Hep bir yerlere, bir şeylere yetişme telaşındasınız değil mi?
Hiç vaktiniz yok, "Fast live", "Fast food", "Fast music", "Fast love"...
Dikte ettirilen "yükselen değerler", "in" ler, "out" lar...
Buna benzer bir odada, şanslıysanız gökyüzünü görebilen bir pencere ardında bitecek hepsi.
Dostluğu klavyelerinde, yaşamı monitörlerinde arayanlar, Size sesleniyorum!
Hangi tuş daha etkilidir ki sıcacık bir gülüşten ya da hangi program verebilir bir ağaç gölgesinde uyumanın keyfini?
Copy-paste yapabilir misiniz dalgaların sahille buluşmasını?
içinizi ısıtan gün ışığını gönderebilir misiniz maille arkadaşlarınıza?
Sevgiyi tuşlarla mı yazarsınız?
Öpüşmek için hangi tuşlara basmak gerekir?
Ya da geri dönüşüm kutusunda saklanabilir mi kaybolan zaman?
Doğayı bilgisayarlarına döşeyenler, neden görmezsiniz bahçedeki akasyanın tomurcuklandığını?
Ve ıslak toprak kokusu var mıdır dosyalarınız arasında?
Koklamak, duymak, dokunmak, yok mu yaşam skalanızda?
Bilgi toplumu oldunuz da, duygu toplumu olmanıza megabaytlarınız mı yetmiyor?
Hayat ıskalamayı affetmez.
Keşkelerle, tühlerle baş başa kalmadan önce…
Aslında gerçekleri hepimiz biliyoruz. Kodlama dilindeki gibi hayat 1 veya 0’dan ibaret. 1’den sıfıra ya da 0’dan bire geçerken yaşıyoruz tüm sancılarımızı. Kodların kalbi olmadığı için geçişleri saliselik oluyor. Kalbi olan bizler kalbimiz durana dek deste deste hisler yaşıyoruz. Üzüntümüz ve sevincimiz aslında olağan. Kodlar verilen komutu yerine getiriyor, dayattırılsa da bunu kabul ediyor. Biz mutluyken dayattırılan hüznü, üzgünken dayattırılan sevinci anlık kabul edemiyoruz. Yaşadıklarımızı da idrak etmemiz bu yüzden zorlaşıyor.
insanlar size anlattığı halde “kendimi bu yüzden çok yalnız hissediyorum” gibi serzenişlerde bulunabilirler. Halbuki siz dinliyorsunuz onu, siz yanınızdasınız. O yanında olmasını istediği kişi olmadığı için kendini yalnız hissediyor. Aslında bu paradoksta yalnız olan dinleyici, sizsiniz. Bu sözlerim bir mecnunun ya da bir meftunun pek ilgisini çekmeyebilir. Ben bu ikilemin tam ortasındayım. Keşke hep başkaları için mantıklı konuşup başkalarının yaralarına merhem olmaya çalışsam.
Tek başına sürdürdüğün bir hayatta tek kişilik hazırladığın bir sofrada yemek yerken birden aklına bir şey geliyor. Bırak yemeye devam etmeyi yediği lokmayı yutamıyor insan. Sinirleniyorsun, öfkeleniyorsun, durup sakinleşiyorsun, empati kuruyorsun, anlatıyorsun.. Bazen kendine anlattığını bile anlayamıyorsun. Çünkü zihnin dolu. Geçmişte kalsa bile bunları sen yaşadın. Zihninde başlayıp biten o sahnelerin başrollerinden birisi sensin. Bugün bunu kabul ettin, yarın inkar, diğer gün isyan. Hiç biri neticeyi değiştirmeyecek. Ağla, haykır, bağır, kır, dök.. Zararı da ziyanı da sana.
Ne kadar değişirsen değiş nerede mutlu olduysan hep oraya çevirirsin kafanı. Ama yaşamak için içindeki sevgi seni öldürmeden sen onu öldürmek zorundasın, arada kalmak, becerememek pahasına.
Sen bitti diyene dek bu denk gelişler silsilesi hiç bitmez.
