det sjunde inseglet

entry37 galeri10
    1.
  1. ingmar bergman'ın senaryosunu yazıp yönettiği 1957 çekimi film. bergman yedinci mühür'de kendi hayatının baskılarından yola çıkarak çektigi filmde orta çag isveç'indeki kıyamet korkusu altında yaşayan yalnız bir adamın yaşama dair anlam yüklemelerini sert, bir o kadarda çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. çile çekenler, veba, hareketli oyuncular, inanç sisteminin yıpranması gibi unsurların 1950 yılındaki degişiminin insani degerler üzerindeki düşündürücü yanlarını sorgular nitelikte özel bir yapım. durgun rahatsız etmeyen ses efektleri, aralıklı, akıcı, belirli bir tema etrafında gelişen diyalogları ve karanlık kasvetli müzikleri ile insan yaşamı üstüne varoluşcu bir ağıt niteliginde modern bir şiir..
    6 ...
  2. 2.
  3. filmde haçlı seferleri'nden yorgun, mutsuz ve inançsız dönen şövalye antonius block ve silahtarı jons'ün isveç topraklarına çıktıktan sonra karşılaştıkları veba salgını, vebadan kaçan insanlar ve tesadüf eseri yollarının keşiştiği bir sokak tiyatrosu ekibi anlatılıyor.

    ingmar bergman sinemanın görsel özelliklerini, teknik imkanlarını, mekan zenginliğini tiyatro ile örtüştürüyor. isveçli yönetmen bir tiyatro oyununu kameraya alıyor sanki. oyunculuktan tutun da, diyaloglara, hareketlenme ve sahne değişimlerine her şey bir tiyatro oyunundaymışsınız hissi yaratıyor ve bergman kendi yazdığı bu oyunu bir sinema senaryosuna dönüştürme çabası gütmemiş. mesela karakterler aynı kare içinde birbirlerinden bağımsızmışçasına hareket edebiliyorlar. oyunculukta gerçekçi olmaktan çok duygu ön planda. diyaloglarda şiirsellik var. olay örgüsü içerisindeki metafizik durumlar şaşırtıcılık ya da mistizm duygusu yaratmak için konulmamış, hepsinin sembolik de olsa bir gerçekliği ve görevi var.

    ingmar bergman'ın bu filmdeki en büyük başarısı belki de tanrı ve ölüm gibi konuları ele alışı ve sorgulayan aklın inançla olan çatışmasını mükemmel bir biçimde ortaya koyuyor olmasıdır. belki de bu sebepten dolayı hikaye haçlı seferleri nin olduğu zamanda geçmektedir. avrupalılar ın tanrı için savaşa girdiğini söyleyerek halkı kandırdığı ve avrupa da oluşan veba salgını ile tanrının insanlığı cezalandırdığı düşüncesinin kilise tarafından kullanıldığı bir zaman. insanların inancı sarsılmış durumda ama ölüm korkusuyla tekrar sarıldıkları bir kurtarıcı da aynı zamanda, inanç. insanlar yozlaşıyorlar, adalet düşüncesi silikleşiyor, herkes kendi canını kurtarma derdine girişiyor. böyle bir salınım içinde bulunan bir güruh var filmde, tam olarak halkı karşılıyor. bu halkın karşısında ise akılcı, şüpheci ve inançsız şövalye antonius block var. aydın görüşlü antonius block olanları şaşkınlıkla izliyor. bir kızı
    içine şeytan girmiş diye yakıyorlar mesela, halkın bu durumdan kuşkusu yok ama şövalye öyle düşünmüyor; yakılacak kızın gözlerinde şeytanı değil sadece korkuyu görüyor. bir grup yobaz birbirlerini kırbaçlayıp, insanlığın suçlarının kefaretini ödemeye çalışıyor. ingmar bergman burada kamerasını bir o yobaz grubu gözyaşlarıyla izleyen halkı, bir de antonius block ve silahtarı jöns'ü çekiyor. aradaki zıtlığı sadece kameranın yön değiştirdiğinde gösterdiği yüzlerden farkediyoruz. biri kurtulacağının inancıyla ağlıyor, biri ise yapılanların saçmalığına inanamıyormuşçasına şaşkın gözlerle olanları seyrediyor. bu zıt düşünce ve zihinler o çağı yansıtmak için konulmuyor oraya; insanlığı yansıtmak için konuluyor...

    filmin bir yerinde günah çıkartan antonius block şöyle diyor:
    "insanın duyularıyla tanrıyı kavraması o kadar imkansız mı? o neden yarım vaatlerin ve görülmeyen mücizelerin ardına saklansın ki? kendimize inancımız yoksa başkasına nasıl inanç duyabiliriz? benim gibi inanmak isteyen ama yapamayanlara ne olacak? ya inanmayan inanamayanlar? içimdeki tanrıyı neden öldüremiyorum? o nu kalbimden atmak istememe rağmen neden alçaltıcı ve acı verici şekilde içimde yaşamaya devam ediyor? neden her şeye rağmen bu gerçeklikten kurtulamıyorum?..."

