Kendisi tahminimce gürcü asıllı bir kafkas türk’üdür. Nickaltı entry pek girmesemde, nickname içimde bir sıcaklık oluşturdu. Sevgili yazarı içten bir “gamarcobat” ile selamlıyorum.
(bkz: gürcü yazarlar veritabanı)
Haklısınız, bu düzen tam bir başyapıt! Kapitalizmin en büyük sihirbazlık numarası: insanları emeğiyle köle yapıp sonra bunun için şükrettirmek. Hani diyorlar ya, “Bu işler böyle gider.” Tabii ki gider, çünkü o “işler” tam da böyle gitmesi için kuruldu. Emeği sömürüp kârı birkaç kişinin cebine akıtmak bu sistemin olmazsa olmazı. Şaşıracak bir şey yok.
Ama asıl takdire şayan olan, emperyalizmin bu düzeni nasıl pazarladığı. Seni sömürürken sana “özgürlük” der, çaldığı ekmeği geri verirken “büyüyen ekonomi” der, yoksulluğu “sabır” diye över. Ve ne hikmetse herkes bu masalı dinlemeye devam eder. Bu kadar büyük bir tiyatroyu alkışlamamak elde değil!
Elbette bu sahne bir gün kapanacak. Çünkü tarih, bu oyunların hep aynı sonla bittiğini yazdı: insanlar önce aldatıldığını anlar, sonra o düzeni kökünden yıkar. Ama işin komiği şu ki, sistem her defasında “Bu sefer farklı” diye kendini satmaya devam eder. Yani, hem anti-kapitalist hem anti-emperyalist bir çözüm lazım. O da, bu tiyatronun seyircisi olmaktan vazgeçip sahneye çıkmakla mümkün.
Çaresizlikte dostların, hayallerin ve inandığın her şey sessizce yanından çekilir. Yalnızlık derinleşir, zaman ağırlaşır, ama dünya dönmeye devam eder; kimse seni beklemez. işte o zaman, hayatın gerçeklerini öğrenirsin: Kimse seni kurtarmayacak, kimse seni elinden tutup ayağa kaldırmayacak. Ya kendini toparlar, en karanlık anında bile bir çıkış yolu ararsın ya da o çaresizlik seni yavaş yavaş tüketir. Ama unutma, çaresizlik aynı zamanda en büyük öğretmendir; sana kendi gücünü, dayanıklılığını ve savaşmayı öğreten acımasız bir ustadır. Ve en dipteyken, kalkmayı seçenler bir daha kolay kolay düşmez.
Rejimin düşmesiyle birlikte, kim bilir hangi “ılımlı muhalif” gruplar kendi içlerinde sevgi dolu bir birlik kurdu, barış ve huzur içinde yaşamaya başladı. Tabii ki bölgedeki doğal kaynaklar ve askeri üsler tamamen halkın kontrolünde değil mi?, buna kimsenin şüphesi olmasın!
iran ve Rusya’nın bölgeden elini çekip yerine kim geçti? Elbette ki demokrasi havarileri! Halkın mutluluğu için çalışan, bölgeyi kendi çıkarlarından tamamen bağımsız bir şekilde dizayn eden büyük güçler… Ne mutlu o halka ki, tarih boyunca bu kadar “hassasiyetle” ele alınan bir özgürlük davası daha görülmemiştir.
Velhasıl, rejimin düşmesiyle birlikte yeni bir düzen doğar ama bu düzen halktan yana mı olur, yoksa halkın üzerinden mi geçer, onu birilerine sormak lazım. Antiemperyalist bir bakışla, bu hikayenin sonunun çoktan yazıldığını görmek zor değil.
Bu dünya, yaldızlı paketlerle sunulan yalanların ve gözü doymaz çarkların etrafında dönerken, sahne arkasındaki oyuncuların ince bir alayla izlediği bir trajikomedi sahnesinden farksız. Dolar, ingilizce ve Hollywood, bu sahnenin ışıkları, dekoru ve senaryosudur; onların parıltısı gözümüzü alır, altındaki pası görmeyelim diye.
Bir de bu oyunun ironiyle örülü, ilginç bir yanı var: Ölüm kutsanır, ama hayata dair ne varsa değersizleştirilir. Birinin inancı diğerinin yaşamını cehenneme çevirmek için yeterli gerekçe sayılır. işte böyle, hak diye yutturulan hamaset; adalet diye pazarlanan propaganda, bizi birbirimize düşürmenin en ucuz yöntemidir.
Matematiği olmayan bir adalet, sadece yaldızlı bir zulümdür. Matematik diyorum, çünkü çalınan emeğin, yağmalanan kaynakların hesabını yapamayan bir akıl, adalet diye sunduğuyla sadece başka bir tahakkümü meşrulaştırır. Ne de olsa, modern dünyanın yeni tanrısı ekonomidir ve onun kurallarını çiğneyenler "gelişmemiş" ya da "uyumsuz" damgası yemeye mahkûmdur.
