bugün

entry'ler (41)

sözlükte kadın erkek sayışı eşit olsun kampanyası

eşitlemenin "alım"* yoluyla mı yoksa "kesim"* yoluyla mı yapılacağını merak ettiğim kampanyadır.

asparagas

medya'nın yalan asıllı da olsa ilgi çekmek adına sıklıkla kullandığı yöntemlerden biri.

geçmiş dönem rastladığım gazete haberlerinden yaran boyutlara ulaşanları mevcut:

- cinnet geçiren koala dehşet saçtı!

- mouse pili değiştirirken akıma kapılarak can verdi!

- uzmanlar uyardı: şekersiz çay parkinson yapiyor!

gibi

acmak istedigi basliga ukte susu vermek

belki günlük hayatın gerçeklerinden biri değil ama "sözlük" kavramı ile hayatımıza giren tanımlardan ilginç bir tanesi.

yazarın 1 haftadır bir başlığı açmak konusunda içi içini yiyordur. gerek konunun hassasiyeti, gerekse de "ayar yeme" potansiyeli itibariyle çekinmektedir. zira o konuyu açmak karşıt iki fikrin ortasına atlamak gibi olacaktır. ya da konu aşırı uç bir temayı işlemektedir ve görür görmez tepki gösterecek bir kitle vardır. bunların dışında ayrı olarak tamamen saçma ve gereksiz bir başlığı açma dürtüsü de sayılabilir ama onu yazarın iyi niyetli yazım isteğine dahil etmiyorum.

dediğim kritik konu hakkında söyleyecek bir şeyleri olan yazar bütün tepkimeye kendi göğüs germek istemiyorsa, başlık açılana kadar beklemek durumundadır. ama sabır bu ve düşünceyi ifade etme isteği dizginlenemeyen bir hadisedir. tam "ne olacaksa olsun" deyip yazmaya hazırlanırken, "ukte" diye bir şeyin varlığı aklına gelir ve kafada bir ampül yanar.

yazısını düzgünce yazar, imla hatalarını kontrol eder ve son olarak "ukte idi doldu" izlenimi veren notunu kondurur. böylece başlığın sorumluluğu bir nevi üzerinden kalkmış, hedef sapmış olur.

etik olarak şöyledir, böyledir demeyeceğim kesinlikle mazur görmekteyim. çünkü düşüncenin ifade özgürlüğüne inanırım. ama söylediklerim gerçekten bir fikir taşıyan yazılar ve yazarlar için. yoksa "hedeyi, hödöyü g.tten s.keyim" diye bir başlığı açıp, doldurup sonra da "ukte'ydi valla" diyenin ne düşüncesini ne de kendini sallarım.

bilmiyorum vurgulamak istediğimi tam anlatabildim mi.

not: hani başta günlük hayatın gerçeklerinden değil demiştim ama aslında bunu; uyuz olduğunuz çocuğa girişmek için birinin dalmasını beklemeye ve karambolde yumruk atıp kavga çıkarmaya benzetebilirsiniz.

bonus olarak:
(bkz: cinayete kaza süsü vermek)

yapıldığında insanı rahatlatan şeyler

boş masaüstü'nde * sürekli olarak sağ tıklayıp "yenile" * demek. insan bütün stresinden arınıyor vallahi.

giresun

uzun zamandır hakkında yazmak istediğim, doğduğum, büyüdüğüm, 18 yıl yaşamımı şekillendirmiş memleketim.

nispeten ufak bir şehirdir. çok şaşaalı olmayan, daha çok kendi halinde bir emekli kenti izlenimi verir. ilçeleri bir yana, özellikle merkezi, 15 km.lik "denize sıfır" sahil şeridiyle doğru düzgün limanı olmayan bir liman kenti gibidir. zaten şehir de denize iyice sokulmuş bir yarımadanın üzerine doğru yayılmıştır.

sahil şeridi dediysem, hakkaten sahil şerididir. dağlar hiç utanmadan denize 90 derece yaptığından (bkz: coğrafya) yolları içeriden geçirmenin verimli yolu bulunamamış, biraz denizden, biraz etekten alınıp yer açılmış. bu nedenle araçla geçiyorsanız yol boyunca "denize 0", bazen de "denize -5" ilerlersiniz.

