bugün

öğrencilik yılları. ev arkadaşları bir bir memlketlerine gitmiş, ama pilot parasızlık ve babayla sürekli takışır biri olduğundan öğrenci evinde kalmıştır.
can sıkıntısıyla evin yakınındaki istasyonda bulunan kahvede tv izlemeye gidilir.

saat 12 ye yaklaşırken garsonun yaşlı bir amcaya burada yatamazsın amca kapatıyoruz gece dediği duyulur.
olay uzaktan izlenir. amcanın gözlerinin de az gördüğü anlaşılır.

sonra amcanın yanına gidip amca gel bizde kal seni götüreyim denir. akşam evde yedirilir içirilir. amca hakkatta çok susamıştır. bol bol su içer.

gece amca uyurken nöbet tutulur başında.

amcanın macerası şöyledir. oğlu onu diğer oğluna göndermek üzere trene bindirmiş, lakin biletini yanlış mı almış nedir. yarıyolda indirmişler trenden. o da kalmış öylece.

gözleri tam görmeyen birini trenle tek başına göndermekteki amaç neydi bilmiyorum.

sabah olunca eldeki son paralarla, amcaya gideceği yerin bileti alınır. trene bindirilir. lakin uykusuz olmamdanmıdır nedir hala çözemedim. tren kapısına getirdiğimi hatırlıyorum. binişi tam net değil. o an amca sanki birden kayboldu.

ya anlatmak zor orasını ama bir acaiplik vardı.

üstünden seneler geçti. yorum size kalmış.

edit: yok trene bindiğini de hatırlar gibi oldum. ya neyse işte. böyle bişeydi 100 sene geçti.
bir gün kayseri de otobüste giderken bana bi hal geldi. havada durdum, şahitlerim var. alllll......
"geçen sam dean ben ava çıkmışız..," diye başlayan hikayeler bütünü.

(bkz: supernatural)
benim gibi aşırı maddeci bir insanın başına gelince hafiften tırsıtan ve biraz maneviyata sevkeden olaylardır.

her zaman zahiri olan beni korkuttuğundan gözümün gördüğüne yöneldim. hayat o zaman katı ve esnemez kurallara sahipti. herşey olasılıklara indirgenmişti, tesadüf yoktu. kolaydı kısacası.

geçtiğimiz cuma günü uzun süredir görmediğim bir dostumu gördüm rüyamda. o ablasıyla birlikte bir arabanın içinde gidiyor, hafiften kavisli, bir tarafı ağaçlık bir yolda. (tam öğleden sonrası, güneş karşıdan arabanın camına vuruyor ve ben arabanın içinden izliyorum.) her nasılsa o ağaçlık kısmın askeri taraf olduğunu biliyorum ben. karşıdan bir tır geliyor, tam sollarken güneş gözümü alıyor. ve bir sonraki sahne.

evdeyim. annem babam var. bana telefon geliyor ve arabadakilerin öldüğünü haber alıyorum. şok oluyorum, sağ solu arıyorum ama etrafımdaki herkes bana gülüp duruyor. boşver, otur da yemek ye, diyorlar. hayret ediyorum onlara, telefon ediyorum, kimse çıkmıyor telefonlarıma. en sonunda arkadaşın anneannesine ulaşıyorum. haberi doğruluyor, ama o da sallamaz bir tavır içinde. ifrit oluyorum.

rüyanın arkasından hemen uyandım (o yüzden hatırlıyorum zaten) ilk işim arkadaşı aramak oldu. ama vakit çok erkendi. (09.30 haftasonu için erken bir vakit) arkadaş uyuyordu, mana veremedi tabii. ben de şaka yollu arabaya binme sakın falan dedim. konu kapandı.

demin ondan bir telefon aldım. dün kaza geçirmiş. çok ciddi bir kazaymış ve mucize eseri kurtulmuş. hala şaşkınım. çok şaşkınım.

rüyaları ciddiye almak lazım. artık böyle düşünüyorum.