    görüldüğü üzere antonius inanmak isteyen ama inanamayan bir insan. somutluk istiyor, bilgi istiyor. inanca olan ihtiyacı sonucunda yüreğinde bir şeyler beslerken bir yandan da aklı onu engelliyor. bu monoloğun biraz daha ilerisinde antonius ölüm* ile şöyle bir diyaloğa giriyor:
    - tanrının kendini göstermesini, benimle konuşmasını istiyorum.. karanlıkta ona sesleniyorum ama sanki hiç kimse yok.
    + belki de kimse yoktur.
    - o halde yaşam korkunç bir şey. her şeyin bir hiç olduğunu bilen biri ölüm karşısında yaşayamaz.
    + çoğu insan ne ölümü ne de yaşamın hiçliğini düşünür.
    - ama bir gün hayatın sonlarında karanlıkla yüzleşmeleri gerekecek
    + o gün...
    - korkumuzdan bir imge yaratır ve sonra o imgeye tanrı adını veririz...

    antonius hiçlik karşısında acı çekmektedir, sonsuz bir karanlık düşüncesi onu korkutmaktadır. bu sebeplerden tanrıyı görmek ve onunla konuşmak ister...

    ingmar bergman, antonius block ile "ölüm"'e satranç oynattırır. filmin başında kendisini almaya gelen ölüm'e antonius satranç oynamayı teklif eder; oyun süresince yaşamını alamayacaktır ve eğer antonius oyunu kazanırsa peşini bırakacaktır. bu aslında basit ama basit olduğu kadar da güzel bir alegori örneğidir. ölüm ile satranç oynamak.. antonius çok zeki bir adam ve iyi bir satranç oyuncusu olmasına rağmen kazanamayacaktır; istediğiniz hamleyi yapın, istediğiniz stratejiyi yürütün ama ölüm karşısında galip gelemezsiniz.

    filmdeki sahnelerden birinde tiyatrocu aile ile antonius block, jöns ve jöns'ün kız arkadaşı çimlere oturup çilek yiyip, taze süt içerler. siyah beyaz bir filmde bu kadar canlı ve bu kadar renk dolu bir sahne çekilebilir mi bilmiyorum. bu sahne bergman'ın estetiğinin üstün özellikleriyle donatılmış olsa gerek ki anlayamadığımız bir biçimde bizi sürükler. buna benzer çok fazla sahne vardır. bazıları acı ve gerçekleri yüzünüze vuracak cinsten, bazıları mutluluk ve huzur dolu, bazıları ise ince alaydan ibaret sadece...

    bu filmi izledikten sonra ingmar bergman'ın sinemasını anlayabilmek için daha çok düşünüyorsunuz...
    6 ...
  4. 3.
  5. 1957'de çekilmiş bir ingmar bergman filmi.. aynı zmanada Film, 1957 Cannes film festivalinde Jüri özel ödülü kazanmıştır.. film derinlere kadar iner; filmin adı bir çok şeyi çağrıştırır ''yedinci mühür'' incildeki bir bölümdür.. ve bu bölümde şöyle bahseder:(bir kısmı da altınbuhur'dandır)

    filmin ilk başlanngıcında göğde bir kartal süzülür:(incill'in yedinci mühür-altın buhur bölümündeki şu ayetler şöyle der:

    ''Va. 8:13 Sonra göğün ortasında uçan bir kartal gördüm. Yüksek sesle şöyle bağırdığını işittim: "Borazanlarını çalacak olan öbür üç meleğin borazan seslerinden yeryüzünde yaşayanların vay, vay, vay haline!"''[filme ayetlerde bahsedilen sahnelerin baızları belki de azı gerçekleşmektedir]

    bu bölümde özellikle insanların başına gelecek felaketlerden bahseder incil, ''kanla karışık dolu ve ateşi'', ''denizlerin içte birinin kana dönüşmesi'', ''büyük bir yıldızın düşüp suları acılaştırması(özellikle bu ayet ile o kötü adamın vebadan sızlayarak ''su verin, su verin'' diye haykırması akıllara geliyor..) vs.. yine bu bahsedilen yedi mühür ve yedi borazan felaketleridir. yedi mühür yeryüzünün dörtte biri üzerine gelceği borazanın ise çalındığında üçte birini vuracağı düşünülmektedir..