Yaşanacak gibi değil. Öylesine ayyuka çıkmış ki her şey. Nefes alacak gibi değil bu dünya. Ne bir sevginin kıymeti var gönüllerde ne de bir masum tebessümün samimiyeti. Bir dünya kurmuşlar ki kendilerine barınmak mümkün değil. Bir yanda sabahlara dek eğlenmeye dem vurup benliğini, kimliğini kaybedenler, diğer yanda hüzün sokağında gözyaşı, mazlumiyet. Ne bir bank taşıyabiliyor iki masum sevgi dolu kalbi, ne de bir sokak lambasının dinlemeye tahammülü var kalbi ve kanadı kırık birini. Biraz olsun, biraz olsun nefes almaya çalışan bir kaç kişinin çırpınışlarını duyuyor bir kaç kişi, diğer yanda sahte mutluluk dilekleri ve sahte samimiyetler. Ne çok şey istiyormuşuz yahu biz. Ne bitmez tükenmez isteklerimiz varmış. Duymuyor mu kimse kimseyi? Biraz oturun, soluklanın. Kime kalmış bu tabiat? Bir tek ben mi ayrılacağım bu dünyadan? Ne oldu sizlere? Hepiniz üzgündünüz, hepiniz mahsun, kederli. Şimdi ne oldu? Kim sizi kandırıyor? Biraz soluklanın ne olur. Bakın yine belediye bir anons veriyor öğle vaktinden hemen sonra diye. Ne söyleceğimde siz bana inanacaksınız. inanmayı bırakında siz beni nasıl duyacaksınız? Benim sesim nasıl bu kendinizi kaybettiğiniz sesleri bastıracak? Bırakın şu telefonları elinizden. Yemin ederim güneş aynı güneş. Sizlere samimiyetle söylüyorum aynı gökyüzü aynı, bıraktığınız gibi. Kulaklığınız takılı iken gözlerinizi kapatıp dinlediğiniz bir kaç duygusal müzik mi telefonlarınızın ekranlarını kapatmaya sebep? Ağlamayın. Kandırıyorlar sizi. Ağlamayın çünkü biraz sonra geçecek. Duygu selinizde boğulmayın diye bir kaç keyifli video, eğlenceli mekan ve anlamsız melodiler silsilesi sarılacak sizlere. Üzülmeyin a dostlar nasılsa geçecek. Şimdi biraz oturun, biraz soluklanın.
adam yaşama sevinci içinde
masaya anahtarlarını koydu
bakır kâseye çiçekleri koydu
sütünü yumurtasını koydu
pencereden gelen ışığı koydu
bisiklet sesini çıkrık sesini
ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
adam masaya
aklında olup bitenleri koydu
ne yapmak istiyordu hayatta
işte onu koydu
kimi seviyordu kimi sevmiyordu
adam masaya onları da koydu
üç kere üç dokuz ederdi
adam koydu masaya dokuzu
pencere yanındaydı gökyüzü yanında
uzandı masaya sonsuzu koydu
bir bira içmek istiyordu kaç gündür
masaya biranın dökülüşünü koydu
uykusunu koydu uyanıklığını koydu
tokluğunu açlığını koydu.
masa da masaymış ha
bana mısın demedi bu kadar yüke
bir iki sallandı durdu
adam ha babam koyuyordu
Son gününü nöbet ile bitireceğim yıl. Olumsuzlukları merkeze almak istemiyorum. Çok güzel anılar biriktirdim. Her biri ayrı güzel ve özeldi. Yaşadık ve bitti. Belki son ayları çok sancılı geçti fakat yinede neticede bitti. Umarım yeni yıl tüm insanlık için iyiliğe ve güzelliğe dair şekillenir.
Herkese ve her şeye rağmen evet, bu yılda bitti.
Halihazırda 4. Sezon 10. Bölümdeyim. 3. Sezon bittiğinde biraz ara vermiştim fakat tekrar devam etmeye başladım. Abartıldığı gibi mi? Evet. Gerçekten başarılı mı? Evet. Narcos kadar yüksek tempolu geçmediğinden narcos ile kıyaslayanlara narcos’un bir uyarlama olduğunun ve bu dizinin tamamen kurgu olduğunun altını çizmek istiyorum.
Ha bu arada etkileşim olarak ;
(bkz: better call saul)
(bkz: el camino)
Bir süredir sürekli 04:00 civarlarında uyanıyorum. Son 1 aydır enteresan rüyalar görüyorum. Önemsememeliyim belki fakat uyandıktan sonra hemen geri uyuyamadığım için uykusuz kalıyorum. Uyumadan önce bitki çayları içip uyumanın faydalı olduğunu öğrendim, deneyeceğim.
Yaşadığımız bu gezegenin güneş ekseni etrafında kaç defa döndüğüne, yaşadığımız bu coğrafyanın üstüne güneşin kaç defa doğup battığına dair net bilgilere sahip değilim. Net olan şu; dün son buldu, yarın muamma ve elde avuçta olan sadece bugün.
Bugünün telaşını fizyolojik ihtiyaçlara ve gelir kaynağı sağlamaya yönelik olarak yaşamını sürdüren bireylerin dünyada basın organlarından aldıkları bilgiler haricinde olup bitenleri anlamaya ve muhakeme kurmaya pek takatleri yoktur. Onlar eğitim/öğretim kurumlarının ders sıralarında yarına dair kariyer planlarını yürütme mekanizmasının çarklarında tur çevirmektedirler. Kurulu düzene dair yaşamak zorunda bırakıldılar. Biraz farklı düşünmeleri için inanın vakitleri yok.