edit:ilk kötülememizi aldık muradımıza erdik. nedense artık. arkadaşı aramama bozulmak açısından mı artık bilemeyeceğim, ama olay bu şekilde.
17 yaşında üniversiteye hazırlanan doğaüstü hiçbir şeye inanmayan hatta hafif ti ye alan bir gençtim. sınava on gün kala gittiğim dersane tarafından düzenlenen bir kampa iştirak ettim. kampın 4. günüydü sanırım o sıralar basında da çok gündemde olan bir hipnozcunun; kendisi tıp eğitimi almış bir doktordur; yurdumuzu ziyaret edeceği ve motivasyon ve irade konulu bir konuşma yapacağını öğrendik. tabii anında geyiği başladı yurtta. dershane arkadaşlarımdan bir genç, ablasınında bu tür konulara ilgisi olduğunu ve kendisini hipnoz ettiğini, nasıl yapıldığını bildiğini iddia etti. doğal olarakta tarafımdan makaraya alındı. fazla ileriye gitmiş olacağım ki, eşzamanlı bir hipnoz teklifi ile karşı karşıya buldum kendimi. arkadaşların da sıkıntılı 4 günün ardından biraz eğlenceye ihtiyacı olduğunu düşünerek kabul ettim. yere yüz üstü uzanmam istendi, takiben dışarısını silik bir şekilde görebildiğim bir çarşaf örtüldü üzerime, ismi lazım değil, arkadaş başladı telkinlerine; en çok olmak istediğim yeri sordu bana. ben de dalgaların sesi ile başbaşa kalabileceğim bir sahil olduğunu söyledim. şimdi kumları sapsarı, alabildiğine uzanan ve dalgaların ayaklarına vurduğu bir sahilde olduğunu düşün ve gözünde canlandırmaya çalış dedi. tabii çocukluğumdan bu yana hayal kurmaya yatkın olmam ve hatta hayalini kurduğum mekanların kokusunu dahi alabilen bir insan olarak fazla uğraşa gerek duymadan kendimi bir sahilde buldum. yavaş yavaş üzerimdeki örtüyü falan unutmaya başlamıştım bile. arkadaş beni o sahilde alabildiğine koşturduktan sonra, sahile sırtımı dönmemi ve önümde yükselen bir tepe olduğunu hayal etmemi istedi ve o tepeden hızlı adımlarla çıkmamı. yaptım tepenin üst kısmına ulaştığımda mavi bir gökyüzü ve saçlarımı yalayan rüzgarı hayal ediyordum, yani bana söylenene eklemeler yapıyordu beynim. durum hoşuma gitmiş olsa gerek kendimi çok rahatlamış hissettim. takiben arkadaşımın sesi uzaklardan havanın karardığını ve bir ormanın girişinde olduğumu söyledi. aniden bulunduğum mavi ve ferah tepe karardı ve ürpertici bir ormana dönüştü, içimin titrediğini ve saçlarımın nemlendiğini hissettim. ormana girmem gerektiğini söylüyordu ama ben korkuyordum. bilmediğim bir şeyin içimi ürperten varlığıydı zihnime dolan. arkadaşım ormana girip girmediğimi sordu. girmek istemediğimi söyledim; sonradan öğrendim, sesim ağlamaklıymış ve gerçekten titriyormuşum; arkadaş neden diye sordu. üşüdüğümü söyleyebildim, aslında o an tam giriş kapısındaydım, bir yandan pek inandırıcı gelmesede yurtta bir odada olduğumu düşünmeye çalışıyor, bir yandan da önümde hışımla dallarını bana doğru rüzgarın savurduğu karanlık ağaçlara bakıyordum. arkadaşım ormana girmem gerektiğini, ormanın içinde bir kulübe olduğunu ve orada dinlenebileceğimi söyledi. bende istemeye istemeye ileri doğru birkaç adım atmak zorunda kaldım, ayaklarımın altında ıslak çimenlerin ezilirken çıkardığı sesleri duyabiliyordum. arkadaşım önüme bir patika çıkıp çıkmadığını sordu. sormasıyla birlikte ağaçlar önümde sağa ve sola açılarak kara bir patikayı meydana getirdiler. yürümemi istedi, yürürken bir anda yanağıma çarpan bir dalı ve kan kokusunu aldım. söylemek istedim ama birşey engelledi beni. fazla sürmedi ki önüme bir kulube çıkmış olması gerektiğini söyleyen bir ses duydum, artık sese pek anlam veremez olmuştum, sadece engelenemez bir cevap verme arzusu hissediyordum. kulubeyi gördüğümü söyledim. pencerelerini, bahçesindeki çiçekleri, kapısının yeşil saplı tokmağını anlattı ses. oysa ben sadece kapısız, penceresiz, kapkara, tahtadan oyulmuş gibi bir şey görüordum, adına kulube diyebilmek mümkün değildi. gördüklerimi anlatabildiğim kadar anlattım. bana dümdüz ilerlememi kapının tam karşımda olduğunu söyledi. hala bir şey göremediğimi söyledim. elimi tahta duvarlara doğru uzatmamı söyledi ses. söyleneni yaptım ve kapı önümde açılıverdi. kapının