aberystwyth
267 (çağından bir adım önde)
altıncı nesil yazar 150 takipçi 2742.20 ulupuan
entryleri
oylamalar
medya
takip

    sözlük yazarlarının takım elbiseleri

    1.
  1. https://galeri.uludagsozluk.com/r/1921827/+

    Yarın bunu toplantıya giyeceğim ve ilk uçakla yurt dışına iltica edeceğim.
    6 ...
  2. kemalistlerin çomarlarla mücadelesi

    1.
  3. Vakti zamanında abdurrahman Dilipak'ın bir "olay" kasedi, tıpkı hacıefendiler, hocaefendiler, mafyababası efendiler gibi, ne hikmetse, nerelerde çekilip nerelerden bulunduysa, yayınlanmıştı...

    Ne demişti Abdurrahman? "Atatürk rakı içerdi, kadınlara bakardı, Latife Hanım'la aralarında şiddetli geçimsizlik vardı, iki yıl sonra boşandılar" demişti.

    veee ülke çapında Kemalistlerin linç girişimine sebep olmuştu, hem de salyalar küfürler eşliğinde...

    Abdurrahman efendi adamdır. Kibar adamdır. Medeni adamdır. Çelebi adamdır. sık sık hedef kitlesini gıdıklayabilmek için beyinsizce yazılar yazar zira hedef kitlesi beyinsizdir! Evet, şeriatçıdır. mesela ben de değilim! Dünya görüşlerimiz ve yaşama biçimlerimiz arasında dağlar kadar fark olması, Abdurrahman'a küfürler edip, gömüp, üzerine beton dökmeyi gerektirmez... Kemalistlerin bu avam takımı lumpenler ile mücadele ederken akıllıca davranmaması, bu gibi tiplerin ekmeğine yağ sürer üzerine de bal damlatır.

    abdurrahman'ın o vakti zamanında söylediklerine gelirsek;

    içmez miydi? Bakmaz mıydı? Boşanmadılar mı?

    Ben de içerim, ben de bakarım, ben de ilk eşimden ayrıldım, şimdi birisi bunlar "yüzüme vursa"(!) bana hakaret etmiş mi olacak?

    Yapmayın... Şeriatçılarla mücadele edin ama akıllıca edin. Atatürk'ün rakı içtiğini, hem de çok içtiğini ve bu nedenle siroz olup öldüğünü yediden yetmişe, Kemalisti şeriatçısı, dostu düşmanı herkes bilir. Türkiye'de gelmiş geçmiş belki de en yakışıklı adam olarak o dönemde bütün kadınların ona tutkun olduğunu da bilmek için tarih okumak gerekmez.

    Atatürk, kadehini halka gösterip, "efendiler, buna rakı denir, ben bunu gizli içmem, açık açık içerim, haydi şerefınize" demiş adamdır. helal olsundur.

    aradan yıllar yıllar geçiyor ama kemalistler mücadelelerini hala aynı beceriksizlikle devam ettiriyorlar. gülünç oluyorsunuz... aklın yerine imanı koymaya çalışanlarla mücadele ederken siz de aynı duruma dönüşüyorsunuz, siz de akılcılığı bırakıp yeni bir iman oluşturmaya çalışıyorsunuz, aynı düzeyde, aynı "kulvarda" oynamaya kalkıyorsunuz onlarla!

    atatürk peygamber değildir. çankaya ve anıtkabir birer "kutsal ziyaretgah" değildir. nutuk, bir kutsal kitap değil, sadece gazi mustafa kemal paşa'nın önderliğini yürüttüğü kurtuluş savaşı anılarıdır.

    atatürk de sizin gibi, benim gibi, bütün artı ve eksileriyle bir fanidir. sizden ve benden daha büyük, çok daha büyük bir adam olması, onun da "insan" olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz ki!

    "atatürk rakı içerdi" diyen adama terör estirmekle yada atatürk'e yazılan aşk mektupları hakkında yorum yapanları 'atatürk düşmanı' ilan etmekle (bu ben oluyorum) yanlış yoldasınız sevgili kemalistler...

    ha işin iç yüzüne gelirsek; evet, atatürk rakı içerdi, hem de çok içerdi. üstelik yanında yemeği de çoğu kez ihmal eder, leblebiyle içerdi. karaciğeri de bu yüzden dayanamadı ve onu 57 gibi çok genç, çok zamansız, çok olmayacak bir yaşta yitirdik... şu zamanda şunu söyleyebilmek cesaret işi, yürek işi haline mi geldi? bu duruma mı düşecektik?

    benim için "küfürbaz" diyebilirler, "deli" diyebilirler, "olumsuz" diyebilirler ama çok şükür kimse "korkak" diyemez. hele "atatürk düşmanı" hiç diyemez...

    yalnız, iki dakika da düşününüz sevgili kemalistler; atatürk neden çok içerdi acaba?

    sakın, ne kadar yapayalnız olduğunu, çevresinin nasıl onun devrimini ilk fırsatta yozlaştırmaya yatkın bürokrat eskilerinden oluştuğunu ve devrimini hangi çapsız kadrolara emanet etmek zorunda kalacağını o müthiş sezgileriyle ve öngörüsüyle kavramış olmaktan, bunun verdiği kederden olmasın?
    6 ...
  4. hınzırlık etmek

    1.
  5. Arapçası sanırım "el hınziyr", Türkçe'de bildiğiniz "domuz" anlamına geliyor.

    "Domuzluk" demek ağır kaçacağından, bu isimden üretilen deyimi, "hınzırlık etmek" şeklinde kullanıyoruz, yumuşatıyoruz aklımız sıra. Ben ara sıra pek severim. Huyum kurusun. Hınzırlık etmeyi!

    Hınzırlık bu ya, ne zamandır aklıma takılan bazı düşünceleri geri itmeye uğraşıyorum, durup durup, bir uygun fırsatta yeniden ortaya çıkıyorlar. vakti zamanında Menderes, Zorlu ve Polatkan'dan artakalan iskeletlerin imralı adasında geçici mezarlarından çıkarılıp yeniden kefenlenerek Bayrampaşa'da yaptırılan anıtkabire taşınmaları sırasında, sözgelimi. (Aslında "anıtkabir"le "anıtmezar" birbirinin tıpkısının aynısı ya, Atatürk'ün mezarını çağrıştırıp tepki uyandırmasın diye "kabir" yerine "mezar" kelimesini kullanmayı tercih ettiler, dikkat ettiler buna.) Alın işte size, parantez içinde bir hınzırlık mesela...

    Da, asıl kafamı kurcalayan şu; 27 Mayıs ve sonrasında, Menderes'i taparcasına seven "kitleler" neden onu korumak için küçük parmaklarını bile kıpırdatmadılar?

    Evet, "sopa" Milli Birlik Komitesi adı verilen cuntanın elindeydi ama, bir ayaklansaydı o "kitleler", alimallah tükürükle boğarlardı darbeci subayları ve onların emrindeki, alt tarafı Osman Köksal'ın Çankaya Köşkü Muhafız Alayı'yla birkaç zırhlı birliği.

    ihtilal "beyaz" olmasaydı, kan dökülseydi, Muhsin Batur'un Eskişehir'den kalkacak uçaklarının bombardımanı bile engel olamazdı cuntanın zor duruma düşmesine. Hatta tutunamayıp, darbenin başarısız kalmasına!

    Tısss... Hani, kitleler neredeydiler?

    Londra'da geçirdiği o uçak kazasından sağ salim dönüşünde, biricik oğlunu Menderes'in ayakları dibine yatırıp kurban niyetine kesmeye bile kalkacak kadar gaddar budalaların içlerinde yer aldığı kitleler?

    (Aynı sersemliği, izmir rıhtımına çıkan Fethi Bey'e karşı da göstermişlerdi 1930 yılında. Polisin ateş açıp vurduğu bir küçük çocuk, Serbest Fırka üyesi babası tarafından Fethi Okyar'ın ayakları dibine yatırılmıştı, "bu şehidimiz sana feda olsun, yeter ki bizi mutemetlerin elinden kurtar" gibilerden de bir şeyler söylemişti adam, yanılmıyorsam.)

    Kaldı ki, ordu da bütünüyle Milli Birlik Komitesi'nin ne emrinde ve yanındaydı. Kuvvet komutanları, ordu, kolordu komutanları, yüksek rütbeliler nasıl oldu da kuzu kuzu birkaç albayın, yüzbaşının ve hatta teğmenin emri altına girebildiler?

    Silahlı ya da silahsız en küçük bir direnme, cuntayı çok güç durumlara düşürebilirdi... Aklıma takılıyor, soruyorum öylesine işte. Hınzırlık bu ya!

    Ohohoo, daha neler neler takılıyor aklıma... Maksat hınzırlık olsun! Demokrasi memokrasi ayağından attıkları zaman mangalda kül bırakmayan cici beyler, 12 Eylül sabahı neden kaçacak delik aradılar?

    Daha 11 Eylül günü "bu sefer bu iş tamamdır abi, akşama sabaha devrim hazır, patladı patlayacak" diye şişinip gezinen arkadaşlarımız, neden çil yavrusu gibi dağıldılar sıkıyı görünce?

    Dört yüz küsur kişi. Milletvekilleri.. Milletin vekilleri.. Ama şu partiden, ama bu partiden.. Ama sağcı, ama solcu.. Neden gidip meclisin kapısının önüne yatamadılar, Fransız devrimi'nin kıvılcımını çakan Mirabeau gibi, "biz buraya halkın adıyla geldik, ancak süngü zoruyla çıkarız" deyip direnemediler?

    Evet.. Birkaçı orada ölebilirdi... Ama bir daha da kimse darbe marbe yapmaya kolay kolay cesaret edemezdi bu memlekette!

    Hınzırlık bu ya... Aklıma geliyor işte bu tür sorular. Kendi kendime sorup duruyorum, size biraz ağır kaçabilir...

    Daha neler neler... Merak ediyorum. Merak bu ya; Acaba içinizde kaçınız, 1919 yılında, ya da 1920'de istanbul'u, işini gücünü, karısını, çoluğunu çocuğunu, rahatını bırakıp izmit, ya da inebolu üzerinden Anadolu'ya kaçardı, Mustafa Kemal'in kuvvetlerine katılmaya?

    Acaba kaçınız, diyelim Enver'le görüşecek rütbeniz ya da "içtimai mevkiiniz" var, yüzüne karşı küt diye savaşa girmenin yanlış olduğunu söylemeye cesaret ederdiniz?

    (Yakup Cemil, Meserret Kıraathanesi'nde ileri geri konuştu diye kurşuna dizilmişti, biliyorsunuz.)

    Acaba hanginiz, ismet Paşa'ya çıkıp da, aman paşam fırsat bu fırsat, gel etme eyleme, şu On iki Ada'yı kapalım zaman geçmeden, derdiniz?

    Şimdi acaba, kim gece yatağına yatınca "Musul'u da Kerkük'ü de alsak hiç de fena olmaz hani" yada "afrin'i falan aldık zaten üstüne yatalım, orada Kıbrıs gibi otonom devletçik kuralım" diye düşünüp, akşam kahvehanede, "savaş kışkırtıcıları, serüvenci şerefsizler" diye saldırıyor sağa sola?

    Hınzırlık değil mi?... Sorayım dedim.

    ama tabi darbeci ve darbe severleri eleştirmek, onların karşısından durmak falan ağır konular, cesaret ister... konuşmak için de, karşılarında dikilmek için de!
    7 ...
  6. hacı sabancı ile esra nın whatsapp yazışması

    1.
  7. https://twitter.com/medya...s/987301174566154241?s=21

    https://galeri.uludagsozluk.com/r/1668471/+

    hacı'nın gözü dönmüş...

    ulan milyon dolarlık adam, servetinin ne kadar olduğunu kendi bile bilmiyordur, yada kaç tane arabası olduğunun sayısını ama gelin görün ki adam uludağ sözlük abasından hallice "götçü" çıktı!

    valla yazık sana lan hacı, gitmiş bir de Esra'ya göt fotoğrafını soruyor.

    zengin çok ama nedense hiç "aydın" yok...

    bu çocuk en ünlü "türk burjuvası" ha yanlış olmasın. vakti zamanında Batı'da burjuva kesimi devrimler yapıp krallıkları devirirken, bizim burjuva piçleri göt peşinde koşuyor.

    ülkenin her kesimi kokuşmuş a-dostlar!
    10 ...
  8. 14 nisan 2018 dışişleri bakanlığı açıklaması

    1.
  9. https://www.sozcu.com.tr/...den-ilk-aciklama-2349470/

    --spoiler--

    Türkiye'den Suriye'deki saldırıya ilişkin ilk açıklama yapıldı. Dışişleri tarafından yapılan yazılı açıklamada "Operasyonu memnuniyetle karşılıyoruz" denildi.

    --spoiler--

    coğrafyada "süper güç" olmaya çalışırken nasıl "yavşak bir ülke" olduk bunun açıklmasını da yapsalar keşke...

    hani 3-4 erkeği aynı anda idare etmeye çalışan liseli kaşar kızlar vardır ya, dış siyasetimizi ancak bu özetler.

    ama bizimkilerin unuttuğu bir şey var; ayıyı dansa kaldırdığınızda, dans, siz istediğiniz zaman değil ayı istediği zaman biter. (bu noktada ayı: putin)
    40 ...
  10. hayatımız roman yazan yok

    1.
  11. Şu içinde bulunduğumuz 2018'in şubat ayında ingiltere'de yayınlanmış, yayınlanacak yeni roman sayısı kaç biliyor musunuz? Tastamam 235!

    Bu iki yüz otuz beşin de tam 84'ü ilk roman, yani ilk kez piyasaya çıkan, çiçeği burnunda, yepyeni, adı sanı duyulmadık yazarların romanları.

    Bu iki yüz otuz beş rakamına, üstelik, yıllardır hep yeniden yeniden basıladuran klasik eserlerle, edebiyatın diğer dallarından kitaplar, şiir, öykü, falan dahil değil.

    Geçen yıl gene şubat içinde, "kış ortası" yani, işbu sayı 209 olmuş. ingiliz sanat basım feryadı basıyor, eyvah, geriliyoruz, kültürümüz elden gidiyor, ingiltere'miz batıyor diye.

    iyimserler de yok değil elbet, onlar da üç yıl öncesinin, 2015'in sayılarını örnek veriyorlar, 2015 Eylülü'nde yeni roman adedi 198 olarak "gerçekleşmiş". Bunların 53'ü ilk romanmış, diyorlar ki, Fransız edebiyatı kalkınmaktadır, zaman içinde bakarsanız gayri safi milli roman hasılası, kişi başına düşen roman beheri artıyor.