işin güzel tarafı sahil boyunca yol ile deniz arasında kalan bir alanda pek çok yürüyüş yolu, park, kafe, balıkçı barınağı yer almaktadır ki yaz akşamları erkeği, kızı herkes sahil turu atar, çekirdek çitler, neşeyle muhabbet eder. ha bir de kolunuza takarsınız sevdiceğinizi denize karşı öpüşmeler, fısıldaşmalar...

allah için yemyeşildir. yalnız yakından bakarsanız yeşilin bir kısmının ticari amaçlarla yayılmış fındık bahçelerinden ibaret olduğunu farkedersiniz. sahilde de içlerde de bu böyledir. saf çam ormanları görebilmek için daha içlere, yükseklere, tenha uçlara çıkmak gerekebilir. özellikle yayla sınırlarındaki ormanların bozulmadan kaldığını gördükçe sevinirsiniz.

yayla tanımının en güzel örneklerine sahiptir. dupduru havayı içinize çekebileceğiniz, yüksekten, oksijen oranından başınızın dönebileceği nadide yerler.. öyle bir ortamdır ki; tepenizde kavuran güneş, serinlemek için göle girdiğiniz vakit oradan hızla geçmekte olan hınzır bir bulut tarafından ıslatılma şansınız her zaman için vardır. şahsen ağustos ayında dolu yemiş bir insan olarak yükseklerde iklim değişimlerinin çok hızlı olduğunu söyleyebilirim. bir de yaylalarda mevsim yaz bile olsa, sabah 03:00 - 07:00 arası sıcaklık 5 derecelere düşebiliyor, yataktan çıkmadan önce iki kere düşünün derim.

yayladan bahsedince "şenlik"lere değinmeden geçmek olmaz. hemen hemen her boyutta yayla ahalisinin yılın bir döneminde şenliği vardır. ve bu günler hem kültürel, hem ticari, hem de sosyal bir içerik taşır. ilginç bir şekilde neredeyse herkesin ya akraba ya da komşu olduğu bir toplum düşünün ki ilişkilerindeki samimiyet, doğallık bu günlerde tavan yapar. irili ufaklı yiyecek ve hediye pazarları, oyun grupları kahkahalar atan mutlu insanlarla dolup taşar. kafanızın neredeyse bulutlara değdiği bir yükseklikte ormana karşı yapılan mangalın tadı da hiçbir şeyde yoktur.

bu kadar uzun sahili olan bir şehirde deniz vazgeçilmezdir. neredeyse her ev deniz manzaralı sayılabilir. yazın balkonlarda yapılan kahvaltılar, gece serinliğinde yenen karpuzlar ve martılarla girilen yakın münasebetler hep bu denizin eseridir. yalnız bahsi geçen deniz karadeniz'dir, hesabı şaşırmamak lazımdır. hiçbir denize benzemez, hırçın bir aşık gibidir. nasıl davranılacağını bilmezseniz tek bir dalgasıyla kıyıya çarpar, kulağına uygun sözleri söylemezseniz sizi dibe oturtur. iyi yüzmek mecburidir ancak yeterli değildir. işin üzücü yanı, çocukluğumdan beri devam eden "karadeniz sahil yolu" projesi nedeniyle tüm bu sahilini kaybetme tehdidi altındadır. bu sahille ilgili çok komik bir durum da denizin üzerine yapılmak istenen ütopik "orgi havaalanı"'dir. hangi maceracı mühendisin, hangi şehir planlamacısının aklından çıktı bilinmez ama dünyada eşine az rastlanan "denizi doldurup havaalanı yapma" fikri, tarihe altın harflerle geçmesi gereken bir "laz"lıktır. 6 metreye ulaşan dalgalarıyla zaman zaman şehri bile sular altında bırakan karadeniz uçaklara acır mı be!

giresun söz konusu olduğunda çok ilgi çekici bir nokta vardır ki tüm karadeniz illeri içerisinde eğlenceye en düşkün, en fazla sosyal mekana sahip yerdir. kafeler, sahil lokantaları bir yana, diskoları, barları ile geceleri ışıl ışıl geçen ve promil sınırlarını en çok zorlayan şehirlerdendir. genel olarak halkının rahat ve sıcak tavırlı olmasıyla alakalı olabilir.

