bugün

divan edebiyati beyanindadir adLı eserin yazarı.. ayrıca 1927-1931 yıLLarı arası iLkokuL din dersi kitapLarını yazmıştır..
Bugün oğluyla tanıştığım yazar.

Kadıköy Moda Sineması'nın pasajında sahaflık yapmaya başlamış. Kitapları seviyorsanız, bu ilgili ve sempatik insanla uzun uzun kitaplardan konuşmak isterseniz, bir uğrayın, derim.
mantik ut tayr adlı eseri türkçeye çevirmiş kişidir.
yanılmıyorsam mesnevi'nin türkçe'sini ilk bu amca çevirmişti..

hasan ali yücel'in tayfasından olsa gerek..
nazım hikmetle peyami safa atışmasında araya girerek nazım hikmete su hicvi yazmıştır.

sen çıkmadın
seni çıkardılar karşımıza!
didon sakallı, kanlı gözlüler seni
tuttuğunu koparır sanıp kimseyi katmadan yanına,
ilk önce seni avlayıp
seni saldırdılar bu milliyet kervanına!

bir düşün çocuğum,
bir düşün ey yetim-i vatan,
bir düşün ki, dünya bu.. belki o zaman
utanabilesin:
sen bu saldırmada
kenarı delik
perdede bir göstermelik;
halledilmiş bir meselsin!
sen de bilirsin ki vatan evlatlarının, adsızların âdeti değildir
bir et yığınına
elin çılgınına
bir kötü fikir simsarına kızıp pataklamak;
patronına kızıp
simsarını haklamak!
ağızlarını kullandığın apaşların
vatan evlatları çabuk duyarlar gidişini.

ben sadece göstereceğim bir yılanın
mülevves ve müselles kafasını ezip
bu mukaddes ve tertemiz vatanın
bağrında gezip
zehirlemeye çalışanların leşini.

bir düşün çocuğum,
bir düşün ve inkâr etme ki
daha dün mahkemede yazdığını inkâr edip
mürekkebi kurumayan yazılarını yalamak;
mertlik yolundan yan çizip, çekilip,
yiğitlik ondur: dokuzu kaçmak
biri hiç görünmemek ve durmamak
diyip kaçmak,
sonra da karşısındakini
cılız görünce el kol sallamak
elense edip bir çelmeyle yere çalmak
senin âdetindir.
başkasının çaldığı hava ile dandini oynamak
sana dindir.

bugünlük senin ağzını kullanacağım: ulan
yalancı pehlivan!
"ölüleri rahat bırak oğlum"
dedikten sonra bilmem kime çatmak için
ve birkaç afi satmak için
bu millete milliyetini duyuran,
zulmü, istibdadı, tahakkümü kıran,
büyük türk'e, namık kemal'e sövmek,
içtiğin moskof şarabının lezzetinden olsa gerek!
dünün büyüklerine bugün söven,
yarın da bugünün büyüklerine söver..
bayım, apaş ağzıyla yalnız kendisini över!
galiba aynaya baktın ki
takma arslan yeleli
aksini gördün
ey yetim-i vatan!
o vatan kahramanı sürgünlerde çürürken bile
"felek her türlü esbâb-ı cefâsın toplasın gelsin
dönersem kahpeyim millet yolunda bir azîmetten"
derdi,
ve...
sözünü ispat ederdi!
sırtlan tabiatla nebbaş!
apaş
ağzı kullanarak ona çatacağına
kime çatmak istiyorsan açıkça çatsana!
mukaddes kemikleri kendisine siper yapan sen,
milliyet kervanına saldırırken
yerinde saymaktasın!
abdullah çavuş
bu millet için can veren, canını gözüne alan
bir kahramandır.
sen anlaşılan kudurdun
ve kırılası kafanı bir dağa, bir tunç anıta, bir sarsılmaz kayaya vurdun!
milliyet senin içtiğin şarap değildir,
gözlerindeki kızıl renk değildir.
ağzına aldığın mukaddes ad
sana denk değildir!

milliyet, bir mukaddes
sönmez
ateştir.
onu biz, namık kemal'in sönmez meş'alesinden tutuşturduk.