    Haa, bu arada, aynı ay içinde ingiltere'de tam 132 tane de yabancı roman çevirisi çıkacak. Geçen yıl, bu yalnızca 67 olmuş.

    şimdiii...

    buradan bize gelelim. ya Türkiye'de durum nedir?

    Birtakım listeler görünüyor sağda solda, birkaç yazarımızın yeni romanları çıkacak, da bakalım ne zaman, balık kavakta, roman piyasada. "Bu yayın dönemi içinde" deniyor yayıncılar tarafından, yani valla kardeşim, "kağıt bulursam, dağıtıcı altı aylık senet ya da bir ay vadeli çek vermekten vazgeçip nakit ödeme yaparsa bana, en azından sekizinci elden devir senet dayamaktan döner de hiç olmazsa kendi senediyle çalışmaya başlarsa. Eh, kısmetse falanca aydan önce basarız!

    Şu ders kitapları furyası hele bir geçer, kitapçı da yeni malımızı tezgah altına tıkmaz vitrine koyar, meydana sererse. Satarız evelallah!

    Artık bin mi, iki bin mi, üç bin mi, bakalım.

    Yüzünüz kızarıyor mu? Benimkisi kızarıyor a-dostlar.

    vır vır konuşacağınıza, memlekette kitap yazılmıyor, basılmıyor, satılmıyor deyip deyip utanınız.

    Neden yazılmıyor roman? Neden romancılarımız harala gürele çalışmıyorlar? Neden ortalığı pıtırak gibi yeni romanlar kaplamıyor, her daim yeni yeni romancılar çıkmıyor meydana?

    Çünkü, bu önce bir kültür birikimi işi, belki eğitim, bunun yanında bol yaşam zenginliği, yüzde yüz de yetenek.

    "london Review" diye bir dergi çıkarırlarmış Londra'da yaşayıp 1920'lerin o ünlü "Londra'da Amerikan sanatçıları" dönemini yeniden (ve boş yere) yaşatmaya uğraşan genç Amerikan aydınları da, 1959'da falan, William Faulkner'a sormuşlardı, "Romancı olmak için neler gereklidir?" diye. Büyük usta şöyle cevap vermişti:

    "Yüzde yüz yetenek, yüzde yüz disiplin, yüzde yüz çalışma."

    Bizde yetenek de kısıtlı, disiplin de maşallah eski Prusya'yı aratmaz, milletçe (!)... Çalışma... Var da olmasına, sabah dokuz akşam altı ekmeğini kazanmak için çalışma var, akşam gündelik işler, aile, çoluk çocuk, ya da çoğumuzda rastlandığı gibi "alkol saati", gecenin bir vakti kendine boşluk yaratacaksın da romana takılacaksın!

    Hangi birikiminle? Hangi eğitiminle? Bu çorak, zavallı ülkede hangi yaşam deneyiminle üstelik?

    Düşününüz de, bakın bakalım. kongrede kemal'in yeniden seçilip seçilmemesi mi önemli o kadar, yoksa neden bir ayda, bırak 235 romanı, 50 tane bile yazılamıyor oluşu mu bu memlekette... hangisi çok daha vahim bir mesele?

    Türkiye, bilmem hangi ülkenin on birine bilmem kaç gol attığı zaman değil, patır patır roman yazıldığı zaman "kurtulur".
    24 ...
  12. türkiye ile avrupa arasındaki sıkıntı

    1.
  13. yıllardır bitmek bilmeyen bir mücadele...

    amme hizmeti olsun da Avrupa'nın aslında bizden ne istediğini dillendirelim, çomak sokup bir karıştıralım. Biraz "fikir jimnastiği" yapalım. Meseleye iki ayrı perspektiften bakalım. Öyle bakalım ki, iki ayrı açı sonunda birleşsin, aynı yere varsın.

    Birinci açı; Yarım Türkiye teklifi! Avrupa Topluluğu üyesi ülkelerin delegelerinin bundan yıllar yıllar evvel Antalya'da yapılan bir toplantıda ağızlarından kaçırdıkları öneri. Hani, Türkiye, bu yüzölçümü ve bu nüfusuyla fazla büyük diyorlardı ya, "doğu safranızı atarsanız sizi aramıza alırız" diyorlardı ki, Türkiye'nin doğu ve güneydoğu bölgesi olmasa, hiçbir sorunu kalmaz!

    Suriye, iran, Irak gibi ülkelerle didişmesi sona erer. Türkiye'nin elinde kalacak batı bölgesinden toplanan vergi size yeter. Kalan toprakların turizm geliri, sanayi üretimi, ihracatı sizi gül gibi yaşatır. Büyük şehirleriniz, doğudan akıp kendilerini istila eden insan selinden kurtulur, nefes alır. Türkiye'ye kalacak 30 milyon nüfus da makul düzeyde sayılır.

    Hani böyle diyorlardı da, hiçbir ülke yöneticisi bu dangalakları hemen sınır dışı etmeyi aklına getirmiyordu, üstelik Turgut Özal uçağını göndermişti heriflerin ulaşımı sağlansın diye.

    Hani, Trakya, Avrupalı sayılır, Marmara, Ege, Akdeniz, Karadeniz de öyle, hadi sıkalım sıkalım iç Anadolu'yu da kabul edelim, diyorlardı, ama Doğu ve Güneydoğu, asla! Onun için, bırakın gitsin, kopup ayrılsın! Türkiye bugünkünün yarısı olsaydı Avrupa Topluluğu'na çok daha kolay girebilirdi, demişlerdi hani...

    Yani, bırakın doğu topraklarınızda bir Kürdistan kurulsun, ses etmeyin!

    Lausanne'ı unutalım. Sevres Antlaşması'nı gözden geçirip, bütününü değilse bile bazı maddelerini yeniden uygulamaya koyalım.

    "Bedelini de size Avrupa Topluluğu üyeliği şeklinde ödeyelim".

    Bu duaya amin diyecek Türk var mıdır hala aramızda?

    Vardır, vardııır...

    Hele zırt pırt Avrupa'ya gitmek kolaya binince... Hele, hayatında uğramadığı ve uğramayacağı, yolunu izini bilmediği, haritada yerini gösteremeyeceği uzak ve tuhaf isimli kasabalardan artık sözlüye kalkmak zorunda kalmayınca coğrafya dersinde!

    Artık, orada, uzakta var olan bir köy, gitmesek de görmesek de bizim köyümüz olmaktan çıkınca! Bu şarkıyı ezberlemek gerekmeyince artık.

    ikinci açı; Osmanlı imparatorluğu'nun parçalanıp dağılma süreci bitmiş midir, bitmemiş midir?

    Buna karar vermiştik, kesin bir sonuca ulaşmış, bitmiştir demiştik, üstelik Lausanne'da kendileriyle görüşüp onaylatmıştık da uzun yıllar önce ama, yeniden gündeme getirilir habire. Yeniden düşünüp kararımızı gözden geçirmemiz istenir.

    Ve imparatorluğumuzdan biraz daha toprak tasfiye etmemiz!

    Macaristan'dan, Kırım'dan başlayıp vere vere bugünkü sınıra geldik tıkıştık. işin gerçeği şu; Yetmez diyorlar. Yetmiş yıl kadar önce yeter demişlerdi, tamam, peki, buraya kadar, artık bir yer istemeyeceğiz sizden. Ama şimdi iş değişti, ı ıh, hele az daha bağışlayın babanızın çiftliğini!

    Kürdistan olduğunu ileri sürdükleri topraklara, imparatorluğumuzdan elimizde kalmış son parçalar diye bakıyorlar, oraları da verin hele!

    Biz de hayır diyoruz, kimseye verecek tek karış kalmadı artık! göz diken, gelir sıkıyorsa zorla alır!

    tabi bizim kadar saftirik olmadıklarından silahı başkalarının, maşaların eline verip o yoldan da zorladılar, zorluyorlar, zorlayacaklar, ama asıl kullandıkları top tüfek değil, ekonomi.

    Direniyoruz. Bakalım bizi bu düşünceye yatırabilecekler mi? Atatürk'ün deyimiyle; "Şahsi emellerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhid edebilecek" yönetici çıkar mı içimizden?

    Belki de ilk adım Kıbrıs olur. Önce orayı bırak bakalım hele, sonra da. (ya da aynı zamanda) şu Doğu işini görüşelim diyorlar.

    Önümüzdeki dönemde bu konu ciddi ciddi tartışılmaya başlanırsa şaşırmayın diye yazıyorum bunları.

    "Bırakalım mı, ne dersiniz" soruları sorulmaya başlanırsa kendi aramızda.

    Ve, imparatorluğun dağılması bitti mi sürüyor mu, Misak-ı Milli sınırı gerçekten artık daha geri çekilemeyeceğimiz sınır mıdır yoksa Musul konusunda yapmış olduğumuz gibi az daha geri basabilir miyiz, versek de kurtulsak mı, yani sözgelimi Sırbistan'la Güneydoğu Anadolu arasında, Eflak-Boğdan'la Doğu Anadolu arasında ne fark var canım, bağışlayıp savuştursak mı bu belayı başımızdan tartışması çıkarsa. Evet, bu sınır için kan döküldü can verildi, ama ona bakarsanız Macaristan için de kan döküp can vermiştik diyecekler bulunursa.

    Memlekette sütü bozuk çok! Ya da, günümüzün moda deyimiyle, soyu kırık!

    Ama sorun, sütle ya da soyla açıklanabilecek kadar basit değildir.

    iş "arpada" bitiyor, arpada!

    Paranın da, bilindiği gibi ne dini imanı, ne soyu sopu vardır.
    6 ...
  14. yeni yıl hüznü

    1.
  15. Yılın bu günlerinde sizin de içiniz sıkılır mı?

    Yılbaşında eğlenmek zorunda olduğunuz fikri size dayatıldığı için o gece "çılgınca eğleniyoruz" ayaklarına yatacaksınız da, onu sormuyorum, şu son haftada? (Nişantaşı çocukları, siz geri durun hele bir, ben emekçi sözlük yazarları ile söyleşiyorum.)

    Günler kısa ya, saat dörtte gece çöküyor, o bakımdan demedim...

    Çünkü güneş maşallah pırıl pırıl bugün, ağaçlarda tek tük kalan son yapraklar da iyi kötü direniyorlar, Batı Avrupa'yı duman eden yoğun kar ve karakış henüz bizim buralara tam olarak uğramadı, havanın erken kararmasından bu sefer çok da "müşteki" değiliz çok şükür... Havanın açık olduğu günlerde güneş bir de kıpkızıl görkemli batıyor ki, Japon imparatorluğu gibi mübarek...

    Fakat şöyle genel bir eskimişlik, yıpranmışlık havasına giriyor musunuz? "Hadi bir an önce bitse de gitse şu eski yıl" beklentisi?

    Basit bir takvim oyunu olduğunu bile bile, ocak ayının ilk günlerine, tek sayılı günlere, "çakma yeniliğe" bir hasret... Ha?

    El değmemiş, yepyeni bir ajanda...

    Yoksa eski ajandanın kirlenmiş, çevirmekten sayfa kenarları kararmış suratı mı bu duyguyu uyandırıyor?

    Efendim? Benim emekçi halkım ajanda kullanmıyor mu?

    Ona bakarsanız yılbaşı da kutlamıyor.

    Öyleyse birçok türk medyasının dangalak neferi, hiç kimsenin pişirmeyeceği yemeklerin, hiç kimsenin içmeyeceği içkilerin tariflerini neden bas bas bağırır yada çarşaf çarşaf niçin yayınlar yahu?

    Bugünlerde pek öyle önemli bir olay da olmaz ha...

    Fal mal... Bir de alışveriş, yılbaşı hediyeleri...

    Yılın olayı, yılın adamı, yılın bilmem nesi gibi bir gereksiz gayretkeşlik...

    Bir de hindi tabii.

    Fırında tosun gibi kızarmış bütününe, yanında bademli iç pilav, yüz yetmiş beş papel istiyorlar, siparişini de şimdiden vereceksin, yok öyle son dakikada "kocacığım düşündüm düşündüm yapacak yemek bulamadım" ayakları!

    Hayatında ne zaman hindi yedin de bu yılbaşında yiyeceksin?

    Yavandır yahu... Ama seni zorluyorlar işte. Seni şartlıyorlar.

    "Cep telefonuyla dizüstü bilgisayar arası çakma bir aygıta" üç bin lira toslamaya şartladıkları gibi.

    efendim neymiş "bir ısırık alınmış elma ama"...

    Ama çocuk istiyor... Alın diye tutturuyor... Çocuktur, ister.

    O yemekler artacak, bayatlayacak, hep öyle olur, ayın üçünde de yiyeceksin onları. içki de fazla kaçacak, baş ağrısı da olacak mide ekşimesi de.

    Ve de "herkes ne biçim eğlendi, biz en kelek gecekondu şarkıcısını en kazık otelde dinleyip mutlu olduğumuzu sanmaya bile gidemedik" diye üzüleceksin belki de... (Zarar yok, o gece hangisinin kaç lira kaldırdığını magazin eklerinden okur, oyalanırsın.)

    Kimin yeni yıla nerede girdiğini de izlersin, boyun uzar. Hepten mankafaysan belki "siyasi liderlerin yeni yıla nasıl ve nerede girdikleri" konusu da ilgini çekebilir.

    Yoksa sen de benim gibi bugünlerde heyecan meyecan hissetmeyenlerden misin?

    Yaşlanıyorsun da ondan mı? Bir yaş daha büyüdüğüne sevinenler safından, ölüme bir adım daha yaklaştığını düşünüp burulanlar safına mı geçtin?

    haa ama sakın piyango bileti alanlara enayi deme, çok kızarlar. Otur, büyük ikramiyeyle neler alınabileceğini hesaplayan zevzek türk medyasını izle, eğlencelidir. (Sonra da gene "yok üçe bölündü, yok dörde bölündü" hayıflanmaları.)