eğitim ve okul hayatı bakımından da hoş detaylar içerir. sahip olduğu tek anadolu lisesi!:giresun hamdi bozbağ anadolu lisesi!: yıllarca gurur kaynağı olmasına rağmen son dönemde eski ihtişamından eser kalmamıştır. bir dönem türkiye dereceleri çıkartan ve en iyi fen liselerine öğrenciler gönderen ilde artık başarı oranı epey düşmüş durumdadır. yine de ortalamanın üzerinde donanımlı bireyler ve öğretmenler yetiştirmesi ile göze çarpmaktadır. son zamanlarda yapılması planlanan tartışmalı ek üniversiteler için düşünülen illerden biridir. bir de 35 ayrı noterden tasdikli olmak üzere, çok güzel, melek gibi kızlara ev sahipliği yapar, göz kamaştırıcıdır.

bunun dışında tüm mağazaları bir arada bulabileceğiniz, yokuş yukarı çıkması zahmetli ama inmesi zevkli kocaman bir caddesi vardır. neredeyse her türden dükkanı, kafeyi, salonu içermesi ile ünlüdür. yorulmayıp bu yokuştan yukarı devam ederseniz kendinizi güzel tarihi mekanlardan "giresun kalesi"'nde bulursunuz. hem stratejik hem nostaljik bir seyir için mükemmel bir alandır.

son olarak değinmek istediğim nokta iş imkanları ve çalışma alanlarıdır ki en üzücü durum burada kendini gösterir. fındık harici alanlarda üretim açısından çok verimli olmayan şehir bu nedenle sürekli gönderen, tutmayan taraftır. yetiştirdiği insanlar tarafından bu kadar sevilmesine, değer verilmesine rağmen asla çalışıp yerleşmek adına bir alternatif olamamıştır. öğretmenlik ve sağlık dışında çalışma imkanı sunmayan bir sistemi olması bizim gibi bireylerini biraz hüzünlü yapar. genelde verilen sözler: "bekle beni, emekli olduğumda tekrar geleceğim" şeklindedir...

olumsuzluklarına rağmen çok sevdiğim, beni ben yapmış, çocukluğumu bir düşe çevirmiş şehir. tekrar görüşmek üzere...

büyüdükçe hayallerin küçülmesi

bir zamanlar top oynadığın, koş koş bitmeyen boş arsanın ancak bir bina temeline yettiğini görürsün. halbuki o eğri büğrü taşlık saha ne dünya şampiyonası finalleri görmüş, taş ve pet şişeyle yaptığınız o kale nice altın gollere sahne olmuştur.

içinde her şey var zannettiğin büyülü mahalle bakkalının karşıya açılan tek "m" migros sebebi ile kepenk kapattığını farkedersin. yaşlı amcanın dipsiz dehlizlerden oluştuğunu sandığın şeker ve cips madenleri aslında yanyana tutturulmuş iki raftan ibarettir. arkadaşlarınla yaptığın "olm o dükkan benim olsa sonsuz tane "halley" yerim, yorulmam" - "o da bişey mi ben 510 tane "eti cin" yerim doymam" sidik yarışları şimdi çoook uzak gelir. bir zamanlar bayramdan bayrama yediğin, kağıtlarını bile atmaya kıyamadığın çikolataların, şekerlerin upuzun raflarda önemsiz birer kum tanesi gibi sıralanmasına hayıflanırsın.

aslında hayaller değildir küçülen ama kurmak istediğin düşlerdir boyutlarını azalttığın. büyük binaları, dev sistemleri ve sorumlulukları verip de geri almak istediğin minik parıltılar, anlamlardır belki de ufkunu küçülttüren.
bir zamanlar göz kamaştıran hatıraların karanlık koridorda hafifleyen yankı gibi eriyordur. tutunduğun değerler avuçlarından sıyrılırken, sayıkladığın isimler, yüzler netleşmiyordur bir türlü.

büyümüşsündür, hayalini kuracağın pek bir şey de kalmamıştır zaten..

google a baktik beyefendi siz bir hicmissiniz

Bir gazetenin * yaptığı araştırma sırasında 24 yıllık trafik polisi, sürücülerden yakınır. Karşısına her gün "Sen benim kim olduğumu biliyor musun" diyen birçok kişinin çıktığını anlatır: "Lüks otomobiller kullanıyorlar. Çoğunun mesleği, işi yok. ikinci cümleleri genellikle haritadan kendine yer beğen, olur. Olmazsa rüşvet teklif ederler."