    incilde uyarılarla dolu olan ayetlerdir bunlar.. filmde de önemli yer kaplar.. özellikle veba hastalarını birbirlerini kırbaçlaması ve kara giyen keşiş rahip takımının yaptıkları ve verdikleri halka açık vazlar.. bir felaket tellallığı.. bunun yanında tanrı ile birlikte olmak bu felaketlerden bağışık olmayı vurgulamaktadır.. zaten felaketlerden de bir tek, jöf ve ailesi kurtulmuştur(onların dışında tanrıya inançlı göze çarpan birisi yok gibi)

    zaman 14.yy haçlı seferine rahiplerin telkinleriyle katılmış, yorgun olduğundan bahseden antonius block yanında da cesur ve çok geçirmiş askeri.. ama askerinin sertliği ölüm karşısında bile inançsızlığı temsil etmekte daha çok hiçliğe olan inancı.. antonionus block ise bergman'ın düşünsel tarafının bir yansıması gibi.. '' ya içinde var ama inanamıyorsa..!! belki en mükemmel sorulardan birisiydi bu filmde.. tanrı ve varoluşa dair sorulabilecek en mantıklı soruların sorulduğunu görüyoruz

    'ölümden sonra ne olacak, içimde inanma isteği var ama inanamıyorum. tanrıya dokunmak istiyorum, onun benimle konuşmasını istiyorum.. varsayım ya da ihtimal istemiyorum, içimdeki tanrıyı neden öldüremiyorum..'' aslına bakılırsa son cümle özellikle bilimin insanın eline veremediği gerçeklik.. çünkü kurulp kurulup sürekli değişen bir şey.. daha doğrusu insanın içindeki acıyı dindirmekten aciz.. bir çok şey gibi yetersiz.. bunun yannnında camus'un felsefesinin ince noktalarını da bu filmde görmekteyim.. bilime neden inanmadığı konusunda bilhassa.. bunların yanında; buradaki antonius'a ait olan tanrıya inanmama reddi aynı zamanda Kur'an da israiloğullarının inanmamasını çağrıştırmaktadır..

    bununla birlikte derin felsefi açılımlardan biri de; tanrıyı yaratanın korku olduğudur.. özellikle sorgulama babında 1950'erin felsefi açılımları 14.yy'a kadar gidip antoninus da vücut bulmuş.

    diğer figürlere gelince, özellikle şehir şehir dolaşan.. iki çift görür.. mutlu ve dindardırlar.. hatta jöf; meryem ana'yı görür, çocuk isa'ya yürümeyi öğretirken.. zaten tek onlar kurtulacaktır.. bu azaptan, bu dünyaları aslına bakılırsa bir diğer dünyanın yansıması gibi.. tanrıya inanan ve mutlu bir yaşam süren jöf ile karısının kurtulması gibi..

    bununla birlikte film usta dil oyunları ile dolu: özellikle ölüm ile satranç oynamaya oturduğunda block'ın elleriyle siyah mı beyaz taşımı seçeceğini sorduğunda, ölüm siyahı seçer ve:

    ''bana da yakışan budur''

    der.

    ve bir çok yerinde devam etmektedir bu, gene filmin sonlarına doğru ölüm çok işi olduğunu söyler block ise ''meşgul olduğunu biliyorum''(her tarafta veba kol gezmektedir) şeklinde cevap verir..

    ama antonionus ölümü atlatmasına rağmen kaçamaz.. zaten ölüm de öyle der:: hiçbir şey kaçmaz, kaçamaz' son bir manevra ile taşları devirip yerlerini kaybetmek çin böyle demektedir.. amas siz ölümü unutsanız ya da kandırmaya çalışsanız veyahutta görmezden gelsenizde emin olun ki o sizi unutmayacaktır.. sorgulamalarında ölüme sürekli soru sormaktadır ama hiç bir cevap alamamaktadır.. çünkü ölüm pek konuşmaz, sessizdir, siyatır, zamanı geldiğinde kaçamaz ya da kaçıramazsınız..

    son olarak herkesin seyretmesi gereken mükemmel bir bergman filmi.. boktan amerikan filmlerinde ziyade zihni zorlar..
    8 ...
  6. 4.
  7. bu filmden sonra-bilhassa cannes film festivali özel jüri ödülünün kazanılmasıyla birlikte- ingmar bergman tanınmaya başlamıştır.(bunda smiles of summerset'in de etkisi vardır). bunların yanında, varoluşsal etkilerin ağır bastığı hissedilecektir,(bilhassa kierkegaard etkisi). tarhi açıdan bakıldığında, açık yanlışlar ise göze çarpar, özellikle veba ve günahlarından dolayı kendilerini kırbaçlayan keşiş ve meczuplar sürüsü hiç yoktur, haçlı seferlerinin hepsinin kutsal topraklara yapıldığı belirtilmiştir(oysa bu da yanlış bir bilgidir). aslına bakılırsa, 1950'lerde(ikinci dünya savaşı sonrası ve sartre yüzyılının etkileri ile) bergman bu gerçeklikleri o yıllara doğru götürmüştür.

    bunların yanında, ölüm ile santranç oynama fikri de Täby kyrka tarafından 1400'lerin ikinci yarısında yapılmıştır(kilise kabartmacısıdır) bu da az çok akla tarkovski'nin ''andrei rublev''i getirmektedir.

