Tasavvuf ruh ve irade terbiyesi, tefekkür etmek, zikretmek , anlamak, anlatmak eylemlerinin tamamıdır. Ortak bir payidede buluşmaktır ve bu hak yoludur. Kuranı kerim net bir kitaptır düşünmeye açıktır ama tartışmaya değil. Olmamalı da.. Sana göre bana görecilik dinde olmaz çünkü.. işte tasavvuftaki açık burdan kaynaklıdır kişiler kendince görüş beyan eder ve tasavvufu sevgi saygı zemininde yaşayalım derken bir bakarlar yahudinin hristiyanın maşası olmuş.. Allah şaşırtmasın.
bazı kişiler, bazı din adamlarının şirk koşmaya kadar yükseltildiğini, yuceltildiğini soyleyip tasavvuftan çıkıyorlar hz.muhammed zamanında olup olmadığı kuran ın buna nasıl baktığıda mechuldur bende pek sıcak bakmıyorum.
bir nevi uyuşturucudur. huxley'in uyuşturucu kullanıp aldığı zihinsel sonuçların aynısına tasavvuf ehli de ulaşmıştır. sadece yöntemleri farklıdır. tasavvufçular aklı kötüler, mantığı bozar, aynı hareketleri ve sözleri tekrar ettirerek insanı bir nevi robota dönüştürür. açlık ve susuzlukla beynin kimyasını bozarlar... bunun ismi tasavvufta 'aşk' olur.
şu devirde belki de en çok anlaşılmaya ihtiyaç duyulandır. zira olaya yüzeysel bakıldığından tasavvufla uzaktan yakından alakası olmayan yorumlara maruz kalmaktadır.
en ufak örnek; erenlerin seyr-i süluk esnasında ağızlarından dökülen şathiyyat adı verilen sözler tasavvufu eleştirenler için önemli bir cephe niteliğindedir. oysa ki o gördüğü muazzam şeylerin tesirinde olan insanın illa ki gerek şaşırmaktan gerekse kendi nefsine karşı maşukun yüceliğine olan hayretten ağzından bu tür lafların çıkması pek tabii bir durumdur. kaldı ki bu sözlerin büyük çoğunluğu şifreli bir dil niteliğindedir. yani o hale vakıf olanlardan başkası ya yanlış anlar, ya da anlayamaz.
bir bütünden savrulan parçaların saflaşarak aynı bütüne dönmesi yolunda, insanların kendi nefislerini kendi akıllarıyla terbiye ederek, aklen ve vicdanen mükemmel insan formuna ulaşmalarını hedefleyen, zorlu imtihanlarla dolu bir süreç, islâmi inancın ne şekilde disipline edilmesi gerektiğini öğreten bir eğitim biçimidir.
içine girdikçe ve o benzersiz tadına vardıkça daha da derinlerine inmek, fırtınalar içerisinde çoğu kez kendini kaybetmekten kurtulamayan aklınızı bir an önce toparlayarak, bir meczup haline dönüşmeden saflaşmak, daha da saflaşmak, parça olarak savrulduğunuz o bütüne bir an önce ulaşmak için var gücünüzle mücadele edersiniz.
tasavvuf ilminin derinliğini görmeden, 13.yüzyılda yaşamış hz. mevlana'nın tahayyül gücüne, o devrin insanı olarak neleri düşünüp-kurgulayabildiğine, insan ve doğa sevgisine şahit olmadan, "ben ateistim" dememek gerek.
tasavvuf islam'ın hayata tatbik edilmesidir. tasavvuf kelimesi tövbe, inabe, mücahede, zühd, takva, hakikat, marifet gibi birtakım terimleri içine alır. tasavvufi hayatı yaşamak, tövbe kelimesiyle anlatılan hali yaşamaktır. inabe etmek kamil bir mürşidin elinde tövbe etmektir.
mücahede ise kur'an ve sünnet'in hükümlerinde takva sahibi olmaktır. bir başka ifadeyle, kulun allah'a kulluk vazifelerini en güzel şekilde yerine getirebilmesi için insanları, terbiye usulleriyle güzelliğe ve kemalâta ayak bastırma, bu uğurda mücadele etme yoluna tasavvuf denir. bir çok tasavvuf tanımı olmakla birlikte tasavvufa, güzel ahlaka sahip olma uğraşı da denir.