Ardından geçenlerde yaşadığı ilginç bir olayı naklediyor: "Gece vakti yolda zikzaklar çizerek gelen BMW'yi durdurdum. Adam sarhoş. Konuya doğrudan girdi. Kim olduğumu biliyor musun, deyiverdi. Bu sırada telefonum çaldı. Kızım arıyordu. Üniversiteye hazırlanıyor. Bilgisayarın karşısında ders çalışıyormuş. Google'a gir ve Ahmet B. (sansürlü) kimmiş bir bakıver, dedim. iki dakika sonra aradı. Hiçbir bilgi çıkmamış. Adama döndüm. Google'a baktık beyefendi, siz bir hiçmişsiniz, dedim..."

kaynak : http://hurarsiv.hurriyet....7428&tarih=2006-06-11

gülmekten yerlere yatıran bir ibretlik. çağımız hödüklerine teknolojinin bir şamarıdır google. çok yaşasındır..

bir de konu ile alakasız ama polisin "bilgisayar karşısında ders çalışan kızı" da ayrı bir muamma.

kıçından sallamanın en güzel örneği

- oğlum ben bizim arabayla 170 yaptım.
- ne var ki ben o kadar hızlı gidiyordum ki yanından geçtiğim arkadaş plakayı okuyamadı.
- (gaza gelen cengaver) o da bi şey mi; ben geçen gün o kadar hızlı sürüyordum ki araba virajı alamayıp denize uçtu, suda 2 kere sekip karşı kıyıya çıktı.

(bkz: oha be prekazi)

kız ve erkek öğrencinin aynı evde yaşaması

pekala kardeş de olabilir bu elemanlar. heyecana gerek yok.

fabrikasyon erkek

budur:

http://www.youtube.com/watch?v=FXR30IdiUGI

psikolojide ilginc korkular

beni şahsen üç şey tedirgin eder. birincisi vapurlardan inişlerdir ki, bunca yıllık istanbulluyum ne yapsam ne etsem başkalarının o lakayıt, ben bunu gözüm kapalı, iki elim arkada ve de sekerek yaparım tercümeli umarsızlıklarına eremedim.

zaten normalde rahatsız olduğum bir ortam. içeri desen boğunuk, mecburen açık iskeleye kuruluyorsun. tam ohh, pufur pufur eser nefis, temiz hava diyecekken 10 yüzbin kişi aynı anda, senkronize bi şekilde sigaralarını yakar ki, görsen bunlara vapur dışında sigara yasağı var sanırsın. almak istediğin hava, suratına %70 oranında nikotin olarak çarparken kız kulesi, boğaz, topkapı teselli olur.

ikincisi imza atarkendir ki, şaşırmayın ayıplamayın ne zaman resmi bir evrağa, alışveriş sonrası fişe hatta sınav kağıdına imza atacak olsam; ulan, şimdi imzam öncekilere benzemezse tutarsız durumuna düşer resmi haklarımı kayıp mı ederim şeklinde işkillenirim. bi çırpıda hızla atacaksın. yarı yolda "i" nin üstünde bi kere yavaşladın mı, bi daha aynı frekansı zor yakalarsın. hele çalıştığım işte, yeni yeni imza yetkisi denen angaryayı da bana yüklediler ki evlere şenlik. meğer noterden imza beyannamesi istemelerinin arkasında bu tuzak yatıyormuş. noter dedim de, o anki halim fotoğraflıktı. balıktan korkan adama bi kova yeni yakalanmış balık verip, hadi çıkar ağızlarındaki kancaları denmesi gibi. birbirinin aynı 12 imza istediler. hayır, normalde çizimi şahane adamım, bakarak mona lisa bile çizerim ama bi attığım imzayı bi daha atamıyom arkadaş ya! neyse böyle perspektif atıp, hafif gölgelendirmeler felan verdim de farklılıklar biraz yumuşadıydı.

üçüncüsü de kan vermektir. hayır, grubum zaten ab rh- bi kere bakarsın olur biter, dünya üstünde kan grubu değiştiren adam da görmedim, ısrarla istenen kan grubu kartı nedir, neye yarar? zaten gruptan bahtsız doğmuşuz. yarın öbür gün lazım olsa verecek zerre adam tanımıyom. kendim iki kere verdim ama. verdikten sonra isim, tel ve adreslerini aldım hemman. bugün sana yarın bana, zaten ab rh- topu topu kaç kişiyiz şu ülkede.

her biri zaten ayrı ayrı bela. allahım nolur, vapurda kan verirken imza atmamı gerektirecek bir durum yaratma. amin.