    filmde göze batan oyuncular ise azımsanmayacak kadar fazladır, bilhassa max von sudov(bergman'ın kült oyuncusudur-''hour of the wolf'', ''through glass darkly'', çok fazla olmasa da ''persona'', ''passion of anna''), bibi andersonn(persona, wild strawberries, seventh seal vs) ve günnar byörnstrand(''through glass darkly''(harriet anderson'un babası), ''smiles of summernight, vs gibi)

    film derin sorgulamalar eşliğinde devam eden bir niteliğe haizdir. karakterler ölüm gerçeğinden ziyade ölüm korkusunu aşmışlardır. bunlarla birlikte sorgulamaların niteliği açısından zamana göre; fazla cesaretlidir bergman.
    5 ...
  8. 5.
  9. başından sonuna kadar muhteşem bir şiiri okuma hissiyle izlenen, her karesinde ölümü sorgulayıp, gezgin tiyatrocuların göründüğü ilk sahnede hayatı sevdiren film. ingmar bergman harikası.
    2 ...
  10. 6.
  11. türkçesi yedinci mühür ingilizcesi seventh seal olan filmin internetten indirilen 2 cd lik rapid linklisine rağbet etmeyiniz zira upload edilen orjinal çok kötüdür çizikmiş gibi görünür ve keyif vermez. persona ve yaban çilekleri içinse ankarada iseniz dost kitabevinin hemen yanında ucuz cdler reyonuna bakınız. çok iyi bir fiyata edinebilirsiniz.
    1 ...
  12. 7.
  13. her insanın izlemesi gereken, şövalye ile azrailin satranç sahnesiyle büyülediği, harika bir film.
    2 ...
  14. 8.
  15. şiir gibi bir film. özellikle değindiği konu (arayış da diyebiliriz) açısından necip fazıl'ın çile şiirine benzettim.
    1 ...
  16. 9.
  17. 1957 yapımı olan bir ingmar bergman mucizesindeki ana soru şudur: "ölümle ne kadar oyun oynanabilir ki?"

    şah-mat.
    2 ...
  18. 10.
  19. ingmar bergman'in sinema dünyasına kattığı başyapıt, şahaser.
    her karesinde, her repliğinde buram buram kalite akar, felsefe akar, sanat akar.
    özellikle filmdeki Azrail ile satranç oynama sahnesi için diyecek kelime yoktur.
    Tam anlamı ile sinema tarihinin en başyapıt sahnelerinden biridir.

    - will you share your secrets then?
    + i don't have any secrets.
    - don't you know?
    + no
    - how can't you know??
    + i'm the unknowing

    gibi aşmış bir replik vardır filmde.
    ve yine;

    - Kimsin sen?
    + Ölüm.
    - Benim için mi geldin buraya?...
    + Uzun zamandır senin yanındayım.

    gibi replikleri barındır.
    5 ...
  20. 11.
  21. ingmar bergman'ın izlerken insana adeta ortaçağ dönemini izliyor hissi yaşatacak düzeyde başarılı bir tarihi filmidir. haçlı seferinden dönen bir şövalyenin vebadan kırılan isveç'te yaşadığı umutsuz olayları fantastik bir tarzda anlatır.
    2 ...
  22. 12.
  23. Max Von Sydow gibi kült bir oyuncunun genç dönemine gelmesinden dolayı dikkatimi çekmiş- genel kitle hep the exorcist ile bildiğinden dolayı- ve bu yüzden uzun süre izlemek aklımdaydı. Dün akşam izleyebildim.
    Bergman'ın herkesin vakıf olabildiği üzere yarattığı umutsuzluk havası ve renk tonu gerçekten olağanüstüydü. Aslında yıllara ait karakteristik renk tonları vardır. En basitinden, Gora'daki erşan kuneri bölümündeki 80'li yılların anlatıldığı sıradaki o döneme has güzel bir renk tonu hakimdi ki bu durum çok daha izlenen sahnenin izleyici tarafından benimsenmesine yardımcı oluyor. Sonuç olarak, rengin yarattığı karamsarlık,o dönemin çok göze batan cahil kitlesine ve az sayıda erdemli insanın olduğu bir dünyaya son derece uygun düşmüş.
    Oyunculuklar açısından başroldeki Max Von Sydow ve Nils Poppe'un çok başarılılar gerçekten ama onlar dışında Death rolündeki ismini bilemediğim abininde devamlı gözükmemesine karşın, makul ve akılda kalıcı bir ölüm meleği portresi yarattığı söylenebilir.
    1957 yılında çekilmiş bir film olmasına ve aradan 53 yıl gibi uzun bir zaman geçmesine karşın insanlığın bilinmemezlik, tanrı, yaşamamızın amacı gibi soruları cesurca sorması gerçekten çok başarılı ki bizlerde bu soruları sormaya herhalde bilinen hayatın ve dünyanın sonuna kadar sormaya devam edeceğiz.
    Son olarak iyi ki bu filmin yaşandığı dönemde yaşamadım -veya yaşadıysam da hatırlamıyorum- diye düşündüm filmi izlerken. Aslına baktığımızda günümüzde ve maalesef ülkemizde de hala bu filme benzer bağnaz, okumaktan araştırmaktan, bilimden bihaber olup sadece dinin haklı veya haksız şekilde yarattığı korkular sonucunda hayatını yaşayanların ve bütün bir ulusun paranoyaklaştığı böyle bir toplum hayatında yaşamadığım için gerçekten memnunum. ''Hepimiz ölücez'' diye insanları delirtmek kadar işgüzarca birşey olamazdı herhalde.

