en çok da son kıtasıyla beni benden alan edip cansever şiiri.
"görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle
sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil
bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk
birleşiyoruz sessizce."
"boks"la alakalı bir filmi böylesine severek izleyeceğim aklıma gelmezdi. bir ara gaza gelip hadi vur, bi tane daha çak falan derken buldum kendimi hatta. çok ama çok etkileyici film. kusursuz diyebilirim. özellikler geçişler harika.
son cümlesiyle beni gafil avlayan kitap. evet müthiş tespitler hep vardı. hep orjinal, aykırı ve hep haklıydı bizim kahramanımız holden. ama bu kadar da harika bir son cümle yazılmaz ki:
"don't ever tell anybody anything. if you do, you start missing everybody."
"ve yeni uyanışların ve yeni doğmuşların
ve herkesin ve herkesin
sesleriyle birlikte
bir haziran uygulayacak
kimse bölemiyecek ve kalbimiz
hızla gelişecek."
lise hazırlıkta okuduğum, felsefeye dair attığım ilk adım ve bana felsefeyi sevdiren kitap. etkileyici bir çok cümlesinden aklımda kalan yeganesi ise kitaptaki bölümlerden birinin başında yazan:
"alev alev yanan bir güneşin etrafında dönmekten yorulmuş bir gezegen gibi..."
fenomen denebilecek bir facebook sayfası. severek takip ediyordum yakın zamana kadar. de bağlacını ayrı yazdıkları paylaşımlardan birine gayet kibar bir dille yaptığım yorum üzerine sayfa erişimimi engellemişler. evet çok mantıklı bir çözüm gerçekten. felsefe kulübü'yle aynı köydenmiş. al birini vur ötekine.
bilgelikle yaşama sanatı diye bir kitap yazmış. facebook'taki bir çok sayfa kendisinin reklamını yapıp duruyor. yalnız kendisini uyarmak lazım bu reklamlar bünyelerde ters tepkiye sebep olabilir. kitabı okuyacaksam da okumayasım geldi bu kadar reklamdan sonra.
aynı kitabın reklamını günde 1672 kere yapıp gına getirdikleri yetmezmiş gibi paylaşımın altına bu durumla ilgili uygun dille yorum yazınca yorumu silip üstüne üstlük sayfa erişimini engelliyorlar. başlıkta benzer olay yaşayan başkalarını da görünce daha da iyi idrak ettim olayı. bayrağını tuttuğu şeyle bu kadar zıt tutum sergilemesi gerçekten ironik bir durum olmuş. 2 milyona yakın takipçisi var ona yanarım.
sadece sağ(l)aklara göre üretildiği için kullanamadıkları eşyaları sıralayacak olursak: , mouse, cezve, meyve bıçağı, makas ve tabii ki en kötüsü ve belki de hayatı en çok etkileyeni kolçaklı sandalye. solak kolçaklı sandalyeler de var evet sayısı çok az ve bul bulabilirsen. 4 yıl boyunca o kolçaklı sandalyelerde derse girdim, not almaya çalıştım, daha da kötüsü saatlerce süren sınavlara girdim. olacak şey değil. mutlaka bir çözüm bulunmalı.
üstüne kaç kitap daha okuduğumda bile sık sık aklıma düşmüş olan, okurken ve sonrasında beni hayata karşı yabancılaştıran kitap. vermek istediği mesajı bu kadar iyi yansıtabilen bir kitap, şüphesiz ki bir şaheserdir. içimi en çok acıtan ayrıntı ise:
annesinin ölümü üzerine patronundan izin almaya gittiğinde patronuyla geçen konuşmada patronun "annen mi öldü" demesi üzerine, "benim kabahatim değil" demesidir. bu küçük ayrıntı bana 'yabancı'laşmasının sebebinin belki de temelde suçluluk duygusuna dayandığını düşündürmüştür.