    Hadi hadi, başın öne eğilmesin, görecek günler var daha!

    bu arada 2-3 gündür yeni yıl teranesine girdiğim entrylerde baya bir köstek olup turp suyu sıktım eğlencenize, Nişantaşı çocukları kusura bakmasınlar bu melankolik halime.
    10 ...
  16. hoşgeldin 32 aralık

    1.
  17. 5...

    4...

    3...

    2...

    1...

    ve 32 aralık 2017 abide-i zürriyetini sikeyim!

    suratlarınızın alacağı şekli gerçekten merak ederdim ama yok katlanamam bitsin bu yeni yıl zevzekliği...

    bir tür gelenek her yıl tirol'da (avusturya) görücüye çıkar. "Die Fledermaus" adıyla sahnelenir. her yılbaşında dvd'sini açıp izlemekten de keyif alırım.

    Frosch zurna gibidir, bir yandan zulasında tuttuğu erik rakısını çekerken, bir yandan ortalığı dağıtır. Meydanı boş bulmuştur. Hapisane müdürü Frank, sabaha karşı, Prens Orlovsky'nin yılbaşı partisinden "akşamdan kalma" olarak gelecektir...

    Frosch bir ara duvarda asılı bulunan takvime gider, "31 Aralık" yazan yaprağı koparır, altından "32 Aralık" çıkar.

    Bu elbette bir şakadır, oyunun asıl metninde de yoktur.

    Hangi yönetmen hangi yıl yumurtlamıştır bilmiyorum çünkü bir hayli eski bir oyun, ama bu da güzel bir avusturya geleneği olmuştur, her sahneye koyulduğunda mutlaka tekrarlanır. Müziği kadar ünlüdür.

    ne demek istiyorlar bu şakayla?

    Belki yalnızca hoşluk yapıyorlar, belki de yeni yılda hem çok şeyin değişeceğini, hem de hiçbir şeyin değişmeyeceğini vurguluyorlar.

    Yalnız oyundaki karakterler, zampara Eisenstein, hoppa karısı Rosalinde, fettan hizmetçi Adele ve üçkağıtçı Doktor Falke için değil, hepiniz, hepimiz için.

    Bu gece, yeni yılda sigarayı bırakmaya karar vereceksiniz ve bırakmayacaksınız.

    Az yemeye, spor yapmaya, kendinize daha iyi bakmaya karar vereceğiniz ve bu sözünüzü tutmayacağınız gibi.

    Hiçbir şeye kafanızı takmamaya, kimseyi üzmemeye, herkesle iyi geçinmeye karar vereceğiniz ve bunu yerine getiremeyeceğiniz gibi.

    Aldırmayın, yarın hem 1 Ocak hem de 32 Aralık.

    Kendinizi fazla dağıtmayın, yatmadan önce bir bardak suya bir tablet Alka-Seltzer atıp için, kesmezse yarın kalktığınızda Aspirin de alırsınız. (Yemeklerin ve kuru yemişlerin çoğu artacak, ziyan olacak, buna da üzülmeyin, hep öyle olur.)

    mutlu yıllar herkese...
    7 ...
  18. yılın bilmem nesi

    1.
  19. "Yılın en bilmemneleri" diye yuvarlanır gider gider...

    Olmadı, "çok kötü bir yıl geçirdik hepimiz" diye girilir, olaylar sıralanır, "canlarım benim, 2017'de en güzel günler sizlerin olsun" der çıkılır... yazılı ve sözlü medyanın dıngıllıklarından biridir.

    Ucuz kabadayılık etmek isteyen tv kanalları "bir yılbaşı sofrasının kaça çıktığını" anlatır, "benim emekçi halkım hindi mi yiyor" diye lafı bağlar...

    Edebiyat yapmaya yeltenen, yeni yıla yalnız girenleri, ayrılanları birleşenleri, sevenleri sevilenleri, nöbet bekleyenleri falan dillendirir. Mehmetçik'e selam göndermeyi de unutmadan. Sırada polis ve itfaiye de vardır.

    yaşça büyük olan kart kaşalot olup, öğüt vermeyi seven neferleri "çok içmeyin, fazla dağıtmayın, arabayı dikkatli sürün" falan, bunları da ekler.

    Gazete ve dergilerde; Hiç kimsenin pişirmeyeceği yılbaşı yemeği tarifleri, hiç kimsenin birbirine katmayacağı alakasız içkilerden kokteyller...

    Nimet Abla gişesinin önünde soğuktan tir tir titreşen akıllıları da unutmayalım.

    Yeni yılda mutlaka "karşı cinsten bir sarışın" size ilgi gösterecektir derler, bunu da ihmal etmeyin.

    Çok sıkışırlarsa ve gündem boşsa, sekiz yüzüncü kere "Noel ile Yılbaşı'nı birbirine karıştırmamak gerektiğini" de anlatılır, nasıl olsa bilmeyen çıkacaktır, araya Demreli Ermiş Nikolaos falan da katar bu hayvancıklar, gören "vay ne bilgili adam" der.

    "isteyen kutlasın, istemeyen kutlamasın" yavesi de, denenmiş ve geçerliliği kanıtlanmış, sağlam bir lenlenciliktir. medya zaman zaman bunu da kullanır.

    Yok bunların hepsi de hedef kitlesine yavan geliyorsa, hükümete saldırılır.

    Kimsenin bilmemneresindeymiş gibi, geçen yılın beğenilen şarkıları ve şarkıcıları da sıralanır.

    Sizi bilmem ama, ben geçen yılın "kapanış soytarılığı" niyetine bir şeye takıldım. adını vermek istemediğim üçüncü sınıf bir türk televizyon kanalı "Yeni yılda hangi vitamin gözde olacak?" diye soruyor.

    2017'da C vitaminini tercih etmiştim, aslında B 12 de severim ama 2018'de daha çok D ve E üzerinde çalışmayı düşünüyorum!

    Evet, vallahi bu haltı da yediler.
    8 ...
  20. 15 temmuz romanı yarışması

    1.
  21. nasıl gözümden kaçmış bu mevzu dediğim dangalaklık.

    efendim bu Bahçelievler belediyesi bir yarışma düzenliyormuş. bu bir "roman" yarışması. yani kitap yazması isteniyor yarışmacılardan.

    birinciye 50000tl, ikinciye 35000tl, üçüncüye de 20000tl ödül varmış.

    jüri üyelerini de tanımıyorum açıkçası pek beni ilgilendirmiyor da, bilumum ampul kafalı çomarlardan oluştuğuna dair bahse girmeye bile tenezzül etmem.

    "abi ben öyle 2 entry girip yalamam, kitap yazarım gerekirse gırtlağıma kadar alırım" diyenlere duyurulur efendim, buyrun...

    http://www.15temmuzromani.com/

    http://www.bahcelievler.i...mmuz-roman-yarismasi.aspx

    bu 15 temmuz denen nanenin, Klibini yaptılar, filmini yaptılar, marşını yaptılar, zibilyon tane anıtı dikildi, ama bu roman yazma işi artık dıngıllık seviyesinin ne noktaya geldiğinin kanıtı.

    15 Temmuz'un "romanı" olmaz.

    Bir kere "olayın" romanı olmaz, "insanın" romanı olur.

    Bu durumda, dört-beş ayda alelacele kaleme alınacak bir eser, ne kadar başarılı olursa olsun, ancak "romanse" edilmiş, yani roman gibi okunacak bir kalıba dökülmüş "vakayiname" olur.

    Eğer bütün bütüne bir "güzelleme" olmayacaksa...

    O zaman da ona roman denmez...

    ...diye düşünüyordum ki, jüri üyeleri içerisinde hangi isme rastlasam beğenirsiniz?

    Doğan hızlan amına koyayım!

    oha! o da yalamaya başlamış! kim kime dum duma... doğan Bey'in herkesten iyi bilmesi gerekir böyle roman olamayacağını ama biz de belediyenin jüri üyelerine kaç lira "hakk-ı huzur" ödeyeceğini bilmiyoruz.

    Roman kahramanı, "drama" düşmüş insandır. 15 Temmuz şehitlerinin yaşadıkları "dram" mı?

    Roman kahramanı, sıradan insanın kolaylıkla atlayıp geçeceği engellere takılır, beklenmedik tepkiler verir. Böylece dram ortaya çıkar.

    Roman kahramanı olmasaydı, Raskolnikov tefeci kocakarıyı öldürmeyi aklından bile geçirmezdi. Emma Bovary yaptığı yanlışları kocasına itiraf eder, af dilerdi. Anna Karenina dostundan ayrılıp yuvasına dönerdi. Julien Sorel patronun karısına sarkacağına, ona aşık olan ve siyasi görüşleri de uyuşan o hanım hanımcık hizmetçi kızla evlenir (çeyizini de ikisini de çok seven patron yapıyor sevabına!), 1830 ihtilalinden sonra mebus, hatta Üçüncü Napoleon devrinde Eğitim Bakanı bile olurdu. Ama o, yediği haltlar yüzünden idama gitti.

    velhasıl-ı kelam bu safsatayı ilgiyle takip edeceğim. ortaya çıkacak boktan eserleri de okuyacağım.

    itin götüne sokabilmek için önce okumamız gerekir...
    12 ...
  22. türk bayrağının hikayesi

    1.
  23. oooovvv ne hikayedir ama!

    babamın her ay kutusundan çıkarıp temizleyip boyadığı asker botlarının hikayesi gibi...

    ne zaman "ya baba anlatsana şu botların hikayesini" desem her seferinden farklı bir hikaye anlatır, işkembeden salladığını her seferinde belli ederdi...

    evet gençler bu bir "based on true story"! yersen...

    bir pazartesi akşamı, günbatımından hemen sonra...

    Önce ben de şaşırdım; Gökyüzünde Türk bayrağı oluşmuştu, hilalin önüne bir yıldız gelmişti, bu bir mucizeydi, tıpkı Bilmemne Muharebesi'nde ayla yıldızın yanyana gelip onun da gölgesinin yaralılarımızın al kanları üstüne vurması gibi bir durum ortaya çıkmıştı, yoksa Tanrı da bizimle miydi? Türk'ün Türk'ten başka dostu yok muydu? Bir Türk dünyaya bedel miydi? Fakat bir Türk lirası, 0,25 Amerikan doları mı ediyordu?

    Gökyüzünde, örneğin bir Sovyet bayrağındaki orak-çekiçin, bir Kanada bayrağındaki meşe yaprağının, bir Kenya bayrağındaki mızrakla kalkanın oluşması epey zor olduğuna göre, gökler bize mahkumdu zaten!

    Bayrağı enine ya da dikine renkli çizgilerden oluşan ülkelerin hele hiç şansları yoktu.

    her sene ulusal bayramlarda, televizyonlar ve gazeteler bu kutlu ve mutlu olayı nasıl ele alacaklardı, nasıl işleyeceklerdi... Fotoğraf Anıtkabir'in ya da herhangi bir Atatürk heykelinin üstünden doğru çekilirse elbette daha da anlamlı sayılırdı... Bayrağımız büyük önderimizle bütünleşir, böylece namussuz gericilere de göklerden ilahi bir ihtar çekilmiş olurdu...

    Olsundu, "vatandaşlara duygulu dakikalar yaşatan" bu olay "nefes kesen bir vals" bu gül kokan bir romanstı...

    Yoksa gökyüzü, bizlere, "önümüzdeki yerel seçimlerde oyunuzu CHP'ye verin" mi demek istiyordu?

    Mesaj alınmıştı, hele Ardahan'ın bilmemne köyündeki kayalıklara bulutlardan Atatürk sureti de vurursa, tamamdı bu iş.

    Bu çok anlamlı bir gelişmeydi, çünkü bazı neo-kemalistlere göre "Türkiye Cumhuriyeti olmasa bir bayrağımız ve nüfus kağıdımız bile bulunmayacaktı" ... Osmanlı imparatorluğu bayrak yerine yatak çarşafı, nüfus kâğıdı olarak da genelev vesikası kullanırdı.

    Fakat hem türk medyası hem yazılı basın, serseriliği ve atmasyonu bir noktadan fazla sürdüremeyeceği için, işin aslını da yazmak zorunda kaldı.

    Bir kere, hilalin önüne denk gelen, bir yıldız değil, bir gezegendi.

    Bu gezegen, yılın belli dönemlerinde "sabah yıldızı", kimi zaman "akşam yıldızı", kimi zaman de her ikisi birden olarak görünen, eskilerin yıldız sandıkları, bildiğimiz Venüs gezegeniydi.

    Fakat bazı dıngıllar ve zibidiler, onun, buradan çıplak gözle görülmesi mümkün olmayan Jüpiter olduğunu da söylediler tabii, cehalet olmadan matbuat mı olurdu?

    Aslında hangi karın ağrısı olursa olsun bir gezegenin ayın "önüne" gelmesi de söz konusu değildi tabii...

    Aralarında milyonlarca kilometre uzaklık vardı, üstelik en dandik gezegen bile bizim uydumuzdan çok çok daha büyüktü...

    Gökyüzünde öyle aslan şeklinde, balık şeklinde, yay şeklinde, terazi şeklinde, başak şeklinde, koç şeklinde burçlar falan da yoktu... Buradan bakınca öyle görünüyorlardı, aralarında binlerce ışık yılı uzaklık bulunan başka güneşler...

    o değil de merak ediyorum, hala türk bayrağının çıkış hikayesini, öğrencilerine böyle anlatan öğretmenler var mı?

    kaç neslin beynini böyle yıkadılar acaba diye merak eden de hiç yok mu?

    gerçeği söyleyip "bu hikaye sallamasyondur" diyen mi vatan hainidir yoksa yalan yanlış hikayelerle nesillerin beynini yıkayan zihniyet mi?

    Kusura bakmayın ama benim de aklıma ünlü "Mahmut fıkrası" geliyor...

    Hayır, buraya yazamam. Ancak son cümlesini söyleyebilirim;

    "Hadi lan," demiş Mahmut, "dışarıdan öyle görünüyormuş!"

    Ya biz dışarıdan nasıl görünüyoruz, taşta toprakta hamasi hikmet bulan güdük beyinlerimizle?
    6 ...
  24. heykele saldırmak

    1.
  25. Türkiye'de, başka ülkelerde pek görülmeyen bir eylem biçimi de vardır: Heykele saldırmak.

    Bu saldırı elbette Atatürk heykeline yapılır. Saldıranın amacı Atatürk'e duyduğu düşmanlığı kanıtlamaktır.