ha, bir de yürüyen merdivenlerin zemindeki düzlükle birleştiği kısım var ki ondan zaten herkes tedirgin. bütün insanlar tam orada ileri bakarmış gibi yapıp çaktırmadan ayak uçlarını kestiklerinden, kendimde utanılacak bir durum görmüyorum.

fransa nın cezayir den özür dilemeyi reddetmesi

Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin sömürge dönemi yüzünden Cezayir'den özür dilemeyi bir kez daha reddetmesi ile yinelenen tavrı. "geleceğe odaklanmak gerektiğini" belirterek gençlerin geçmişten ziyade geleceğe baktığını da eklemiş bu devlet erkanı.

yine aynı devlet ve uzuvları değil mi sözde ermeni soykırımı'nı inkarı suç sayan yasayı kabul eden. bizim gençlerimiz de geleceğe huzurla, güvenle bakmak isterken "hayır bakamazsınız" diye ayaklarımıza prangalar vuran.

ab, kültür, özgürlük ve medeniyet bu açıdan bakınca ne kadar çirkin duruyor değil mi?

not: belki bilmeyenler vardır; Cezayir'in Fransa'ya karşı verdiği 1954-1962 yılları arasındaki bağımsızlık savaşında yaklaşık 1.5 milyon kişi öldü.

ateşi bulan insanların ilk sözleri

- iyi güzel yanıyor da, şimdi bunu söndürmek için de bişey bulmak lazım.
--- tavuk atalım?
- olur afiyetle de yeriz hem.
--- kafasına vuralım.
- ateş lan bu! ne kafası?
--- dua edelim?
- bilimle dini karıştırmaaaa!
--- e o zaman ne yapacaz?
- hmm.. suyu bulalım o vakit.
--- yani abi bu devirde, bu teknolojiyle oksijen, hidrojen filan biraz kasar bizi..
- lan olm koş dereden bi kova su getir kırmiym kafanı!
--- tamam abi ne kızıyosun.

her gun yeni bir seylerden vazgecmek

bazen insan günlük koşuşturmadan sıyrılıp, yaşamın kıyısına saplanıyor. durağanlığın getirdiği depresiflikten kurtulmak için, tekrar akıntıya kapılmamı sağlayacak bir olayı çaresizce bekliyorum; hayatı yaşamak yerine, kıyıdan, akıntıya kapılanları seyrediyorum:

7. kattan ufacık görünen insanlar, her birinin ayrı bir dünyası var: milli piyango bayisi yine insanları trilyoner yapmak için tezgâhı kurmuş. simitçi de insanların açlığını giderme telaşında. bazı tırsaklar üst geçiti kullanıyor, bazı uyanıklar da ilk ezilen kendisi olmayacak şekilde yolun daha gerisinden karşıya geçiyor. istanbul;da öğrendiğim şeylerden biri de hiç bir şoförün beni ezebilecek kadar cesur olmadığı, en azından şu ana kadar karşılaştıklarımın; karşıya geçmeniz gerekiyorsa tek yapmanız gereken yola atlamak. en fazla yedi ceddinize söverler...

ellerde poşetler tüm hızıyla tüketim çılgınlığı; önümdeki bir dergide de bunu destekleyici bir yazı: hangi burca hangi hediye verilmeli?

büyükşehir çalışıyor. "istanbul artık rengarenk" şeklinde bir imaj empoze etmeye çalışılsa da gri renk hâkim her tarafta. yeşil olan sadece halk otobüsleri ve bir kaç çam fidanı; sarı lalelerdense eser kalmamış, aşkolsun mfö...

"...bir inansam, sevdiğine, dünya benim olurdu;" diyor biri. inanmak da yetmiyor a dostum yeri geliyor.

radyoda çelik "derdin ne anlamadım ki" diyo...
ben de soruyorum bu soruyu kendime: benim derdim ne ola ki? benim olayım ne bu gezegende.

ne güzel türkiye'nin iyi üniversitelerinden birinden çıkışlıyım ve öyle ya da böyle bir gelecek beni bekliyor.

" ya iyi de orta doğudaki genel seviyenin üzerinde olması iyi bir eğitim verdiğini gösterir mi?"
-"hem bu ülke insana gereken değeri vermiyor."
- peki sen bu ülkeye gereken değeri veriyor musun şaşkın kardeşim?

yalan değil. öğrencinin her şeyini kontrol etmeye çalışan gereksiz bir disiplin anlayışı, bilim adamı yetiştirme yerine protein ismi ezberleten moronlaştırma çabaları da cabası...
ve hep sorulan şu soru : "mezun olunca napıyosunuz abi siz???"
"florasan değiştirip, kumanda tamir ediyoz birader." (elektronik ve haberleşme mühendisi)

çocuklar ağlayınca emzik verip susturuyorlar. acaba emzik eksikliği mi yaşıyorum? bir sigara da ben mi yaksam herkes gibi?

