bu kadar zaman harcayıp izlediğim ve çok pişman olduğum sezon.
yazık ettiniz yazık, o iki sezonun - özellikle asylum- yanına hiç yakışmadı bu sezon ve popülaritenin kurbanı oldu. sikimsonik vampirik ergen dizilerinden hiçbir farkı kalmadı benim gözümde ve 4. sezonun ilk 2 bölümüne kadar var şansı bende. circus da böyle olursa, sadece beni değil, birçok izleyicisini kaybedecek bu dizi.
sırf -oyunculuğuna ölüp bitilesi- jessica lange ve kathy bates hatrına izledim ve bi de bişeyleri yarım bırakmaktan nefret ettiğimden.
söyleyecek bişeyim yok, içimden gelmiyor zaten. bi dizi anca bu kadar gözden düşebilir. kaldı ki dizi konusunda tavsiyeleri alınan biriyim arkadaşlarım tarafından. heyecanla beklediğim ve asylum'dan daha iyi bir sezon olduğunu düşünebildiğim için -salağım- birçok kişiye duyurdum, "bu sezonu izlemezseniz yanıma gelmeyin." dedim. e noldu? dizi itibarım yerle bir. şu an alaylara alınıyorum, "ehehehh bu mu lan çok gerilimli dizi dediğin." falan diye , parmakla gösterliyorum "ergen dizisi seven işte bu." diye, ortama girince bi sessizlik oluşturuyorum, itilip kakılıyorum.
neyse.
asylum'u sevdiyseniz ve şu sezona başlamadıysanız, hiç başlamayın derim. en azından böyle kavgayla değil, güzel güzel boşanırsınız american horror story'den.
blue jean denen o ergen ruhlu dergiden sonunda ayrılmış. çok iyi olmuş, çok güzel olmuş da benim haberim yoktu olm bundan.
bj'yi her ay otomotiğe bağlayıp alıyorum zaten, one direction, twilight, vampirik sikimsonik dizi, film vs. posteri, röportajı görmekten bıktırmıştı, direkt headbang'di yani benim için olay. e şimdi bu ay alınca ve kendisini göremeyince bi an saldırganlaştım, sayfaları tırmalamak suretiyle çevirdim sinirden ve gördüm ki boşanmışlar blue jean'den. vuhuuuu, süper.
3 ayda bir çıkacakmış çağlan tekil'in dediğine göre, "bu dergiyi yaşatmak ve periyodu sıklaştırmak sizin elinizde. alın ve aldırın." diyor.
yarın ilk iş gidip alıcam bu dergiyi. öpücüklere falan boğup, bağrıma basıcam. doğu yücel'in fotoğrafını "sen ne şeker şeysin öyle." derken elimle okşayabilitem de olasılıklar dahilinde tabi.
öhöm, neyse. devamı daim olsun diyelim ve bitirelim.
silver'ın muhteşem şekilde kıçı kurtardığı bi bölümdü. olaylar ağır ağır ilerliyor, sanırım her bölüm için sadece "1" olay kotası koymuşlar, demek istediğim hemen hemen 1. bölüm seyrinde herşey, sadece azıcık daha entrika katılmış.
bir de "fruit fruit, tits tits, plant plant." var ki, hala gülüyorum.
--- s1b2 spoiler ---
bu dizi game of thrones veya vikings ile aynı zamanda çıksaydı, hiç şansı yoktu. bahsettiğim dizilerin "yeni" dizi olmamasıyla hiçbir alakası yok, black sails 2. bölüme geldi ama hala bi hareket, bi sonucu tahmin edememe gibi bi durumla karşılaşmadım. çok mu ağırdan alıyorlar, yoksa bana mı öyle geliyor, bilemedim.
ama hadi bakalım, yoklukta gidiyor ne de olsa.
tolkien bu kutsal kitabı, vatanı ingiltere'ye armağan etmiş. aslında eseri yazmaktaki amaçlarından biri de ingiltere'nin kendi hikayesinin olmamasıymış. gerekli yerden başlayarak alıntı yapıyorum hemen :
--- tolkien'in milton waldman'a yazdığı bir mektuptan,1951 ---
* ithaki yayınları *
"...ama başlangıçta yine çok temel meraklarımdan biri, mit (alegori değil!), masal ve hepsinden çok, masalla tarihin kıyısında duran bir kahramanlık hikayesi yazmaktı, ki bu türde eserlerden benim beğenime uygun olanı(ulaşabildiklerim arasında) yok denecek kadar azdır... ayıca, -kulağa çok saçma gelmediğini umut ediyorum- çocukluğumdan beri sevgili ülkemin bu konudaki yoksulluğunun acısını duydum: kendi hikayesi yoktu (kendi dili ve kökenleriyle bağlantılı); olanlar da benim aradığım ve başka diyarların efsanelerinde (bir parça da olsa) bulduğum nitelikte değildi. bu türde bir tat yunan, kelt, roma, germen, iskandinav ve fin (beni yürekten etkilemiştir.) efsanelerinde vardı, ama mütevazı destan kitapları dışında ingilizcede hiçbir şey yoktu. tabi arthur dönemine dair hikayeler vardı ve güçlü olmasına güçlüydü; ama eksik gedik anlatılarak, dile öyle yerleştirmişlerdi ve ingiliz değil, britanya topraklarına mal edilmişlerdi, ayrıca benim aradığım şeyin yerini tutmuyorlardı. bir kere "peri" hikayeleri sayıca fazla, çok fantastik, uyumsuz ve tekrar dayalıydı. daha da önemlisi fazlasıyla hıristiyan öğeler barındırıyorlardı ve dinsel bir nitelik kazanmışlardı.