    edit: şovalye'nin çırağı rolündeki gunnar björnstrand isimli aktörü de tebrik etmeden geçmeyeyim.
    3 ...
  24. 13.
  25. beklenenden fazlasını veren film. ilk diyaloglarla ağız yavaştan açılmaya başlıyor zaten, akabinde şovalyenin günah çıkarttığı diyaloğu izliyorsunuz ve çene ışık hızıyla yere çarpıyor. geri kalanını o şekilde izliyorsunuz ve ancak film bittikten on dakika sonra filan çenenizin yere girmiş olduğunu fark edip spatula yardımıyla çıkarıyorsunuz. zerre abartı yok, gerçekçi bir insanımdır...
    1 ...
  26. 14.
  27. az önce izlediğim, düşündürücü ve uyku kaçırıcı film...
    2 ...
  28. 15.
  29. sanki macbeth'in üç büyücüsünün yerini ölümün, azrail'in aldığı, diyalog ve monologları ile shakespeare şiirselliğinde, hayat ve ölüm ekseninde inanç ve tanrı kavramlarını ortaçağ karanlığının veba gibi her şeyi sardı bir dünyada sorgulayan ingmar bergman filmi.
    on yıl boyunca haçlı seferlerine katılmış gördükleri, yaşadıkları sonunda inancını, tanrı kavramını sorgulamaya başlamış bir şövalye ve tanrı'ya inanmayan silahtarı eve dönüş yolu boyunca orta çağ karanlığı, dini çıkarı için kullanan düzenbazlar, kilise ve vebanın elindeki ortaçağ insanı ve ölümle savaşmaktadırlar.(şövalye ile azrail'in satranç oyunu)

    orta çağ kilisesinin yok edici din anlayışının, engizisyon cezalarının, tüm bunların kurbanı cahil insanların neden olduğu zifiri karanlık ve vebanın yaydığı ölüm korkusu yer yer tiyatrocuların oyunları ve varlığıyla aralanmaktadır.

    ölümü canlandıracak oyuncunun diğer oyuncuya sarfettiği şu söz çok şeyi anlatmaktadır:

    --spoiler--
    Öylesine budalasın ki insan ruhunu oynayabilirsin.

    --spoiler--

    ölümle satranç oynayan şövalyemizin monologları , ölüm ve tiyatrocularla diyalogları düşündürücü ve etkilidir:

    --spoiler--
    Olabildiğince açık konuşmak istiyorum ama kalbim boş. Bu boşluk yüzüme tutulan bir ayna gibi, kendimi görüyorum. Içim korku ve tiksintiyle doluyor. insanlara karşı duyarsızlığımla kendimi çevremden soyutladım. Şimdi bir hayaletler dünyasındayım. Rüyalarım ve hayallerimde tutsak kaldım.
    --spoiler--

    --spoiler--
    Insanın duyularıyla tanrıyı kavrayabilmesi o kadar imkansız mı? O neden yarım vaadlerin ve görülmeyen mucizelerin ardına saklansın ki? Kendimize inancımız yoksa başkasına nasıl inanç duyabiliriz ki? Benim gibi inanmak isteyen ama yapamayanlara ne olacak? Ya inanmayan inanamıyanlar.
    Içimdeki tanrı'yı neden öldüre miyorum? Onu kalbimden atmak istememe rağmen neden alçaltıcı ve acı verici şekilde içimde yaşamaya devam ediyor. Neden herşeye rağmen bu şaşırtıcı gerçeklikten kurtulamıyorum.
    --spoiler--

    --spoiler--
    Ben bilgi istiyorum. Inanç ya da varsayım değil bilgi. Tanrı'nın elini uzatıp kendini göstermesini benimle konuşmasını istiyorum.
    Karanlıkta ona sesleniyorum. Ama sanki hiçkimse yok.

    --spoiler--

    --spoiler--
    Korkumuzdan bir imge yaratır ve o imgeye tanrı adını veririz.
    --spoiler--

    --spoiler--
    inanç taşıması zor bir yüktür. Ne kadar yüksek sesle çağırırsan çağar, karanlıktan sıyrılıp hiç gelmeyen birini sevmek gibi.
    --spoiler--

    bergman bu filminde de 'yaban çilekleri' cennet bahçesi meyvesi kavramını kullanarak, şövalye ve silahtar için tiyatro oyuncularıyla, bebekleri mikail -ki bu hritiyanlıkta en yüksek mertebede olan, negatif enerjiyi yok ederek korumaya ihtiyacı olanları kollayan meleğin adıdır- ile birlikte yol aldıkları saf üç ortaçağ insanı ile bir cennet bahçesi sahnesi yaratmaktadır.