yarasalar
ona yaklaşamazlar!
hududu aşma,
yanarsın!
ona sen yaklaşamazsın.
ona yaklaşmak, o mukaddes alevi içmek
için
temiz bir yürek
gerek...
saldır... nafile... kıvran,
ulaaan
boynundan yaralı
kızıllı, karalı
engerek!
beyaz saçlı, beyaz sakallı ama hiç de nur yüzlü olmayan adam. 100 soruda tasavvuf diye de bir kitabı vardır.
mesneviyle ilgili bi kitabının arkasında nazım hikmetin de bi yorumu bulunmaktadır.. çok şaşırmıştım üstad'ın yorumunu görünce..
sadece yazar ve çevirmen olmanın ötesinde bir şahsiyet. aileden gelen mevlevilik sebebiyle mevlana üzerine çokça çalışmıştır. dili çok keskindir. nice ünlü yazarımıza da esin kaynağı olmuştur. okunması ve okutulması farz olan yazarlarımızdandır.
100 soruda tasavvuf isimli kitabında tasavvufu tanımlamaya çalışmıştır. ama ilk 20 sayfada, 4-5 net tanımdan ötesini yapamamış, tam sonuca varamamıştır. nihayetinde kitap sonunda, tasavvuf düşüncesi için küfür demiştir.

mevlanayı ayrı tutarak tasavvufu irdeleyen hoca, hala bu alanda türkiyenin en iyi araştırma yapmış isimlerindendir.
başlığa bu kadar az entry girildiğini görünce üzüldüğüm büyük insan. çok yazık bize nasıl bir toplum olduk böyle. merak ettim bu başlığa girince acaba şu ajdar denen herife ne kadar entry girilmiş diye tam 1005 tane hakkında bilgi girilmiş 41'de sayfa olmuş peki bu üstadınkine bakın birde arkadaşlar sadece 10 yazık başka bir şey söylemiyorum artık.
http://www.youtube.com/watch?v=L3cO4IBAKYE