tam anlamlandıramadığım sebeplerden ötürü, bu bana çok tehlikeli görünüyor. mit ve masal, tüm diğer sanatlar gibi, çözümleri noktasında ahlaki ve dinsel gerçekleri(ya da hataları) içermeli ve yansıtmalıdır, ama "gerçek" dünyada karşımıza çıkan bilindik anlamıyla ve açık bir şekilde değil.
gülme lütfen! ama bir zamanlar (o burnu büyüklüğümden eser yok şimdi) geniş ve evrenin yaradılışına ilişkin olanla, romantik masalı birleştiren destansı bir hikaye kurmayı kafama koymuştum;bu hikayeyi de sadece vatanıma, ingiltere'ye ithaf edecektim. tam da benim arayıp durduğum tarzı ve niteliği taşıyan bir anlatı olacaktı; biraz mesafeli ve açık, bizim "havamızı" anımsatan (kuzaybatının havası ve toprağı, yani britanya ve avrupa'nın o kısımları: italya ya da ege değil; tabii biraz da doğu) ve hikaye akıp giderken (eğer becerebilseydim) bazılarının kelt olarak nitelediği zarif, kolay bulunmaz güzelliğe sahip "yüksek" bir tınıda olacaktı; kalabalıkların sıradanlığından sıyrılmış ve uzun zamandır şiirlerde yaşatılan bir ülkenin insanlarına hitap eden bir tat verecekti. bu müthiş hikayelerden bazısını bitirecek, bazılarını karalama halinde taslak olarak bırakacaktım. hikayelerin oluşurtuğu her bir çember, görkemli bir bütüne bağlı olacaktı, yine de ressamlara, müzisyenlere ve tiyatroculara hünerlerini gösterecekleri bir alan açacaktı. saçma."
---- alıntı bitti ---
belki sen şimdi bize uzaklardan bakıp kıs kıs gülüyorsun, peter jackson'a "orası öyle olmayacaktı aptal!" diyerek küfürler ediyorsun, yarattığın kültürün bu denli benimsenmesine akıl sır erdiremiyorsun, forumlarda, pc oyunlarında vs. eserlerinin yaşatılmasına inanmakta zorlanıyorsun, o bahsettiğin ressam, müzisyen, tiyatrocuların hünerlerini gösterecekleri o alanı "gerçekten" yarattığına şaşırıp kalıyorsun. ya da kalmıyorsun, bilmiyorum.
ama şunu söylemek isterim ki, sadece "vatanın" değil, tüm dünya olarak sana çok şey borçluyuz.
bizi biraz bu irin dolu dünyadan koparıp, kendi dünyanın güzelliğiyle buluşturduğun için.
daha 3 günlük dizinin (aşağılama manasında değil gerçekten 3 günlük) 2. sezon onayı alınmış, öyle diyolla.
bu kadar iddialılarsa var demek ki bişeyler dedim ve izledim. bütçeden kısmadıkları, malzemeden falan çalmadıkları belli fakat "game of thrones tadında olacak" şeklindeki yorumları pek anlamadım. neticede got fantastik bir dizi, ayrıca karşılaştırmaya kalkmak için çok erken diye düşünüyorum.
umarım bana yedirtir şu giriyi, çünkü en büyük eğlencem şu diziler zaten. hastası olmayı isterim, kaliteli bir yapıma elbette.
--- burası sinir içerikli! ----
hayret bişey yemin ederim, 2. sezon onayı alınmış ya! mis gibi (çok farklı bi kulvarda da olsa) the borgias'ı harcadınız ya itler!
çok sinirliyim, şu dizi kalbimde resmen bi yara hüüüüh.
--- burası sinir içerikliydi! ----
bak insan neyi kınarsa, kime burun kıvırırsa ister zorlamadan isterse götten kan ala ala başına bir şekilde geliyor, ben artık bunu öğrendim. 2 sene öncesine kadar ben de "bira içen türbanlı" görsem-duysam, başlığını okusam yadırgamaktan da öte tırmalayacak kedi kadar hırçın yaklaşırdım olaya, hıh bananeyse!
bak ne dedim? "bananeyse" dedim. beni ilgilendirmiyor yani, benim haddim değil onu eleştirmek yani. bunu öğrendim, öğretti.
2 yıldır tanıyorum ben bu kızı, üniversitede tanıdım, yurtta. arkadaşımın oda arkadaşıydı. yemeğe birlikte gitmekten, yanımda dolaşmasından o kadar rahatsız oluyordum ki -itiraf- anlatamam. neden? çünkü malım!
bu zihniyet kafama neden böylesine yerleşti bilmiyorum, aslında biliyorum ama söylemek istemiyorum. neyse aştım ya, ben ona bakarım.
neyse tanıdım ben bu arkadaşı, tanımak zorunda kaldım diyelim ya da. o kadar yardımsever, esprili, komik, kafa bi kızdı ki en yakın arkadaşlarımdan biri oluverdi. paylaşımcı, fedakar, dert dinleyen yetmedi bir de çözüm arayan, ağladım mı mendil uzatan, eski sevgili zırvalarıma katlanan kız bu. yediğini paylaşan, moralim bozuksa şebeklik yapan kız.
türbanlı evet ama namaz kılmıyor, sohbet zırvalarına katılmıyor. dahası şunu düşünen insana : (bkz: #20675023) baskı yapmıyor, onu etkilemeye çalışmıyor, kafa çükmüyor şu mucize zırvalarıyla mesela? peki ben neden ona karışayım, ona bu konuda baskı yapayım? motto: "benim düşünceme saygı gösteren saygı görür."
neyse yani özetle, ben artık onu bir "türban" olarak değil "insan" olarak görmeye başladım.