    Eylemde çekiç, balta gibi araç ve gereçler kullanılır. Heykelin ya kolu gider ya bacağı.

    "Dini" açıdan kendi gerekçesi "heykelin yasak olması gerektiğidir", ancak hiçbir saldırganın sözgelimi Fatih Sultan Mehmet heykeline, Cezayirli bilmemne paşa heykeline, onları bırakın Yahya Kemal heykeline, Sait Faik heykeline bile saldırdığı bugüne kadar görülmemiştir!

    Fakat basın, her daim olayı adlı adınca yazmaya korkar.

    "Atatürk düşmanı heykele saldırdı" yazmaya korkar, saldırgan "meczup" olur. Yani, deli.

    Sanırım adlı adınca deli demek de ayıp oluyor da, kelimenin Osmanlıca'sını kullanınca olay daha bir yumuşuyor. Sanki birine "merkep oğlu merkep" desen küfür sayılmayacak!

    Oysa basın domuz gibi bilir ki, herif deli meli değil. Cin gibi.

    Fakat bu tür yaratıklar Anıtkabir'de falan da olay çıkarınca gene "meczup" kabul edilirler.

    işin matrağı, başbakana saldırınca da öyle olurlar. Bir tarihte böyle birisi Demirel'e saldırmıştı da, bu kadar büyük bir adama saldırmak "akıllı işi" kabul edilemeyeceğinden, o da meczup olup çıkmıştı. Aslına bakarsanız Demirel de heykeli dikilecek adam değil midir? (rica edeceğim sülaleme küfretmeyin, direk bana edin.)

    Batı ülkelerinde insanla heykel arasında herhangi bir sorun olmadığından, bu tür saldırılara pek rastlanmaz. Orada Michelangelo'nun heykeline, Leonardo'nun tablosuna falan kezzap ya da boya atanlar gerçekten meczupturlar.

    islam ülkelerinde de bu sorun kökünden çözülmüştür: islam ülkelerinde heykel meykel olmadığı için onlara saldıran da bulunmaz!

    Demek ki sorun, bizim gibi ya da Irak gibi "iki arada bir derede" memleketlerde ortaya çıkıyor. Arkalarını Amerikan piyadesine yaslamış, Saddam'ın heykeline nasıl girişmişlerdi...

    Fakat o "savaş koşullarının yarattığı" bir öfke saldırısıydı. Dini boyutu yoktu. Komünizmden kapitalizme geri dönen ülkelerde de Lenin heykelleri sessiz sedasız helikopterle uçurulup götürülüyor, çoğu da "turistik amaçlarla" yerli yerinde bırakılıyor.

    iyi ama biz de niçin bizim saldırganlarımızın açık seçik "Atatürk düşmanı" olduklarını söyleyemiyoruz da, "meczup" deyip suçu hafifletiyoruz, hatta ortadan kaldırıyoruz? Meczubun "cezai ehliyeti" var mı?

    Sovyetler Birliği'nde sisteme karşı çıkan aydınları akıl hastanesine tıkarlardı, biliyorsunuz; rejim o kadar doğru, o kadar güzel, o kadar iyi işleyen ve o kadar kusursuz bir rejimdi ki, buna karşı gelmek için olunsa olunsa deli olunmak gerekirdi! Biz de o kadar adil, o kadar düzgün, o kadar pırıl pırıl bir düzen kurduk ki, beğenmeyen manyaktır!...

    Bir açıklama daha geliyor aklıma: Ülkemizde Atatürk heykelleri o kadar yeteneksiz kişiler tarafından, o kadar kötü yapılıyor ki, bu saldırılarda bir "estetik arayışı" da söz konusu olamaz mı?

    hadi size bir fıkra anlatayım;

    Adamın biri oğlunu hep korurmuş, duvarı çizse "büyüyünce ressam olacak", camı kırsa "büyüyünce mimar olacak", kediyi kesse "büyüyünce doktor olacak" der geçermiş... Bir gün gelmiş, "hanım hanım koş" demiş adam karısına, "oğlan benim masaya çıkmış, yeni yazdığım şiirlerin üzerine işemiş!"

    "Ne kızıyorsun bey" demiş kadın, "belki de büyüyünce eleştirmen olacak?"

    güldürmedi mi?

    beyinsiz piç kurusu ibret al diye yazdım zaten...
    6 ...
  26. feministlere müjdeli haber

    1.
  27. sıkı durun feminist kadınlar! sizi sevindirecek manyak bir haberim var!

    Feministler iki şeye çok kızarlar... Bugün onları sevindireceğim. Yok efendim, dayak yiyen kadınları, okutulmayan kadınları, çalıştırılmayan kadınları, bir çocukla konuştu diye öz babası tarafından gırtlağı kesilen, televizyon programında başını açıp "kocam beni dövüyor" dediği için öz oğlu tarafından kurşunlanan kadınları savunanları, kadın haklarını, kadını bırakın temel insan haklarını savunanları kastetmiyorum...

    Onlar feminist değiller. Onlar o kadar feminist değiller ki, bu kelimeden nefret ediyorlar ve her söze "ben feminist değilim" diye başlıyorlar. Kendilerine bir de yeni isim buldular. "Girl power"... Kız gücü!

    Ben, rahmetli Can Yücel'in "Türk karı kuvvetleri" dediği takımdan söz ediyorum.

    Erkeklerle "temelde" zoru olanlardan. Çünkü temelde, gizli ya da açık, sevici olanlardan, erkeklere nefret kusanlardan.

    Sevicidirler ama beni hiç sevmezler mübarekler ha!

    işte bunların çok kızdıkları iki konu vardır:

    Bir: Niçin onlar da erkekler gibi ayakta işeyemiyorlar?

    iki: Niçin erkekler de onlar gibi regl olmuyorlar?

    Sorunlarının ikinci bölümüne günün birinde çözüm bulunursa kendilerine bildireceğim, şimdilik ilk bölümün hallolduğunu söyleyip onları sevindirelim.

    Kadınların da ayakta işeyebilmelerini sağlayan bir araç yapılmış, adı da Magic Mate... Sihirli arkadaş...

    Efendim bu, "bayanların da küçük tuvalet ihtiyaçlarını ayakta karşılamalarını sağlayan" (kibarlığa kitakse) karton bir aparatmış.

    Bu karton aparattan bilmem kaç tanesi bir kutu içinde satılıyor, "kullan at" felsefesi uyarınca.

    Bir ucu geniş, bir ucu dar bir boru bu.

    Geniş ucunu kukuna tutuyorsun, daha doğrusu önüne kapatıyorsun, dar ucu da toprağa ya da "pisuvara" bakıyor tabii.

    Çişini koyuveriyorsun, "adeta bir erkeğin penis kanalı boyunca ilerler gibi", yerçekiminden de hız alarak şırıl şırıl gidiyor, eh, borunun öbür ucundan çıkıyor işte. Mesele bundan ibaret.

    Tek kullanımlık. Taharet bezi gibi yıkayıp ütüleyip yeniden kullanıma sokulması tavsiye edilmiyor.

    Boruyu çöpe atıyorsun. Fakat burada, işini bitirdikten, hacetini giderdikten sonra erkekler gibi "sallama" faslı yok. Gene babadan kalma, pardon, anadan kalma yöntemle, silineceksin... Sallanıp da yerine sokulan Magic Mate modelini henüz icat edememişler. Zaten ip gibi G-String donunda yer yok ki, nereye sokacaksın?

    Yok, oraya olmaz. Sakın ha.

    Bu aygıtın değerli lezbiyen kardeşlerime hayırlı uğurlu olmasını diliyor ve onları "erkekler tuvaletine hoşgeldiniz abiler" diyerek kucaklıyor, bağrıma basıyorum. Fakat bizde onların bilmedikleri bir olay vardır, yanımda dikilirken sakın ayağıma işemesinler ha, kavga çıkar. ilk günler acemiliğin de verdiği bazı küçük kazalar olacaktır tabii, o ayrı.
    5 ...
  28. cumhuriyetçi misin demokrat mı

    1.
  29. Akıllı uslu vatandaşlar bu soruyu abes buluyorlar, ne yani, hem cumhuriyetçi hem demokrat olunamaz mı?

    ilginçtir bizim coğrafyanın inşası buna benzer bir ikilemle 1936 yılında karşı karşıya kalmıştı;

    ispanya'da "cumhuriyetçilerle milliyetçiler" kapışmışlar, birbirlerini öldürmeye koyulmuşlardı... Allah Allah! Bu nasıl işti? Biz hem cumhuriyetçi hem de milliyetçi değil miydik? ikisi birbirinden ayrılabilir miydi? Peki bu durumda bunlardan hangisini tutacaktık?

    Tavşan boku politikası uyguladığımız için hiçbirini tutmayacaktık, karışmayacaktık tabii de, bu soru uzun süre babamın kuşağını şaşırtan bir soru oldu.

    Cumhuriyetçi misin, demokrat mı? Bu soru, sanıldığı kadar anlamsız değildir.

    Çünkü insan cumhuriyetçi olup demokrat olmayabilir... Stalin de Hitler de cumhuriyetçiydi.

    Fakat Mussolini değildi örneğin, italya Kralı bütün faşizm dönemi boyunca Roma'da süs bitkisi gibi oturmuştu.

    Demokrat olup cumhuriyetçi olmayabilir... ingiliz partilerinin bütün liderleri, bütün milletvekilleri, bütün görevlileri, bütün seçmenleri gibi... David Cameron, ya da onun yerine gelen Theresa Mary May demokrattırlar, hem de sosyal-demokrattırlar, fakat cumhuriyetçi değillerdir.

    Osmanlı Sosyalist Fırkası, öyledir. Cumhuriyet Halk Fırkası da, ötekinden!

    Hem cumhuriyetçi hem demokrat olabilir... Örnek, Süleyman Demirel... Örnek, Turgut Özal...

    Ne cumhuriyetçi ne de demokrat olabilir... Örnek, Enver Paşa, Talat Paşa, daha bir sürü ittihatçı.

    Türk basınının büyük kahramanlarından biri, bundan on yıl kadar önce, "cumhuriyetle demokrasi aynı şeydir" deyip çıkmıştı. Gençliğinde hukuk asistanlığı yapmıştı ama en basit siyasi tarih bilincinden, ortaokul düzeyinde "yurttaşlık bilgisinden" yoksundu (sizin gibi). Ya da bile bile yalan söylüyordu ki, o daha korkunçtu.

    Şimdi çok şükür maskeler çıkarıldı, kimin ne halt olduğu da kabak gibi ortaya döküldü, "cumhuriyetçi misin demokrat mı" sorusu artık gerçek kimliğine kavuştu; o dönem için halkın seçtiği devleti yöneten hükümetin tarafında mısın yoksa darbe mi istersin?

    Daha da açık konuşabilse birileri, "alaturka faşizm mi seversin alafranga faşizm mi" de diyecekler... Seni katırlara bağlayıp mı parçalayalım, yoksa satırla mı doğrayalım?

    Günümüzde Türkiye'de cumhuriyetçi olmayan yoktur. Osmanoğlu ailesi bile tahtı istemez, bu konu açılırsa da çok tedirgin olur.

    Fakat demokrat olmayan çok, hem de çok kişi vardır. (en başta hükümet ve cumhurbaşkanı)

    Ben artık "hem cumhuriyetçiyim hem de demokrat, olamaz mıyım ulaaan" demeye vallahi utanır oldum.

    Çünkü birincisi sağlam ama ikincisinden çok çabuk vazgeçebiliyor bu ülkede insanlar ve ben de bu acıklı güldürüde oynamak istemiyorum.
    3 ...
  30. türkiye ile amerika arasındaki stratejik ortaklık

    1.
  31. aslında pekte matah bir muhabbet değil ama hep söylenir durur; Türkiye, Amerika'nın "stratejik ortağı" mıdır, yoksa onunla "stratejik işbirliği" içinde midir?

    Birinciyi söylersen kendini Amerika'ya pek beğendirmiş havalarına giriyorsun ve önem kazanıyorsun, ikinciyi öne sürersen Amerika'yla arana azıcık mesafe koymuş sayılıyorsun ve milliyetçi ayaklarına yatıyorsun.

    aslında bu konuda gerçeği yıllar önce CHP Genel Başkan Yardımcılığı yaptığı sırada Onur Öymen açıklamıştı; "Türkiye, ABD'nin stratejik ortağı değildir. ABD'nin dünyadaki stratejik ortakları ingiltere, israil ve bir ölçüde Kanada'dır."

    evet haklıydı; Bu andığı ülkeler her konuda Amerika'yla birlikte hareket ederler. Kader birliği içindedirler. Kimisi büyük kimisi küçük ortaktır ama ortaktır. Bir zamanlar General Motors şirketinin yönetim kurulu başkanı, "what is good for General Motors is good for America" demişti... Bunlara göre de Amerika için iyi olan her şey onlar için de iyidir.

    Fakat o zamanlar Sayın Öymen o lafın hemen arkasından "olsa çok faydalı olurdu" demiş ve bir çuval inciri batırmıştı...

    Engin Güner de (şimdilerde kim tanır, bir zamanlar Özal'ın sağ koluydu) yıllar önce, "stratejik ortaklık Camp David'de başladı, 1 Mart 2003'te bitti" dediğini çok iyi hatırlıyorum.

    Yani rahmetli Özal ile "Baba" Bush bu gezide ortaklık kurmuşlar ama meclisimiz şu ünlü tezkereyi reddedince iş bitmiş.

    bu yanlış bir söylemdi!

    Bu bahsedilen bir ortaklık falan değil, Irak konusunda "istişare" anlaşmasıydı, üstelik "şifahi" bir anlaşma, yani kağıda falan da dökülmemişti.

    Bush bir girişimde bulunacağı zaman Özal'a telefon edecek, o da ona akıl verecekti. Böyle de oldu.

    Sonra aynı Bush, Özal'ın cenazesine gelmeyerek vefa borcunu pek güzel ödedi! Sanırım alkolik oğlunun "detoksikasyon" tedavisiyle uğraşıyordu. Belki de aynı anda hem çiklet çiğneyerek hem cenazeye katılamıyordu.

    goygoyu bir kenara bırakırsak artık hepiniz görüyorsunuz ki; Türkiye, ne Amerika'nın stratejik ortağıdır, ne de onunla stratejik işbirliği içindedir.