Bu düzenin işleyişinde düzenin kurucuları düzene dair ya da aykırı konuşanlara itimat edilmemesi için çaba sarf ederler. Onların iyiliğe güzelliğe dair fikir ve düşünceleri düzen kurucularının, idame ettiricilerin gözünde ihtimal dahilinde olmayan fikir ve düşüncelerdir. Çağdaşlaşma dönüşümünde “meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan” sözü misali gemide seyir halinde olduğunun farkında fakat rotası hakkında pek bir bilgisi yoktur. Dalgalar arasında bir o yana bir bu yana savrulan bu geminin yolcularının arasından bazıları filikalara binip bildikleri rotalara doğru kürek sallamaya devam ederler. Bazıları sırf gemiden kurtulmak için, bazılarıda farklı düşündükleri için.. Bazı filikalar daha geminin silüetini gözlerinden kaybetmemişken batmak zorunda kalırlar. işte burada Titanik’in son sahnesinde Rose’un Jack’i filikaya çekip filmin mutlu bir şekilde bitmesine izin vermeyen senarist gelir akla.
Nasıl derler “Film icabı”.
Bir ırkı, ülkeyi ya da bir topluluğu baz alan belki de bir milletin çıkarlarına yönelik olan hiç bir ideoloji dünyaya bir fayda sağlamaz. Her insan kendinin ve kendinden olanların yaşamının daha güzel olmasını ister. Bunu gerçekleştirirken başkalarından olanların yaşamının sınırlarını zorlayabilir. Tam da bu mahşerin ortasında bir kaos vardır. Sevicileride olur, reddedicileride.
Bankaların ve bunlara bağlı devletlerin idaresindeki sömürü düzeni emeklerini ve iliklerini sömürdüğü, mülkiyetine alamadığına yaşamak hakkı tanımadığı insanların inançlarına pek de bakmıyor. inanın Türk/Kürt/Ermeni/Arap/Rum oluşuna da bakmıyor. Sırf düzene karşı çatlak sesler çıkmasın diye ten renklerini, halkları hatta kadın ve erkekleri birbirlerine düşman ettiriyor.
Eğer bizim gibi düşünmüyor ve onların haktan yana haykırışlarını sırf bizden değil diye duymuyorsak bizim olan bu gezegende işitme yitimizi kaybetmişiz demektir. Adaleti, hakkı ve barışı ancak ve ancak diyalog ile çözebiliriz yoksa müslümanı gayrimüslime, ateisti farisiye ve deisti museviye kırdırarak hiç bir meseleyi çözemeyiz.
Herkese ve her şeye rağmen “Dünyayı güzellik kurtaracak. Bir insanı sevmekle başlayacak her şey.”
“Ve güz geldi Ömür hanım. Dünya aydınlık sabahlarını
yitiriyor usul usul. insanın içini karartan bulutların seferi var
göğün maviliğinde. Yağmur ha yağdı ha yağacak. in-
cecik bir çisenti yokluyor boşluğunu insan yüreğinin.
Hüznün bütün koşulları hazır. Nedenini bilmediğim bir
keder akıyor damarlarımdan. Kalbimin üstünde binlerce
bıçak ağzı... ve yüzüm ömrümün atlası; düzlükleri bunaltı,
yükseklikleri korku, uçurumları yıkıntılarımla dolu bir
engebeler atlası. Yaşamak bir can sıkıntısı mıdır Ömür
hanım?
Her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? Acıyı
görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek
kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan,
umuttan, sevinçten ne anlar? Göğü görmeden, denizi gör-
meden maviyi anlamaya benzemez mi bu? Bir güz dü-
şünün ki Ömür hanım, ilkyazı olmamış, yazı yaşanmamış,
böyle bir güzün hüznü hüzün müdür? Başlamanın bir
anlamı varsa bitişi göze almak, bitişin bir anlamı varsa
başlangıcı olmak değil midir? Yaşamı düz bir çizgide tut-
mak tükenmektir. Yaşamak zorunda olduğumuz şunca yılı
aykırı uçlar arasında gezdirip geçirmedikçe, alışkanlıkların
sınırlarını aşmadıkça zaman zaman, yaşamak nasıl yenilik
olur tükenmek değil de?
Yağmur yağıyor Ömür hanım...gökten değil, yüreğimin
boşluğundan ömrümün ıssız toprağına...Ve ben sonsuz
bir düzlükte bir küçücük, bir silik nokta gibi eriyip gi-
diyorum. Seslensem kim duyar sesimi yalnızlıklar ka-
tından?