bir gün 3 kız eğlenmek istedik, kimseye söylemedik (türbanlı arkadaşımın "haklı" ricasıydı bu) bira alıp demet ortaç şarkılarıyla coşmak istedik, yaptık da, deli gibi eğlendik, göbek attık, bağıra çağıra şarkı söyledik. ve de pişman değiliz yine olsa yine yaparız.
hatta ve hatta o "bira içen türbanlı" bile pişman değil!
ve ben bu "dostum"la -yediğim içtiğim ayrı gitmeyen dostumla- hiç "bu" konuyu konuşmadım. yani "sen neden kapandın,neden namaz kılmıyorsun madem, hadi onu geçtim neden içki içiyorsun?" gibi bi soru yöneltip onu rahatsız etmedim, etmek istemedim. çünkü bu soru bana çok "mahrem" geliyor. belki türban takmak zorunda bırakıldı, belki bu "görüntüye" alıştı ve fırsatı olsa bile cesaret edemiyor, belki istediği için takıyor hatta belki yakıştığını düşünüp aksesuar niyetine takıyor, belki o gün içmek istedi ve "şeytanına" uydu, belki de hep içiyor? ee
banane?
ha şimdi diceksin ki : ben saygı durmuyorum arkadaşım, bu da seni ilgilendirmez, doğru ilgilendirmez. bak buna da saygı duyarım ama sadece biraz daha insancıl düşünmek lazım, hepsini genellememek lazım, bence.
onun dışında türbanı kafaya geçirip, hacı sakalı bırakıp, cübbe giyip, tesettüre bürünüp, allah muhammed ağzından düşürmeyip milletin rızkını sömüren "sikik"lere de lanet olsun.
ama bu kız, kendi halinde bi üniversite öğrencisi. bira içmiş, ayran içmiş, sigara içmiş, rakı içmiş, kaçak çay içmiş, kımız içmiş, kime ne?
arkadaşların farklı düşünceden olması iyi, empatinin altın vuruşunu yaptırıyor bu. sonuysa ölüm değil daha "insancıl" fikirlerin doğması oluyor.
el edit : eksilemeden önce bi "okusaydınız" keşke.
"neden non-kronolojik filmleri seviyorum?"un anlamı bu film.
ama ben şimdi ilişki kısmına değinmek istiyorum.
---aşık bir kadının bakış açısı---
+ seni çok seviyorum.
- bugün sevmiyorsun.
+ anlamadım.
- bazı günler bunu içten söylemiyorsun. bugün de öyle. belki bugün benden çok sihirbazlığı sevdiğin içindir. sorun yok, böylece içten söylediğin zamanların bir anlamı oluyor.
--- aldatıldığını bilen bir kadının bakış açısı ---
+ seni seviyorum..
- bugün içten söylüyorsun.
+ kesinlikle!
- bu söylemediğin zamanları çok daha katlanılmaz kılıyor.
"kitap daha iyiydi yeaa." siksiği yapmaya hiç gerek yok çünkü göbeğini sevdiğim peter jackson kişisi çok iyi kotarmış, en azından "benim" beklentilerimin kat ve kat üstündeydi. hiçbir şey beğenmeme'yi adet edinmiş insanlardan olmıycam, hayır.
------- spoiler -------
kitapta fıçı sahnelerinde orkların nehirde cüceleri 5 metre ötede takip ettiği, fıçılardaki cüceleri öldürmeye çalıştığı, orman elflerinin ise bu olaya müdahale ettiği falan yok ama keşke olsaymış, çünkü mükemmel sahnelerle, efektlerle desteklenmiş bu süre. bombur'un fıçının içinde, fıçıyı adeta bir kalkan gibi kullanıp orkları ezip geçmesine çok ayrı güldüm, mizah iyidir hoştur.
tauriel ise tamamen filmde kadın açlığını gidermek için var zaten bunu söylüyorlar ama benim gözümü çok tırmalamadı, gayet de iyi ablamız, zaten ona bakarsan arwen de gereğinden fazla büyütülen bir karakter ama güzelliğinden dolayı çok ses çıkarılmadı, özellikle erkek bünyelerde. sadece sahneleri bi ton daha az olabilirdi.
beorn en çok merak ettiğim karakterlerdendi ama fazla görünmedi gibi.
cüce ve elf aşkı hiç olmamış, orada bi "noluyo ya" oldum.
smaug da gayet iyiydi, azcık kendini beğenmiş havaları hakim kendisinde, bilbo da bu "zaafını" yağlayıp ballayarak iyi kullandı ve böylece göz göze gelmesine rağmen hayatta almayı başardı, tatlı dil orta dünya'da da olsa iş yapıyor. ayrıca kendisi için 2,5 yıl çalışılmış, doğrudur inandım, 10 numara olmuş.
o değil de cüceler kapıya ulaştıklarında anahtar deliğini bulamayıp umutsuzluğa düşüp-thorin de dahil- geri dönüyorlar ya, kitabı okumama rağmen, "lan yoksa pj burda bitirip orta parmak mı çakıcak." diye düşünmedim değil. yani demek istediğim oradaki "çaresizlik" çok iyi yansıtılmış.
----- spoiler -----
2. kez gidip izleyeceğim film bu bir de, evet.
emeği geçen tüm ekibi öpüyorum kukuletalarından..