    şövalye'nin buradaki sözleri akla 'dur geçme zaman' diyen faust'u hatırlatmaktadır:

    --spoiler--
    Burda sen ve kocanla otururken bütün bunlar gerçekliğini kaybediyor, aniden önemsizleşiyor.
    --spoiler--

    --spoiler--
    Bu anı hep hatırlıycam. Sessizliği ve alacakaranlığı, yaban çileklerini. Süt çanağını. Akşam ışığında yüzlerinizi, uykudaki mikail'i liriyle yofu. Konuştuklarımızı hatırlamaya çalışıcam. Ve bu hatırayı ellerimde yeni sağılmış süt dolu çanak taşırmış gibi dikkatle taşıycam. Ve benim için yeterli bir işaret olucak.

    --spoiler--

    filmin, yolculuğun sonunda şövalye'nin şatosuna ulaşılır, yıllardır onu bekleyen eşi ile şövalyenin karşılaşması iki yabancının buluşması şeklinde olur çünkü geçen yıllar, yaşananlar şövalyenin bir zamanlar çok sevdiği eşine belki de her şeye karşı sevgisini hissizliğe dönüştürmüştür. akşam yemeğinden sonra, şövalyenin eşi incil'den yedinci mühür hikayesini okurken gelen ölüm, azrail -ki satrançta şövalyeyi yenmiştir- son konukları olur.

    film melekleri görme yeteneği olan tiyatro oyuncusunun tepelerin üstünden birbirine bağlı altı insan ve önlerindeki ölüm ile dans ediş sahneleri ile son bulur.

    inançlı olan saf orta çağ insanlarının, inanmak isteyen ama şüpheleri olan şövalyenin ve din yerine aklına inanan silahtarın akıbeti aynı olmuş, ölüm hepsine eşit davranmıştır.
    3 ...
  30. 16.
  31. şimdi efendim.. bu filme eseneler sonra tekrar baktım, ve bu sefer biraz yorumlarımın farklılaştığını hissettim. roland barthes'in deyimi ile aslında film de "scriptible text"tir[yazılabilir metin] ve seyirci tarafından üretilir. hali ile bazı filmler tek seyirde tüketilemiyor.

    ilk evvela filmin başlangıcı sanki bir düşüşü andırıyor. sanki karaya çıkan bir şövalye, bilinçsiz uyumdan/cennetten adem gibi yer yüzüne düşmüş. bu metafor esas itibari ile esse ve existere durumlarına bir atıf niteliği taşımakta;şimdi efendim şöyle oluyor.. varoluşçu filozofların ilkinden st augustinus'dan örnekler vereceğim. tanrının bizi yaratıp bu dünyaya göndermiş olması varolduğumuz anlamına gelmez. öncelikle dünyaya gelen insan bir esse(öz)halindedir. onun içe dönmesi ve içindeki tanrıyı keşfetmesi[aslında tanrı=hakikat tipi bir özdeşleştirmenin bir sonucudur bu uslamlama] gerekmekte daha sonra da dışa dönmesi ve bu ikisi arasında bir formatio kurması gereklidir. ancak bu iç ve dış dengesi sağlandığında existere(varolmak] durumuna geçilir[salt augustinus'un ontolojisi değildir bu. augustiunus'tan itibaren tüm varoluşçuların bu ifade ettiğim felsefeden hareket ile oluşturulacaktır]. film her ne kadar da bir varoluş bunalımı görülse de aslında dalgaların kıyıları dövdüğü ve şovalyeyi gördüğümüz ilk sahne bize sanki bir "cennetten düşmüşlük" ya da "ademin ilk doğuşunu" hatırlatır. işte bu ilk doğuş insanın doğumunda beri içinde bulunduğu dogmatik kısır döngünün aşılmışlığına bir tanıttır. sevgili şövalyemiz esse durumundan çoktan çıkmış film existere durumunda başlamıştır.

    bir başka nokta ise, "santranç teması"dır. filmi santrançın hareketlerinden temel ile siyah ve beyaz ile ikiye bölebiliriz. bunlar yaşam ve ölümü temsiletmektedir. bu sembolizm şövalye ve ölüm meleği arasındaki mücadelede belirmekte. ama film içinde farklı düzlemlerde de santranç biteviye oynanmakta. ölüm meleğinin rahip kılığına girerek bir hamle yapması bunun bir örneğidir. bu tema aslında çok yeni bir tema değil. bunun için beckett'in murphy'sini hatırlatmak istiyorum. beckett'te de karakterler aynı sıkışmışlık içindedirler. ve beckettkurgu sal olarak santranç ya da dama gibi oyunların sıkışıp kilitlenmişliğini olay örgüsel ve biçemsel olarak eserinde yansıtır. endgamebunun güzel bir örneğidir.