kendisi hakkında pek detaylı açıklama yapılamayan, herkesin bilip anlayamayacağı bir şey''miş''. o halde hiçbir şey demektir. kur'an allah'ı bildirme, haber verme ve kurallarını öğreten bir kitap iken, allah'ı bilme ve bildirme iddiasında olan bir saçmalık ki buna tasavvuf deniyor her ne hikmetse herkesin bilip anlayamadığı, vakıf olamadığı kozmik bir dil haline geliyor. kur'an kendisi için ''apaçık bir kitap'' bir öğüt olarak bahsediyor. edebi anlamda dünyanın en sade anlatımlı kitaplarından biri de kur'an'dır. mesajı nettir. ama tasavvuf öyle mi? kuantum kozmolojisi bu kadar karmaşık değildir neredeyse.
tasavvufun bu kadar kapalı kutu olması herkesin anlayamaması? gösteriyor ki tasavvufun allah'ın dini ile yakından uzaktan alakası yoktur.
hz.peygamber'in bunu sadece halife hz ebu bekir'e öğrettiği ise ibn arabi gibi şarlatanların uyduruk risalelerinde bulunmaktadır yani desteksiz atımlardır bunlar. önce şunu sormak gerek, peygamber ebu bekir'e neyi neden öğretmiştir ve neden sadece ona öğretmiştir. bence bu tip bir tavır bir tebliğciye hiç mi hiç yakışmıyor ümmet olarak bozuluyoruz. *
tabi ki bu bir yalan. ne ashab ne ehlibeyt (allah tümünden razı olsun) bu mistik zırvadan haberdar dahi değildiler. 1. asrın ilk fıkhi metinlerini okuyun mesela mürcie mezhebini, sonrasında mutezile'yi. bu garipliklerin hiçbirine rastlayamazsınız. ayrıca kimine göre de velayeti peygamber sadece hz ali'ye vermiştir. karar verin ebu bekir mi ali mi?
bu kadar kozmik bir bilgi haline getirilen ve peygamberler ve onların yetki verdiğinin iddia edildiği kişiler dışında anlaşılamayan bir şey kur'an'ın ruhu ile çatışma halindedir.
tasavvuf bugün sıklıkla yapıldığı gibi ticari romanlara malzeme olabilecek bir şey olabilir en fazla.
keşke felsefe kadar derinlikli olsa, keşke. felsefe ile tasavvufu aynı kefeye koymak, insanlığın en büyük buluşu olan felsefeye hakarettir bana göre.
kısaca tasavvuf, doğu irfanı,hristiyanlık(isevi olmayan şeriat), paganizm, zerdüştlük ve ona tepkisel olarak doğan hareketler(mazdekizm, maniheizm) gibi şeylerin toplamından ibarettir.
bugün tasavvufu doğru düzgün araştıran herkes mazdekçi fırkalar ile ismaili dailerin savundukları şeylerin, mevlana'nın muhyiddin-i arabi'nin yazdıklarının söylediklerinin birebir örtüştüğünü göreceklerdir.
kısa bir anektod olarak aktarayım, hallac-ı mansur'un tavasin adlı kitabında ezel ve iltibas ta'sini diye bir bölüm vardır. burayı okuduğunuzda adem'e secde mevzusunda sanki allah ile adem suçluda şeytan diğer ikisinden daha akıllı sanırsınız. o bölümlerden bir diyalog,
-Musa, iblise sordu: Allah'ı hatırlar, anar mısın?