Bir çeşit yol tarifi vardı.. Bir çeşit ev tarifi:...
oraya vardın mı sağa dön. Solda bir bostan göreceksin... doğruca git.
Gene soldan, köşede: önünde koca asırlık bir çınar ağacı, cumbalı, saray yavrusu bir konak...
Sağda az meyilli bir yokuş... Vur o yokuşa! Aşağı-yukarı yüz adım ötede,sağda: bahçesinde salkım söğüt; küçük, kuş yuvası gibi ahşap bir ev.. 14 numara! Karşısında küçük bir bakkal var; Bakkal ibrahim Efendi... işte o ev Selvinaz kalfa'nın evi...
"Bir çeşit gidiş vardı.. Bir çeşit dosta gidiş: Yanları açık, tek yahut çift atlı sayfiye arabasına kurulurdunuz. Yanınızda torununuz., ön tarafta damat bey..
Yaya bir saatte varılacak yola, sağı-solu seyrede-ede yarım saatte varırdınız. Siz arabaya binerken arabacı yerinden iner, yardıma "müheyya"dururdu. Varacağınız yere varınca "dur"' dediniz mi, gene hemen yerinden atlar, önüne kavuşturur, hizmete amade bir hal alır: grekirse tutunmanız için elini değil "kolunu" uzatır: parasını alıncada"teşekkürler" eder, "hayırlar" dilerdi... Bir çeşit hitap vardı... Bir çeşit söz söyleyiş: Kadına hanımefendi denirdi: Erkeğe beyefendi... Yaşlıca ve sakallı zata efendi hazretleri.. Erkeğe paşam diyenler bulunurdu ve bunlar ekalliyetlerdi: yani azınlıklar. Arabadan inen. "hayırlı işler "arabacıya... Arabadan inene "güle-güle" derdi arabacı... Bir çeşit vapur yolcululuğu vardı... Bir çeşit dostluk: Aynı semtte oturanlar, aynı yola gidenler buluşurlardı vapurda. Hemen herkesin oturduğu yer belliydi. Yerden temennalar... içten iltifatlar... Hal-hatır soruş... Birazbelki "riya" da vardı... Bir çeşit iltifat: Oğul sorulurken, mahdum beyfefendi denirdi. Oğuldan sözedelirken, mahdum bendeniz... Babaya peder denirdi, anneye valide... kızdan kerime cariyenizdiye söz edilirdi.
Peder duacınız denirdi babadan bahsedilirken... Ve muhatap her sözü bir estağfurullah'la karşılardı. Gidilirken babanın eli öpülürdü, annenin eli...
Ve duaları alınırdı. Küçükler öpülürdü. Yaşdaşlarla görüşülürdü. Evde kalanların gönülleri hoş olurdu... Gidenler kutlulukla, sevinçle giderlerdi... "Esnaftan..." diye kınayanlar yok değildi: Belkide çoktu... Fakat " Biz esnafız, bizde yalan yok " demeyen esnaf yoktu. Seyyar satıcıların sesleri besteliydi, sözleri ezgili... Ürküten, can alan, uyuyanı uyandıran ses yoktu.
Ezan, namaz kılmayana bile bir "ruhsükunu" ydu...
Bir müzik vakfesi... Bir huşu anı... Sabah salası "dilkeş-i haveran'dan ezanı"saba"dan... Öğle, ikindi, yatsı ezanları, önce hazırlanmış makamlardandı. Akşam ezanının ise bambaşka bir ahengi, bambaşka bir dokunuş tarzı vardır...
Mahalle kahvesi'nin bir çeşit vazifesivardı. Bir çeşit içtimai toplantı yeriydi orası. Her sabah işine giden oraya uğrardı... Herkes birbirleriyle bir kere daha görüşürdü.
Hasta yoksulun iyaline, kimsesiz kadının haline ordaçare aranır, bulunurdu. Doktor yollanırdı... ilaç alınırdı... Kömür gönderilirdi., para toplanırdı. Bunlar yollanır, gönderilirken de: yollayanlar, gönderenler söylenmez, yardım olduğu bildirilmezdi:"Akrabanızdan biri göndermiş..." denirdi, "...adını söylemedi*'...
Bir çeşit külhanbeylik vardı... Bir çeşit emniyet kolu: Mahallenin namusundan mesul sayardı kendilerini bunlar. Mahalleninbekçisine, karakoluna yardımcıydılar. Bunlar yüzünden uykuda ürkmezdi insan... Uyananuyanacağı zaman uyanırdı. Geçinirdi mahalleliden bunlar... Ellerinden bir kaza çıkarsa hapishanedemahalleli yardımcıydı bunlara... Ve üzüntülü...
Bir çeşit hizmetçi kadın vardı... Bir çeşit evhalkından olanlar: ihtiyarlayan dadı olurdu "ana yarısı"... Genci evlendirilirdi; kocasıyla o eve bağlıkalırdı. Varlıklar birdi, yoklukları bir...
Bir çeşit yaşayış vardı... Bir çeşit huzur ve sükûn: Sabahezanında kalkılır... Kuşluk'ta işe gidilir... Gün batarken ya meyhaneye uğranır ya eve dönülür;fakatyatsıdan sonra uyunurdu. Geç kalan genç, "terliksiz" çıkardı odasına... Kimseyi uyandırmazdı...Herkesi sayardı.Geceleyin ne korna sesi vardı ne vapur düdüğü, ne rodyo haberi, ne mahalleler arasında çocukları uykularından belirlen dirilip sıçratan, sinirlileri de delirten otomobili ilân yaygarası; ne mahalle arasında kafeterya, ne çalgılı gazino..
Bir çeşit hayır dileyiş vardı... Bir çeşit gönül alış: inşaatta çalışan, yol kazan, odun kesen, kol gücüyle bir iş gören kişiye raslanınca, "kolay-gelsin"denirdi. Bu söze muhatap olan, bir an işini bırakır memnun olur, "eyvallah" der, yeni bir güçle işe başlardı... Bir çeşit aşinalık vardı... Bir tarz kardeşlik: Yolda, kıble yönünden gelen davranır.rasladığına selâm verirdi; sıra onundu.