    Türkiye, Amerika'nın dümen suyuna altmış yıl önce girmiş, bir daha çıkamayan, fakat ara sıra yalpalayan, bir ölçüde çıkmak isteyip bunu başaramayan bir ülkedir. bir çeşit "Uydu" devlet diyecektim ama birilerini de gıdıklamak istemiyorum...

    Bu dümen suyuna girmesinde bizden Boğaz'da üs ve ayrıca da Kars'ı ve Ardahan'ı isteyen Stalin denilen alçağın çok büyük payı vardır ama bunu tarihçilere bırakıyorum!

    Türkiye Amerika'ya direnebildiği kadar direnir, baskı görünce feleği şaşar, yelkenleri suya indirir. Ara sıra başkaldırmayı dener (1959, 1970, 1974 ve 2003), gizli bir tokat yer oturur (1960, 1971, 1980 ve...)

    Strateji falan değil, bir şarkı özetler Türkiye'nin dış politikasını; Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına!...

    ama siz kesin o şarkıyı da bilmiyorsunuzdur, ayy melihat gülses ne de güzel yorumlar bu parçayı, alın size linki; https://www.youtube.com/watch?v=k1z_0_GzE8o
    5 ...
  32. 20 ekim 2017 yılmaz özdil yazısı

    1.
  33. ben yılmaz Özdil'i çok seviyorum. onun yazıları üzerinden prim yapmaya da bayılıyorum. iki spoiler arasına koyuyorum o günkü yazısını, oohhh miss... neden?

    çünkü ben acizim (!) hükümeti kendi cümlelerimle 2 paragraf yazıp eleştiremem...

    ne sanat ne kültür yok bende!

    çünkü ben okumuyorum (!) hayatımda toplasan 100 kitap okumamışımdır. (çocuk kitapları dahil)

    böyle beynimde bazı ön yargı kırıntılarım var sadece oradan buradan edindiğim, onları yazabiliyorum bir kaç cümle o kadar. daha fazlasını istemeyin ben nooolur yapamam...

    zaten şimdi kankiştolarım (!) da gelirler...

    --spoiler--

    Daha önce “Türk milleti demiyoruz” diyen asrın liderimiz, bu defa daha net izah etti, “Türkçülük bölücülüktür” dedi.
    *
    Haklı aslında.
    *
    Alman Almanken, ingiliz ingilizken, italyan italyanken, Japon Japonken, Rus Rusken, Yunan Yunanken… Senin Türk'ken Türk olmaya kalkman, bölücülük değil de nedir?
    *
    Pata pata pata, sabah ayazının kör karanlığında ağ atmaktan dönen bir küçücük balıkçı teknesinin arkasında nazlı nazlı salınan mendil kadar Türk Bayrağı'nı gördüğünde, hiç sebepsiz yüreğin taşıyorsa kardeşim, hayran hayran seyrediyorsan… Fransız bayrağı gördüğünde mesela, sana bir şey ifade etmiyorsa, e bölücüsün işte.
    *
    Farzedelim Çanakkale'de, bir dakikalık saygı duruşundan sonra istiklal Marşı'nı söylerken, elinde olmadan gözlerin doluyorsa kardeşim, durdurmaya çalışsan da dudaklarının titremesini engelleyemiyorsan… Bak kaç yaşına geldin, hâlâ Yeni Zelanda milli marşını duyduğunda duygulanmıyorsan, bal gibi bölücüsün.
    *
    Dünyanın tee öbür ucunda, Arjantin'de yürürken mesela, veya belki Güney Afrika'da restoranda, hiç ummadığın anda Türkçe konuşan birilerine rastlayıp, teyzeoğlunu görmüş kadar yakın hissediyorsan, Hollanda'da bir dükkanda Türk markası havlu görüp, sanki o güne kadar hiç havlu görmemişsin gibi titizlikle inceleyerek, hissettiğin tuhaf gurura kendin bile şaşıyorsan kardeşim… ingiltere'de metroda gördüğün Belçikalı seni hiç alakadar etmiyorsa, Japonya'da markette denk geldiğin Portekizli umurunda bile değilse, hiç boşuna inkar etme, bölücülük ruhuna işlemiş senin.
    *
    Göğsünde ay yıldız bulunan sporcu o 180 kiloluk halteri kaldırırken, ağırlığı adeta sen omuzluyormuşsun gibi şekilden şekile giriyorsan, hayatında basketbol topuna bile değmeyen büyükannen seninle beraber oturup 12 dev adam'ı seyrediyorsa, voleybolun kaç kişiyle oynandığını bilmeyen annen filenin sultanları'nı seyrederken heyecandan çığlık atıyorsa, sen daha kısa pantolonluyken, baban elinden tutup milli maça götürdüyse… O çok sevdiğin teyzenle enişten, bugüne kadar bir defa bile Avusturya milli takımı kaşkolu takmadıysa, kusura bakma ama, siz ailece bölücüsünüz kardeşim.
    *
    Şehirde büyümene rağmen “orda bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüzdür”ü her duyduğunda burnunun direği sızlıyorsa, “havasına suyuna taşına toprağına, bir başkadır benim memleketim”i dinlerken, her defasında için cızz ediyorsa, kendini bildin bileli sadece yabancı parçalar dinlediğin halde “biz Heybeli'de her geceee” diye başlasam, arkasını ezbere getirebiliyorsan, Aşık Veysel'in Yunus Emre'nin Pir Sultan Abdal'ın Dadaloğlu'nun sözlerini nereden bildiğini bilmeyip, ana rahminde çip yerleştirilmiş gibi şakır şakır biliyorsan, buna mukabil, arkadaşlarınla rakı sofrasına oturup Malezya halk türküleri okumuyorsan, düğününde Bolivya müziğiyle halay çekmiyorsan, sevgiline Hintçe şarkılar mırıldanmıyorsan kardeşim… Muhtemelen farkında değilsin, doğuştan bölücüsün.
    *
    Suçumuz büyük yani.
    Hadi gelin itiraf edelim.
    Kendi suç duyurumuzu kendimiz yazalım.
    *
    Ne mutlu Türküm diyene kardeşim!

    --spoiler--

    kaynak : http://www.sozcu.com.tr/2...lu-turkum-diyene-2056383/
    5 ...
  34. amerikan tarzı ödül töreni konuşması

    1.
  35. ne türden bir ödül olduğunun önemi olmadan konuşma yapılır, pek çok yaklaşım vardır ama en ilgimi çeken "amerikan" tarzı olanı...

    Amerikalılar ota boka konuşma yapmayı çok severler, Oscar törenlerinden de hatırlayacağınız gibi lafı da analarına babalarına getirmeden edemezler.

    Çünkü Batı toplumlarının omurgası "bireydir".

    Fakat Amerikalılar hiçbir konuda ölçü bilmedikleri için burada da işin suyunu çıkarırlar, bu tür konuşmalarını neredeyse "insan soyunu başlatarak bugün burada olmamızı sağlayan sevgili Adem babamızla Havva anamıza teşekkürü borç bilirim" ayağına düşürürler!

    Kimse de onlara "kısa kes de Aydın havası olsun" demez. Herkes dinler, kibar kibar da alkışlar. Çünkü orada her bireyin, ne kadar çarçur ve salakça da olursa olsun kendi görüşlerini, düşünce ve duygularını özgürce ve kesintisiz dile getirme hakkı vardır.

    Şu soruyu sormak da kimsenin aklına gelmez: Ulan, senin "en iyi montajcı" dalında aldığın Oscar ödülünde, sana her zaman ilgi ve şefkatle yaklaşmış olan teyzenin kızının ne katkısı olabilir yani?

    Madem Amerikan tarzı ödül konuşmasında "teamül" böyle, izin verirseniz ben de, "sebeb-i hayatım" sıfatıyla var olmama ve bugün okuduğunuz entryi yazabilmeme yol açan rahmetli babam ismail aberystwyth'in bavulunu değilse bile rakı şişesini saygıyla anıyor, ayrıca uludağ sözlük yönetiminin bana entry girme ortamı sağlayan zall bey'e, ilave olarak elime daha kolay gelen bir alfabe kullanmama olanak veren büyük kurtarıcı Mustafa Kemal Atatürk'e ve istanbul'u ele geçirmekle gerek benim gerekse diğer istanbullu sözlük yazarlarıyla bu güzel şehirde yaşamamızı sağlayan değerli padişahımız Fatih Sultan Mehmet'e sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum...
    2 ...
  36. otomobili bırakıp motosiklete yönelmek

    1.
  37. Sıkışıklıktan kurtulmak için artık otomobili bırakmak, motosiklete yönelmek gerekiyormuş efendim. ben söylemiyorum bunu. geçen haftalarda maliye bakanı laf arasında milleti vergilerle nasıl düdükleyeceğin anlatırken sokuşturdu. evet maliye bakanı naci ağbal...

    hani şu 75'i 2'ye bölemeyen, mat1 de 5 net anca çıkarabilecek üstün zeka(!) abidesi kabineden dandik bir bakanımız...

    Bunu söyleyenin, başka bir başkentte, Roma sokaklarında hiç dolanmadığı belli, ya da her Türk gibi gürültü seviyor.

    Evet, biz, gürültüden rahatsız olmadığımız gibi, onu severiz de. Başkasının etmesi bizi üzmez, kendimiz de bol bol çıkarırız.

    Motosiklet sesi, araba sesinden bin beter, tiz ve sevimsiz, itici bir sestir. Kulak tırmalar. Farkında olmadan sinir bozar.

    Köylümüz, Anadolu'da bol bol kullandığı motosikletten istanbul'a gelince hemen vazgeçiyor ve otomobile yöneliyor mesela.

    Çünkü kat almak gibi araba almak da bir "statü simgesidir", "işbu vatandaş sınıf değiştirmiş bulunmaktadır" şeklinde bir berat gibidir o arabanın varlığı.

    işte bu nedenle de, ensesi kalın Türk sürücüsünü motosiklete yöneltmek, olmayacak duaya amin demektir, akıntıya kürek çekmektir. Ancak "ucuzcu gençler" ilgi gösterebilirler motosiklete. "Öğrenci işi".

    Tıpkı, temcit pilavı gibi koy kaldır "toplu taşımacılık" teranesine benzeyecek bu... Toplu taşımacılığa yönelelim diyen her dangalağın, her uzmanın "altında" kendi özel arabası vardır nedense.

    Toplu taşımacılığa yönelemeyiz, çünkü istanbul'un ucu bucağı belirsizdir, Tekirdağ'da başlar izmit'te biter, ve de belli ve düzgün "aksları" yoktur şehrin...

    istanbul, Viyana gibi çok az kişinin yaşadığı ve tramvayları kuğu gibi sessiz sedasız süzülen bir şehir değil ki... Burası aşırı kalabalık ve karmaşık bir cehennem.

    Örneğin bana Bostancı'dan Davutpaşa'ya her sabah hangi toplu taşıma aracıyla çabuk ve zahmetsiz gidebileceğimi bir uzman çıksın da anlatıversin bakalım...

    "Servis otobüsüyle" diyecek tabii.

    Tren gibidir, kalkış saatine, geçiş saatine uymak zorundasınız. Ucu da açıktır, kaçta kalkacağınız bellidir de, kaçta ineceğinizi Allah bilir.

    Toplu taşımada ucuzluk vardır, özgürlük yoktur.

    itiş kakışına da hiçbir "toplu taşımacılık çokbilmişi" razı gelmeyecektir ayrıca!

    "Tek sayılı plaka-çift sayılı plaka" ya da "herkes arabasına bir yabancı alsın" gibi saçmalıklardan biri olarak kalacaktır bu terane...

    Motosiklete, bir ya da en fazla iki kişi binebilir. Bunun neresi "toplu" taşıma? Üstü açıktır, karda kışta ne halt edeceksiniz?

    Güvenli değildir, "kask" takacaksınız.

    Sıra sıra araba kuyruklarının arasından kertenkele gibi süzülüp kaçacaksınız, tamam, ama hanginiz arabasının "konforunu" bırakacak da motorlu bisiklete razı olacak?

    Gerçi motosikletle de "hava atılır" tabii ama, bu bir "genç havasıdır"... Başına bandana saran, meşin ceket ve çizme giyen, saçı sakalı ağarmış ama gençlik iddiasında "kart serseriler" vardır hani, onlara da Harley-Davidson gibi bir "marka" lazım ki hem "dinamik" olduklarını hem de ceplerinde bol para bulunduğunu belli edebilsinler... Bir "scooter" ile kepçe mepçe yapamazsınız, karı kız düşmez!

    Batıda yaygın diyeceksiniz. Orada bir "marjinallik" simgesidir.

    Bir zamanlar Vespa falan da yaygınmış ama, o zamanlar ellili yıllar, savaş sonrası, ekonomilerin daha yeni yeni toparlanmaya başladığı yıllardı. Batılı, biti kanlanınca motosikleti zıpırlara, "çoluk çocuğa" bıraktı. Biz de otobüs ve dolmuşu "alt sınıflara" bırakmadık mı?

    Fazla ciddi yazdım ama bir soru ile bitireceğim; sayın naci ağbal, insanları motosiklet almaya teşvik edip ardından motosiklet kullananlara %500 vergi mi uygulayacaksınız?
    3 ...
  38. balkan is not dead

    1.
  39. yuh başlığı açmaya tenezzül bile etmemişsiniz! ne biçim Atatürkçüsünüz lan siz?

    elin Makedonyalısı Atatürk'ün aşk hayatı hakkında film yapıyor, bırak izlemeyi haberiniz bile yok... adam küfür mü ediyor? dalga mı geçiyor? hiç mi merak etmediniz?

    ben sizin gibi sözde Kemalist olmadığımdan (!) merak ettim...

    Atatürk'ün habire aşk hayatını kurcalayıp soru soranlara hep aynı tepkiyi veriyorum; "Ne bitmek tükenmek bilmez bir duygu seliymiş bu..." Hani gençler de sanacaklar ki Atatürk memleketi kurtarmaktan kalan boş vakitlerinde yalnız aşk düşünmüş, aşk yaşamış!

    Efendim, Atatürk'ün "yeni bir aşkı bulunmuştu" bilmiyorum hatırlar mısınız?

    El yazısıyla yeni bir belge bulundu, gibi anlatmışlardı 5-6 sene önce.