    santranç teması ile ilgili bir başka nokta ise "piyon"dur. şimdi santrancın ya da dama gibi oyunların bir oyuncusu vardır. buna isterseniz oyuncu, isterseniz "montreur de marionnettes", isterseniz kuklacı amca ya da tanrıdiyeb ilirsiniz. hali ile yedinci mühür'de oyun siyah ile beyaz arasında oynanmakta. belki de her piyonun piyon olduğunu inanmakta zorluk çektiği gibi şövalyemiz piyonluğunu sorgulamakta. bununla birlikte piyonun çok fazla görevi yoktur, hep birilerinin emri ile sınırlanmışlık içinde debelenir. bir ileri bir geri devinimler ile varoluşunun içeriğini doldurmaya çalışır. bunu salt varoluşsal değil ama psikolojik olarak da algılamak gerekir. diğer filmlerinde -passion of anna gibi-bergman karakterlerin kişisel bölünmüşlüklerini ya iki karakterde ifade ederek onlarıhermann hessevari bir şekilde böler (bkz: persona) (bkz: narziss und goldmund) ya da tek karakterin bölünmüşlüğünü ifade eder (bkz: passion of anna). burada ise inanç ve inançsızlık, umut ve korku, yaşam ve ölüm arasında bölünmüş bir karakterimiz ama daha çok varoluşsal düzlemde ifade edilmiştir. yine santranca dönersek, santrançta piyonun hareketleri öyle bir noktaya gelir ki bir ileri bir geri hareket dışında başka hiçbir şey yapamaz. bu yukarıda ifade ettiğimiz santrancın ya da damanın kilitlenmesi durumunun varoluşsal düzleme yansıtılmasıdır. nereye gideceğini bilmemek ya da hep birilerinin hükmü altında olmak beckett'in godot'daki estragon karakterine ne kadar da yakın..

    tabi buradaki şövalye salt haçlı seferlerine katılmış bir şövalye değildir. aslında yel değirmenine karşı mücadele ettiğini bilen bir şövalyedir. belkide bu durum onu bu kadar sıkmaktadır.

    "la peste"[veba] romanın sonunda şöyle demiştir albert camus; "il sait que le virus de la peste peut revenir un jour et appelle à la vigilance"... aslında onun saklı kaldığını ve bir gün geri döneceğini söylemektedir. bundan hareket ile ortaçağ avrupasında da veba felaketi yaşanmaktadır. ölüm bergman tarafından film içinde leitmotiv halinde tekrar eden bir metofordur. filmin sonundaki danse macabre ya da sevgili tiyatrocularımız ile şövalyemiz konuşurken de arka fonda kuru kafa maskesini sallayan rüzgarda sembolize edilmiştir. aslında üstü örtülü de olsa her diyaloğun içine ölüm süzmüştür.
    Danse macabre'den hareket ile biraz ortaçağda bunun temeline inmemiz lazım; şimdi efendim danse macabre'yi ortaya çıkaran ve hayatın içine sokan ortaçağdaki vebalar nedeni ile yaşanan toplu ölümlerdir. ortaçağda danse macabre'nin amacı yaklaşan ölüm fikrine alışmak ve korkuyu dualar ile de etme ihtiyacı olarak ya da mutlak sonu beklemek ile bağlantılı değil daha çok iskeletlerin eşlik ettiği, imparatorların keşişlerin ya da genç kızların birlikte dans edişini gösterir. yaşamın faniliğini, zenginlik, yaş ve güçteki tüm farklılıkları ortadan kaldırmayı kutlar. genel itibari ile de camera obscura tekniği ile resmedilerek ölümün temsili iskelet ile sembolize edilir. acaba bu filmde bir kutlama mıdır? tabi ki bu tartışılır. ama işaret ettiği fenomen bir kutlamadan ziyade herkesin karşılaşmak zorunda kalacağı bir gerçeği yansıtır; kral ya da papaz, genç kız ya da herne isen sınıf ya da zümre farketmeksizin herkesin bunu tadacağı gerçeğidir.

    bununla birlikte umberco eco'nun deyimiyle ortaçağ tiyatrosunda ölüm bir sabit karakter bir kukla gibi ortaya çıkmaktadır. ve her halükarda ölümün zaferi ifade edilir. burada ise insanlar kukla[hem kader(destin) hem da santranç düzleminde] dır. Bergman bilinçli ya da bilinçsiz bunu tersyüz etmiştir. çünkü filmin çekilmesinin nedenlerinden biri de bir papaz-oğlu olan bergman'ın çocukluğunda kiliselerde gördüğü korkutucu freskolar ya da minyatürlerdir. önceki seventh seal entry'mde bahsettiğim taby kirka'nın minyatürleri ölüm ile yaşam arasındaki bu santrancı terennüm eder. bergman da çocukluğunda bundan oldukça dikkate değer biçimde etkilenmiştir.

