selamlar galileo; dünyanın fırıldaklığını ilk gören koca adam,
bir arkadaş ortamında samimi arkadaşların, "içinde sen olmayan çok özel bir anılarını" o anı yaşayarak hevesle anlattıklarında
kötü hissediyorsun, o anının bir parçası olmadığın için dışlanmışlık duygusu dolduruyor içini ve sanırım ana tema kıskançlık
olan bir huzursuzlukla dinliyorsun arkadaşlarını. elinden sadece sana anlatılana kafa sallamak ve şaşırmak geliyor, vay be
diyorsun şaşkın şaşkın.
her anı yaşamak, her şeyin bir parçası olmak, her hayatı görmek istiyorum; aynı anda herşey olmak istiyorum,
ama elden birşey gelmiyor, sadece kendi küçük hayatımda helezonlar kurup ondan onda geçip duruyorum.
selamlar hastanelerin soğuk, telaşlı, ilaç kokan koridorlarına konulmuş, oturacak yeri sert plastikten, ayakları demirden yapılmış konfordan uzak banklar. ne kadar da çok dert taşıyorsunuz farkındasınız değil mi?
yıllar o kadar hızlı akıyor ki. o kadar hızlı tükeniyoruz ki. hayal kuruyoruz. hayaller kuruyoruz. çoğul takısını ekliyoruz hayal'in sonuna, sonunu düşünmeden. bir hayali adam etmeden, ötekini düşlüyoruz. sonra boşlukta yok olup gidiyoruz. maymunuz biz, iştahlıyız üstelik.
bir tetik akla gelir bazen. yıllar gelir göz önüne, gelecek veya geçmiş. bir tetik akla gelir bazen, çok kolay olur yaşamak. zaman gelir akla, yapmadıklarınla dolu ve yine bir tetik gelir akla her şeyi unutturacak.
bir zemherinin orta yerinden cümle kurmaya çalışmak ve bunu bir telaşe duygusuna yenik düşerek özenmek fiilinden fersahlarca uzaklarda icra etmek sonucunda çıkan yazıların doğallığı, senin makyajsız halinin doğallığından daha sönüktür benim nezdimde. oysa ben, bir güzellik müptelası olmama rağmen, güzellikleri değildir beni bir kadına aşık eden. siz de, bir kadında sizi üzme potansiyeli görmüyorsanız ona aşık olamayanlardan mısınız? yoksa bu hastalık sadece bana mı ait?
ruhumu yeterince geniş bir zaman aralığında usul usul check up'a aldım. ana hastalığımın adı ruh kanseri. ama asıl ilgi çekici ruh hastalıklarım, yukarıda anlattığıma benzer küçük küçük hastalıklar. ve işin tuhaf yanı, ben bu hastalıklarım olmasa sevemezdim kendimi.
ben bir seri katilim aslında. aşk cinayetleriyle dolu bir geçmişim var. bütün aşklarımın katili benim evet. gırtlağımda , aldığım ahların elleri, her saniyede biraz daha sıkıyorlar, biraz daha nefessiz bırakıyorlar beni.
sevdiceklerim, kederlilerim : bu mertebelerde alçaldım ben,çünkü ruhum hasta. oysa sizler yüce gönüllü güzelliklerdiniz. neden bana uyuyorsunuz? neden yüce gönüllü olmayı bırakıyorsunuz? affetseniz, size daha çok yakışmaz mı? affedin beni...
sana gelince;
sen kitap okurken ben seni izlerdim. müthiş bir hayal kurma sahnesiydi bu. okuduğun kitabın kahramanının ben olduğumu hayal ederdim. sen aslında beni yaşatırdın gözlerinle. nastasyanın yanına giden bir raskolnikov hikayesi, senin yanına gelen bir ben hikayesine dönüşürdü. sen bunu bilmezdin, sayfayı çevirirdin. henriette sendin, felix ben; mercedes sendin dantes ben... denizlere açılan, ion sütunlarının yanından geçen, hummaları iyileştiren, tebrizden savaştan dönen, uçurumları ve volkanları aşan, mahkum olduğu hapishaneden kaçan, otobüste gazete okuyan, celladın elinden kurbanı kurtaran, yıldız cennetlerinin altında ıslanan kahraman hep bendim...
sen onları okur, bana sarılırdın. ben ise bir kahramanlık etmişim gibi sarardım seni gururla. hayalini kurmak, benden alamayacağın tek şey sana dair.