açıldığını söyledim. gördüklerimi tarif etmemi söyledi ses. şaşırarak içeriye bakıyordum, korktuğum gibi değildi. hafif loş bir aydınlık ve sade tahta eşyalar gözüme çarptı, ayrıca sönmek üzere olan bir şömine, garip bir şekilde de çekici bir sıcaklık, anlattım. sandalyeye ateşin karşısına oturmamı söyledi ses. dediğini yaptım. bir süre anlamsız bir ses yumağı gözlerimi ve kulaklarımı kurcaladı, oysa ben hiçbirini önemsemiyor, ateşin kızıllığına hayran hayran bakıyordum, sanki ben oturunca güçlenmişti. bir süre sonra arkamda bir yatak olduğunu ve ona uzanıp rahatlamam gerektiğini söyledi ses. sandalyeden kalktım, yatağa doğru yürüdüm ama umduğumu bulamadım. yatağa uzanamıyacağımı söyledim. neden diye sordu ses. çünki dedim yatakta hiçbir şey yok, eski demir bir somya önümde sopsoğuk duruyordu. orada bir yatak olduğunu ve uzanmam gerektiğini söyledi ses. istemeye istemeye, soguk ve rahatsız edici demir yatağa uzandım. sonrası tam bir sessizlik; o sırada bana rahatlayıp rahatlamadığım soruluyor ve cevap alınamıyormuş; tavana takıldı gözüm, tavanda tahtalar arasından ürpertici bir şekilde gözlerimin içine içine uzanan siyah bir kablo sarkıyordu. istemsiz bir şekilde bakıyor ve gözlerimi ayırmaya çalışıyordum. üstüme üstüme gelen o kara kablonun bir anda üzerime atıldığını farkettim. bağırmak istedim ama sesim çıkmadı. sağ elime ve gırtlağıma yapıştı. gözlerime doğru kara bir boşluk akıyordu adeta. hiçbir şey yapamıyor, düşünemiyordum. o ana kadar yaşadığım en saf korku ile yüzyüzeydim. anlamsız ve tanımlanamaz bir kötülüğün ellerinde yokolmak üzereydim; o esnada arkadaşlarım çaresiz bir şekilde, kilitlenen sıkılı yumruğumu, moraran yüzümü ve kapalı gözlerimden göğsüme boşalan gözyaşlarımı korku ve panik içinde izlemektelermiş; baya bir çırpındıktan sonra, alnıma değen çarşafı hissettim ve son bir gayretle ümitlendiren dokunuşa doğru attım kendimi. gözlerimi açtığımda bitkinliğimin ve korkumun dağınık kabusu altından gözlerime şaşkın bir korku ile bakan arkadaşlarımı gördüm. konuşmak istedim ama dudaklarım sadece titredi. bu beleye dolaylıda olsa sebeb olan arkadaşım ağlayarak sarıldı bana. deli gibi iyi olup olmadığımı soruyordu. söylemek istiyordum ama söyleyemiyordum, düşündüren herşey tekrar ona açılacak diye korkup, herşeyi unutmak istiyordu bir yanım, bir yanımsa duraksız anlatmak herşeyi. bir süre sonra kendime geldim biraz. tabii bu arada öğretmenlerimizde duymuştu olayı. olayı ilk öğrenen beni başarılı bulan türkçe öğretmenimdi. ne olduğunu sordu bana. bilmiyorum ama iyiyim şimdi diyebildim. arkadaşım dışarıda konuşabilirmiyiz diyerek öğretmenimizle çıktı. bir süre sonra öğretmenim tekrar geldi ve lavaboya gitmeme gerektiğini, kendisininde geleceğini söyledi. lavaboya gittik. yüzümü yıkadım, yüzüme bakmaya korkarak. içimden bir ses onun gözlerimin içinde gizlenmiş olabileceğini söylüyordu. lavabodan çıktığımızda, konuşmayı yapacak olan doktorun geldiğini öğrendi öğretmenim ve gel benimle dedi. doktora bildiği kadarıyla olayı anlattı. doktor, çok kötü ve tehlikeli bir girişime kurban gitmekten son anda kurtulduğumu ve ne yaparsam yapayım gördüğüm şeyleri asla düşünmememi söyledi. konuştuk farkında olmadan bir telkine maruz kaldım ve gariptir ki rahatladım. konuşmayı takiben, arkadaşlarımla o zamanlar en çok sevdiğim kaset olan mıcheal jackson un bad albümünü dinledim. tekrar mutluydum. yatma saati geldi. zaten çok yorulmuştum. yatakhaneye döndük. gayet huzurlu bir şekilde, geniş yatakhanenin kapıya en yakın olan girişindeki üst ranzama çıktım ve uyumaya hazırlandım. tam o anda tavandaki siyah kabloyu farkettim ve takılı kaldı zaman ve bedenim. korkunun kollarına düşmek üzereydim ki, bedenimi sarsan arkadaşımın elleri ve sesi daldığım derin boşluktan çekip aldı beni. tabii anında o gece eve döndüm. hala çok anlam veremiyorum. aşırı hayal gücü mü dersiniz, karabasan mı dersiniz adını ben koyamadım.
öncelikle şunu belirtiyim doğa üstü olaylardan-yada adı her neyse- etkilenen arkadaşlar okumasın.