Dönelim...Dönmek yenilmektir biraz da, yarım kalmasıdır
çıkışlarımızın, korkaklıktır, alışkanlıkların güvenli küflü
kabuklarına sığınmaktır...Olsun dönelim biz yine de. Bi-
lincinde olmadan üstlendiğimiz sorumluluklarımız var.
Evlere dönelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın
görkemli korunaklarına, yalnızlığımızın kalelerine dö-
nelim. Ölçüsüz yaşamak bize göre değil Ömür hanım.
Büyürken geniş ufuklarımız olmadı bizim. Küçücük
avuçlarımızla sınırlarımızı genişletmek istedikçe yaşamın
binlerce engeli yığıldı önümüze. Hangi birini yenebilirdik
bunca olanaksızlık içinde. Umutsuzluğu tanıdık, yenilgiyi
öğrendik böylece.
Yaşama sevinci adına bir tutamağım kalmadı Ömür hanım.
Bir garip boşlukta çiviliyim günlerdir gözbebeklerimden.
Sahi nedir yaşamın anlamı? Geriye dönüyorum sık sık
yanıt aramak adına, yüreğimin silik izler bırakıp, ağır
yükler aldığı zamanın derin denizlerine. Bakıyorum umut
karamsarlığın, sevinç acının azıcık soluk almasından başka
ne ki? Yaşamsa gerçekle düşün umutsuz bir savaşı, her şeyi
içine alan kocaman bir yanılsama... Değil mi yoksa?
Öyle büyük umutlarım olmadı benim, büyük düşlerim,
özlemlerim, büyük beklentilerim olmadı. Koşullarım beni
oluşturdu ben acılarımı buldum. Herkes gibi yaşasaydım
eğer, yaşamı onlar gibi görebilseydim çarşılar yeterdi
avutmaya beni. Bir gömlek, bir ayakkabı, bir elbise; bir
yemek lokantalarda; televizyon, halı, masa ve daha nice
eşya yeterdi yalnızlığı örtmeye, kendimi göstermeye, va-
rolmaya, 'dar çevre yitikleri'nde önem kazanmaya...
Oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının
eteklerine, yüreği avuçlarımda atan bir can yoldaşıyla
dünyayı ve kendimi tüketmek isterdim. Öyle bir tüketmek
ki, sonucu yepyeni bir "ben"e ulaştırırdı beni, kederli dal-
gınlığımdan her döndüğümde...Bir ben ki tüm ilişkilerin
perde arkasını görür de gülerdim sessizce yapay ya-
kınlıklarına insanların. Kim kimi ne kadar anlayabilir
Ömür hanım?
Susmak yalnızlığın ana dilidir, Ömür hanım, şiiridir, beni
konuşmaya zorlama ne olur. Sözün sularını tükettim ben,
kaynağını kuruttum. Geriye bir büyük sessizlik kaldı yü-
reğimde, kalabalıklar, kalabalıklar kadar büyük...Yalnızım
Ömür hanım, geceler boyu akıp giden ırmaklar gibi ka-
ranlıklar içre, öyle yitik, öyle üzgün, yalnızım...Sularım
toprağa sızıyor bak. Yüzümü geceler örtüyor. Binlerce taş
saklanıyor içimde. Kim kimin derinliğini görebilir, hem
hangi gözle?
Kendilerinin olan tek sözcük yok dillerinde, öyle çok ko-
nuşuyorlar ki...Bir söz insanın neresinden doğar dersiniz?
Dilinden mi, yüreğinden mi, aklından mı? Düşlerinden
mi yoksa gerçeğinden mi? Ve kaç kapıdan geçip yerini
bulur bir başka insanda? Yerini bulur mu gerçekten? Sözü
yasaklamalı Ömür hanım yasaklamalı...Kimsenin kimseyi
anlamadığı bir dünyada söz boşluğu dövmekten başka ne
işe yarıyor ki? Olanağı olsa da insanların yürekleri ko-
nuşabilseydi dilleri yerine, her şey daha yalansız, daha içten
olurdu. Aklı silmeli diyorum insan ilişkilerinden. Yanılıyor
muyum? Olsun. Yanıldığımı biliyorum ya...
Yeni bir şeyler söyle bana ne olur, yeni bir şeyler. Kurşun
aktı kulaklarıma hep aynı sözleri, aynı sesleri duymaktan.
Belirsizlik güzeldir, de örneğin, kesinlik çirkin. Sessizlik
sesten -hele de güncel ve kof- her zaman iyidir; düş gücü,
iç zenginliği verir insana. Dünyanın usul usul ağaran o
puslu sabahları ve günün turuncu tülleriyle örtünen dingin
akşamları bu yüzden etkiler bizi, duygulandırır, de. Anlık
izlenimler sürekli görünümlerden her zaman daha güçlü,
kalıcı ömürlüdür...Alışkanlıklar öldürür güzelliğimizi,
bizi değişmek çirkinleştirir de.