    Yok canım, Fikriye Hanım falan değil. Onu sağır sultan bile öğrendi. Pangaltı'da oturan Madame Corinne de değil, onu da bilmeyen kalmadı. Sofya'da ataşemiliterlik yaptığı sırada tanıdığı Bulgar kızı Dimitrina Kovaçeva da değil.

    Afet Hanım mı peki? O aşkı değildi ki, manevi kızı sayılırdı. (Küçük Ülkü'den önce.)

    Sabiha Gökçen olmasın? Hayır, orada bir "gelecek tutkusu" söz konusuydu (istikbal göklerdedir)...

    Yoksa zeki, çevik ve ahlaklı bir bayan sporcu mu? ("Severim" dediğine göre...)

    Acaba bu kız dindar bir kızdı da, Celal Bayar'ın dediği gibi "seni sevmek bir ibadettir" diye mi düşündü Atatürk hakkında?

    Hayır, bu hanım kız Eleni Karinti adında birisi.

    Hani Zozo Dalmas deseler şaşırmayacaktım da, bunu beklemiyordum zamanında.

    Çünkü bu çok eski bir aşk, Manastır Askeri idadisi'nde okuduğu yıllara dayanıyor. Yani, 1890'lar... Daha doğrusu, 1896-1899 arası.

    Atatürk'ün lise aşkıymış! öyle diyorlar...

    Peki bu konuda başka ne biliniyor? Hiçbir şey. Kızın Atatürk'e yazdığı bir mektup varmış elde (sahte değilse), onu okumuştum zaten, sıradan bir aşk mektubu. "Başkasıyla evlendirilen" her kızın eski sevgilisine yazacağı öylesine bir mektup. O sevgilinin ille de Atatürk olması gerekmez. Zübeyde Hanım evlenmelerine izin vermemiş (elbette!), babası da kızı kahyasıyla evlendirmiş, sonrası meçhul.

    Genelkurmay Başkanı kızmıştı ama, şu yakın tarihimiz bir de "Zübeyde Hanım üzerinden" yazılsa ortaya kim bilir nasıl bir alternatif çıkacak...

    Hepsi bu. Bu kadar. Başka bilgi? Yok. Peki fotoğraf falan? Yok. Bir Makedon yazarı varmış, Deyan Dukovski (hiç bana bakmayın bende bilmiyorum), tutmuş bu konudan bir aşk romanı çıkarmış vakti zamanında. Tuna Kiremitçi'ye verseler eminim daha iyisini yapardı.

    Şimdi de bu romandan bir film yapıldı 2011 yılında, yönetmen Aleksandr Popovski, işin içinde tabii ki Türkler de var. filmi dün gece izledim.

    https://www.sinemalar.com.../175057/balkan-olmemistir

    Ertan Şaban (azıcık Sekizinci Henry'yi oynayan Jonathan Rhys-Meyers'i andırıyor) Atatürk'ün lise yıllarını canlandırıyor. Atatürk'e hiç benzemiyor ama zarar yok, sanki kara kaşlı kara gözlü Rutkay Aziz çok benziyordu da...

    Eleni'yi oynayan da Nataşa Şolyak diye bir kız. Hırvat'mış.

    Sonra? Öncesi sonrası bu işte.

    Yönetmen Popovski, "Atatürk'ün yaşadığı bu büyük aşkın özünü sinemaseverlere aktarmaya çalıştık" demiş film gösterime girdikten sonra...

    Yok yahu? Lise aşkının özü biçimi ne olur ki aktarmaya çalıştın?

    Seks var mı? Yok. Olamaz. Olsa bile aktarmaya göt ister.

    Sen aktardın rahatladın mı? elbet türkiyede bu filmi izleyip sevindirik olanlar vardır...

    Baksanıza, lise aşkı, oluvermiş Atatürk'ün "büyük" aşkı. Ne yani, Fikriye Hanım "küçük aşk" mıydı, bunu mu demek istiyorsunuz?

    bu film benim için bir anlam ifade etmiyor çünkü Atatürk'ün aşk hayatını merak etmiyorum. kendisi hakkında bilinmesi gereken daha önemli şeyler varken ille de ben merak ediyorum diyen varsa izlesin, "Atatürk yattığı yerden kalksa da ben de onunla çılgın bir aşk yaşasam" diye kıvranan bütün tayyör-etekli "Mustafa Kemal rahibeleri" krizlere garkolsunlar...

    ben serseri değilim ki her şeyi magazine vurayım, gördüğünüz gibi bunu yapan tonlarca ahmak var...

    ha ama ben serseri olsam 1936 yılında Atatürk ile Madam Wallis Simpson arasında ayaküstü bir aşk uydurur kitap yazar, köşeyi de dönerdim...
    1 ...
  40. juan eslava galan

    1.
  41. Yeni keşfettiğim "ispanyol yazar" Juan Eslava Galan ile takılıyorum şuanda. (bu adamı kimse Türkçe'ye tercüme etmeyecek mi ya?)

    bir süredir ispanya iç savaşı ile ilgili okunmaya değer tüm yazarları okuyorum. Juan Eslava Galan bu yazarlardan biri...

    ikinci cilde geçtim, "Korku Yılları", Los Anos del Miedo... ispanya'nın iç savaş sonrası, kırklı yılları.

    Franco döneminin öküzlüklerini anlatıyor.

    Açlığı, karaborsayı, hapisleri, idamları, yasakları, baskıyı, korkuyu...

    Beş yüz elli sayfa boyunca çok ayrıntılı anlatıyor ama bizi en çok ilgilendirecek yanlarına eğilelim.

    Okurken bir yandan da Miguel de Molina çalacak tabii, "La Bien Paga" şarkısı...

    Basilio Martin Patino'nun aynı dönemi anlattığı o eşsiz belgesel filminde, "Bir Savaş Sonrası için Şarkılar" filminde olduğu gibi.
    Bunları ukalalık olsun diye yazmıyorum, DVD'si var, eliniz değerse seyrediniz. atla deve değil yani. Örneğin Madrid'de Picasso'nun ünlü "Guernica" tablosunun sergilendiği müzeye gitmenize de gerek yok, internetten açın bakın...

    Miguel de Molina eşcinseldi, "Miguela" derlerdi, bir akşam üç polis tiyatronun sahne kapısından bunu almış, bir izbeye götürüp eşek sudan gelen kadar dövmüşler (arkada ispanyol bayrağıyla resim de çektirdiler mi acaba?), ispanya'da yaşatmayacaklarını anlayınca Buenos Aires'e göçetmiş ve orada ölmüş. Felipe Gonzalez hükümeti ispanya adına kendisinden özür dilemiş ve madalya vermişti. Molina'yı döven polislerden biri daha sonra Madrid'e belediye reisi olmuş.

    ispanya'da, Franco döneminin hele ilk on yılı, bize çok benziyor!

    Yerel diller, yani başta Katalanca olmak üzere Galiçya ağzı ve apayrı bir lisan olan Baskça kesinlikle yasaklanmış. Yayın yapmak bir yana, sokakta konuşmak bile yasak.

    Ortalıkta "vatandaş ispanyolca konuş" gibilerden birtakım pankartlar, ilanlar... (Hable bien, sea patriota, no sea barbara... Doğru konuş, sıçarız şarap çanağına!)

    Zorunlu din dersi tabi...

    Bir de "isim değiştirme" furyası.

    Madrid'in ünlü ve pek ünlü bulvarı Paseo de Recoletos'a, iç savaştan birkaç gün önce öldürülen sağcı lider Calvo Sotelo'nun adını veriyorlar, Franco'nun gençliğinde teğmenlik yaptığı Ferrol'a "El Ferrol del Caudillo" diyorlar (önderin şehri anlamında), ama benim demem o değil. ("Kahraman Sevilla, Gazi Salamanca, Şanlı Zaragoza" falan yok, hayret.)

    içinde "kızıl" ya da "kırmızı" geçen hemen her şey değiştirilmiş. 12 Mart döneminde "bizimkiler" de Kızıltoprak'ı "Güzelyer" yapmayı düşünmemişler miydi?

    "işçi" kelimesi sol koktuğu için(!) kaldırmışlar, "üretici" demişler.

    Çocuklara konulmuş inyaki, Sadurni, Jordi gibi Katalan isimleri (maçlardan bileceksiniz) zorla Jose, Ignacio, Javier gibi Kastilya isimlerine çevirilmiş. Ana babanın rızası olmadan.

    Allah Allah, bu size birşeyler hatırlatmıyor mu?

    içinde "enternasyonal" kelimesinin geçtiği herşeyi "nasyonal" yapmışlar, özelikle otel isimlerini.

    Kamelyalı Kadın Marguerite Gautier'yi bile, Fransa'yı sevmedikleri için millileştirmişler, Margarita Gutierrez olmuş!

    Fakat en güzeli geliyor şimdi, sıkı durun: "Rus salatası" var ya, hani biz onu "Amerikan salatası" yapmıştık... Bunlar Amerika'yla da o dönemde papaz oldukları için "emperyal salata" demişler, imparatorluk salatası!
    3 ...
  42. milli hastalığımız

    1.
  43. sorunumuz aslında bizzat "milli hastalığımız". Kimileri, "şaşkınlığımızın nedeni" de diyorlar bu hastalığa...

    Temel nedeni, "emir ve komutayla tarihi yok saymanın mümkün olabileceği" yanılgısıdır. Sıfırdan bir millet ve bir devlet "üretilebileceği" saplantısıdır. Bıldır yenilmiş hurmaların günün birinde bir tarafımızı tırmalamayacağı umudu ve beklentisidir. Bu da, "bürokrat kafasının" kaçınılmaz açmazıdır.

    işte gelir gelir böyle elinde patlar yıllar sonra! aslında her zaman aralıklarla da patlamış durmuştur.

    Türkiye Cumhuriyeti'nin hiçbir kuşağına, yakın tarih öğretilmez. Gıdım gıdım öğretilen de yalan yanlış öğretilir.

    Sanki uzak tarih çok mu doğru öğretilir? elbette hayır! Türkiye'de aydın geçinen herkes bir zamanlar bir "Mora isyanı" olduğunu bilir ama (biz yaparsak kurtuluş savaşıdır, başkası bize karşı yaparsa ayaklanma!), kimse ne General Makriyannis'i tanır, ne Karaiskais'i, ne de Bubulina'yı... Ömer Vrioni'yi bilir misiniz? "Atina garnizonumuzu isyancılara karşı savunan kahramanımız" dersem "helal olsun" dersiniz ama...

    ama anlatılmaz, dile getirilmez, belli tabuların üstüne kurulu tarih dersi verillir. o tabuları sarsmaya kalkanlar da "cumhuriyet rejimini değiştirmekle" itham edilir. sanki bu ülke başka bir rejim ile yönetilebilirmiş gibi!

    güya ben elime geçen her şeyi okuyan tüm cumhuriyet tarihi hakkında bilgi sahibi olduğumu düşünürken, Türkiye ile Yunanistan arasında bir "nüfus mübadelesi" yapılmış olduğunu ancak otuz yaşımda öğrendim, 30 yaşımda... O da, yabancı bir kaynak sayesinde.

    yabancı kaynaklar ve diğer ülkelerin arşivleri olmasa, Süveyş Kanalı'na hem de iki kere saldırmış ve havamızı almış olduğumuzu bize kim öğretecekti?

    Gerçekler bilinmediği için, sorunlar karşımıza çıkınca apışıp kalıyoruz.

    ASALA ve PKK örgütlerinin gökten zembille indiklerini sanıyoruz örneğin.

    Kürtler in son doksan yılda tam on iki kere ayaklanmış olduklarını anlayınca da ağzımız bir karış açılıyor...

    Kurtuluş savaşını vermek için "halkımızın kendiliğinden seferber olduğunu" sanıyoruz, çünkü bize öyle öğrettiler. Yeni bir "halk savaşı" vermeye niyetlenen arkadaşlarımız da bu hatayı canlarıyla ödediler.

    "imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz" palavrasını yutmadık, çünkü öyle olmadığını yaşayıp etimizde hissediyorduk ama, gene de buna inanmaya çalışıyor, kendimizi kandırmaya bakıyorduk.

    kaynaşmış bir kitlede, iç savaş ihtimali bile olur mu allah aşkına?

    Cumhuriyetin ilk döneminde memleket güllük gülistandı da, sınıf kavgası "kör olasıca karşıdevrimciler" yüzünden oluşmuştu!...

    Ne yaptılar, biliyor musunuz? Dünya savaşının "işlerine gelmeyen" bölümlerini yok saydılar, işlerine gelen bölümlerini, örneğin Çanakkale muharebelerini de oradan sıyırıp, soyutlayıp, adeta "kes yapıştır" yöntemiyle kurtuluş savaşımıza "monte ettiler"...

    Oysa arada tam beş yıl vardı.

    Bunu söylediğim zaman bana küfür edenlere kızıyordum, artık kızmıyorum.

    Eğitim adı takılmış "faşizan" beyin yıkamasından sağlıklı düşünen bir kafayla çıkmak her babayiğidin harcı değildir.

    Şartlanmaları kırmak, özgür düşünebilmek herkese verilmemiş bir yetenektir.

    Atatürk'ün biyografisi de öyle...

    "Tanıyın, daha çok seveceksiniz" diyorum, uğramadığım hakaret kalmıyor.

    Sanki bir üvey babası ve üvey kardeşleri olmak, utanılacak bir şeydi... Bana hakaret edenler, aslında bütün yetim çocuklara hakaret ediyorlardı.

    Ama artık onlara hiç kızmıyorum, acıyorum.

    köprüden önceki son çıkış anımızı yaşıyorlar çünkü...

    "Bittiklerinin" kendileri de farkındalar.

    Türk milleti gizli bırakılmış, üstü örtülmüş, yasaklanmış her gerçeğini öğrenecek ve onlarla başa çıkmayı da, onların üstesinden gelmeyi de başaracaktır.

    Yepyeni bir Türkiye safsatasında değilim. etrafımız resmen cadı kazanına döndü ve bu işten nasıl sıyrılacağımızı da allah bilir.

    sorun aslında bizim tam anlamıyla "şaşkınlık" içerisinde olmamız...
    4 ...
  44. dünya edebiyat modası

    1.
  45. Dünyada modası çoktan geçti ama Türkiye'de hala çok seviliyor: "Tarihte şu şöyle olmasaydı da bu böyle olsaydı ne olurdu?" edebiyatı.