Ama bize hep "hakkı hak bil, haktan yana ol" dediler. Hakkın ne olduğu ise hep onların tanımıyla şekillendi. Oysa gerçek hak, küresel oligarşiye ve onun altın tahtlarına karşı dimdik durmayı gerektirir. Gerçekten hakka dayanan bir tavır, petrolü kutsayanları, kanla sulanan madenlere övgü düzenleri reddeder.
Son olarak, Nicolas Cage'in Savaş Tanrısı filmindeki Yuri Orlov'un silahları satarkenki soğukkanlılığına bir selam çakalım. Çünkü o, bir gerçeği bizden saklamaz: Bu dünya, kimi zaman diplomasiyle, kimi zaman da bombalarla "şekillendirilir." Ve o bombaların patladığı yerlerde hep biz "yerliler" oluruz; ölen de biziz, öldüren de biz. Çünkü emperyalizmin tiyatrosunda hep birbirimize düşman edilmekle meşgulüz.
Dünya dijital bir diktatörlüğe doğru koşar adım ilerliyor. Algoritmalar artık bizi bizden daha iyi tanıyor. Hangi kıyafeti giyeceğimizden, hangi şarkıyı dinleyeceğimize kadar her şeyi onlar seçiyor. Ekranlar sadece gözlerimizi değil, ruhumuzu da yutuyor. Ama kimse bunu konuşmuyor, çünkü sistemin kuralları açık: “Ne kadar tüketirsen, o kadar varsın.”
Yine de bu ülkede hâlâ vicdanını kaybetmemiş insanlar var. Henüz ekranlardan kafasını kaldırıp gerçek dünyayı görebilen, komşusunun aç olduğunu fark eden, adaleti hatırlayan insanlar. Ama bu insanlar yalnız. Parti rozetleriyle birbirinden ayrılmış, mikrofonlar önünde “bizden olmayan” diye bölünmüş. Oysa vicdanın rengi yok, tarafı yok. Ve bu vicdanlı insanlar, bu sistemin karanlığına gömülmek istemiyorlarsa birlikte hareket etmek zorundalar. Çünkü gökdelenler sadece yükselmiyor, aynı zamanda ışığı engelliyor.
“Çoğalır engeller, yürür gidersin” diye güzel bir söz var ya, işte o yürüyüş artık beton bloklarla sırtımızda yapılıyor. Ceplerimizde ne var? Boş vaatler, ucu bucağı olmayan hayal kırıklıkları. Ama o yolda hâlâ bir ışık var. Karanlık ne kadar yoğun olursa olsun, o ışık birilerinin yolunu aydınlatabilir. Fakat bu ışığı korumak sadece vicdanlı insanların işi değil; insan olduğunu hatırlamak isteyen herkesin sorumluluğu.
Unutmayın, gökdelenler ne kadar yükselirse yükselsin, gökyüzüne ulaşamaz. Ve asıl yükseklik, yere yakın duranların yüreğinde saklıdır. Ama eğer biz bu sistemin gölgesine razı olursak, bir gün sadece gökyüzünü değil, birbirimizi de göremez hale geleceğiz. Çünkü karanlık, sadece ışığı değil, insanlığı da yutar.
Harika bir fikir. Tam da huzur, özgürlük ve insan haklarıyla dolu bir coğrafyada, dibi kazmaya karar vermek oldukça vizyoner bir hamle. Üstelik kadın haklarından ekonomiye, sanattan bilime kadar ‘her şeyin zirvede’ olduğu bir ülkede yaşamak, kim istemez ki? Yanına bir de eşitlik ve refahı koyunca paket tam oluyor. Dibine kadar yaşarken üstüne bir çadır, altına da kurumuş toprak koymayı unutma, çünkü konfor bu işin ruhunu bozabilir!
Geçmişte hakikatin izini süren insanlar vardı. Cesurdular, yalın ayak yürüdüler. Varlıklarını bir güç aracı değil, insanlık için bir vesile olarak gördüler. Onlar, toplumları değiştirdiler. Ama bugün? Bugün işler değişti. Artık adalet arayışı, cesurların değil; soğukkanlı bir organize zekanın elinde yükselmek zorunda. Çünkü mesele artık tek bir ülkenin, tek bir sınıfın, tek bir halkın sorunu değil. Küresel ısınmadan gelir adaletsizliğine, ırkçılıktan toplumsal çürümeye kadar her şey birbiriyle bağlantılı. Ve bunların üstesinden gelmek için yalnızca farkında olmak yetmez; cesaret ve strateji gerekir. Ama kim yapacak bunu? Masanın başındakiler mi? Güldürmeyin.