Kimse düşlerine yetişemez ve kimse geçemez gerçeğini bir
adım bile; bu yüzden sıkıntı verir zaman, kısa kalır, sonsuz
olur, insanın küçücük ömrünün karşısında. istemenin kuralı
yoktur, de, açıklaması sınırı suçu yoktur; istemek ya-
şamın kendiliğinden sonucudur, ne haklı ne haksız,
ne yerinde ne yersiz...
Biz hepimiz dikenli tellerle sarılıyız, her ilişkide bir par-
çamız kalır ve bölüne bölüne biteriz de. En büyük hü-
nerimiz kendimize karşı olmak, aykırı yaşamaktır, acı
kaynaklarımızı ellerimizle yaratarak...Kıyılarımız duy-
gularımızın boyunda, derinliğimiz aklımızın ölçüsündedir;
ufuklarımızsa sisler içinde...O kıyısız gökyüzü nasıl sığar
küçücük gözlerimize, bir bardak suya, demirli bir pen-
cereye...Nasıl gizleriz ağız dil vermez bir geceye? Ve nedir
ki gizi, daraldığımız her yerde bir genişlik duygusu verir
içimize. Çözemeyiz, de, bu güdük bilinç, bu sığ yürek,
bu ezbere yaşamla.
Dünya bir testidir, de, Ömür hanım, ömür bir su...Sızar
iğneucu gözeneklerinden zamanın, bir içim serinlik bir
yudum mutluluk için. Ve bir gün ölümün balkonundan...
dökülür toprağa el içi kadar bir su. Yerde birkaç damla
nem, bir avuç ıslaklık...Ölümü bilerek nasıl yaşar insan,
geride dünyanın kalacağını bilerek nasıl ölür; bilmek bütün
acıların anasıdır, de...
Sars aklımın cılız ayaklarını, kuşat beni. Değişik şeyler
söyle ne olur, yeni bir şeyler söyle. Yıldım ömrümün ka-
lıplarından. Beni duy ve anla.
Yağmur dindi Ömür hanım. Gökyüzü masmavi gülümsedi
yine. Doğa aynı oyununu oynuyor bizimle. Umudun
ucunu gösteriyor usulca, iyimserliğin ışığını süzüyor mavi
atlasından. Ne aldanış! Bulutların rengi mavi-beyaz mıdır,
kurşuni-külrengi mi yoksa?
Gökyüzünü öpmek isterdim Ömür hanım, gözlerimle değil
dudaklarımla. Yoruldum bulutları kirpiklerimde taşı-
maktan. Delilik mi dedin? Kim bilir...Belki de yerde sü-
rünmenin bir tepkisidir bu, ya da ne bileyim bilinçsiz bir
aykırı olmak duygusu. Gökyüzü de olmak isteyebilirdim
değil mi? Kim ne diyebilir ki?
Kimseler görmedi Ömür hanım, bu dünyadan ben geçtim.
içimde umudun kırk kilitli sandıkları, elimde bir avuç düş
ölüsü yüreğim -içinde senin ve benim ağırlığım- benim
olmayan bir garip gülümsemeyle yüzümde, incelik adına,
ben geçtim...Yerini bulmamış bir içtenlik, yanılmış bir
saygı ve bir hüzün eğrisi olarak ilişkilerin gergefinde,
ördüm ömrümün dokusunu ilmek ilmek. Beni cam kı-
rıklarıyla anımsasın insanlar, savrulan bir yaprak hüznü
ve dağınıklığı ile... Yükümü yanlış bedestanlara çözdüm.
Ezilmiş bir gül hüznü var yüreğimde. Saatlerce dayak
yemiş bir sanığın çözülmesi içindeyim. Ürperiyorum. Bir
at kestanesi durmadan yaprak döküyor yalnızlığın so-
kaklarında, örtüyor ömrümün ilk yazını. içimde bir çocuk,
yalın ayak koşuyor yaşlılığa doğru, binlerce kez yenilmiş
umut ölülerini çiğneyerek. Sahi yaşlılık, derin bir iç çekiş,
yanılmış bir çocukluk olmasın Ömür hanım?
Bugün nöbetçiyim.
Bu ve bunun gibi filmleri izlememe kararı aldığım halde bir yerde denk geldi. Belkide günlerdir arka plandaki şarkıyı dinlediğimden ilgimi çekti.
Her neyse, çok acı bir sahne idi.