"keşke çocukluğum bir gün dönseydi, büyümenin başıma neler getirdiğini haber verecektim." diyorum.

yoksa herşeyi bırakıp öğretmen mi olayım. ama çocuklar okuyup da ne yapacaklar? ben 17 yıldır okuyorum da ne oldu, adam mı oldum?
"senin adam olamaman onların da olmayacağı anlamına gelmez."
bak bak! neler de biliyormuş. ayda 800 milyonla sürünürken borç isteme ama, vermem..

hayatın anlamı filan beni aşar. kendime bazı saplantılar bulup bunlarla ugrasıcam.

"bilmek azaptır" ve "ignorance is bliss"
ve ben artık bilmek istemiyorum. anlamaktan vazgeçtim...

tetriste sokumluk çubuğu yan yatırmak

pek sık yapılamayan hamle, bir nevi artistlik. bir kaç halde mümkündür.

a) oyunun başıdır ortalık süt limandır.

b) akıllıca yıkımlar sonrası kabak gibi boşluk açılmıştır.

c) hayvan gibi kasıp kalanı bir kenara yığmış hep bu anın gelmesini beklemişsinizdir.

not: dikine sokmak kadar tatmin etmez ama insanın kendine güvenini tazeler.

anne oğul diyalogları

doğuştan bir üşengeç olarak, bilgisayarımda dosyalar sağda solda plansız programsız, karman çorman durur. bu durum annemin de dikkatini çekmiş olacak ki bi gün arkamdan monitöre eğilip;

anne: pühh rezil! şu "masaüstü"nün haline bak. yok yok, sana bi kız şart oldu.
ben : .........!?!!?.. (kitlenmişim)

hem "espri", hem "laf sokma", hem de "teknoloji"yi bir potada nasıl erittin anne!?

insanın büyüdüğünü anladığı an

ne ergenlik, ne de boy...

ne zaman ki 0.5 kalemimize uç ararken mahsustan "0.7 ucu olan var mı?" diye sormayı, "yok ya, benimkisi 0.5" diyenlere atlamayı öğrendik, işte o zaman, büyüdük.

sudan cikarken sortun vucuda yapismasi

bu mevzuda kızlar da erkekler kadar dertli midir bilemem. ama bikiniler, mayolar zaten vücudu saran parçalar olduğundan sanırsam bu problem bize özel.

kış boyunca deniz özlemi çekmiş bünye mayıs sonu demeden soluğu havuzda, denizde alır. giyer şortunu bırakır kendini serin sulara. sudayken her şey iyidir güzeldir de, sudan çıkış biraz sancılı geçer erkek adamda. elleri havuz kenarına dayayıp tek hamlede kendini yukarı da çekse, köpüklü dalgalarla kıyıya da vursa bir problem vardır. suyu çeken, ağırlaşan deniz şortu bedene yapışır ki adeta tek yürek, tek vücut olmak ister. hadi engin sulara nişanlanmış arkayı geçtim, bir takım şahsa özel parçalar salı pazarında tezgah misali vitrin olur, görücüye çıkar. artık şortu tutup kabartır mısın, ceplerden tutup silkeler misin uğraş dur.

buradan yetkililere sesleniyorum: saniyesinde kuruyan deniz şortu yapılsın.

pimi çekilmiş bomba

dönem başından beri gitmediğiniz bir dersin vizesi gibidir.
siz ne zaman olduğunu bilmiyorsunuzdur, ama o her an patlayabilir.

(bkz: ters mantık)

beklemek istemiyorsaniz burayi tiklayiniz

bazı web sayfalarında art alanda işlem yapılırken çıkan arayüz yazısı. "abi çok kastıran bir yükleme var, sıkılma diye de buton koyduk" demeye getirirler. yalnız anlamadığım nokta; o link neden vardır? oraya bastığımızda sayfa daha mı hızlı açılır? peki o zaman kimsenin beklemek istemediği öngörülüp doğrudan yönlendirme neden yapılmaz da seçim şansı sunulur?

durak mı lan bu? niye beklemek isteyeyim?!