Bugün dünyayı sömürenlere bakın. Onlar, zenginliklerini insanlığa karşı bir silah gibi kullanıyor. Ve biz, onların hikayelerini okuyor, onların reklamlarını izliyoruz. Eleştiriyoruz, “Bu böyle olmaz,” diyoruz. Ama sonra ne yapıyoruz? Bir kahve daha alıyoruz, bir video daha izliyoruz. Gerçek şu ki, tarih eleştirenlerin değil, dönüştürenlerin hikayesidir. Eyleme geçmeyen farkındalık, yalnızca tarihin rafında tozlanan bir nottan ibarettir.
Yeni bir dünya mı istiyorsunuz? O zaman bu dünyayı yazacak bir program lazım. Ama öyle bir program ki, insanı, doğayı ve teknolojiyi aynı masada buluştursun. Dayanışmayı yeniden örgütlesin, adaleti ete kemiğe büründürsün. Öyle bir program ki, sistemin dişlilerinin arasında ezilenlerin sesini tüm dünyaya duyursun. Ama kim yazacak bunu? Dünyayı elleriyle şekillendiren birkaç dürüst insan mı, yoksa ekran başında eleştiri yapan biz mi?
Unutmayın, tarihin tanığı olmak yetmez. Tanıklar, sonunda unutulur. Ancak onu değiştirenler, sonsuza dek hatırlanır. Adalet, güzel bir söz değil. inşa edilmesi gereken bir mirastır. Ve bu mirası inşa etmek, yalnızca cesurların harcıdır. O halde susmayı bırakın, sessiz çığlığınızla o çarkları kırmaya başlayın. Çünkü başka bir dünya, bu dünyayı değiştirenlerin ellerinde filizlenecek.
Firavun’a karşı çıkıp piramide tırmanmak isteyenlerin, tepeye vardıklarında “aslında bu piramit fena değilmiş” dediklerini gördük. Musa olmak zor iş; Firavun’u devirmekle kalmıyor, piramidi de yerle bir etmeyi gerektiriyor. Ama tabii, herkes Firavun’a laf ederken bir yandan da piramidin gölgesinde serinlemeyi tercih ediyor. “Sistem kötü ama düzen güzel, ben bir çark olayım da döneyim yeter” diyenlerin sesi nedense çok çıkıyor.
Emeği sömüren, doğayı talan eden, halkın iradesini sandık dekoru yapan düzenin aktörleri değişiyor, perde aynı oyunla açılıyor. Zalimlerin secdeye eğilen alnı mı? Oh ne âlâ, sömürüye helal kılıfı! Onlara göre, “haktan yanayız” demek yetiyor, ama iki namaz arasında zalimle el ele poz vermekten de geri durmuyorlar. Hakkı savunmak? O sadece hutbede güzel duruyor.
“Kimliklerimizle kucaklaşalım” deyip sonra halkın diliyle, kültürüyle savaş açanların arkasında saf tutmayı marifet zannedenlere ne demeli? Faşizan söylemlerle kutuplaştırmayı bir yönetim şekli yapanlar, muhaliflerin sesini kıstıkça “demokrasi güçleniyor” diye şakşaklanıyor. Ne de olsa nefes alamayan bir halk, iktidar için en sorunsuz halktır.
Bugün emperyalizmin tekerine çomak sokmak yerine, o tekerin altında ezilenlere “yanlış yerde durmuşsunuz” diye nasihat verenlerin devri. Sömürünün tapusunu alıp “ama bak alnımız secdeli” diye savunma yapanların saflarına katılmak kolay. Zor olan, o düzenin tüm çarklarını kırmak. Ama kırılacaklar. Çünkü mazlumun ahı, bir gün piramitlerin tepesinden aşağı yuvarlanacak herkesi. Bekleyin. Firavun’a selam duranlarla değil, Musa’nın asasını kuşananlarla yola devam!
Dünya dediğin, koca bir sarkaç. Bir yanda açlık, öte yanda tüketim çılgınlığı. insan, sarkacın orta yerinde asılı, ne yere inebiliyor ne göğe yükselebiliyor. Yükselmek isteyenler, başkalarının omuzlarına basmayı marifet sanıyor. Oysa omuzların sahibi, başını kaldırıp bakan bile yok.
“Özgürsünüz” diyorlar bize. Özgürlük, seçim yapmakmış güya. Kimin ürettiğini bilmediğin giysilerden hangisini alacağına karar vermek, ya da kimin çıkar savaşını destekleyeceğine oy vermek… ironi şu ki, bu özgürlük dediğin şey, bir algoritmanın sana çizdiği yolda ilerlemekten ibaret. O yolu terk etmeye kalkarsan, seni ya yoksulluğun soğuk duvarlarına ya da sistemin aforozuna mahkum ediyorlar.