Güne gece derin düşünceler ile kapadığı gözlerini daha yeni yeni açmaya çalışarak başlayan, besi hayvanlarını otlatmak için çıktığı dağlarda azığından bir kaç parça koparak devam eden ve hala dün geceden uyanık olup uykuyu mecnun gibi arayan tüm insanlara kucak dolusu günaydın.
Kötü ve zalimlere tez zamanda akıl, fikir.
Aklı olan fakat merhamete dair içinde bir duygu barındırmayan telefonumun mesaj kutusunun geçmişini biraz kontrol ettim. Ne çok tebrik mesajı var. Bayram tebriği, kandil tebriği, gün tebriği.. Bu insanlar hassasiyet gösterip belki toplu belki de özel olarak bu mesajları benim ile paylaşmış. Sonra o mesajları gönderenleri ne kadar tanıdığımı düşündüm. Yine dayanamadım, şunları ekledi fikirlerim yüreğime; Keşke bu hassasiyeti bir mağdurun sesi olmak için, haksızlığa karşı demir yumruk olabilmek için, baskı için, tahakküm için ve birazda zalimlerin karşısında durabilmek için gösterebilseydik. Yine de günleri kutlu/mübarek olsun. Hepsine selamlar.
iyi insan ne yapar? iyi insan bağırmayan herkesi dinler, en güzeline tabii olur. Öyle sudan sebeplere sabun gibi köpürmez. En azından kendi çevresinde becerebildiği, başarabildiği kadar adaletin tesisi için çaba sarf eder. Hiç bir inancını dayatmaz, zorbalık yapmaz. Gerekirse teklif/tebliğ eder. Hakkından fazlasını isteme gayretinde olan insan sayısının çok olduğunu bilsede yine de hakkını arayan insan topluluğunun her daim var olduğunu unutmaz. iyi insandır, kaybetmemeye gayret edelim.
Hangi hede ile uyanıyoruz? Güneş doğduktan batana dek verdiğimiz gayret niçin? iyilik/güzellik adına ne yaptık, ne yapacağız? Herkesten daha çok düşündüğünü sanan düşünceli insanlar neyi değiştiriyor? Servetini servis edenler, menfaat kavgası ile ünlenenler, para alıp para satanlar, koltuk yarışında boy gösterenler, şıkır şıkır konuşup patır kütür zulmedenler ve o batılı güzel sesle anlatanlar hayatlarını kaybetmekten yoksunlar mı? Vicdana merhamete dair olan bir sözü dinlemeye hiç mi tahammülleri yok?
işte şimdi böyle düşünen kalbi ve kanadı kırıklar aşkını ortaya koyarlar ve kaybederler. Yüreğini ortaya koyarlar kaybederler. iki kişiden biri kaybedecekse kazanmaktan imtina eder yine kaybederler. Zalim ile tabağını paylaşmaz, zulme ortak olmazlar. Köşelerde hüznünü kusarlar. Soteliklerde gözyaşları dökerler. imkanı olan bazı kanadı kırıklar dalgaların kıyısındaki banklarında ufukları seyrederler. imkanı olan bazı kanadı kırıklarda bozkırın uçlarında batan güneşin kızıllığına meftun olurlar. Yine de bu kalbi ve kanadı kırık bazı insanlar iyi dileklerini kimseden eksik etmezler.
Herkese ve her şeye rağmen “Dünyayı güzellik kurtaracak. Bir insanı sevmekle başlayacak her şey.”
Ben bu yazıyı içinde olduğum durumsal farkındalıktan değil, öylesine yazdım.
Bir kaç metre ötemizdekileri tanımıyoruz. Yâd edip durduğumuz o mahallemiz artık yok. Apartmanların çok ince düşünülmüş havalandırma boşlukları var. Duvarlarımızıda ince düşünmüşler. Kirişler, kolonlar ince. Sahi bizim için ne çok ince düşünenler var, sağolsunlar.
O eski geniş aileler çekirdeklere indirgendi. Herkese yaşamında bireyselliği ön planda tutması öğretildi. Özgür olmamız için çaba sarf edildi. Her alanda dile getirildi. Evet, özgürleştik. Neyi nerede yanlış yaptıkta bu özgürleşme sürecinde bu kadar yalnız kaldık? Nasıl bu kadar yalnızlaştık?
Toprağa bağımlı canlılarız. Tüketen ve tüketilen formlarımızda kim toprağı ne zaman ekeceğimizi, hasat edeceğimizi, tohumlarımızı nasıl saklayacağımızı kim biliyor? Bunu bilip bilmemeyi bize kim tercih ettiriyor? Kim bu yerleşik hayatın topraktan bağımsız olduğunu güzellemeyle anlatmaya çalışıyor? Kim bunlar?