şimdilerde kimler sana kahramanlık ediyor bilmiyorum, kimlerin kollarında sahte gözyaşları döküyorsun. kimleri üzüyorsun da senden vazgeçemiyorlar acaba? senin tarafından üzülmek ne yüce bir hüzündü, hala hatırlarım.
bana gelince;
sadece kitaplarda kahraman olabilen sıradan bir adamdım. o günlerde bu günleri hayal ederdim ve sahne şu şekildeydi; sen evimin hanımıydın, ben ise akşamüstü işten yorgun dönen koca. sarılırdın bana kapıda, öperdin de. seninle izlemem gereken ne filmleri yalnız izledim onca yıl boyunca. sensizlik ve sessizlik arasındaki tek ortak nokta harf eşleşmeleri değil. gittiğinden beri bir sessizlik var düşsel dünyamda.
aşık mı oldun dedi keke geçenlerde. o duyguları yıllar önce kaybettim ben dedim. bu bir farkındalık anıydı aynı zamanda benim için. odama gittim ve karanlık penceremden karanlık yeşil manzarayı izledim. yine ağlayamadım elbette, uyuyamadım da. nasıl ağlamayabiliyorsun diye sorduğunda bana, içimi gösterip bu ağlamak değil mi diye soramazdım sana ya, hala ağlayamam ve hala soramam.
ağladığını görmesinler oğlum, ağladığını görmesinler... dik tut başını!
ne kadar güzel, biliyor musun?
kuyruklu yıldızlar kadar...
ruhunun alanına giren gözler, kör olacak kadar kamaşırlar.
gözlerim kör olsun ona bakmaktan.
gözleri mücevherat!
heyhat...
gülümsese, bin pırlantanın ışıklarını soldurur.
öfkelense, ayı söndürür, yıldızları düşürür.
ama öfkeli ve cüretkar iken bile, güzellikler damlatır şapır şapır,
ne kadar içilse doyulmayacak muhteşemlikte güzellikler ...
hiç planlanmayan bir ürpermeydi..
hiç hesapta olmayan bir lütuf karıştı mayama ve kanıma.
şuurun içine karışmış bir halisünasyon gibi,
fişeklerin ardı ardına geceyi aydınlattığı bir şölen gibi,
bir yaşama tutunma sebebi gibi...
karanlık ormanlarda, kendinden başka herşeyi unutmuş ruhum yürürdü.
ağaçların gölgelerine kör, kuşların cıvıltısına sağırdı.
çiçek kokularını almaz, rüzgarı hissetmezdi.
Dolunay kışları sise karışır, fırtınalar gümbürderdi,
ama ben hiç duymazdım,
hiç aldırış etmezdim,
yürürdüm...
Ormanlar dolusu çiçekler açtı,
kurşuni dolunay, yerini güneş ışıklarına sattı,
rüzgar müzik oldu, yapraklar dansa başladı.
gözlerine baktığımda, ilhamlar taşıyor hislerimde,
onu kokladığımda, cennet diyarlarında gibi baş dönmelerine maruzum,
ve tenine dokunduğumda, hücrelerime ayrışıp yeniden birleşiyorum,
sonra onunla vücut buluyorum.
elini ver bana,
gözlerimizi kapatalım.
bu şölen sahnesinin topraklarından,
birlikte kalkalım ve arşa yükselelim.
olmaz mı?