bundan 12 yıl önce başıma geldi bu olay. sivas'ın bir ilçesindeydim. her çocuk gibi bende sokaklarda arkadaşlarla oyun oynar, 10 yaşında yapılabilecek fırlamalıkları yapardım.
sıcak bir yaz günü "cin fikirli" arkadaşın aklına bir fikir geldi. yemen 1 sokak arkamızda ki yatır ın oraya gidecek, çubuklarla toprağı kazacaktık.(altın vardı sözde orda)
neyse gittik mezarın yanına. kim başlayacak derken 2 tanesi demir çubukları sokup başladılar eşelemeye. fakat benim için çok daraldı. engellemeye çalıştım bunu yapanları. biraz itişip kaktıktan sonra birisi kafama çubukla vurdu. hafiften kanamaya başladı. kanı görünce korkup kaçtılar.
neyse bende ağladım, bildiğim dua yı okuyup affetmesini istedim bizi. çok üzülmüştüm rahatsız ettik diye.

derken akşam oldu. yattım yatağa fakat uyuyamıyorum. hala aklımda. üzülüyorum rahatsız ettik diye. sonra yarı uyur-uyanık vaziyetteyken serin bir rüzgar hissettim. hani nur yüzlü derler ya. aynen öyle.gördüğüm en güzel yüz belki. üzülmemi söyledi bana. rahatsız olmadığını söyledi. yalnız büyüyünce namazları aksatmamı söyledi. güzel kokulu bir tesbih verip gitti.

belki de en güzel uykumu uyudum o gün. diyebilirsin ki hayal gördün bilinç altındaydı. ama tesbihi nasıl açıklayacaksın. ve hala çok güzel kokuyor.
Yıllar evvel. buz gibi bir ankara. Sabaha karşı.

Istanbul' dan ailemi ziyaretten dönüyorum, hava aydınlanmak üzere nerdeyse.
Çayyolu' na evime doğru sürüyorum arabayı, bi duş alıp, kendimi yatağa atmak tek isteğim.

inin cinin olmadığı yolda, yolun sağ tarafından ansızın bir adam atlayıverdi önüme. Üstü başı perişan, yırtılmış dökülmüş, ağzı, burnu kan içinde. Elini, kolunu kaldırarak durmamı istiyor. Etrafta kaza yapan bir araba göremiyorum, belkide yoldan aşağı uçtu bilemiyorum ama ben görmedim.
Adamın yüzündeki o feci korkuyu görüyorum ama ben de korktum sözlük! Hem de çok!
Durmadım!!!
Evet durmadım. Duramadım.
Çok istedim, durmalıyım yardım etmeliyim, allah beni kahretsin, yuhhh bana dedim ama durmadım.
24 yaşında genç bir kızım ve telefonum filan yok, korktum, duramadım.
Elim ayağım boşaldı.
Eve varır varmaz polisi aradım, olayı anlattım, yeri tarif ettim ama o kadar...

üzerinden yıllar geçse de, ne o adamın korkmuş yüzünü unutabiliyorum, ne de kendimi affedebiliyorum.
Kimdi, neydi, başına ne gelmişti bilmiyorum.
Belki de bir tuzaktı onu da bilemiyorum.
Ama ben ordaydım ve gaza basıp devam ettim.
Kılımı kıpırdatmadım!