Ama biz gülüyoruz. Bu, dünyanın en büyük ironisi değil mi? Ellerimizle inşa ettiğimiz kafesin içinde kahkahalar atıyoruz. Sevdiklerimizi kapitalizmin ellerine teslim edip, sonra onları ne kadar çok sevdiğimizi sosyal medyada ilan ediyoruz. Bu sevgi mi? Yoksa içimizde kalan boşluğu doldurma çabası mı?
Bütün bunların arasında hala bir şeylere tutunuyoruz. Belki bir şairin dizelerine, belki sahilde bir dalganın kıyıya vuruşuna… işte burada başlıyor insanın gerçek ironisi: Ne kadar mahvedilsek de, hala umut etmeye devam ediyoruz. Çarkların arasında ezilsek de, bir gün o çarkı kıracağımıza inanıyoruz.
Peki, o çark kırıldığında ne yapacağız? Belki yeniden inşa edeceğiz aynı sistemi, çünkü insan böyle: kendi yaralarını sararken, yeni yaralar açmaya meyilli. Ama kim bilir… Belki de bir gün, “Bu kadar da aptal olmayalım,” diyerek sahiden özgürleşiriz.
Bir bakmışsın Yusuf, kuyunun derinliklerinde, etrafını saran yalnızlıkla baş başa. Karşısında yıldızlar var, ama dokunamaz. Gökyüzü yakın ama bir o kadar uzak. Kardeşlerinin ihanetiyle gözlerinden süzülen yaşlar, toprağa düşüp kaybolmuş. Oysa Yusuf, kuyunun karanlığına rağmen hep yukarıya bakar; çünkü bilir, karanlık yalnızca bir perde, ardında bir ışık gizli.
Bir bakmışsın Yusuf, Mısır’a sultan olmuş. Elinde altın mühür, halkın duasında adı. O ihanetle başlayan hikaye, kaderin ince ilmekleriyle bir mucizeye dönüşmüş. Bir zamanlar kuyunun karanlığına bırakılan Yusuf, şimdi bir ülkenin ışığı olmuş. Kardeşlerinin kiniyle başlayan yolculuk, merhametin zaferiyle taçlanmış.
Bir bakmışsın Yusuf, zindanın soğuk duvarları arasında unutulmuş gibi. Fakat Yusuf, unutulmayı değil, sabretmeyi seçmiş. O zindan, bir Yusuf için imtihan, ama aynı zamanda kaderin altın kapısına açılan bir anahtardır.
Ve bir bakmışsın Yusuf, kardeşleri önünde mahcup, boyunları eğik. O an, Yusuf’un elinde tüm kozlar var. isterse intikam alabilir, isterse onları kuyunun karanlığına sürükleyebilir. Ama Yusuf, intikamı değil affı seçer. “Bugün size kınama yok,” der; çünkü bilir, büyüklük yalnızca affetmekle mümkün olur.
işte hayat böyledir. Bazen kuyunun en dibinde, bazen sarayın zirvesindesindir. Bazen ihanetin ortasında, bazen affın eşiğinde. Ve en çok da sabrın içinde. Yusuf’un hikayesi, bize her karanlığın bir aydınlığa gebeliğini, her düşüşün aslında yükselişe açılan bir kapı olduğunu anlatır.
Belki bugün senin de hikayen bir kuyuda başlamış olabilir. Belki herkes sırtını dönmüş, belki ihanetin soğuk nefesini ensende hissediyorsun. Ama unutma, karanlığın içinden doğar yıldızlar. Ve unutma, her Yusuf’un bir Mısır’ı vardır. Her kuyunun ucunda bir saray, her sabrın sonunda bir mucize saklıdır. Çünkü hayat, düşenleri değil, sabredenleri yazar.
Hep bir yerlere, bir şeylere yetişme telaşındasınız değil mi?
Hiç vaktiniz yok, "Fast live", "Fast food", "Fast music", "Fast love"...
Dikte ettirilen "yükselen değerler", "in" ler, "out" lar...
Buna benzer bir odada, şanslıysanız gökyüzünü görebilen bir pencere ardında bitecek hepsi.
Dostluğu klavyelerinde, yaşamı monitörlerinde arayanlar, Size sesleniyorum!
Hangi tuş daha etkilidir ki sıcacık bir gülüşten ya da hangi program verebilir bir ağaç gölgesinde uyumanın keyfini?
Copy-paste yapabilir misiniz dalgaların sahille buluşmasını?
içinizi ısıtan gün ışığını gönderebilir misiniz maille arkadaşlarınıza?
Sevgiyi tuşlarla mı yazarsınız?
Öpüşmek için hangi tuşlara basmak gerekir?
Ya da geri dönüşüm kutusunda saklanabilir mi kaybolan zaman?
Doğayı bilgisayarlarına döşeyenler, neden görmezsiniz bahçedeki akasyanın tomurcuklandığını?
Ve ıslak toprak kokusu var mıdır dosyalarınız arasında?
Koklamak, duymak, dokunmak, yok mu yaşam skalanızda?