    efendim şimdilik bu kadar...
    2 ...
  32. 17.
  33. Ingmar bergmanın nerdeyse her filmi gibi tanrının varlığını sorgulamak üzerine bir film. çekildiği tarihi de göz önünde bulundurursak tabi ki çok kaliteli bir film . ama biri de çıkıp şu adama "eğer kesin kanıtlar olsaydı iman diye bir şey olmazdı" diyememiş mi ? o performans sanatçısının yaşantılarıyla verilen "cehalet mutluluktur" mesajı gayet güzeldi. bir de ana karakterimizin kendisi anlattığı isyanındaki şu sözler bütün filmi anlatıyor sanki :

    --spoiler--
    "cennette anlamsız , cehennemde kayıtsız"
    --spoiler--
    1 ...
  34. 18.
  35. bergman başyapıtı. ölüm ve şövalyenin diyalogları her şeyi yeni baştan sorgulatır.

    karısı kaçan adamla şövalyenin kafasında bir çok şeyi çözmüş yardımcısı arasında şöyle bir diyalog geçer;

    " mükemmel olmayan bu dünyada, en az mükemmel olan şey aşktır. aşk, mükemmellikten en mükemmel uzaklıktadır. "

    --spoiler--

    kendilerine işkence yaparak kısmen transa geçen güruhun olduğu sahne iliklerinize işler.

    --spoiler--
    1 ...
  36. 19.
  37. Ingmar Bergman'ın yönettiği 1957 yapımı isveç filmi. 1957 Cannes Film Festivali'nde Jüri Özel Ödülü kazanmıştır.

    http://tr.wikipedia.org/wiki/Sjunde_Inseglet,_Det
    1 ...
  38. 20.
  39. --spoiler--
    " inanç taşıması zor bir yüktür. Ne kadar yüksek sesle çağırırsan çağır,karanlıktan sıyrılıp hiç gelmeyen birini sevmek gibi .. "
    --spoiler--
    2 ...
  40. 21.
  41. 22.
  42. inanç sistemi üzerine yapılmış en iyi filmlerden bir tanesi. inancın tam şeklini yani tanrının yolunu ya da tanrının var olmadığını değil onu arayan bir yol sergilenmiş. Yani böyle birşey var mı, varsa biz neden böyle bir veba içindeyiz sorusunu soruyor film.. Felsefik alt temalı olduğu zaten gözler önünde. Belki de tanrıyı sorgulamanın ilk yolu aslında yalnız kalmaktan geçiyordur. Çünkü şövalye yalnız kalmanın ve vebanın verdiği acıyla o yolu arıyor. Tutunacak birşeyi olmayan bir kişi ise inanç yolunu aramaya başlıyor. Ölüm ile olan epik sahnelerde çok iyi düzeyde açıkçası. Çünkü satranç oynamaları zaman kazanmaktan ziyade herşeyin (hayatın, inancın), bir hamle oyunu olduğunu gözler önüne seriyor. Bu yolu seçen şövalye yavaş yavaş dost edinmeye başlıyor, birşeylerin daha farkına varıyor. Özellikle son sahneleri enfestir, ölümle dansın ne demek olduğunu gösterir.

    Hiçliğin olduğu yerde tanrı vardır lafının aynasıdır aynı zamanda yapım.. Bir düşünsenize hiçliğe düşeceğinizi bile bile ölmenin amacı ne? Neden her canlı ölümü tadıyor, ölümün amacı nedir ki üzerimizde? inançlısınız ya da değilsiniz hiç fark etmez ancak herşeyi 'sorgulayan' ve 'sorgulatan' bir film yapmış Ingmar Bergman. Zaten dünyanın kurtuluş reçetesini de utanç olarak gören bir insan. Yönetmenlik, yazarlık bakış açısını bu yüzden severim öznel olarak kendi içimde..

    Mutlaka izleyin, sorgulama yolunda size çok şey katacaktır..
    3 ...
  43. 23.
  44. efsanevi isveçli yönetmen ingmar bergman' ın kanımca en iyi filmidir. bir papazın oğlu olduğu için filmlerinde kiliseyi ve dini kullanır. bu filminde dini sorgulamaları had safhadadır.
    hatta haçlı savaşlarından dönen şövalye "ölüm" ile satranç oynar film boyunca.
    0 ...
  45. 24.
  46. bergman, bu filmde haçlı seferlerinden dönen bir şövalye nin, tanrı yı sorgulamaya başlamasını ve inancı uğruna dünyada yaptıklarını sorgular. filmin en etkileyici sahnelerinden biri, şövalye nin yardımcısının söylemiş olduğu sözlerdir.
    0 ...
  47. 25.
  48. bergman, bu filmde haçlı seferlerinden dönen bir şövalye nin, tanrı yı sorgulamaya başlamasını ve inancı uğruna dünyada yaptıklarını sorgular. filmin en etkileyici sahnelerinden biri, şövalye nin yardımcısının söylemiş olduğu sözlerdir.
    0 ...
© 2025 uludağ sözlük