+Aynı anda hem ben anılıyorum, hem de O. euzubillah diyen her kul hem beni anar hem o'nu.
daha böyle nice iğrenç tasavvufi zırvalar var. akla hayale gelmeyen bir sürü mide bulandırıcı şey. hatta hallac'a göre firavun da davasında haklıdır. çünkü kendisi de bir mazdekçi olduğu için islam'ın karşısında ademe secde etmek durumunda kalan bir iblis, musa'ya biat etmek durumunda kalan firavun gibi hissediyordu kendisini. ayrıca hallac gibilerin siyasi duruşları da çok ayrıntılı ve meşakkatli bir konu. yani bu adamlar babasının hayrına sufi değiller.
din mefhumu orta çağ'ın en güçlü silahıdır. tüm tarikatların, dini-siyasi hareketlerin bu dönemlerde patlak veriyor olması tesadüf mü sizce?
ez cümle; tasavvufun bir müslümana vereceği hiçbir şey yoktur. bunu cennet cehennem, huri nuri gibi saçmalıklar kategorisine almayın. manevi olarak ve hayatı anlamlandırmak adına diyorum bunu.
kişi kendinden örnek vererek yazacak bunu. okunur mu bilmem ama yaşayış olarak tasavvufa geçiş için bir örnek olarak bulunsun.
kendimi bildim bileli yaşayışım da ve insanlara davranışımda temel doğru olarak kabul ettiğim şeyleri 2011 senesinde hastaneye yatmakla bir ideolojiye oturtmaya başladım. bu hastane evresi akciğerimin sönmesine neden olsa da;teşhis konulurken de ameliyat olduktan sonraki dönemde de bunun hayırlısı olduğunu biliyordum. dünya düzenini algılayışım her şeyin olağan gelmesi gözlemlerime dayanan şeylerdi. ama inanış olarak aidiyet hissedemiyordum hiçbir görüşe. zaten tasavvufun güzel olayı da burada. hiçbir öğreti olmadan kişi özünde sorduğu sorulara cevap aradığında yaşayışı mutlak aşkı için oluyor. insanların yastıklarına başlarını koyduğunda sorup öteledikleri sorular aslında zorlaştıran birçok şeyi. akciğerimin sönmesine sebep olan şey bir DMT nöbetiydi. bilincim tamamen kapalı ve çevremde olan kimseyi tanımıyordum. gördüğüm şey tarif edilemiyor olsa bile gerçekliğine her şeyden çok inanıyorum. yanımda olan insanlar çocuklar arkadaşlarım olmasına rağmen duyduğum sesler gereksiz ve fuzuli geçiyordu. nöbetim bittiğinde yanlarına döndüğümdeyse yaşanan normal dünyanın geçici bir güzellik olduğunun farkına vardım. bu farkındalık beni olgusal olarak bildiklerimi araştırmaya itti. çok fazla kitap okuyan araştıran bir adam olmama rağmen gerekli şeyleri okumadığımı fark ettim. beni içsel olarak rahatlatacak konulara eğilmeye başladım. uzun süre başlamak için kaynak aradım."Amak-ı hayal" benim bu yolda başlayıp başucuma koyduğum ilk kitap oldu. bütün dinlerde yapılan ibadetler, yaşantılar ve mutlak gerçeği anlamak üzerine okuduğum en iyi tasavvuf kitabı. okunan şeylerin çoğalması araştırılan şeylerin olgularını destekler nitelikte olması "zaten ben bunları biliyordum ve böyle yaşıyordum"noktasına getiriyor. evet aslında tasavvufun özü bu şahsıma göre. kişi kendine sorduğu sorulara ne kadar yönelir cevap verirse dünya hayatı bir o kadar kolaylaşır. şu anda olduğum noktada çevremdeki insanların sormaktan çekindiği her soruya kulak açmakla alakalı. yakın çevremde olan içten içe huzursuz ama bunu saçma görerek paylaşamayan insanların varlığına şahit oluyorum. insanlar asıl merak ettiği sorulardan o kadar kaçıyorlar ki olmak istemedikleri insanlar oluyor ve bundan iğreniyorlar. bu yazıyı kim okunur mu bilmem ama içinizi kemiren en saçma soruyu bile araştırmaktan çekinmeyin. kendinize sorduğunuz her soru sizin yaşayışınızı kolaylaştıracaktır.
Bir inanc disiplinidir. Eger tasavvuf kavrami olmasaydi, ya da onu bu kadar guzel anlatan mevlana diye biri olmasaydi bir ateist olarak bu basliga cok baska yazilar yaziyor olabilirdim. Arastirmaya deger..