Bilgi toplumu oldunuz da, duygu toplumu olmanıza megabaytlarınız mı yetmiyor?
Hayat ıskalamayı affetmez.
Keşkelerle, tühlerle baş başa kalmadan önce…
Aslında gerçekleri hepimiz biliyoruz. Kodlama dilindeki gibi hayat 1 veya 0’dan ibaret. 1’den sıfıra ya da 0’dan bire geçerken yaşıyoruz tüm sancılarımızı. Kodların kalbi olmadığı için geçişleri saliselik oluyor. Kalbi olan bizler kalbimiz durana dek deste deste hisler yaşıyoruz. Üzüntümüz ve sevincimiz aslında olağan. Kodlar verilen komutu yerine getiriyor, dayattırılsa da bunu kabul ediyor. Biz mutluyken dayattırılan hüznü, üzgünken dayattırılan sevinci anlık kabul edemiyoruz. Yaşadıklarımızı da idrak etmemiz bu yüzden zorlaşıyor.
insanlar size anlattığı halde “kendimi bu yüzden çok yalnız hissediyorum” gibi serzenişlerde bulunabilirler. Halbuki siz dinliyorsunuz onu, siz yanınızdasınız. O yanında olmasını istediği kişi olmadığı için kendini yalnız hissediyor. Aslında bu paradoksta yalnız olan dinleyici, sizsiniz. Bu sözlerim bir mecnunun ya da bir meftunun pek ilgisini çekmeyebilir. Ben bu ikilemin tam ortasındayım. Keşke hep başkaları için mantıklı konuşup başkalarının yaralarına merhem olmaya çalışsam.
Tek başına sürdürdüğün bir hayatta tek kişilik hazırladığın bir sofrada yemek yerken birden aklına bir şey geliyor. Bırak yemeye devam etmeyi yediği lokmayı yutamıyor insan. Sinirleniyorsun, öfkeleniyorsun, durup sakinleşiyorsun, empati kuruyorsun, anlatıyorsun.. Bazen kendine anlattığını bile anlayamıyorsun. Çünkü zihnin dolu. Geçmişte kalsa bile bunları sen yaşadın. Zihninde başlayıp biten o sahnelerin başrollerinden birisi sensin. Bugün bunu kabul ettin, yarın inkar, diğer gün isyan. Hiç biri neticeyi değiştirmeyecek. Ağla, haykır, bağır, kır, dök.. Zararı da ziyanı da sana.
adam yaşama sevinci içinde
masaya anahtarlarını koydu
bakır kâseye çiçekleri koydu
sütünü yumurtasını koydu
pencereden gelen ışığı koydu
bisiklet sesini çıkrık sesini
ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
adam masaya
aklında olup bitenleri koydu
ne yapmak istiyordu hayatta
işte onu koydu
kimi seviyordu kimi sevmiyordu
adam masaya onları da koydu
üç kere üç dokuz ederdi
adam koydu masaya dokuzu
pencere yanındaydı gökyüzü yanında
uzandı masaya sonsuzu koydu
bir bira içmek istiyordu kaç gündür
masaya biranın dökülüşünü koydu
uykusunu koydu uyanıklığını koydu
tokluğunu açlığını koydu.
masa da masaymış ha
bana mısın demedi bu kadar yüke
bir iki sallandı durdu
adam ha babam koyuyordu
Son gününü nöbet ile bitireceğim yıl. Olumsuzlukları merkeze almak istemiyorum. Çok güzel anılar biriktirdim. Her biri ayrı güzel ve özeldi. Yaşadık ve bitti. Belki son ayları çok sancılı geçti fakat yinede neticede bitti. Umarım yeni yıl tüm insanlık için iyiliğe ve güzelliğe dair şekillenir.
Herkese ve her şeye rağmen evet, bu yılda bitti.
Halihazırda 4. Sezon 10. Bölümdeyim. 3. Sezon bittiğinde biraz ara vermiştim fakat tekrar devam etmeye başladım. Abartıldığı gibi mi? Evet. Gerçekten başarılı mı? Evet. Narcos kadar yüksek tempolu geçmediğinden narcos ile kıyaslayanlara narcos’un bir uyarlama olduğunun ve bu dizinin tamamen kurgu olduğunun altını çizmek istiyorum.
Ha bu arada etkileşim olarak ;
(bkz: better call saul)
(bkz: el camino)
Bir süredir sürekli 04:00 civarlarında uyanıyorum. Son 1 aydır enteresan rüyalar görüyorum. Önemsememeliyim belki fakat uyandıktan sonra hemen geri uyuyamadığım için uykusuz kalıyorum. Uyumadan önce bitki çayları içip uyumanın faydalı olduğunu öğrendim, deneyeceğim.
Yaşadığımız bu gezegenin güneş ekseni etrafında kaç defa döndüğüne, yaşadığımız bu coğrafyanın üstüne güneşin kaç defa doğup battığına dair net bilgilere sahip değilim. Net olan şu; dün son buldu, yarın muamma ve elde avuçta olan sadece bugün.