------------spoiler içerebilirmiş öyle dediler--------
ensest ilişki üzerine bile "ııyyy iğrenç, oha kardeşine kaydı piç!" "diyemeden", çok farklı "düş ündüren" yani farklı açılardan baktırtan, tarihi gerçekleri muhteşem bir kurguyla göze sokan, pislik çukurunda yüzen bir aileyi bile insanın bağrına bastırtan, hristiyan alemine sağlam çakan ve belki de bu yüzden bitirtilen dizi(ymiş).
ama! ama! finalini pardon "finalimsisini" şimdi izledim, yazık yemin ederim böyle bitilir mi oğlum !
jeneriğinden (ecid cide, ceciş bide .. falan diye giden) kurgusuna, ortamından kıyafetlerine, oyuncularından diyaloglarına kadar bi dizi bu kadar mükemmel olup finaliyle de böyle sıçabilir mi, izleyin görün!
neyse sinirlenmiycem, herşeye rağmen kıyamıyorum kendisine.
he bir de, sayesinde cem sultan'ı merak edip okudum ve üstat machiavelli'nin prens'iyle tanıştım, michel zevaco'nun borgia eserini ise fellik fellik aramaktayım. demem o ki bu aile -özellikle de cesare borgia- ilgi alanım oldu.
bittin gittin, yerini doldurmak niyetinde dahi değilim şu an, çünkü dizi çıtamı yükselttin, bok yedin, it!
o değil de allah "bizim de" showtime'mımızı verse ya?
ben anlamadım.
uzun zamandır oturup konuşmadığımzdan, bugün bi patlama yaşadık baba beyle ve askerlik anılarından memleket meselelerine yürüyüp, masonluğun tarihine geçip, sunay akın'dan konuşup, cengizhan'a gelip, ordan cem sultan'a girip, bağlantılı olarak da borgia papasını masaya yatırıp, vikings üstüne kritik yapıp, ordan da tarım ve köyişleri bakanının sülalesini saygıyla anıp, son olarak da angus etine geldik. nasıl oldu, ne ara oldu bilmiyorum, böyle beyin amcıklamasının doruklarındayım son 1 saattir, böyle absent denilen o şeyi içmişim gibi, öyle bi etki yemin ederim.
ne diyorduk, hah angus eti!
hararetli hararetli anlatırken, hani böyle saman ithalatını da söylerken falan çok fena küfürler savurdu; teşmenek taşşarçısı, tayyuş, gabbar tayyuban pettirek gibi.
ve sonunda şunu dedi;
+ angus da nasıl bişey biliyo musun? (burda alayına mimik ve hareket çekmeler falan var)
- nasıl baba?
+ böyle boğa gibi ama boynuzsuzu! yani böyle ibne gibin bişey amk!
- ahahhaha, gel gel öpüjem gel!
yerim lan, anırarak güldüm o sinirine yemin ederim.
------- kafka'dan kurt wolff yayınevine (prag, 25 ekim 1915) --------
son mektubunuzda, dönüşüm'ün kapağını ottomar starke'nin yapacağını yazıyorsunuz. daha çok illüstrasyonla uğraştığı için, starke'nin tutup böceği çizmek isteyebileceğini düşündüm. sakın ha, lütfen buna engel olun! etkinlik alanına karışmak istiyor değilim, sadece doğal olarak hikayeyi daha iyi tanıdığım için rica ediyorum. böceğin kendisi çizilemez. bir kere olsun uzaktan bile gösterilemez. böyle bir niyeti yok da benim ricam gülünç kaçıyorsa -çok daha iyi. ricamı kendisine ulaştırır ve üzerinde durulması konusunda ısrar ederseniz size büyük bir gönül borcu duyacağım. kapak resmi için önerilerde bulunmama izin verecek olursanız, şu sahneleri önerirdim; kapalı kapının önünde duran anne ve babayla bürodan gelen müdür yardımcısı ya da daha iyisi anne, baba ve kızkardeş aydınlık odada durmuş bekliyorlar, o kapkaranlık odaya açılan kapı da açık...
------- kafka'dan kurt wolff yayınevine (prag, 25 ekim 1915) --------
bu büyük "ricaya" rağmen, ısrarla hamamböceğiyle resmetmek istemek ise kafka'nın anısına ne büyük bir küfür ne büyük bir cinayettir everest yayınları? : https://galeri.uludagsozluk.com/r/696193/+
hocasını anlatan bir öğrencinin yazdığı biyografi.
hoca kim? mustafa inan. peki öğrenci kim? oğuz atay.
yorumları okudum ve gördüm ki oğuz atay okumaya tutunamayanlar ile başlayanlar genel olarak edebi açıdan biraz "eksik" bulmuş bu biyografik romanı. bak ne diyorum? "biyografik roman" diyorum. kıçını yırtsan da "gerçekten" yaşamış birini anlatıyorsun sonuçta daha ne kadar edebi olabilir ki? şimdi diceksiniz cahit arf (kitabın yazılmasını isteyen ve bu konuda atay'a ısmarlama yapan ünlü matematikçi) da beğenmemiş bu kitabı? ben de sana "ama sen cahit arf değilsin?" gibi küstahça bişey söyleyemem tabi ki ama şunu da bilmek gerekir ki kitap bir "sipariş", yani birazcık zorlama. hadi onu geçtim atay'ın istediği gibi yazamadığı bir eser bu bir de çünkü jale inan'ın (mustafa inan'ın eşi) yazma süresince atay'a çok karıştığı söylenir mesela. demem o ki yazarımıza bu kadar yüklenmemek gerek bence.
oğuz atay'ın ağzından kitabın tanıtımını alalım hemen : https://www.facebook.com/...o.php?v=10150137790253064
görüldüğü gibi kendi de sonuçtan pek memnun değil ama en azından hocasına karşı görevini yerine getirmenin rahatlığı da var bence ve olmalı.
tavsiyem şudur ki; hocalarınız arasında hani gerçek anlamda kıl olduğunuz veya "bu nasıl öğretmen olmuş?" dediğiniz varsa, bu kitabı alıp hediye etmeniz. belki şuralarda anlar kendi değerini : "bazi profesörler talebenin yüzüne hiç bakmazlar, anlamayan gözleri görmemek için."