Anlam kargasasi editi: Mevlana olmasaydi ateist olurdum, muslumanlikla ilgili bir problemim yok.
arap coğrafyasında çıkmayan islami düşünce akımı. emeviler gibi dini kendilerine mal etmeye çalışan araplar tarafından reddedilmiştir, halen reddedilmektedir. düşünme, sorgulama gibi şeyler islam'ın bazı yorumları tarafından kabul görmez nedense, hangi korkudandır, bilinmez. eğer allah korkusundansa, "kişi ıssız adada doğsa ilk önce arapça öğrenir, allah'ı kendi kendine anlar, bulur" iddialarına göre, düşünmekten de korkmamalıdır; kuran'a göre allah, şüphesiz insanları ve cinleri kendilerine ibadet etsinler diye yaratmıştır. kendi sistemlerine tehdit olarak algıladıkları her düşünce biçimini yok etmek üzerine yaşayanlar, bu tasavvufçulardan birini (hallac-ı mansur) vahdet-i vücud'a gönderme yaparak "ben hakk'tan bir parçayım, ben Hakk'ım, Hakk benim" dediği için katletmişlerdir ki bu en bilinen örneklerinden biridir. bir diğerini ise, cemaatin esas lideri olan alim öldükten sonra oğlu tarafından kurulan tarikat tarafından, ölen alimin en yakın arkadaşının katledilmesinde ve arkasından olmayacak yakıştırmalarda bulunulmasında görmekteyiz. (bunu da siz bulun)
her toplumun kendi adetleri, gelenek görenekleri, yaşayış biçimleri, dini yaşayış biçimlerine de etki etmiştir, kitap aynı, iman aynı, öz aynı iken farklı toplumların yaşayışlarını "hayır sen binlerce yıldır böyle yaşadın, artık arap adetleri ile harmanladığımız mezhebe göre yaşayacaksın" diye zorlamak islam'a, en azından barış dini iddiasında bulunulan islam'a aykırıdır. sonra kimileri "arap dini" diyince kızılıyor. sen "alemlere rahmet" dediğin dini arap adetlerine sıkıştırıp, kadınları ezerek, eğitime karşı çıkarak, töre diye kan davası vs. güdersen, açık açık isim verilerek bazı arapların özelinde olan dini yaptırımları kalkıp kendi toplumuna uygulamaya kalkışırsan böyle trajikomik durumlara düşersin. tengricilik'ten islam'a geçerken "aa bak bu bizim dine ne kadar benziyor, hadi hacca gidelim, kızların ata binmesini yasaklayalım" denildiğine inanıyorsan ne diyebiliriz ki..
hadi şimdi kalk ve türkiye'den kurşun döktürmeyi, çaput bağlamayı, nazar inanışını kaldır bakalım..
hicri 1. asrın sonlarından itibaren islam'a karşı açılan savaşın mistik cephesidir. tasavvuf o kadar kirli bir yapı ki, müslüman halkları asırlardır pasifize ederek milyonlarca müslümanı kimi zaman haçlılara kimi zaman moğollara kul köle etmiş, kanlarının dökülmesine sebep olmuştur.
bakmayın öyle farsça süslü püslü meratiplerden müteşekkil bir zırvalar silsilesi olduğuna. çünkü bu tasavvuf saçmalığının ne dünyevi ne de dini karşılığı yoktur, en azından kur'an açısından yoktur. hint irfanı ya da mistisizmi ile paganist roma kültürünün karışımı olan bu anlamsız ''şey'' ön asya'ya gelene kadar onlarca kılığa bürünerek geldi ve burada şekil değiştirdi, en sonunda da islam'ın içine kirli bir maske kuşanıp girmiş oldu. o köhne çürümüş hırkasını peygamber'in cübbesi, postunu da peygamber'in postu yaparak üstelik.
yani bu kadar iddialı laflarla enjekte oldu islam'ın içine.