Bugünün telaşını fizyolojik ihtiyaçlara ve gelir kaynağı sağlamaya yönelik olarak yaşamını sürdüren bireylerin dünyada basın organlarından aldıkları bilgiler haricinde olup bitenleri anlamaya ve muhakeme kurmaya pek takatleri yoktur. Onlar eğitim/öğretim kurumlarının ders sıralarında yarına dair kariyer planlarını yürütme mekanizmasının çarklarında tur çevirmektedirler. Kurulu düzene dair yaşamak zorunda bırakıldılar. Biraz farklı düşünmeleri için inanın vakitleri yok.
Bu düzenin işleyişinde düzenin kurucuları düzene dair ya da aykırı konuşanlara itimat edilmemesi için çaba sarf ederler. Onların iyiliğe güzelliğe dair fikir ve düşünceleri düzen kurucularının, idame ettiricilerin gözünde ihtimal dahilinde olmayan fikir ve düşüncelerdir. Çağdaşlaşma dönüşümünde “meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan” sözü misali gemide seyir halinde olduğunun farkında fakat rotası hakkında pek bir bilgisi yoktur. Dalgalar arasında bir o yana bir bu yana savrulan bu geminin yolcularının arasından bazıları filikalara binip bildikleri rotalara doğru kürek sallamaya devam ederler. Bazıları sırf gemiden kurtulmak için, bazılarıda farklı düşündükleri için.. Bazı filikalar daha geminin silüetini gözlerinden kaybetmemişken batmak zorunda kalırlar. işte burada Titanik’in son sahnesinde Rose’un Jack’i filikaya çekip filmin mutlu bir şekilde bitmesine izin vermeyen senarist gelir akla.
Nasıl derler “Film icabı”.
Bir ırkı, ülkeyi ya da bir topluluğu baz alan belki de bir milletin çıkarlarına yönelik olan hiç bir ideoloji dünyaya bir fayda sağlamaz. Her insan kendinin ve kendinden olanların yaşamının daha güzel olmasını ister. Bunu gerçekleştirirken başkalarından olanların yaşamının sınırlarını zorlayabilir. Tam da bu mahşerin ortasında bir kaos vardır. Sevicileride olur, reddedicileride.
Bankaların ve bunlara bağlı devletlerin idaresindeki sömürü düzeni emeklerini ve iliklerini sömürdüğü, mülkiyetine alamadığına yaşamak hakkı tanımadığı insanların inançlarına pek de bakmıyor. inanın Türk/Kürt/Ermeni/Arap/Rum oluşuna da bakmıyor. Sırf düzene karşı çatlak sesler çıkmasın diye ten renklerini, halkları hatta kadın ve erkekleri birbirlerine düşman ettiriyor.
Eğer bizim gibi düşünmüyor ve onların haktan yana haykırışlarını sırf bizden değil diye duymuyorsak bizim olan bu gezegende işitme yitimizi kaybetmişiz demektir. Adaleti, hakkı ve barışı ancak ve ancak diyalog ile çözebiliriz yoksa müslümanı gayrimüslime, ateisti farisiye ve deisti museviye kırdırarak hiç bir meseleyi çözemeyiz.
Herkese ve her şeye rağmen “Dünyayı güzellik kurtaracak. Bir insanı sevmekle başlayacak her şey.”
“Ve güz geldi Ömür hanım. Dünya aydınlık sabahlarını
yitiriyor usul usul. insanın içini karartan bulutların seferi var
göğün maviliğinde. Yağmur ha yağdı ha yağacak. in-
cecik bir çisenti yokluyor boşluğunu insan yüreğinin.
Hüznün bütün koşulları hazır. Nedenini bilmediğim bir
keder akıyor damarlarımdan. Kalbimin üstünde binlerce
bıçak ağzı... ve yüzüm ömrümün atlası; düzlükleri bunaltı,
yükseklikleri korku, uçurumları yıkıntılarımla dolu bir
engebeler atlası. Yaşamak bir can sıkıntısı mıdır Ömür
hanım?
Her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? Acıyı
görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek
kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan,
umuttan, sevinçten ne anlar? Göğü görmeden, denizi gör-
meden maviyi anlamaya benzemez mi bu? Bir güz dü-
şünün ki Ömür hanım, ilkyazı olmamış, yazı yaşanmamış,
böyle bir güzün hüznü hüzün müdür? Başlamanın bir
anlamı varsa bitişi göze almak, bitişin bir anlamı varsa
başlangıcı olmak değil midir? Yaşamı düz bir çizgide tut-
mak tükenmektir. Yaşamak zorunda olduğumuz şunca yılı
aykırı uçlar arasında gezdirip geçirmedikçe, alışkanlıkların
sınırlarını aşmadıkça zaman zaman, yaşamak nasıl yenilik
olur tükenmek değil de?