Lanet olsun, içimizdeki merhameti, insani davranışları tutmamıza neden olan kötü insanlara, kötülüklere...
Bizi insan olmaktan alıkoyan namussuz insanlara!
Şeref yoksunlarına!

edith piaf: Bu olay doğaüstü filan değildi ama gene de yazasım geldi işte. Heyecan yaptım. idare edin.
daha önce de enteresan şeyler yaşadım ama bunu ne akla ne mantığa hiçbir şeye sığdıramadığım için hala hafiften bir tırsma yaşıyorum aklıma geldikçe.

birkaç ay önce erkek arkadaşımla telefonda sohbet ettik uzun bir süre. konu da din. ben o sırada epey bir takmıştım kafaya bu konuları ve durmadan okuyorum, araştırıyorum vs. o konuşmayalım dedikçe tartışmanın içine çekiyorum. epey keskin şeyler söylüyorum, sonra telefonu kapatıyoruz.

duşa giriyorum. ardından saçlarımı kurutacağım. tabi kafamda üç kişilik saç olduğu için her zaman telefonumda hazır olan playlistimi açıp kulaklığımı da takıyorum. açar açmaz kulağıma tuhaf bir konuşma gelmeye başlıyor. sanki dini bir radyo açılmış gibi. allalla diyip sesini açıyorum anlayabilmek için. tam hatırlamamakla birlikte bir adam, allah vardır, birdir, inanmayanlara merhamet etmiştir gibi sözler söylüyor. benim gözler açılıyor tabi bir anda. bu nereden gelmiş benim telefonuma, playlistime nasıl girmiş diye? telefonu arıyorum tarıyorum o kaydı bir daha bulamıyorum. bir kandil günü whatsapp'tan biri yollamıştır diyorum. ama mümkün değil o kaydı bir daha bulamadım. hala da düşünür dururum o neydi diye? bu da böyle bir anımdı sözlük.
küçükken boğulacak gibi oldumdu. yüzme bilmeyen çocuğu, ki bu benim, 3 metre derinlikteki havuza attılardı. o anlarda böle kendimi uzaktan gördüm lan. hakikaten bak suyun içinde debelenişimi, büyük bi abinin gelip kafamdan tutup dışarı çıkardığını filan third person cam açısından izledim. sonra gözümü açtığımda başımda bi sürü insan vardı. sanırım ölürken böle oluyor. kendini bi son kez görüyosun oyunun kenarından...
lise yıllarındayken, günün birinde tesbih namazı kılmak için niyet etmiştim. fakat tesbih namazı uzun bir namaz olduğundan tam olarak nasıl kılınması gerektiğini hatırlamıyordum. neyse bir müddet kafamda, acaba nasıl kılınıyordu diye düşünürken, son derste bitti okuldan çıktım. tabi ben yolda da acaba nasıl kılınıyordu bu namaz? nasıl kılmalıyım diye habire düşünüyordum. aradan 2-3 saat daha geçti, hava iyiden iyiye karanlıklaşmaya başladığı bir sırada, ekmek almak için evden çıktım,(başka bir iş içinde çıkmış olabilirim tam hatırlamıyorum) fırına doğru ilerlerken yerde bir takvim yaprağı gördüm. işte olay burda başlıyor, takvim yaprağını elime aldım, şöyle bir çevirdim, arkasında tesbih namazının nasıl kılınması gerektiğinden bahsediyordu.. o an çok şaşırmıştım, bu apaçık bir hikmetti. nasıl kılarım diye düşündüğüm namazı, yerde gördüğüm bir takvim yaprağı aracılığla yerine getirecektim..işte o zamandan sonra yaratanın her daim bizimle olduğunu daha iyi anlamış oldum.

edit: o takvim yaprağını hala saklarım.
üniversite'de yarıyıl tatili sebebiyle mersin'de aile ziyaretindeydim. ev yemekleri, eski arkadaşlar hasret gidermeler, tantuni, künefe ve benzerleri gözümde tütüyordu. ama daha geldiğim ilk gece uykumdan çok rahatsız bir şekilde uyandım. sırıksıklam terlemiştim, yatak su gibiydi ama bir taraftan da donuyordum. yorganı açıp tuvalete gitmek istedim ama daha açar açmaz yataktan çıkamayacağımı anladım. annemi mi çağırsam acaba diye düşündüm. sonra eşşek kadar olduğumu hatırlayıp vazgeçtim. 1-2 dakika sonra annem odasından seslendi. ben de hasta olduğumu söyledim gelmesini istedim.

neyse geldi annem üstümü değiştirdi, ilaç içirdi. gecenin o saati hasta çorbası yaptı şehriyeli tavuklu. sabaha hiçbir şeyim kalmamıştı. öğlene doğru uyandığımda anneme "çok kötüydüm, iyi ki seni uyandımışım" dedim. annem "sen beni uyandırmadın ki" dedi, "ben iyi olmadığını hissettim kalktım".
6. his.
çok gizemlidir bunlar.

