tatil olmasıdır. tabi ki tatil, devlet kurumları içinde geçerlidir. sırtındaki kamburla yaşamaya devam etmeye çalışan işçiler ve diğer tüm özel sektör çalışanları için milli bayramın güzel yanı, o gün için trafik sorunuyla boğuşmak zorunda olmaması ve bunun gibi etmenlerdir. yoksa zaten açlıkla savaşan insanların milli bayramda çalışmasını kimse umursamamakta.
aksi olsaydı, tüm ülke insanı için tatil olurdu. burada, tatil olması da eleştirilebilir. kalkınma düzeyi çok yüksek bir ülke olsak, milli duyguları kabartmak mantıklı da, daha günün sonunda ne ile karşılaşacağımızı bilmeden günü bitirme derdine düşüneler için milli duyguların ön plana çıkması pek olası değil. tatil ilan edilen bir günde, işçiler mesai bitiminde otobüslere doluşur ve "bugün de ohh be" derler. ya da, öğrenci ve öğretmenler tören bitiminde, evine gidip biraz olsun dinleme derdine düşmekte, kimse inkar etmesin. ülkenin büyük çoğunluğu bu gün sonunda "nihayet bitti" cümlesini kuruyorsa, milli bayramda tatil neyimize?
tabi bilinenden değerli kılan, mercan dede'nin su albümünde sebahat akkiraz'ın seslendirdiği alevi türküsü olmasıdır. bana sorsalar, ağıttır derim. çünkü sebahat akkiraz kerbela'yı anlatırken ali diye öyle bir feryad eder ki, insanın içini parçalar.
beste ve söz: anonim (kerkük yöresi)
aranjör: mercan dede & sabahat akkiraz
vokal: sabahat akkiraz
bağlama: erol parlak
kanun: göksel baktagir
elektrik keman ve efektler: hugh marsh
perdesiz gitar: serhan yasdıman
perküsyon, elektronik sesler: mercan dede
kaval: eyyüp hamiş
bir de, heyecanını yitiren aşklarda bir beklentidir çoğu zaman. ister ki iki taraf da, heyecan olsun, aşk eskisi gibi çekiciliğini hissettirsin ve eskisi gibi aşk.
evet ya, eskisi gibi. istersin hep istediğin gibi söyleyemezsin. çünkü utanılacak bir şeydir heyecan. hissettiğin zaman bile dile getiremezsin.
kötü değil bu, istediğini/hissettiğini söylemek lazım.
zor zamanlar için çekmece, dolap, çanta gibi yerlerde bulundurulan ve genellikle yarım olan sigara paketleridir.
bu paketler oldukları bırakılır, daha çok unutulur. çünkü nasılsa hiç açılmamışı vardır ve bir yere gittiğinizde sigaranız bitmez. işte bu gibi sebeple oraya/buraya bırakılmış yedek sigara paketleri kurtarıcınız olur bir nevi. çünkü bakkala gidip sigara almaya dermanınız yoktur ya da biraz gerçekçi olalım üşeniyorsunuzdur.
tam da böyle bir zamandır ki, 2 gündür yedek sigara paketlerimle idare etmekteyim. 2 gün idare eden kaç paket olur diye sormayın, içinde çeşitli adetlerde 4 adet sigara paketiydi ve tükenmek üzere. şimdi, yedek sigara paketlerimi düşünüp duylandığım bi' anda, acaba başka nerde yedekte sigara paketi olabilir diye düşünmekteyim. aramaya inanıyorum.
insanın kazıklanmadığına inanmak istemesiyle ortaya çıkan ve küçük mutluluklar arasına konabilecek bir merak türüdür.