tasavvuf kur'an'ın inzal olduğu coğrafyadan köken almamıştır. o uyduruk tarikat silsilelerinin hz.ebu bekir ile hz ali'ye dayandığına bakmayın, çünkü bu zırvadan o coğrafyadaki insanların haberi dahi yoktu kaldı ki ''velayet'' silsilesi onlar kanalı ile gelmiş olsun.
ayrıca ne ruhu ne de insanı ne de hayatı kemale erdirecek bir vasfı yoktur tasavvufun, olsa olsa şeriati'nin değimi ile ''eşekleştirme iksiri'' olabilir en fazla. zaten mutasavvıfların ve tasavvufun tarihteki duruşu ile tahribatlarına baktığımızda bırakın insanı kemale erdiren bir olgu olmayı hatta haysiyetsiz ve zelil bir hayvana çevirdiği görülecektir.
bu konu fazlaca uzun. vakit buldukça tasavvufun tarihi, menşei, islam dünyasına etkileri ya da zararları gibi konularla alakalı onlarca yazı yazacağım aktarabildiğim kadarı ile. başlangıç olarak bilindik bir tanım getireyim zaten diğer arkadaşlar da bunu önceki entrylerde yinelemişler.
Bir hâl ilmi olan tasavvufta her şeye yaşanılarak ulaşıldığı için elde edilen bilgileri, kat edilen yolları, zuhur eden halleri, varılan makamları tasvir etmek için kullanılan ifadeler ve tanımlar çoğu zaman düğümü açmaktan ziyade daha da köreltmiş ve herkes tarafından anlaşılması mümkün olmayan bir ıstılahlar mecmuasının oluşmasına yol açmıştır. Ayrıca yaşanan durumların şahsi olması ve herkes için genel geçer bir kalıbın olmaması hem bu mecmuanın sürekli genişlemesine hem de aynı terimlere farklı manalar verilmesine sebebiyet vermiştir. Bundan bir kavram kargaşası olduğu anlamı çıkarılmamalıdır. Ancak terimlerin keskin bir tanımının yapılmasının zor olduğu da bilinen bir gerçektir. Açıklamasını yapacağımız bu üç terim için de aynı zorluklar geçerlidir.
Tasavvufta bilgiye yani hakikate, Marifetullah'a ulaşma yolu olan keşf, genelde Muhâdara, Mükâşefe ve Müşâhede şeklinde bir üçlü mertebe/aşama yoluyla izah edilir. Tasavvuf ıstılahında bu üçlü aşamadan ilk önce imam-ı Kuşeyri (ö.465) Risalesinde bahsetmiştir. Kuşeyrîye göre, sûfîye açılan perdeler neticesinde sırasıyla muhâdara, mükâşefe ve müşâhede halleri ortaya çıkar. Muhâdara akla, mükâşefe ilme, müşâhede marifete dayanır. Mükâşefe muhâdaradan, müşâhede ise mükâşefeden üstündür. ilmel-yakîn, aynel-yakîn ve hakkal-yakîn şeklindeki sıralamada muhâdara ilmel-yakîn, mükâşefe aynel-yakîn, müşâhede ise hakkal-yakîn ile örtüşür. Aynı sınıflandırmayı Avarifü'l-Ma'arifte de görmemiz mümkün. Ayrıca keşf, kalbe gelen bilgi anlamındaki ilham ile birlikte "keşf ve ilham" şeklinde kullanıldığı gibi, keşfin en ileri boyutu olan müşâhede ile birlikte "keşf ve müşâhede" şeklinde de kullanılmaktadır. Zaman zaman keşfi ifâde için ilham teriminin de kullanıldığı ve bununla hem keşfin hem de o sırada meydana gelen bilginin birlikte kastedildiği anlaşılmaktadır.
Hakikatin bilgisine ulaşma yolundaki sâlik için ilk mertebe Muhâdaradır. Muhâdara, hazır olma, huzurda bulunma demektir. Bu başlangıç hâli olup ilim ehlinin mertebesidir. ilme'l-yakîn de denilen bu mertebe tefekkür, istidlal (mantıksal çıkarımlar) ve kesb ile gerçekleşir. Hakikate ulaşma yolundaki sâlik karşısında değişik engeller bulur. Allahın inayeti ve sâlikin azmi ile sülûk ilerledikçe bu hicaplar tek tek kalkar. işte bu ilk aşamada sâlik talim ettiği bilgiler neticesinde hakikatin lezzetini yavaş yavaş kalbinde duymaya başlar. Ancak bu duyuş, eldeki ilmin yani delillerin, akli çıkarsamaların ve zihinsel faaliyetlerin sonucu gerçekleşir.