codayi-i nadir ez simin gibi etkileyici başka bir asghar farhadi filmi. yalan olgusu açıktan açığa ve kader olgusu da alttan alta işlenmiş. bir grup insanın, öldükten sonra ölenin arkasından en yakınlarının nasıl düşüneceğini hiç umursamayıp, kendi çıkarlarını düşünerek bir yalana ortak olabilmesi çok ama çok manidardır. yalan'ı yine yalın bir şekilde anlatmıştır.
ayrıca kaos ortamında insanların farklı farklı tepkileri, kendini savunanları, etrafına saldıranları, ortamı yumuşatmaya çalışıp sağduyulu davrananları çok güzel yansıtılmış.
5. sezonun ortalarındayım, bitmesin diye gıdım gıdım ilerliyorum. dizi baştan sona muhteşem ve çok etkileyici ama benim favorim 4. sezon sonundaki house's head & wilson's heart ikilisi. hele ki house's head. daha bölümün ortasında kendime kendime, bu hayatım boyunca izlediğim izleyeceğim en güzel dizi bölümü diye düşündürtmüştür.
iki garip karakterli kahraman, geleceğim diye haber gönderen, ama bir türlü gelmek bilmeyen, sonunda gelmeyeceğini haber eden godot'yu beklemektedirler. ve beklerken zaman geçsin diye saçma şeylerden konuşup, garip şeyler yaparlar. eleştirmenler tarafından 'anlamsızlığın oyunu' olarak nitelendirilir. hayatımıza anlam katabilmek için, tutunabilmek için ve beklemek için anlamsız şeyler buluruz kendimize. çok okunası olmasa da verdiği mesajlar açısından pek bir mühim eserdir dolayısıyla ve "absürd tiyatro"nun önde gelen eserlerindendir.
elif şafak'ın okuduğum ilk kitabı olup beklentilerimin üstündeydi. kitap oldukça akıcı olup arada sırada gereksiz ayrıntıların uzunluğuyla sıkmış olsa da hiç ummadığım bir sonla çok etkileyici bir biçimde bitti. ermeni meselesinde de çok yanlı bir tutum sergilenmemiş. iki tarafında düşüncelerine yer veriliyor karakterler aracılığıyla. ama en güzel özet kitabın sonlarına doğru armanuş'un sanal arkadaşı baron bagdassarian tarafından söylenilenler. ayrıca o bu değil de ben ciddi ciddi asya'yı özlüyorum. onun o hem asi, muzip samimiyetini, gerçekçiliğini.. kitap her şeyiyle çok etkilemiş değil beni hatta okuduğum bi çok kitaptan daha kötü belki ama bu da ilk defa oldu işte.. takdir etmek lazım o yüzden.
can dündar'ın su gibi akıp giden kolayca okunan deneme kitabı. içinde ikizler burcuyla ilgili dikkat çekmiş 'ikizler', sevgililer gününde sevgililer için yazılmış 'eğer' ve yine özlemi anlatan acıklı 'özleme dair' yazıları mevcut. bunların dışında benim şahsi olarak en dikkatimi çeken yazılardan birisi ise 'bilyeler ve bıçaklar'. okunası bir kitap velhasıl. yalnız bir günde bitirilesi değil. her gün 2-3 denemesi okunacak, çay, kahve keyfi misali. ve keyifli ve huzurlu bir aradan sonra günlük hayatın telaşına devam edilecek.
levent yüksel'i levent yüksel yapan şarkılardan belki de en güzeli. allah ım o ne güzel sözler o ne hoş melodidir. insanın içi kıpır kıpır oluyor. ve söylemesi en zor şarkılardan biri. o yüzden hakkını vermek lazım levent abinin.