çok kızdığı insanlar hakkında eşi jale hanımla konuşurken kullandığı -ona göre- en kötü cümle : "yahu jale düşünebiliyor musun, adam samimi değil." imiş, ben bu adamı çok sevdim.
söylemeden geçemem; özellikle "sonuç" kısmında insanı çok fena gaza getiren nasihatlere sahip bir eser.
elimde böylesine sınırsız bi güç olsaydı, geriye ala ala ana rahmine geri dönerdim yemin ederim. ama orada da sıkılırdım, dar gelirdi, klostrofobim var bi de, boğulurdum kesin orada ben. belki de genlerimin yarısını bırakır sadece bi yumurta olurdum, ya da sperm. ama yumurta olmak daha iyi bence, hem bol sitoplazmalı, besini bol, aç kalma korkusu diye bişey yok. sperm olmak istemedim şimdi bak. ne o öyle kuyruklu kuyruklu. bi de babanın testislerinde olma ihtimali var ki, öööehh ben almayayım. yumurta iyidir, yumurta candır. gerçi döllenmeyince atılıyosun onda da, kanlı kanlı öeeeh. onu da istemedim bak şimdi ben. o zaman, atomlarıma ayrışıncaya kadar alırdım zamanı geriye. evet bu iyi fikir, güzel bence. hem temiz iş. işte ne yapıcağımı biliyor ki vermiyor bu gücü elime yukarıdaki. ah ya.
kido'nun muzlu pudingi var bilirsiniz. lise kantinlerinde falan da satılır, en azından bizimkinde satılırdı. sınıfımızın piçi, barış diye bi çocuk var o zamanlar. gerçi hala var, neyse o başka konu. o gün de kimya dersimiz var ama hocaya da böyle acayip ifrit oluyoruz. dedik napsak da biz bu hocayı kaçırtsak. cin fikirli barış'ımız da yiyor bu pudingi o sırada, sonra puding sıraya döküldü. şimdi bilenler bilir normalde muzlu puding hani biraz koyu bi sarı olur ama kido'nunki baya açık bi sarı, yani tam müsahit bi renk benzetmek için. neye benzetmek için diceksin? biz de zaten sıraya dökülen pudingi peçeteyle temizlerken gördük ki, bu yiycek mendilin üstünde tam bir sümük, hatta daha iğrenci balgam gibi bişey.
şunun daha açık rengini, çok az bi kısmını, peçetede düşün : http://www.yemektarifleri7.com/img/kolay-puding.jpg
gözler falan parladı tabi bizim. aldık bu mendili, açık şekilde örtmenin masasına koyduk, bekliyoruz. kadın geldi sınıfa, suratsız cadı gibi bişey zaten. çantasını koydu, oturdu, sonra ana bi baktı bu görüntü. yemin ederim midesindeki ters peristaltik hareketi tüm şeffaflığıyla, adeta sindirim sisteminin simülasyonu denilebilcek şekilde gördük. "bu ne böyle ööööghhh." falan diye bağırdı, sonra konuşamadı zaten çıktı sınıftan nihahaha.
2 saatimiz boş geçti, çılgınlar gibi eğlendik, dalga geçtik.
sınavda da sıçtık tabi.
sonra sıçtığımızı silip yine hocanın masasına koyduk, bu kısır döngü gitti böyle.
lisedeki genşler de yapabilir, ben izin veriyorum. ama sonuncu yazdığımı ciddiye almazsanız sevinirim. hayır sonra gençleri ayartıyor falan dicekler, ondan yani. yoksa etik açıdan bence bi sorun yok.
---------- ben uyarımı yapmıştım bu arada ------------
-------- oğuz atay'ın bir bilim adamının romanı adlı eserinden yorumsuz spoiler --------
prof. hikmet binark (mustafa inan'ın yakın bir arkadaşı) anlatıyor. mustafa inan hakkında konuşurken :
"bir gün de bilim kurulunun ankara'daki toplantısından çıktıktan sonra karpiç lokantasında süleyman demirel'e rastlamıştık. demirel, mustafa inan'ın öğrencisiydi ve hocasına da çok saygısı vardı. yanımızdaki masada kardeşi şevket demirel oturuyordu. bizi çağırdılar, birlikte yemeğe başladık. o günlerde demirel, devlet su işlerinden ayrılmıştı, müteahhitlik yapıyordu. siyasete atılacağı söyleniyordu. mustafa bey birden eski öğrencisine soru : "yahu süleyman, duydum ki sen siyasete atılacakmışsın. sakın ha. ben seni akıllı bir adam bilirim." demirel gülümsedi : "böyle bir şeyi benden umar mısınız hocam?"
lisedeki edebiyat hocalarımdan dolayı pek sevmediğim, hatta çoğunlukla romantik sıçmığı olarak düşündüğüm şiiri -ergenlik travmasıdır- bana az da olsa -sevdirmiş diyemem ama- benimsetmiş kitaptır ve okuduğum ilk `murathan mungan' eseridir.