    "What if?" edebiyatı da denir. Fransızlar daha bilimsel kokan bir tanım bulmuşlar, "uchronie" diyorlar. ilk akla gelen örnekleri, evvelce de anlatmıştım, "ikinci Dünya Savaşı'nı Hitler kazansaydı ne olurdu?" sorusundan yola çıkan eserler.

    Var canım, Len Deighton bile yazdı, Nazi işgali altında ingiltere... Parlak çalışmalar var, hatta Philip K. Dick en iyi örneğini verdi, Japon işgali altında California...

    Fakat sonuçta, bilimkurgunun bir yan türü olarak kabul ediliyor. Yani ister istemez ikinci sınıf edebiyat, "kaçış" edebiyatı, "paraliterer" bir roman ve öykü akımı. iki bin bilmemkaç yılında uzaylıların gelişini anlatan piyasa çarçurları gibi. ikinci sınıf olarak kalsa iyi, okur eğleniriz de, Türkiye'de üçüncü, hatta beşinci sınıf kalemler bu işe girişince ortaya mizah ürünü çıkar.

    Bizde ilk akla gelen, ya Atatürk'ü vaktinden önce öldürmek, ya da mezarından çıkarmaktır.

    Atatürk bir suikasta kurban gider (bunu aşk yazarları tercih ediyorlar) ya da küçük yaşta karga kovalarken ağaçtan düşer ölür (bu da gazeteci tercihi), ondan sonra Türkiye nice olur?

    Mahvolur tabii, kurtaracak kimse kalmamıştır, bunun üzerine geyik döndüren "ya şu kitaptan 3-5 kuruş kazanır mıyız acaba" diye yazarlık yapan çarçur tipler.

    Bir de "Konya Mevlana Türbesi'nden uzaya lazer ışını yükseltip Atatürk'ü de buna tutundurup aşağı indirenler" vardır ama onlar bunu roman değil "icraat programı" olarak kaleme almışlardır.

    Bendeniz bu zırvaların en çok "Atatürk'ü yeniden Samsun'a çıkaranlarını" severim. Eser iyice dıngıl olunca okuması daha da keyif verir.

    Atatürk yattığı yerden kalkmış, vatanın elden gittiğini görmüş, yeniden Samsun'a gitmeye ve herşeye sıfırdan başlamaya karar vermiştir... Samsun'dan bir güneş gibi doğacaktır ama bunu "yaz saati uygulamasına" göre mi yapacaktır, eski saate göre mi, belli değildir.

    şu konu üzerine kitap yazanlara mantıksızlıklar hakkında soru sormak görevimdir;

    Tamam da, Atatürk'ü Samsun'a kim gönderecektir? Padişah mı? Ortada padişah yoktur.

    Hangi kılıfla gidecektir? Bölgede ayaklanma yoktur. Samsun'a gideceğine Diyarbakır'a gitseydi daha iyi değil miydi? Atatürk Samsun'a Ankara'dan mı gidecektir, istanbul'dan mı?

    istanbul'dan... Niçin? Merzifon üzerinden Ankara-Samsun karayolu daha kısa değil midir?

    Bandırma vapuru tarihe karıştığına göre Türk Hava Yolları uçağını mı kullanacaktır, yoksa Pegasus, Atlasjet falan mı? Herhalde THY... Özel şirketin uçağına binmek bu durumda yakışık almayacaktır çünkü devletçilik CHP'nin altı okundan biri değil midir?

    Samsun'dan sağa sola telgraflar yağdıracaktır herhalde, vatanın bütünlüğü, milletin istiklali tehlikededir (çünkü Ankara'da göbeğini kaşıyan ayıların seçtiği bir iktidar vardır, dağdaki çobanın oyuyla bardaki mankenin oyu bir tutulmuş, onun için futbolda arzu edilmeyen bu görüntüler elde edilmiştir.)

    Niçin telgraf çekiyor, cep telefonu kullansa daha pratik değil mi?

    Sonra ne yapacak? Nereye gidecek? Amasya üzerinden Erzurum, Sivas... Kongreye... Kongrede Adnan Polat da aday olacak mı, "mandacıları" temsilen?

    Sonra Ankara'ya gelecek. iyi ama bu işin başında zaten Ankara'da değil miydi? Taa Samsun'a kadar ne gidiyor, kalksın Rasattepe'den, bir höt desin aşağıya doğru, başbakanın dudağı uçuklar.

    Ankara'da ne yapacak? TBMM'yi açacak. Eee, eskisi ne olacak? Onu kapatacak herhalde... Aman ha, 146. maddeye girer!

    Nasyonal sosyalistlerin dallama kesimine roman yazmayı da ben mi öğreteceğim ya, azıcık yaratıcılıklarını kullansınlar!
    2 ...
  46. vakitlice ölmek

    1.
  47. Her ölüm aslında erken ölümdür, der şair...

    Bir de "Allah vakitli ve de sıralı versin" şeklinde bir dilek vardır. Meşrebinize göre seçersiniz artık.

    Seçseniz de seçmeseniz de, hepiniz öleceksiniz, hepimiz öleceğiz. Nötrino parçacıkları ışıktan yavaş da gitseler, ışıktan hızlı da gitseler...

    Fakat ölüm zamanı insanın "biyografisinde" çok şey değiştirebilir. Ülkelerin tarihinde de.

    Hani birisi bir film yapmıştı, Selanikli küçük Mustafa, kız kardeşi Makbule'yle birlikte çiftlikte kargaları kovalarken ağaçtan düşüp ölüyordu...

    Düşünmek bile istemiyorum. "Bahtı kara maderini kurtaracak" birisi bulunur muydu, bilemem.

    Ama, diyelim ismet Paşa, imzayı atmış isviçre'den dönerken Orient Express raydan çıksa, paşa da 1924 yılına çıkmasaydı...

    Nasıl geçerdi tarihe?

    Menderes, Londra'da, uçak kazasından kurtulamasaydı... Nasıl yazılırdı yakın tarihimiz?

    Ecevit 1975 yılında "gitseydi" mesela...

    Apo'yu ülkücüler temizleselerdi gençliğinde Ankara sokaklarında devrimcilik oynarken...

    Erken ölüp kaybolanlar da vardır, geç ölüp kaybedenler de.

    Bir de vakitlice gidip kurtulanlar...
    7 ...
  48. dersim isyanının ucunda para olması

    1.
  49. işte bu!

    tam da zurnanın zort dediği yer; tazminat tartışması...

    yoksa sana göre isyan, ona göre katliam. kişiye ve bakış açısına göre değişir. hiç girmeyeceğim şöyle mi olmuş böyle mi olmuş, tarihçilere mi bırakılmalı yoksa bakkal-manav da tartışmalı mı...

    seksen yıldan fazladır tartışılan Dersim mevzusu ortalığa kabak gibi dökülür durur, bazı hukukçular "tazminat" konusunu da akıllarına getirirler.

    Tanzimat değil, bildiğiniz tazminat, "ödence" diye bir karşılık da uydurmuşlar. Zarar ziyanı karşılama parası yani...

    Dersim'de ölenlerin torunlarının dava açıp tazminat isteme hakları var mı? On binlerce kişi... Ceza davası açılamıyor. Atatürk'ü mü mahkemeye vereceksiniz, inönü'yü mü, Bayar'ı mı, Sabiha Hanım'ı mı?

    Ama "devleti" mahkemeye verip para isteme yolu açık.

    Benzer bir sıkıntı şu ünlü "Ermeni kırımı" konusunda da geçerlidir.

    Siz bakmayın "tarihçilere bırakalım" deyip topu taca atana hokkabazlara... Maçası sıkışan tarihçilere bırakıyor. Bırakmıyor da bırakırmış gibi yapıyor.

    Adına ister soykırım deyin, ister otkırım, ister botkırım, 1915 yılında bir "kırım" olduğunu en azgın faşist bile artık inkar edemiyor (onlar da "o dönemin şartları" lafazanlığıyla topu taca atmaya çalışıyorlar.)

    Çok düşündüm: Yüzde yüz bir "ittihatçı suçu" olan bu katliama, halkın temsilcileri olan, yani ittihatçı bürokrasiye rağmen ve hatta onunla çatışarak iktidara gelmiş olan bugünkü yöneticiler niçin sahip çıkmak zorunda hissederler kendilerini?...

    Orduyla büsbütün papaz olmamak için mi?

    Oysa ordunun hiçbir suçu yok katliamda, parti yönetiminin ve kadrolarının, örgütlenmiş başıbozukların suçu var.

    Teşkilat-ı Mahsusa'nın suçu var... Haa, bu biraz "nazik" bir mesele. Ama Osmanlı'yı reddediyorsanız bu hesabı Milli istihbarat Teşkilatı'ndan sormaya da hakkınız olamaz.

    "Henüz zamanı gelmediği", şartlar olgunlaşmadığı için mi? (Demirel'in deyimiyle, zamanlama bir sanattır.)

    Ermeniler'i hem kesen hem de mallarına mülklerine el koyan "eşrafın" suçu olduğu için mi? Eşrafın "variyetini" kazıyın, altından Ermeni kanı ve malı çıkar.

    Dedim de... Yoksa işin ucunda para olduğu için mi?

    Kırım "resmen" kabul edilse, arkadan tazminat davaları çorap söküğü gibi gelecek, devlet milyarlarca dolar ödemek zorunda kalacak.

    Kürt ayaklanmasına iki yüz milyar dolar döktük, bir o kadarını da Ermeni tazminatı olarak mı ziyan edeceğiz? Hem de ekonominin penguen gibi yürüdüğü şu sıralarda... Mesele budur.

    Ben asıl şunu soruyorum: Devlette "süreklilik esası" var mıdır, yok mudur?

    Yoksa, Dersim olayları için neden millet zamanında özür diledi?

    Varsa, 1915 olaylarını neden konu dışı tutuluyor?

    "O başka bir devletin işidir, bizim değil Osmanlı'nın sorunudur" diyecekseniz niçin Abdülmecid sempozyumu düzenlendi lan bu ülkede o zaman?

    hep söylüyorum biz tarihi işimize geldiği gibi eğip büküyoruz...
    2 ...
  50. çin in vahşi kapitalist bir ülke olduğu gerçeği

    1.
  51. Çin Komünist Partisi kongre yapmıştı bundan yıllar önce, birileri gitmiş birileri gelmişti. Bir avuç dış politika uzmanı dışında kimsenin umurunda da değildi. Kamuoyu, yalnız Türk değil dünya kamuoyu da, ne gidenin adını biliyordu ne gelenin.

    o zamanki gelenlerin isimlerini bile ha deyince bulamazsınız internette: Hu Jintao... Wen Jiabao... Şi Jinping... Li Kiciang... Peng Liyuan...

    Okuduktan sonra kafanızı kaldırıp bakmadan yüksek sesle tekrarlayın. Tekrarlayamazsınız.

    Bunun önemi de yok, çünkü Çin'de bir şey değişmeyecekti ve değişmedi de zaten. Hu'nun yerine gelen Şi'nin daha "liberal" olduğu söyleniyordu ama bu, Batılı yorumcuların çoğu zaman yaptıkları saftirik abartılardan biriydi. Tek adam değil de sekiz kişi yönetecekmiş, buna da liberalizm diyorlardı...

    Hepinizin bildiği gibi Çin, çok sert bir diktayla yönetiliyor.

    yirmi beş yıl önce Hong Kong'u ingiltere'den devraldıkları zaman yeni vatandaşlarına "siyasi hakları, demokrasiyi falan unutun," demişlerdi, "bunun dışında işinize gücünüze bildiğiniz gibi devam..."

    Çin'in ekonomik düzeni uzun süredir "vahşi kapitalizm"... Çin'de milyonlarca doları olan komünist de var, ayda yirmi dolara çalışan emekçi de. Eşitsizlik ve sömürü korkunç boyutlarda.

    Üstyapısı tek parti diktası, ekonomisi kapitalist olan ülkelerin siyaset biliminde tek bir adı vardır, ona da "faşizm" denir. Çin faşist bir ülkedir.

    Alabildiğine vahşi bir kapitalizm uygulayarak ekonomide gerçekten de çok büyük başarılar elde etmiş, "dünyanın kalkınma liderliğini" ele geçirmiştir.

    Bu kalkınma modelini Lee Yew adında Singapurlu bir politikacı icat etmişti... Gizli polis devletiyle, sopayla kalkınma...

    Bu bana bir şeyler hatırlattı.

    Bizde de, cumhuriyetin ilk döneminde, tek parti diktası ve kapitalizm vardı. Biz niçin kalkınamadık?

    Çünkü bizimki "totaliter" değil, "otoriter" bir rejimdi, yani "yeterince" sert değildi...

    Çin'i komünist bürokratlar idare ediyorlar, bizi idare eden bürokratlar askerdiler ve ekonominin e'sinden de anlamıyorlardı...

    Çin komünist oldu ama ne yazısını değiştirdi ne kılık kıyafetini... Bizimkilerin programı bir "kültür değişimi" programıydı, bunun ötesine aldırmadılar. (Çin ve Rus alfabeleri Atatürk ilkelerine fena halde aykırıdır.)

    Dolayısıyla, ekonomik kalkınma hamlesine de girişmediler. Çürük çarık bir "devlet kapitalizmi" yaptılar.

    Kalkınmayı gelecek kuşaklara bıraktılar. Ama o kuşaklar gelince onları da hor görmekten, küçümsemekten, hakaret etmekten, hatta öldürmekten hiç geri kalmadılar!