Muhatabımız yok. Sinyal sesinden sonra mesaj bırakmamızı istiyorlar. Samimiyetimizi en samimi sözler ile söküp almaya çalışıyorlar. Acımızı bile paylaşamıyoruz. Dokunsalar ağlayacağız. Dokunsalar belki de konuşacağız. Hayat hep başkaları için. Hüzünlü bireyler işverenler için işgücünde kaliteyi düşürüyor. Acısını realist ya da ironik anlatsın hiç fark etmez. Biz “o bu şu” diyerek bişeyleri bile anlatmaya çekiniyoruz.
Hür irademizi en hür şekilde kullanabildiğimiz anlarda öyle hüzünlü müzikler dinliyoruz ki acımız en acı hayat hikayelerinden bile daha acı. Sonra bir kaç kişi çıkıyor. Sanki aynaya bakıyormuş gibi hissediyorsunuz. Nefesiniz yettikçe anlatıyorsunuz. Anlayanlarda oluyor, anlarmış gibi yapanlarda. Sonra saat gece yarısını geçiyor. Tavan, avize ve belki şanslıysanız sokak lambasının pencerenizden içeri vuran ışığı. Size bu ortamda düşünmek kalıyor. Bir şeyleri değiştirmek sokak lambalarını aydınlatanların elinde.
ince giysilerin, dolu sokakların, deniz/kum/güneş üçlüsünün yerini kazaklara, hırkalara hatta montlara bıraktığı bu serin hava koşullarından herkese kucak dolusu merhaba.
Kötü ve zalimlere tez zamanda akıl, fikir.
insan, hayvan veyahut tüm canlılar hayatlarını en iyi şekilde ikame ettirme peşindedirler. Hiçbir insan bile isteye hakkının gasp edilmesini istemez. Mühim olan bu olumsuzluktan rahatsız olan bireyin başkalarınında aynı olumsuz durum ile karşılaşmasına karşı çıkabilmektir. Adaleti ayakta tutmak güçtür. Hele ki siz adaletsizliği size hak görülen bir toplumda yaşıyorsanız çok daha güçtür.
Sınırları içinde bankaların yüzde bilmem kaç küsür kâr elde ettiği ülkelerde ezan dinmeyip, bayrağında inmemesi normaldir. israil ile imzalar atılır. Filistin için dualar okunur, yardımlar toplanır. Öte yandan hak ve özgürlük arayışında koltuk paydaşlarının rahatsızlık duyduğu pek bir husus yoktur. Sonuçta gökleri delen bina inşaatları devam ediyor, ana haber bültenleri “ana haber”lerden bir haber yaşıyor, toprak ile beton birbirine dayatılmaya devam ediyordur. Sıkıntı; bunca özgürlüğe rağmen aradan tek tük çıkan çatlak seslerdir. Olsun, arada olur böyle şeyler.
Bu tip özgür ülkelerde merak size izin verildiği kadar araştırırsınız fakat her öğrendiğinizi dile getirirseniz meçhule doğru yol almaya başlarsınız. Neticede sizi fizyolojik özellikleri aynı olduğu halde bir takım güçlü insanlar bulurlar. Özgürlük arayışında sizi arayışınızın öncesine dönmek istercesine yorarlar. Erzurum, Ağrı, Kars, Van gibi şehirler iklimi gereği soğuk olmasına rağmen size Silivri muhitlerinin soğuğundan bahsederler. Evet, trakya muhitleride soğuk olur. imkanı olan paltosunu kalın giysin.
Vergi usülünde tek bir usülsüzlük göstermeyip vatanına, milletine faydalı bazı şirketler ülkenin tüm zenginliklerinin üstünü beyaz bir örtü ile örtmüşlerdir. Zor günlerimizin kurtarıcısı bankalar yemek masalarımızın tuzluğuna, şekerliğine kadar ortaktır. Para ile para alıp para ile para satanlar para içinde yüzerken emekçiler emekli kuyruğunda “acaba diğer bankada ne kadar promosyon alabilirim” düşüncesindedirler. Bazı siyah paltolu bıyıklı ağabeyler komünizm tehlikesine karşı tetiktedirler. Bir komünistin doğru yolu göstermediğine dair şüphelerim çok az fakat bir kapitalistin asla. Ama neticede kapitalizmin artık alnı secdeden kalkmıyor. O hep doğru, yaşasın kapitalizm.
insanlara din dayatmak, kimlik dayatmak, insanları tektipleştirmeye çalışmak, yurtlarından çıkarmak, kültürlerini yok etmek, tarihlerini yok saymak zorbalıktır. Evde anlatılanları, okulda öğretilenleri, ekranda gösterilenleri, resmi açıklamaları hakikat sananların günün birinde karşılarına çıkan gerçekleri kabul etmeleri kolay olmayacaktır. Devletini, tarihini, kavmini kutsayanların kıstasları haktan ve adaletten yana olmanın çok uzağındadır.