------ bu cümleler hep "bana göre" içeriyor ve hafif spoilerimsi bi hava hakim --------
"bazı" felsefi konuşmalar, betimlemeler ve özellikle katilin konuştuğu bölümler beni fazlasıyla sıktı. şimdi "sen ne anlarsın" falan diyenler, doğrudur fularım yetmez belki eleştirmeye ama yazmadan yapamadım.
bu kitabın 15 yılda yazılmış olması iyi mi yoksa kötü etkilemiş mungan'ın ilham perilerini, ben bilemedim. bunca yıl yazılmaya uğraşılmış bi eserin fazlasıyla zorlama yerleri var gibi geldi bana, artık bu konsantrasyon eksikliğinden mi, "bitse de gitsek" havasından mı kaynaklanıyor, bilmem. hani mungan'ın da söylediği gibi bulunduğu coğrafyayı anlatmaya yönelik bazı araştırmaları olmuş evet -selçuklu mimarisi gibi- ve bu araştırmaların da "bakın ben çok okudum, gördüm, gezdim, şimdi de bunları size bayılana kadar anlatıcam, kurtulamazsınız." tarzı bi alıkoyma kesinlikle var.
evet, yerküre gezegeninden anakara'nın görüntüleri sanki bir filmden izlemişim gibi kalıcı sahneler bıraktı beynimde ama o kadar mimari betimlemeye, doğa tasvirlerine girmeye de gerek var mıydı, yoksa akılda yer etmenin, bu kadar ayrıntı vermekle olabileceğinden dolayı böyle olması mı gerekiyordu, ben bilemedim.
bana göre ağır bi kitap olduğu halde okumamı kolaylaştıran olaylardan biri yeni bir dünya yaratılması. muhteşem bir hayal gücüyle, muhteşem unsurlar yaratılmış kesinlikle. ne gibi mi? hiçbir insanın gölgesine basmaya cesaret edemeyecekleri gölge kuşlarının kutsal gölgeleri, udbera'da herkesin sırrını toplayıp defterlere yazan cüce sırtoplayıcılar ve tereddüt köprüsü'nden geçerken bu sır dolu defterlerin kendiliğinden silinmesi, oradaki halkın unutma gücünü "kasreina" diye adlandırması ve kederlerini geride bırakmak isteyenlerin kasreina yolu'nu tırmanması gerektiği, sadece kadınların elinden su içen ve sadece erkeklere kokan büyülü gaveleana menekşesi, zeheyra taşı, uyku cinleri; timsah kafalı, kartal gagalı, yüzgeç kanatlı, kaderin hızlanmasını sağlayan uçman kuşları, eregion demircilerinin dövdüğü ve bir anda görünmez olmayı sağlayan kudret yüzüğü ve daha nicesi.
------- ayrıca ekşi sözlük'ten kitapla ilgili çok yerinde bir alıntı --------
tolkien murathan'ın adını "şairin roman"ı değil de" şairlerin efendisi (king of the poets)" koymuş olması gereken romanı. anakara = orta dünya, şairler de hobit elf arası bişey işte, nazgul ve gollumvari bişeyin de 250. sayfaya doğru çıkmasını bekliyorum açıkçası.
------- alıntı bitti --------
selam ederim, çok güzel demiş.
ahenkli şehir ve karakter isimleri ise beğenimi kazandı çok. zeey, tagan, bendag, zeheyra, agabu, moottah, dehamar, serhenas, gamenn, pepqemok, remzganan, roasanayma, odgarend kentindeki on üç dolunaylı yıl şenlikleri vs.
ayrıca lügatıma kadınların kendi aralarında kardeşliğin tarifi olarak "aynı elma ağacının dallarında çamaşır kurutmadık mı seninle?" cümlesini de kazandırmıştır.
bir de murathan mungan'ın fantastik edebiyat hakkında mükemmel bir tespitine rastladım, aşağı yukarı şöyle birşey diyor:
"batı fantezilerinde gelecek ütopyasında krallar, imparatorluklar, tiranlar, prensler, prensesler... yani demokrasinin daha gerisinde bir toplumsal modele özlem var adeta. ben mesela bu kitapta bunu büyük ölçüde yıkmaya çalıştım. bir tek tronteg imparatorluğu var o da zaten yıkılmış sonradan anlıyoruz."
lügatima "borgia papası"nı kazandırmış dizidir.
böyle kimisine acayip sinirleniyorum, köpüyorum, ağzını burnunu kırmak istiyorum falan, ama hanimefendi kişiliğimi de bozmak istemiyorum "seni gidi borgia papası!" diyorum, -bana göre- 7 sülalesiyle cinsel münasebete girmekten daha fena, daha pis, daha terbiyesiz şekilde nefretimi kusmuş oluyorum. sonrasında bi rahatlama, bi "hani kuşlar ağaçlar" durumu. oh.
arkadaşımda gördüm, siz de mutlaka görmüşünüzdür de, çok küçük bi parça takılmış modeli de varmış, şöyle :
"ya gençler şu fm'de adam akıllı taktik verin lan bana. manchester city'yi napoli'yi şampiyon yapıyorum takımdan kovuyorlar. yok mu bunun bi hilesi bilmemnesi ? drogba'yı transfer ettim kendi kalesine 4 gol attı bi sezonda. garip garip şutlar çekiyor forvetler. falso da veremiyorum. kupa alınca normalde kovulmamam lazım bence oyunda hata var. bi akıl verin. fifa pes fm. ronaldinho , messi , zubizaretta , babangida , babayaro. her neyse kızlar çoktan okumayı bırakmıştır asıl soruma geçiyorum: olm bu xhamster'dan başka site yok mu lan ?bundakilerinin hepsini bitirdim ben."
macbeth, 1605 ya da 1606 yılında yazılmış olup, hampton sarayı'nda kral i.james ve üvey ağabeyi olan danimarka kralı için sahnelendiği sanılmaktadır. kral için ya da shakespeare'in birçok oyunu gibi globe tiyatrosu'nda sahnelense de, oyunun o zaman shakespeare'in tiyatro grubunun patronu olan i. james'i memnun etmek için yazılmış olduğu şüphe götürmez. örneğin, banquo karakteri, efsanevi stuart aile ağacının kökü, kendi de bir stuart olan kralın hoşuna gitmesi için çok başarılı bir şekilde betimlenmiştir. oyunda bazı bölümler de özel bir iltifat niteliği taşımaktadır. örneğin, oyundaki kral edward karakterinin hastalıkları iyileştirme yetisi, üçüncü gözü olması gibi. oyun muhtemelen shakespeare'in i. james'in kısa oyunlardan hoşlandığını bildiği için kısadır ve cadılar ve onların nasıl tanınabileceği üzerine bir kitap (daemonology) yazmış olan james'in beğenisini kazanmak için doğaüstü unsurlar barınmaktadır.
beda yayınları/macbeth üzerine...