    Fakat bizim bürokrasiyi bütün bütüne de yabana attığım yok! ismet Paşa, "enflasyon" kelimesini ilk kez başbakan olduktan sonra duyduğunu itiraf etmişti... Çok şükür, bürokratların bugünkü lideri Kılıçdaroğlu başbakan olamadan biliyor, eh bu da bir nevi gelişmedir icabında...
    2 ...
  52. 2019 seçimleri tarihi bir zafer olabilir

    1.
  53. evet olabilir... şaşırıyor insanlar "17 yıllık ılımlı islam rüzgarı biter mi lan harbiden?" diye umutlanmaya bile üşeniyorlar ama ben bu konuda umutluyum...

    ve iddia ediyorum 2019 seçimleri cumhuriyet tarihinin en kritik seçimi olup, muhaliflerin önüne eski seçimlerden daha fazla fırsat bırakmıştır. ılımlı islamı bitirmek için bu zafer 1.5 yıl sonra yaşanacak yada her şey daha kötüye gidecek...

    hali hazırda %49 un istemediği bir anayasa üzerinden seçim yapılacakken, chp nin eli eskisinden daha güçlüyken, meral Akşener gibi fark yaratacak potansiyel biri varken bu fırsat tepilmemelidir.

    bir umut var ama doğru söylemler ve doğru ittifaklar üzerinden gidilerse...

    akp belli ki bir telaş içerisinde ve temiz bir seçim zaferi alamayacaklarını da farkındalar. bu noktada soğuk kanlı ve akıllı davranacak bir muhalefetin seçim zaferi alması içten bile değil...

    ama meral hanımın bir an önce partiyi kurup, doğru isimleri etrafına toplayıp hazırlıklara başlaması lazım ki bu noktada chp ile ittifak yapmasından başka çıkış yolu yok. yani chp ile meral hanım bir ittifak yapması gerekmekte...

    ayrıca bu ittifak seçimlerinden başından sonuna kadar da %49 u elinde tutmak için, "eğer seçilirsek yeni bir parlamenter düzen anayasası yapıp eski sisteme geri dönülecektir" demesi gerekiyor... ama bu noktada kritik bir konu var; 1980 cuntacılarının anayasasına geri dönülmemeli... yeni bir anayasa taslağı oluşturulmalı, hatta taslak seçimlerden önce bitirilirse bu ittifakın oylarını arttırabilir bile.

    geçenlerde hakan bayrakçı meral hanımın %13 ile %20 arası bir oy potansiyeli olduğunu söyledi. potansiyeline ulaştığını varsayarsak, chp ile ittifak sonucu %50 ye yaklaşabiliyorlar. ama yaklaşabilmeleri yetmez... daha fazlası olmak zorunda!

    böylelikle %49 nispeten elde tutulabilir...

    meral Akşener çok vakit kaybetti ama hala umut var. her ne kadar bu ittifakın önüne geçilmeye çalışılacak olsa da eğer doğru manevralar yapılırsa gerçekleşebilir.

    bu "halamın taşağı olsa..." gibi bir durum değil, 2019 seçimlerine daha çok var...

    ama daha değişik çeşitli taktiklerde seçilebilir; öncelikle hem hdp hem de chp kendilerine ayrı adaylar seçip, seçimlere katılımı arttırmaya çalışıp 2. tura kalmasını sağladıktan sonra hızlı bir manevrayla 2. turda hepsi meral akşeneri destekleyebilir. böylelikle 2. turda "Erdoğan-Akşener" mücadelesi ile kazananın Akşener olması imkansız değil...

    edit : sürtünme katsayısını 0 aldım (trafoya kedi girmesi, seçim sisteminde ufak oynamalar, oy pusulalarının bilmem ne olması...)

    edit 2 : anlıyorum bu umutsuzluğunuzun sebebi imkansız oluşuna inanmanız... hatta bazılarınız doğduğundan Erdoğan iktidardı bile kim bilir... ama ılımlı islam bir gün bitecek! ve 2019 bunun için inanılmaz bir fırsat! umutsuzluğunuzu bir kenara bırakıp oyunuzu atıp görevinizi yaparsanız günü geldiğinde...
    8 ...
  54. zenci bir papa olur mu

    1.
  55. zenci kardinal papa seçilir de devrime mevrime benzer bir şey olur diye çok umutlanmışlardı bazı Hristiyan kesimler, o olamayınca "fakirleri seven tangocuyla" idare etmeye karar vermişlerdi...

    Evet, Papa Birinci Françesko Hazretleri kiliseye tramvayla gidermiş, alçakgönüllü ya... Tango yaparmış, Arjantinli ya... Futbolcu Messi'ye de hayranmış, çağdaş ya... (Acaba bizim karayağız forvetimiz Burak hakkında ne düşünüyor?)

    Buenos Aires Başpiskoposluğu da yapmış olan Kardinal Jorge Mario Bergoglio düne kadar "yanılabilir"di, şimdi birdenbire "yanılmazlık" kazandı. Yapacağı hiçbir şeyi hiçbir katoliğin sorgulamaya hakkı yok. (Papalığının kesinleşmesi için şart olan "okkalama testini" hangi kardinalin gerçekleştirdiğini öğrenebilmiş değilim.)

    Fakat bu makamdan, önceki papanın kanıtladığı gibi, "istifa" da edilebiliyor. O zaman hazret gene birdenbire biz sıradan insanlar gibi "yanılabilirlik" günlerine dönüyor.

    Böyle şey olur mu? Olur.

    Pazar ayininde rahibin kutsadığı ekmek nasıl isa'nın etine, şarap da kanına dönüşüyorsa (Katolik teolojisinde "transsubstantiation" ilkesi), bu da olur.

    Fakat solcu Papa olmaz. (umutlananları şimdiden uyarayım, zenci olur ama solcu olamaz)

    Yeni Papa'nın Latin Amerika'dan çıkması, birçok ahmağın sanacağı gibi, onun ilerici olmasının kanıtı değildir. General Pinochet de bir Latin Amerikalı'ydı.

    Nitekim papa eşcinsel evliliğine de karşı, kürtaja da.

    Reform bekleyenler onun hangi çarçur konuyu bulup da reforme edeceğini düşünmek zorundalar.

    Birinci Françesko Hazretleri bir cizvit. Bu tarikatın kuralları arasında en önemlisi takiyye (equivocation) kuralıdır. Bir cizvit, katolik kilisesini ve isa'yı savunmak için gerektiğinde yalan da söyler, hırsızlık da yapar, adam da öldürür. Cizvit ahlakının temeli budur. ilke, "sonuç hayırlıysa herşey mubah" ilkesidir.

    Nitekim, Papa'nın Arjantinli generallerin 1976 darbesini desteklemiş olduğuna haberler yapılmıştı ilk seçildiği zamanlarda hatırlayanlar çıkar içimizden! Sonradan darbecilerin yargılandığı davalarda da ifade vermeyi reddetmiş.

    Solcu Papa bekleyenler, şu gerçeği unutuyorlar;

    şuan ki papa seçilirken, yalnızca bir Papa değil, aynı zamanda asla laik maik olmayan bir din devletine başkan, fakat aynı zamanda da çokuluslu dev bir dünya şirketine CEO seçildi!

    Katolik kilisesinin toplam serveti 400 milyar doların üzerinde.

    Buna, paha biçilemeyen tablolar, heykeller, elyazmaları, kitaplar falan da dahil değil üstelik.

    Gayrımenkul varlığı da bu rakamı fersah fersah aşıyor.

    Yalnız ABD'de 100 milyar dolarlık yatırımı, Amerikan borsasında 60 milyar dolarlık hissesi var. italyan borsasında da para döndürüyor tabii.

    Shell, General Motors, General Electric, TWA gibi dev şirketlere, Credit Suisse, Chase Manhattan Bank, Bankers Trust Company gibi dev finans-kapital kuruluşlarına da ortak!

    Hem din işi yapıyor, hem de bankacılık, sigortacılık, petrokimya, demir-çelik ve inşaat işi.

    Bizim Diyanet işleri Başkanı ne boka yarıyor peki?

    olur olmaz fetva vermeye...

    ulan şu din işine ne meraklıyız, bari batıyı şu konuda sollasaydık, bunu bile beceremedik!
    0 ...
  56. insanlığın putperestlikten kurtulamaması

    1.
  57. Internet sitelerinde gezinirken rastladım...

    Bir güzide haber sitesinde, bildiğiniz gibi, gazetelerden ve diğer sitelerden kes yapıştır yöntemiyle birbirinin aynısı haberlerin yanısıra,

    "yılan ineği yuttu"

    "timsah adamın kafasını ısırdı"

    "bilin bakalım hangi mankenin kukusu göründü"

    "hain damat kaynanasını becerdi" gibi çok ciddi ve önemli haberler de yer alır.

    Bu tür bir habere rastladım: Gürcistan'da adı mühim olmayan bir papaz, "Tanrı'ya yakın olmak için" kırk metre yükseğe, bir kayalığın üstüne ev yapmış, orada oturuyormuş. Elbette evin yanında bir de kilise.

    Tanrı'yı dağların tepelerinde, bulutların üstünde, kısacası "yükseklerde" aramak eski bir hastalıktır.

    Hani fıkrası da vardır ya, papaz uçakta giderken hostesin içki ikramını reddetmiş, gerekçe olarak da demiş ki "bizim patrona çok yaklaştık"...

    Bu bir "cahiliye dönemi" kalıntısıdır.

    Yani, putperestlik kalıntısı.

    Çünkü tanrıların babası Zeus'un, diğer bütün avanesiyle, karısı, kızları, oğulları ve yardımcılarıyla birlikte Olympos dağının tepesinde oturduğuna inanılırdı... Dolayısıyla ne kadar yükseğe çıkarsan onlara da o kadar yaklaşmış olurdun...
    Bu yalnız eski Yunan'da değil bütün Ortadoğu'da böyleydi, Sümer tanrıları da Ziggurat'ın üstüne uçan araçlarıyla inip kalkarlardı.

    Gerçi Yehova da Musa'ya emirlerini bildirmek üzere Sina Dağı'nın tepesine ateşler ve dumanlar içinde inmişti ama Hazret-i Musa "Tanrı'nın herhangi bir şekilde suretini çizmeyi ve bu surete tapınmayı" yasakladı.

    Bizde de yasaktır. En büyük küfürdür.

    Ama Hıristiyan kültürü bunu pek bir seviyor.

    ikonalara diz çökerek, tasvirleri hem isa'nın hem Meryem'in hem de bütün ermişlerin yerine geçiriyorlar, yani suretin de aslı kadar değeri oluyor.

    Oysa bizim mahkemeler bile fotokopiyi değil "ıslak imzayı" görmek isterler!

    Bilimde, teknolojide insanlık şu kadar ileri gitti ama çok kişi "bulutlar üzerinde oturan ak sakallı bir ihtiyara tapınmaktan" öteye gidemedi...

    O zaman, eğer Tanrı yükseklerde belli bir noktadaysa, cehennemi de yerin altında yani tam aksi yönde arayanlara ve Hades'e inananlara kızmayacaksınız o zaman...
    1 ...
  58. polislerin rozet gösterme zorunluluğu

    1.
  59. Meclisi artık asker değil polis koruyor biliyorsunuz...

    Meclis kapısında artık öyle "az önce darbe yapılmış da meclis sarılmış" gibi görüntüler görülmüyor...

    Hayrettir, postal yalayıcıları hiç ağızlarını açmadılar zamanında bu hadiseye. Örneğin, kendini solcu diye satan kart alkolik bir yaşlı amcaya bunu dillendirdiğimde hiç sert bir tepki vermedi... aksine "ver yarraaa gitsin" dedi (sol bitmiş diye boşuna bas bas bağırmıyorum!)

    Eh, asker de memur polis de memur ya, kendisi de eski memur, "aşkından dolayı" belki hoşgörüyle karşılamıştır diye üzerinde durmadım zamanında.

    Öte yandan, içişleri Bakanı Süleyman soylu nun "polisin vatandaşa kimlik göstermesi" konusunda bazı çıkışları da olmuştu vakti zamanında.

    Eskiden "bu arkadaşı alalım" gibi konuşmalar, sizi durduran kişilerin polis olduklarının yeterli kanıtı sayılırdı. Hele biri ötekine "amirim" diyorsa, belediye zabıtası ya da köpek itlaf ekibi de olsa, say ki polis...

    Polis size kimlik göstermek zorunda, sizin de sorma hakkınız ve yetkiniz var.

    bu bile türkiye nin bazı konularda normalleştiğinin göstergesidir.

    Şu polis kimlikleri, düşünüyorum da, Amerika'da olduğu gibi bir "badge" haline getirilemez mi?

    Öyle ya, diyelim gece karanlığında, onun polis kimliği mi, Kanarya Sevenler Derneği'ne üyelik kartı mı olduğunu nasıl anlayacaksınız bir bakışta?

    aklıma geldi eski bir hikaye anlatayım, size;

    merhum aziz nesin tramvaya binmiş de, bakmış "paso" diyen, "şebeke" diyen indirimli bilet alıyor (eskiden ilk ve orta öğretim kimliğine "paso", üniversite kimliğine "şebeke" denirmiş)...

    "Paso" demiş...

    Tramvay biletçisi şaşırmış, yaşlı başlı adam öğrenci olduğunu öne sürüyor...Kimliğini sormuş, Dümbüllü de çıkarmış evlenme cüzdanını göstermiş.

    Biletçi gülmüş, demiş ki: "Hemşerim, bununla tramvaya binilmez, başka şeye binilir!"

    Hani diyorum ki, ay yıldızlı, şöyle parlak, şık bir rozet... Yakaya takılır cinsinden, yani bit kadar değil, en az bir cep telefonu büyüklüğünde... Hemen tanınabilsin...

    Onu gösterince akan sular dursun, onu gösteremeyince de polis kimseyi çeviremesin yolundan.

    Polise "Amerikan kepi" giydiriyorsunuz da, bu niçin olmasın?

    Türkiye bazı konularda normalleşiyor, sıkıntılı, sancılı da olsa...

    Hele durun, askerin de politika yapan değil, ülkeyi düşmanlardan koruyan bir örgüt olduğu iyice anlaşılsın...

    Sivil iktidarın emrinde olduğu iyice bir kabul edilsin... O sivil hükümet hangi "siyasi renkten" olursa olsun... Kemalist olsun, ulusalcı olsun, sağ olsun, sol olsun...

    Milli Savunma Bakanı'nın Genelkurmay Başkanı'nın "üstü" olduğu iyice bir belirlensin...

    Ordunun, hükümet "Kıbrıs'a çık" deyince çıkmak, "çekil" deyince çekilmekle, "Irak'a gir" deyince girmek, "girme" deyince girmemekle yükümlü olduğu bir dank etsin kafalara...

    O zaman Türkiye gerçekten "normal" bir ülke olacak. Evlenme cüzdanını öğrenci kimliği diye yutturma dönemi tarihte kalacak.

    iktidar sevdasını vatan kurtarma diye, darbe kuyrukçuluğunu solculuk diye yutturma dönemi de...
    4 ...
  60. daha fazla entry yükleniyor...
    © 2024 uludağ sözlük