mağaza camlarında yüzdelik indirim yazıları yıl boyunca inmez. aynı mağazanın önünden her geçinizde, -yıl boyunca- "tüm yıl nasıl indirim yapıyorlar" diye insan kendine soruyor. çok azı bu indirim düzmecesinin (ki tamamen piyasayı ve insanları düzmek için yapılan bir oyun) aslında bir satış stratejisi olduğunu anlar ve bu oyunlara gelmez. ama pek çok insan "aa indirim var hemen bi' parça alayım" diye kendini mağazaya atar. siz bir adet ürün almak için girdiğiniz mağazadan bir kaç parça ürün ile çıkınca, gerçekten kazançlı bir alışveriş yaptığınızı zannedersiniz ama aslında düzüldüğünüzün farkında olmazsınız. hatta büyük marketlerdeki günlük indirimlerin asıl sebebi de budur. bir ürüne indirim yapıp yanında farklı ürünler de satmak.(bilgi de verdik)
ürün üzerindeki etiket her zaman müşteriye cazip gelecek şekilde belirlenmiştir. işletmenin çıkarları büyük ölçüde değerlendirilerek bu yeni fiyatlar belirlenir. sizin gördüğünüz indirimli fiyat etiketinin hemen altında, indirimsiz fiyat etiketi yer alır. ve bu eski fiyat etiketi mutlaka müşterinin görebileceği şekilde bi kenardan sırıtır. kural da budur. müşteri eski fiyatı merak etsin, baksın, yeni fiyat ile karşılaştırma yapıp kendini alışverişe daha bir versin.
eski fiyata olan merak, kazıklanma korkusuyla birleştiğinde, kişi kendine bir ispat yoluna gider ve itina ile yeni etiketi hafifçe kaldırır. insan bilmediği şey ile kendini rahatlatamayacağı için yapar bunu ve eski fiyatı görünce iç rahatlık yaşar. bir tür psikolojik rahatlamadır bu. merakınızı gidermeye yönelik yaptığınız her davranış, sizi biraz da kazıklıyor, farkında değilsinizdir. ama olsun, psikolojinizi gökyüzünde bulutların üzerinde dolşatırdıktan ve alışveriş sonrasında mutlu olarak ayrılıyorsanız mağazadan, faydalı bir meraktır. ne kadar çabalasanız da, indirimli fiyat etiketinin altındaki eski fiyata olan merakınızı yenemezsiniz. bence izini sürmeye devam edin.
bazı yazarların, zaman zaman gerçekleştirdiği yalama şölenidir. önemli olan hangi modun yalandığı değil, modu yalayan yazarın bunu yaparak ne kazandığıdır.
psikoloji merkezli andrzej wajda filmi. iki farklı kadının kurmaca hikayesinin anlatıldığı filmde, iki hikayenin gerçekle bağlantısını psikolojik monologlar ile verilmeye çalışılıyor. tatarak, "sazlıkta" anlamına geliyor ve ikinci kurguda geçen öykü sazlıkta son buluyor, şimdilik detay vermemek en iyisi.
özellikle kadın psikolojisini anlatan bu filmin çevirisi yapılmadığından hala(!) izleyememiş olmanın hüsranını yaşamaktayken, filmi bulmak için uğraşlarım devam etmekte.
bugüne kadar teröre verdiğimiz can sayısına bakıldığında çok net olarak anlaşılan durum. türkiye bunca yıldır teröre karşı duramadı. daha bir kaç gün önce 7 şehit verdiğimiz bu terör zehiri, ülkemizi sarmış durumda ve asıl sorun terörün varlığını kabul etmemekle birlikte, silahlı güçlerimizin fazlasıyla güçlü olduğu sanrımızla güçlenmekte.
dtp nin kapatılmasının ardından ortalık süt liman mı olacak sanıyorsunuz? şimdiye kadar tüm suikastleri düzenlerken nasıl planlılarsa, partinin kapatılması durumunda neler yapacaklar çoktaaan planladılar, buna emin olun. evet, dtp kapatıldı. ama pkk gibi azılı bir terör örgütünün siyasi kanadı kapatıldı sadece. yani,
t e r ö r d e v a m e d i y o r!
umuyorum ki, silahlı güçler (tsk, polis) bu parti kapatılmasının ertesinde çıkabilecek olaylara karşı hazırlıklıdır. yoksa, kan akmaya devam edecek. böyle azılı teröristleri bi siyasi partinin kapatılmasıyla ortadan kaldırılacağını sanan saflar da tef çalıp oynamaya devam etsin. ya da silahlı güçlere yardım etsin. başka türlü ülkemizi onlardan koruyamacağız aksi takdirde.