---- copy paste değil alın teri -----
lakin gel gelelim yaptığı o kadar inceliklere rağmen yine de yaranamamıştır bizim şekerpare'miz james nankörüne.
pis metalcilerin pis organizasyonu (hırs, kıskançlık, haset, gözyaşı ve bool sümük eşliğinde söyleniyor bu sözler)
adaletini öpeyim dünya (arabesk yavşaklığı mode on) böyle şey olur mu lan, yapılır mı bu kadarı da, dizlerimin üstünde pes ediyorum, birazdan da secdeye kapanıcam.
2014'teki gruplar cırt, pek beğenmedim al bak : http://www.70000tons.com/artists.php az grup tavlayabilmişler zaten önceki senelere oranla.
ilk organizasyon 2011de olmuş, bu yüzden de tanıtım amaçlı olduğunda en iyi sene bence 2011. circle ii circleı var, dark tranquillity'si var, epica'sı, gamma ray'i, iced earth'ü (sıkı dur otur bi yere),korpiklaani'si ve blind guardian'ı (ah ah) var(mış).
işte zaten benim de haberim olmamıştı ondan gidemedim hep, yoksa para falan ne ki, sıçtığım şey yani afedersin.
al bak, gemiyi de gez :
sen grup üyeleriyle aynı devasa gemide ol, kumsala in, deniz güneş kum eşliğinde, headbang'le boyun kaslarını çalıştırıp, üstün başın kum içinde tepin. daha fazla konuşamıycam ben bırak ya!
şunlara bak, hem pisler hem de zenginler, püüh size.
-şu an için belki biraz alakasız yerden ama- jack london'ın the iron heel adlı kitabından bir bölüm benden senin için gelsin :
"cehennem ateşine inanmıyorum, ama böyle anlarda inanmadığım için pişmanlık duyuyorum. hayır, böyle anlarda neredeyse inanacağım geliyor. mutlaka bir cehennem olmalı, çünkü sizin işlediğiniz cinayetleri cezalandırmak için daha uygun bir yer düşünemiyorum. siz var olduğunuz sürece, evrende bir cehenneme mutlaka ihtiyaç vardır."
türkiye cumhuriyeti şeriat mahkemesi'ni kuran başbakan! cezalandırılmanı istemek için sadece "cinayetlere" ihtiyacımız yok, sen her yerden batıyorsun.
cehenneme inanmayı sırf sizin için istiyorum rte ve yandaşları. hesap vereceğiniz günü görmeyi çok istiyorum.
3. sezondan bi diyaloğu yazıcam, ben söylemem sen anla.
olivia : beni almaya geldiğin için sağol.
peter : diğer evrene geçmek kadar tehlikeli olmasa da yaptık birşeyler. bir şey değil.
vay anasını sayın seyirciler, vay anasını! adam paralel evrene geçip sevgilisini kurtarıyor, bizimki burada vakt-i zamanında bi gül aldı diye kalbimizde kelebekler.
ya bırak ya! küstüm yemin ederim, aşk ateistiyim bundan sonra, şeytanım da aha bu dizidir.
fantastik edebiyata bayıldığımdan okurken çok eğlendiğim mucizelerdir. cidden muhteşem bi hayal gücü var bu hikayelerde ve resmen "yoktan" bi kültür yaratılmış, bence.
tolkien falan hep bu mucizelerden esinlenmiştir mesela.
vokalinden, gitarına, davulundan, basına, kısaca olması gereken çoğu özelliğin vasat durumda olduğu bir grup.
şunu dinleyice hak vericeksin zaten :
ama şarkı sözlerinin üstünü selpak havluyla kurular, sonra da avucunuzun içinde sıkmaya kalkarsınız bir avuç dolusu yapmacık olmayan karamsarlıkla karşılacaksınız. öyle de güzel betimler bu abiler ölümü.
soğuk, beyaz bir sisle sarıldın ebediyen
hüzünlü geçmişini mezardan geri getiren
gittiğin her yerde takip edecek seni
perdelerken artık camlaşmış gözlerini
gördüğün kendi doğumun, beyaz örtünün kıvrılışını izlerken
yaşamın güçlü elleri hissettiğin, kurtulmak için çabalarken
seyret sonu kapkara gelen zamanın başlangıcını
nefretle çığlık atıp doğduğun güne lanet ederken
ölen bir yıldız gibi soluk parıltılar yayarken
bak gökyüzündeki küreye, yolunu aydınlatmaya çalışırken
hatırla ilk gördüğünde küçük gözlerini nasıl acıttığını
güneşin ölümündeki yansımasına uzanırken
aç ölü gözlerini önündeki karaltı dans ederken
umutlanma bir kabustan uyanmak için o senin adını fısıldarken
dokunmaya çalış hissettiğinde gözlerinin sana baktığını
her adımında senden daha da uzaklaşırken
13 çarpık silüet seni sessizce takip ederken
dönüp bak seni tekrar yakalamaya çalışırlarken
engellemeye çalış bir kez daha dökülen gözyaşlarını
hatırla duyduğun acıları, tuttuğun 13 yası düşünürken
izle, önündeki kalabalık yavaşça cenazene eşlik ederken
cesedin seni yutmayı bekleyen mezarına taşınırken
kimse duyamaz artık o dünyaya ait olmayan çığlığını
bir gün buradan kurtularak geri dönmeyi umarken
tek başına dolaşacaksın çorak toprakları ebediyen
ruhunun soluk kefeni seni sıkıca sarmışken
arama sonsuz yalnızlığını paylaşacak birisini
artık yakalayamazsın sisin içinde dans eden gölgeleri
ölü kadar soluk ı
adam mezarından konuşuyor sanki. öylesine gerçek gibi.