Dili, dini ve rengi ne olursa olsun hak ve adaletten yana konuşan insanların bir araya gelmesi lazım. Belki aynı masada çay içmesi, aynı tavaya ekmek banması, aynı kadrajlara dalması gerekir. Bu insanlar bir gün birbirine ulaşacak, sulhu tüm dünyaya yayacaklar. Ve o gün geldiğinde şu sözleri tekrarlayacağım;
“Dünyayı güzellik kurtaracak. Bir insanı sevmekle başlayacak her şey.”
Bu, yürekten beyne sızan acının ta kendisidir. işte burada insan gerçekleşmeyeceğinide bilse son ana kadar umut etmeye devam eder. Bir ilkbahar güneşi gibi…
Güne hala pazar sefası yaparak sıcak yatağında mışıl mışıl uyuyan, pazar nöbetine çoktan başlamış rutin temposu ile çalışan, iki durumada mensup olmayıp erkenden kalkmış elinde kupasındaki çayı ile dışarıyı seyreden insanlara ve herkese kucak dolusu iyi dilekler.
Kötü ve zalimlere de tez zamanda akıl, fikir.
Bejan Matur diyor ki “hangi insanın derinine biraz inseniz ortak bir dert karşılıyor sizi, anlaşılma isteği”. Anlaşılacağını ya da anlaşılmayacağına emin olsa dahi insan istiyor. Kimileri anlatarak kimileri de susarak anlaşılmak istiyor. Bir de bu olayın “suskunluğum asaletimdendir, her lafa verecek bir cevabım vardır” yönü var. Mevlana güzel söylemiş fakat bu devirde bir korona geldi soluğumuzu kesti. Şimdi birileride sesimizi kesiyor. Zorbalık ile, baskı ile, tahakküm ile…
Gözlemciliğim baş gösterdiğinde kafamı kaldırıp görebildiğim en son noktaya kadar coğrafyayı izliyorum. Çocuklara haftanın bir günü olsun şu dağları/tepeleri karış karış gezdirseler. Bir sebze yetiştirmeyi, bir balık tutmayı, atalarımızın kuş uçmaz kervan geçmez yerlere yaptıkları su yalaklarını görüp “neden?” diye düşünseler. Sonra öğretmenleri çıkıp “yaban hayvanları da bir yudum su içsin diye” cevaplasa. Beton yığınlarının arasında ilim öğrenmeye çabalayan bu çocuklara birazda yaşamın tam ortasından bir şeyler öğretseler keşke. Umarım hepsi yaşadığı topluma faydalı bireyler olurlar.
işte tam burada sistemin istediği gibi anlamayı öğrenen insan anlaşılmaya aç bir şekilde yaşamını sürdürüyor. Aradan sıyrılıp giden filizleri de diğer fidanlara zarar vermesin diye kesip koparıyorlar. Ben biliyorum. Ortadoğuda da , avrupada da bunun gibi nice düşüncelere dalıp giden insanlar var. iyilerin azınlık hissettiği günümüzde yeni bir dünya için çaba sarf edenler azınlıktan ziyade kendilerini yalnız hissediyorlardır diye düşünüyorum. Hepsini en samimi duygularımla selamlıyorum.
Herkese ve her şeye rağmen;”Dünyayı güzellik kurtaracak. Bir insanı sevmekle başlayacak her şey.”
bir atın susuzluğunu giderdiği yerden su iç; at hiçbir zaman kötü su içmez. kedinin yattığı yerde uyu, kurdun değdiği elmayı ye.
sivrisineklerin yerleştiği mantarları korkusuzca topla. köstebeklerin kazdığı yere ağaç dik. yılanın ısınmaya durduğu yere ev yap. sıcak günlerde kuşların yuva yaptığı yere kuyu kaz.
horozlarla beraber uyu ve uyan ki, tüm gün için en sarı mısırlara ulaşabilesin. daha çok yeşillik ye ki bir hayvandaki gibi güçlü bacaklara ve dayanıklı bir kalbe sahip olabilesin.
daha çok yüzmeye git ki dünyada kendini bir balığın kendini denizde hissettiği gibi hissedebilesin. daha sık gökyüzüne bak, daha az ayaklara, böylece düşüncelerin daha net ve hafif olacaktır.
konuşmak yerine, daha çok sessiz kal; böylelikle ruhun sakinliğe ve huzura erebilecek.
arkamda yürüme, ben öncün olmayabilirim. önümde yürüme, takipçin olmayabilirim. sana uymayabilirim. yanımda yürü ki böylece seni görebileyim, böylece ikimiz eşit oluruz.