Sülûkunu devam ettiren sâlikin kalbinin üzerindeki perdeler kalktıkça hakikatin zevklerini daha bir içten duymaya başlar. Artık sâlik Mükâşefe mertebesine geçmiştir. Kapalı, örtük olan bir şeyi açık duruma getirmek, iki şey arasında perdenin kalkması ve bu iki şeyin birbirine karşı açığa çıkması gibi anlamlara gelen Mükâşefe, hem perde arkasında ve aklın ötesinde olan bazı şeyleri bilme hem de Allahın tecellilerini temaşa etme anlamında kullanılmaktadır. "Kalb" veya "sır" gözünün açılmasıyla gayb âleminin görüldüğü bu mertebede delîl, akıl ve duyu organlarına ihtiyaç duyulmaz. Ayne'l-yakîn mertebesi de denilen bu mertebe ve sonrası tamamen Allah'ın lütfuyla (vehbî) gerçekleşmektedir. Artık hicabın ötesindeki umur-u gaybiyeye ait bilgilere ulaşma başlamıştır. Bu noktadan sonra kesbe ve zahiri bilgiye ihtiyaç yoktur. Onun yerine Allahın lütfu ile ledünnî ilmin hazineleri sâlik için bir bir açılmaya başlamıştır. Bu aşamada sabır ve sebat ile devam ettirdiği mücahedesinin bir karşılığı olarak sâlikin ruhunda ilahi hakikatin sırları zuhur eder ve sâlik esma ve sıfat hakikatlerini bütün benliği ile duyar, sezer ve bilir.
Son aşama ise Müşâhededir. Bir şeyi temaşa etme ve gözleme manalarına gelen Müşâhede tasavvufta Allahın zuhur ve tecellilerini görmeyi, seyir ve temaşa etmeyi ifade eder. Müşâhede hiç bir şüphe kalmadan Hakkın kalpte huzurudur. Cüneyd-i Bağdadînin (ö.298) deyimiyle kişinin kendini kaybederek Hakkı bulmasıdır. Yüksek bir mazhariyet olan müşâhede, basiretin müşâhedesidir, basarın değil; zira basarla görülüp hissedilen şey Hak nurunun gölgesi, eseri ve tecellisidir. Basiretle müşâhede edilene gelince o, Hak nurunun hakikati ve keyfiyetsiz, kemiyetsiz bir şekilde kalben Hakkı temaşasıdır. Bu mertebede Allah, sıfatları, fiilleri ve melekutunun sırları hakkında en mükemmel bilgiye, marifete ulaşılır. Müşâhede, fena cezbe ve vecd gibi tasavvufi haller içinde gerçekleşir. Sâlik nefsinden fani olup Hakkta baki olması nisbetinde bu hali yaşar. Üstad Kuşeyriye göre bu makamı Amr b. Osman el-Mekkî (ö.297) çok güzel açıklamıştır. Öyle ki, onun üzerine söz söyleyecek kimse yoktur. Bu konuda söylediği sözün mânası şudur: Müşâhede, arada bir perdelenme ve kesilme olmaksızın tecelli nurlarının peş peşe gelmesidir. Bu durum bir şimşeğin hiç ara vermeden sürekli çakması gibidir. Nasıl bir şimşeğin sürekli çakmasıyla gece, gündüz gibi aydınlık olursa, aynı şekilde kalp de sürekli ilahi tecelliye mazhar olunca gecesi olmayan gündüz gibi hep aydınlık olur
imam-ı Gazzali (ö.505) mükâşefenin müşâhededen daha üstün olduğunu söyler. Gazzali gibi Muhyiddin ibnü'l-Arabi (ö.638) de mükâşefenin müşâhededen daha mükemmel olduğunu, müşâhede ile mahiyetin, mükâşefe ile ilahi hakikatlerin temsili manalarının idrak edilebileceğini söyler. Müşâhede bilgiye ulaştıran yol, keşf bu yolun son noktasıdır. Müşâhede Zat-ı Ulûhiyet hakkında, hususi manasıyla Ona ait teveccühe esasa sayılabilecek bir yöneliş; mükâşefe ise ilahi isim ve sıfatları duyup hissetme ve yaşayıp zevk etme halidir.