ergenliğinden beri ailesiyle -özellikle de babasıyla- küçük çatışmalar yaşayan biri olarak (kendisine ait olan özgürlüğün, yine kendisine geri verilmesi için mücadele eden, "hayatıma daha ne kadar müdahale ediceksiniz?" diye isyan eden her ergen ruhlu insan gibi) bugün görüp geçirdiğim tuhaflıktır.
ben : hipşiiii ( hapşurma efektiydi bu.)
babam : çok yaşa kızım. (daha "sen de gör"e fırsat bulamadan, mendil aramak için kalkarken (sıvılı bi hapşurmaydı evet) yapıştırdı cevabı) gerçi hayatına müdahale etmiş oluyorum biraz ama?
kalkamadım mendil için, kıç üstü oturdum öyle, aktı böyle tuzlu sıvı (şaka şaka). beynim bulandı, kireçlendi böyle.
şu çevirisini daha tatlı bulduğum kaçık donne şiiri.
dikkat et şu pireye, dikkat et içindekine
benden sakındığın küçücük şeye
önce benden aldı alacağını, sonra senden
birleştirdi içinde aldığı kanı ikimizden
sen de biliyorsun söyleyemeyeceğini
ne günah, ne utanç, ne de kızlığın elden gidişini
çabalamadan elde etti hem de
şişti kanımızı birleştirmenin zaferiyle
ah ne yazık! yapamadığımızı yaptı küçücük bir pire!
yapma! üç can var o pirede
yaptığı evlilikten de öte
biz varız içinde o pirenin
mabedi var ilk gecemizin
her şeye rağmen buluştuk işte
kapatıldık canlı duvarların içine, sen istemesen de
bilirim, beni öldürmektir, arzuladığın
bu demektir ki senin de intiharın
alma vebalini bu üç günahsızın
ne zalimsin! dinlemedin beni yine
bir masumun kanı o, sadece bir pire
senden aldığı bir damla kandı
bundan başka bir suçu var mıydı?
okunuyor işte yüzünden aldığın haz
anlamışsındır, ne sendeki ne de bendeki kudret az
gör korkularının yersizliğini
sanma ki daha fazla olur onurunun eksilişi
öldürmekle pir pireyi, kabul etmektense beni
amca naptın güldürdün valhalla heheh. şiirle pek bi yakınlığım yok, anlamam çok yani ama seninkini anladım (zeki miyim neyim?).
"biz varız içinde o pirenin
mabedi var ilk gecemizin"
diyerek çok hassas noktalardan vurmuşsun, bu şiir bana yazılcak, önce o adama iki tokat atardım "nasıl çalışıyor senin beynin öyle?" diye, sonra da kocaman sarılırdım "manyaak" diye gülerek.
"bilirim, beni öldürmektir, arzuladığın
bu demektir ki senin de intiharın
alma vebalini bu üç günahsızın"
demişsin. sen var ya çok fenasın, acayip kozların var, şeytana pabucunu ters giydirirsin john amca. ne var ki kız sana kanmamış (ben olsam kanardım, saf mıyım neyim?) yapmış yapacağını. ama son 3 dizede de öyle bi suçluluk psikolojisi yüklemişsin ki kıza camdan atsa yeridir kendini.
neyse, özet geç piç derseniz, çok ikna edici bi şiir derim.
not : bu başlığı ara ara girilere boğucam. şimdilik aklıma geleni söylüyorum.
nedir biliyor musun bu kavram? kime denir? neden denir? dur açıklıyım.
hamile pornosu çeken kadın olan insanımsıya denir. midesi bunu kaldırana denir. o masum çocuğu düşünmeyene denir, o kirliliğe o bebeği de ait edene denir.
porno endüstrisi çok tutulan bi alan. kadını, erkeği bu sektörden ekmek yiyor tamam güzel. bu kadınlar ya da erkekler ya da eşcinseller istemeden bu işe düşmüş olabilirler, bişey demem, zaten ne haddime. zevkine de yapıyor olabilirler, kimseye de bir laf düşmez, kendi hayatıdır, istediği gibi kullanır, kullandırır, bize ne. beynimde tek kötü bi kavram geçmiyor hayır, geçse de çok da siklerinde veya klitorislerinde zaten.
amaaa ama, iş hamile pornosuysa ağzı dolusu söylerim ben bu kadına ve erkeğe bu kelimeyi arkadaş.
yani diyorum ki; durumu iyiyse ve biraz daha para sıçmak için bunu yapıyorsa nah ve koca bi siktir çekiyorum, pes.
ya da böyle kötü bi durumdaysa kadın parasal açıdan, bu sefer yine en seslisinden bir nah çekip başka bahane bulmasını öneriyorum direkt, çünkü yemezler. çocuk daha doğmadan böyle şeye alet edilmiş, doğunca ne sapıklıklar dönecek kim bilir diye de düşünmüyor değil insan, yazık.
biraz empati kur be kadın, "o" çocuk olarak düşün bi kendini.
tabu mu bu? evet belki öyle. hatta kesin öyle. herkesin ahlakı da kendine, doğrudur. ama işin içine az biraz değil, fazlaca empati karıştırmak lazım. bulaşıcı bi hastalık gibi, vücudun her hücresine bulaşan aids virüsü gibi iliklere kadar işlemeli şu "empati". hiçbir zararı yok çünkü, aksine vücudu temizler kendisi, adam eder.