Yağmur yağıyor Ömür hanım...gökten değil, yüreğimin
boşluğundan ömrümün ıssız toprağına...Ve ben sonsuz
bir düzlükte bir küçücük, bir silik nokta gibi eriyip gi-
diyorum. Seslensem kim duyar sesimi yalnızlıklar ka-
tından?
Dönelim...Dönmek yenilmektir biraz da, yarım kalmasıdır
çıkışlarımızın, korkaklıktır, alışkanlıkların güvenli küflü
kabuklarına sığınmaktır...Olsun dönelim biz yine de. Bi-
lincinde olmadan üstlendiğimiz sorumluluklarımız var.
Evlere dönelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın
görkemli korunaklarına, yalnızlığımızın kalelerine dö-
nelim. Ölçüsüz yaşamak bize göre değil Ömür hanım.
Büyürken geniş ufuklarımız olmadı bizim. Küçücük
avuçlarımızla sınırlarımızı genişletmek istedikçe yaşamın
binlerce engeli yığıldı önümüze. Hangi birini yenebilirdik
bunca olanaksızlık içinde. Umutsuzluğu tanıdık, yenilgiyi
öğrendik böylece.
Yaşama sevinci adına bir tutamağım kalmadı Ömür hanım.
Bir garip boşlukta çiviliyim günlerdir gözbebeklerimden.
Sahi nedir yaşamın anlamı? Geriye dönüyorum sık sık
yanıt aramak adına, yüreğimin silik izler bırakıp, ağır
yükler aldığı zamanın derin denizlerine. Bakıyorum umut
karamsarlığın, sevinç acının azıcık soluk almasından başka
ne ki? Yaşamsa gerçekle düşün umutsuz bir savaşı, her şeyi
içine alan kocaman bir yanılsama... Değil mi yoksa?
Öyle büyük umutlarım olmadı benim, büyük düşlerim,
özlemlerim, büyük beklentilerim olmadı. Koşullarım beni
oluşturdu ben acılarımı buldum. Herkes gibi yaşasaydım
eğer, yaşamı onlar gibi görebilseydim çarşılar yeterdi
avutmaya beni. Bir gömlek, bir ayakkabı, bir elbise; bir
yemek lokantalarda; televizyon, halı, masa ve daha nice
eşya yeterdi yalnızlığı örtmeye, kendimi göstermeye, va-
rolmaya, 'dar çevre yitikleri'nde önem kazanmaya...
Oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının
eteklerine, yüreği avuçlarımda atan bir can yoldaşıyla
dünyayı ve kendimi tüketmek isterdim. Öyle bir tüketmek
ki, sonucu yepyeni bir "ben"e ulaştırırdı beni, kederli dal-
gınlığımdan her döndüğümde...Bir ben ki tüm ilişkilerin
perde arkasını görür de gülerdim sessizce yapay ya-
kınlıklarına insanların. Kim kimi ne kadar anlayabilir
Ömür hanım?
Susmak yalnızlığın ana dilidir, Ömür hanım, şiiridir, beni
konuşmaya zorlama ne olur. Sözün sularını tükettim ben,
kaynağını kuruttum. Geriye bir büyük sessizlik kaldı yü-
reğimde, kalabalıklar, kalabalıklar kadar büyük...Yalnızım
Ömür hanım, geceler boyu akıp giden ırmaklar gibi ka-
ranlıklar içre, öyle yitik, öyle üzgün, yalnızım...Sularım
toprağa sızıyor bak. Yüzümü geceler örtüyor. Binlerce taş
saklanıyor içimde. Kim kimin derinliğini görebilir, hem
hangi gözle?
Kendilerinin olan tek sözcük yok dillerinde, öyle çok ko-
nuşuyorlar ki...Bir söz insanın neresinden doğar dersiniz?
Dilinden mi, yüreğinden mi, aklından mı? Düşlerinden
mi yoksa gerçeğinden mi? Ve kaç kapıdan geçip yerini
bulur bir başka insanda? Yerini bulur mu gerçekten? Sözü
yasaklamalı Ömür hanım yasaklamalı...Kimsenin kimseyi
anlamadığı bir dünyada söz boşluğu dövmekten başka ne
işe yarıyor ki? Olanağı olsa da insanların yürekleri ko-
nuşabilseydi dilleri yerine, her şey daha yalansız, daha içten
olurdu. Aklı silmeli diyorum insan ilişkilerinden. Yanılıyor
muyum? Olsun. Yanıldığımı biliyorum ya...
Yeni bir şeyler söyle bana ne olur, yeni bir şeyler. Kurşun
aktı kulaklarıma hep aynı sözleri, aynı sesleri duymaktan.