küçük iskender'in okuduğum ilk şiiri. okur okumaz vurulduğum sayılı şiirlerdendir ayrıca. "ela bir gün" tamlaması kalbimin ta içinde bir yerlere dokunmuştur. okuduktan sonra epeyce o ela günü beklediğim olmuştur. o kadar ki "hasretten-hakikaten ten değiştirmiştir" yüzüm. yaşanmışlıklara ayna tutmasının yanısıra, içinde barındıklarını yaşama isteği hissi uyandırdığı bu kadar dokunaklıdır, başarılıdır. okudukça tekrar tekrar sevilir. asla eskimez. o ela günse asla gelmez.
kimse kimseye bu filmden olduğundan daha içten "orrospuaaaa" diyemez buna eminim. cinnet en başta olmak üzere içinde geçen her duyguyu izleyiciye "yaşatan" film. şaheser.
duygu sömürüsü yapmaya en müsait senaryolardan birine sahipken bunu asla ve asla yapmamıştır yönetmen. ağlatır evet, hüngür şangır ağlatır ama asla duygu sömürüsüyle değil. o kadar yalın anlatılır ki her şey. hatta, o köhne, çaresiz hapishanede bile umut fışkırır. şartlar el verdiğince güzel bir şekilde yaşamaya çalışan, "çıkacak çıkacak af çıkacak" diye oynamaya başlayan insanlar, orada doğmuş olan dünyanın en sevimli çocuğuna da umut etmeyi öğreten bir inci ve o inci'ye aşık olan bir barış vardır. ne güzel sorular sorar barış ve ne güzel cevaplar inci onun sorularını.
nazan bekiroğlu'nun farklı olgularla ilgili denemelerini harmanladığı kitabı. ismini içindeki mor mürekkep ile alakalı bir denemeden alıyor. bu denemeyi ve diğer eserlerinde geçen bazı kısımları okuyunca anlıyoruz ki mor kendisi için çok özel bir renk. kitaba gelince, tüm nazan bekiroğlu kitapları gibi şiirsel ve derin. anlayıp sindirmesi de meşakkatli. uzun ama huzurlu bir yolculuk gibi. içe dokunan ve hatta kendinizle ilgili bilmediğiniz yerleri okuyunca keşfettiğiniz cümleler var. sadece küçük bir örneği:
"...ihanet kol geziyor. kendi kendime ihanet etmek için, kendi kendime her an izin verebilirim. kendimden kaçıp sığınacağım kendim bir türlü barışa yanaşmıyor. kırık aynalarda çoğalan yüzlerimin sahtekarlığından bıktım usandım. hangisine 'ben'im diye yönelsem, sonunda hep aynı çıkıyor: bu da ben değilmişim. gidecek yer yok, nereye gitsem aynı yerdeyim..."
divan edebiyatı alanında en önde gelen edebiyat profesörü. aşk ile ilgili fikirlerini ve yazılarını kitab-ı aşk isimli kitabında derlemiştir. bu kitabı okumak iskender pala'yı büyük oranda anlamaya ve tanımaya yetecektir. kurgusu, anlatımı ve dile hakimiyetiyle enfes olan ve mutlaka okunması gereken bir diğer kitabı da kuşkusuz babil'de ölüm istanbul'da aşk'tır. tabii ki yine kendisinin dilinden leyla ile mecnun okunduktan sonra.
hangi eserini okusam o ben oluyorum. züleyha'nın duasında, yusuf'un güzelliğinde yusuf ile züleyha idi. sonra kara yağmurların altında nun masalları. sonra emniyetsizlikte ve fevkalade emniyette mor mürekkep. bilinmemiş filbahri kokusunun sarhoşluğunda ise isimle ateş arasında...
türkçe'ye hakimiyeti, kelimelerle oynayışı, o büyülü dili ve ateş düşürdüğü cümleleriyle yazarlığın anlamını tekrar yazan, sınırlarını tekrar çizen yazar.
nazan bekiroğlu bir yazar ne ise o değil; 'yazar' nazan bekiroğlu ne ise o. nevi şahsına münhasır kadın yazar. iyi ki yazar. aşka aşina yüreğine, kalemine, mor mürekkebine sağlık...