bir gün başlığın aynısını* ilk entry olarak girmiştim, 10 dakika sonra telefon çaldı, 7 gün içinde öleceksin dedi ses.

zall imiş.

edit: sevgili newarbe ilk entry'sini değiştirmiş, daha iyi olmuş. başlık ilk açıldığında ilk entry "sözlükçülerin başından geçen doğaüstü olaylar" idi.
ne kadar doğaüstü bilmem ama anlatmak istedim. bundan 7-8 sene öncesi falan. bir rüya görmüştüm. rüyayı hala net bir şekilde hatırlıyorum. akşam karanlığında mavi renkli bir villanın önünde okuldan 3 arkadaşımla duruyoruz ve birbirimizi içeri girmek için ikna etmeye falan çalışıyoruz. en sonunda önden biri giriyor ve arkasından ben takip ediyorum. sarmaşıklı bir tünelden geçip saçları altın gibi parlayan bir kızla karşılaşıyoruz ve tünelin sonunda kız bize altın gibi parlayan mezarını gösteriyor, içine bir şeyler atmamızı falan istiyor. ertesi gün kuzenimle buluşuyoruz ve ikimiz de aynı anda "dinle bak rüyamda ne gördüm" diyoruz. önce ben başını anlatıyorum sonra o da şaşırıyor ve "oha ben de aynısını gördüm" diyor rüyanın devamını anlatıyor. gerçekten de benim gördüğüm rüyayla aynı çıkıyor. iki insan aynı gece aynı rüyayı nasıl görebiliyor gerçekten çok ilginç. sonrasında rüyayı herhangi bir olaya yormadık, altın saçlı kız da görmedik zaten ama aynı rüyayı görmek enteresandı.
bikeresinde sevişmiştim.
aylardır at yarışı oynamamıştım. artık bana zarar verdiğini düşünüyordum. okulumda dersimde olmalıydım. normalde rüyalarımı hiç hatırlamam. rüya gördüğümü bilirim ama uyandığım an neyle ilgili bir rüya olduğunu unuturum. o sabah farklıydı. uyandığım zaman daha rüyamın etkisinden çıkamamıştım. rüyamda yurttay'ı görmüştüm. doru renkli uzun kumu iyi koşan ingiliz atını. at yarışı oynamıyor ama hergün kimler gelmiş diye bakıyordum. yurttay da uzun zamandır yarış kazanmadı diye düşündüğümü hatırlıyorum.

neyse okula gittim dersime girdim. dönüşte sarıyer'de inanılmaz bir trafik vardı. dere ıslah çalışması trafiği milim ilerletmiyordu. uzun süredir uğramadığım ganyan bayiinin önünde boş bir yer gördüm ve hiç düşünmeden arabayı parkettim. içeri girene kadar o gün hangi atların koştuğunu bilmiyordum. yarış nerde koşuluyor onu bile bilmiyordum. duvarda asılı bültene baktım ve ikinci ayakta yurttay'ı gördüm. cebimde 20 lira vardı. ne olur ne olmaz diye 5 lira ispark parası ayırdım. 15 milyon'a yurttay tek bir de son ayakta karataş'ın bindiği guru rinpoche'yi tek attım. kuponu kaptığım gibi dışarı attım kendimi. ganyan bayii ortamına tekrar alışmak istemiyordum. öyle bir trafik çektim ki mecidiyeköy'deki eve varana kadar. şöyle anlatiyim eve girip internetten sonuçlara baktığımda 5 ayak koşmuştu. bu 2.5 saat eder.

tahmin edebileceğiniz gibi kupon 5te 5 yürüyordu. son ayak favoriye kalmıştım. yerimde duramıyordum çünkü 5. ayakta 14 lira ganyanlı bir at gelmişti. yani altılı para yapmıştı. evime yakın olan ganyan bayii'ne gittim. yarışın son metrelerinde yürü lan karataş diye belki 50 kere bağırdım. millet yarışı değil beni izlemeye başlamıştı. karataş da beni kırmadı ve yarışı kazandı. herkes başıma toplandı. 50 milyar verir diyen de oldu 250 milyon da. fazla konuşmadım eve gittim tekrar.

sonuçta bir rüya bana 2.5 milyar kazandırdı. belki ak sakallı dede değil ama doru renkli attan geldi kısmet.