Belirsizlik güzeldir, de örneğin, kesinlik çirkin. Sessizlik
sesten -hele de güncel ve kof- her zaman iyidir; düş gücü,
iç zenginliği verir insana. Dünyanın usul usul ağaran o
puslu sabahları ve günün turuncu tülleriyle örtünen dingin
akşamları bu yüzden etkiler bizi, duygulandırır, de. Anlık
izlenimler sürekli görünümlerden her zaman daha güçlü,
kalıcı ömürlüdür...Alışkanlıklar öldürür güzelliğimizi,
bizi değişmek çirkinleştirir de.
Kimse düşlerine yetişemez ve kimse geçemez gerçeğini bir
adım bile; bu yüzden sıkıntı verir zaman, kısa kalır, sonsuz
olur, insanın küçücük ömrünün karşısında. istemenin kuralı
yoktur, de, açıklaması sınırı suçu yoktur; istemek ya-
şamın kendiliğinden sonucudur, ne haklı ne haksız,
ne yerinde ne yersiz...
Biz hepimiz dikenli tellerle sarılıyız, her ilişkide bir par-
çamız kalır ve bölüne bölüne biteriz de. En büyük hü-
nerimiz kendimize karşı olmak, aykırı yaşamaktır, acı
kaynaklarımızı ellerimizle yaratarak...Kıyılarımız duy-
gularımızın boyunda, derinliğimiz aklımızın ölçüsündedir;
ufuklarımızsa sisler içinde...O kıyısız gökyüzü nasıl sığar
küçücük gözlerimize, bir bardak suya, demirli bir pen-
cereye...Nasıl gizleriz ağız dil vermez bir geceye? Ve nedir
ki gizi, daraldığımız her yerde bir genişlik duygusu verir
içimize. Çözemeyiz, de, bu güdük bilinç, bu sığ yürek,
bu ezbere yaşamla.
Dünya bir testidir, de, Ömür hanım, ömür bir su...Sızar
iğneucu gözeneklerinden zamanın, bir içim serinlik bir
yudum mutluluk için. Ve bir gün ölümün balkonundan...
dökülür toprağa el içi kadar bir su. Yerde birkaç damla
nem, bir avuç ıslaklık...Ölümü bilerek nasıl yaşar insan,
geride dünyanın kalacağını bilerek nasıl ölür; bilmek bütün
acıların anasıdır, de...
Sars aklımın cılız ayaklarını, kuşat beni. Değişik şeyler
söyle ne olur, yeni bir şeyler söyle. Yıldım ömrümün ka-
lıplarından. Beni duy ve anla.
Yağmur dindi Ömür hanım. Gökyüzü masmavi gülümsedi
yine. Doğa aynı oyununu oynuyor bizimle. Umudun
ucunu gösteriyor usulca, iyimserliğin ışığını süzüyor mavi
atlasından. Ne aldanış! Bulutların rengi mavi-beyaz mıdır,
kurşuni-külrengi mi yoksa?
Gökyüzünü öpmek isterdim Ömür hanım, gözlerimle değil
dudaklarımla. Yoruldum bulutları kirpiklerimde taşı-
maktan. Delilik mi dedin? Kim bilir...Belki de yerde sü-
rünmenin bir tepkisidir bu, ya da ne bileyim bilinçsiz bir
aykırı olmak duygusu. Gökyüzü de olmak isteyebilirdim
değil mi? Kim ne diyebilir ki?
Kimseler görmedi Ömür hanım, bu dünyadan ben geçtim.
içimde umudun kırk kilitli sandıkları, elimde bir avuç düş
ölüsü yüreğim -içinde senin ve benim ağırlığım- benim
olmayan bir garip gülümsemeyle yüzümde, incelik adına,
ben geçtim...Yerini bulmamış bir içtenlik, yanılmış bir
saygı ve bir hüzün eğrisi olarak ilişkilerin gergefinde,
ördüm ömrümün dokusunu ilmek ilmek. Beni cam kı-
rıklarıyla anımsasın insanlar, savrulan bir yaprak hüznü
ve dağınıklığı ile... Yükümü yanlış bedestanlara çözdüm.
Ezilmiş bir gül hüznü var yüreğimde. Saatlerce dayak
yemiş bir sanığın çözülmesi içindeyim. Ürperiyorum. Bir
at kestanesi durmadan yaprak döküyor yalnızlığın so-
kaklarında, örtüyor ömrümün ilk yazını. içimde bir çocuk,
yalın ayak koşuyor yaşlılığa doğru, binlerce kez yenilmiş
umut ölülerini çiğneyerek. Sahi yaşlılık, derin bir iç çekiş,
yanılmış bir çocukluk olmasın Ömür hanım?
Bugün nöbetçiyim.
Bu ve bunun gibi filmleri izlememe kararı aldığım halde bir yerde denk geldi. Belkide günlerdir arka plandaki şarkıyı dinlediğimden ilgimi çekti.
Her neyse, çok acı bir sahne idi.