Din ile birlikte anılan fakat dinimizle alakası olmayan değerlerdir. (bkz: nazar boncuğu), (bkz: kurşun dökme) gibi batıl inançlar tasavvufi düşünceler ile hayatımıza sokulmuştur.
'Okun nişandan sapması,adamın bir yana eğilmesi anlamlarına gelen suvuftan gelmiştir.Tasavvuf ehli de dünyadan yüz çevirdiklerinden bu adla anılmışlardır' Abdülbaki Gölpınarlı
Tasavvuf yoldur.Allaha ulaşmak isteyenler için tüm mezheplerin de ötesinde bir yoldur.
Aslolan kalptir sözünün en de doğru anlatıldığı yoldur.
Tasavvuf bedenli hayatınızdan bedensiz hayatınıza kadar geçen zamanınızda nefsinizle mücadeleyi öğretir size.
Bu zorlu mücadelenin sonunda hiç oldabilir,ölmeden önce ölebilirseniz işte modern tabirle 'arınmışsınız' demektir.
Ölmeden önce ölmek yaşarken nefsinziden vazgeçebilmek demektir ki bunu başarmak hiç de kolay değildir.
Başlangıçta kabul etmeniz gerekir.'Bir zerreyi hareket ettirmezsiniz alında parçayı kıpırdatmadan'..
Koca bir parçanın zerresidir insan.Ve O ruhundan vermiştir insana.Aslında herkes O'nun yansımasıdır.'En'el Hak işte budur.
Gördüğünüz herşey O'nun suretidir.Koskocaman bir suretler evreninde yaşamaktasınızdır.
Ve siz bu dünyaya imtihan için gönderilmişsinizdir.işte sırf bu nedenle başınıza gelen herşeyde bir 'hayır' vardır.imtihandır hayat.Başınıza gelen her şer ve hayır sizin sınavınızır.'neden başıma geldi' diye isyan etmek yerine 'bu da benim sınavım içindir' demeniz gerekir.Bunun nihayetinde insan-ı kamil olmak vardr ki işte o en meşakkatlisidir.
Ölüm yok kavuşma vardır der tasavvuf,lakin ölümü de beklemez tasavvuf erbabı.Çünkü, bu dünyada geçirdiği her an ona biraz daha fazla imtahan şansı verir ve bu da ruhunu arındırması için bir şans daha demektir.
Aslında herşey gölgedir.Sizin imtahanız içindir her şey.Siz var zannedersiniz,ancak maddi hiçbirşey yoktur.
Her türlü nefsani duygunuzun önüne geçip egonuzu bir kenara bırakabilmeniz gerekir.
'sen ene dedin kendini ortaya koydun,ben ene dedim kendimi ortadan kovdum' der Hallac-ı mansur.
Yok olmaktır ancak var olmamak da değildir.
insan duyu organının elverdiği ölçüde duyar,,görür,hisseder ve tadar.
Ancak tüm bunların ötesindedir evren.Perdelerimiz vardır ve o perdeler engeller o evreni görebilmemizi.
Tasavvuf perdelerimizi kaldırmaya yardım eder.
'Bakan gözlerimi ve duyan kulaklarımı kapatınca ancak işitirim ve görürüm'..
'Sureti geç gönüle bak...Karanlık senin gözlerindedir..Gönül bir kez aydınlandı mı en karanlık dipsiz kuyuya şems olur.Kendi ışığını bir kez yakan bir daha ışığa ihtiyaç duymaz'
Tasavvuf sizin en zor anınızda en aydınlık rehberinizdir.