Ve büyük, küçüğe; yaşlı, gence: atlı, yayaya "ilk selam veren" di. Selam;verilen tarzdan daha da güzel bir tarz alınır... Bu rastlantı hayra yorulur... Her iki yolcuda ferahlı,kutlu, yoluna devam ederdi...
Bir çeşit yola çıkış vardı... Bir çeşit yola yöneliş: Evden, el-yüz öpülerek ayrılanın ardından su dökülürdü... "Su gibi git, su gibi gel; engel tanıma; rastlarsan su gibi aş" demekti bu.
Arabaya binen yolculara, şehrin sınırlarını aşınca önce arabacı "uğurlar olsun" derdi.Bunu duyanlar, "uğurun Hakka olsun" sözüyle karşılık verirler, birbirlerine de "uğurlar olsun"derlerdi. Yolculukta rahatsızlanana yardım edilir, çocuklar eğlendirilir, ihtiyarlara yer verilir, Yol,karşılıklı saygıyla sürer gider, aşılır biterdi...Bir çeşit. nezaket vardı... Bir çeşit insanlık: Lokantada bir masaya oturan, o masada evvelceoturmuş olanlara mutlaka "müsaadenizle" der, izin alır; yer varda oturursa, "afiyet olsun" demeyiihmal etmez, "teşekkürle karşılanırdı. Yemeyi önce bitiren, gene oturanlara "afiyet olsun"demedengitmezai. Bir çeşit hatır saymak vardı...Bir çeşit insanca saygı: Toplulukta gizli konuşulmazdı. Kimsenin sözü kesilmezdi. Bağıra-bağırakonuşmak pek ayıp sayılırdı. Herkes birbirinin sözüne riayet eder. özüne saygı beslerdi ve bu saygıbilmeyenler pek ayıplanırdı. Kaçınılırdı onlardan... "Meclis bozan"denirdı onlara ve pek nadir bulunurdu böyle kişiler... Bir çeşit hoşgörü vardı: "inanc'ı inanılmasa bile hoşgörüş: ayıplanınayıbını örtüş... inancı ayrı olan sağsa, gıyabında "Allah hidayet etsfn"diye anılırdı. Ölmüşse"didince dinlensin" denirdi. Kör'ün, sağı'ın yanında körlükten, sağırlıktan söz edilmezdi. Ayıplanınyanında o ayıbını hazırlatacak sözden kaçınırdı ve böylece bir meclisde herkesin ilk düşüncesibuydu...Yollar tertemizdi. Ayrıca da;herkes sabahleyin kapısının önünü sular, süpürürdü. Nasılsa yolda bir taş... Hemde küçük bir taş gören giderken durur; bir çocuğun sürçmesine, bir âmânın düşünmesinesebep olur diye hemen eğilir alır, yolun kenarına kordu. Yolda birisinin düşürdüğü küçük bir ekmekparçası, bir simit parçası gören eğilir onu alır. Öper, yahut öper gibi ağzına doğru götürür,sonra ya bir duvar kovuğuna ya bir ağaç yarığına koydu "Nimet" ti ve nimette hürmet getirirdi.Mahalleli birbirini tanır, severdi. Uygunsuz kişi hiçbir mahallede tutunamazdı. Bir ölüm bütünmahalleyi kapsardı. Cenaze kalkar kalkmaz, o eve "önce kıble komşusundan" çorbasıyla, etlısiyle,tallısıyla bir tepsi yemek gelirdi...Ertesi gün sağ, sonra sol komşudan. Ve bütün bunlara öbür komşular sırayla katılırdı, bir hafta yaslıevde yemek pişirmek zahmeti düşünülmezdi. Sabahleyin evde ilk iş "lambanın şişesini silmek'ULamba şişesine "hoffladıktan sonra küçük incecik bir sopaya sarılı temiz bir bez şişeye sokulur; döndürüle döndürüle, şişe gıcır-gıcır silinir;üstüde silindikten sonra kenara konur;lambanın gazına gaz eklenir; fitili temizlenir; hususi makasla kesilir; idare kandili de aynı tarzda hazırlanırdı. Neelektrik vardı, ne elektrik kesilmesi! Ne küçücük bu günün eğri-büğrü, kırık-dökük mum istifi... Şehrin yollarında, iki yanda ağaçlar vardı... Pencerelerde fesleğenler... Bahçeleri vardı her evin...Bahçelerde güller, çeşitli güller, karanfiller... Yol kenarında gecese faları...
Bir meydan vardı... Geniş güzel: Ortasında suyu pırıl-pırıl büyük bir havuz Girişinde sağda, iki güzel, temizkahve: asırlık çınarlarla, kestane ağaçlarıyla gölgeli... ikinci kahvenin sonunda tertemiz bir lokanta... Buluşulur, oturulur, sohbetler edilir. Yemek yenilir. Dinlenirdi, üstadlar gelirler... Şiirler okunur... istekliler "baygın âşıklar" gibi onların yüzlerine, sözlerine dalarlardı. Küllük denmişti nedense vaktiyle...Sonradan Güllük olmuştu adı. Uçan kuşun kanat sesi duyulurdu orda... Alman-verilen soluk,işitile bilirdi. Şehzadebaşı'ndan, Beyazıt'tan giderken sol yanda bir kahve vardı. Adı, Feyziye'ydi... Haftada bir musiki âlemi kurulurdu orada. Hoca'dan Büyük Dede'ye, Büyük Dede'den Şevki Bey'e dek nağmeler cağlardı, besteler dile gelirdi, güfteler duyulurdu gönülde. Ama ayrı bir söz, bir fısıltı duyulmazdı... Nefes alınmazdı sanki. Birisi bir para düşürmüştü yere... Hemen ayağını basmıştı üstüne. Sesi, bu ahengi bozmasın diye... Boğaz, Göksu, Haliç, Kağıthane.. Kıyılardaki yalılar...Ordaki musiki âlemleri... "Hammiğnesi" kayıklar... Nağmeler, elemler, emeller...Bütün bunlar ne söze sığar, ne yazıya gelir... Dostluk vardı, vefa vardı; Söz vardı öz vardı; Sükûnvardı, rahat vardı, ruh vardı, Huzur vardı, feyiz vardı, zevk vardı,Neş'e vardı, edeb vardı,can vardı;Canan vardı, hicran vardı... Aşk vardı... Şimdi "yol"u sormayın;bilen yok ki... Evler burunsuz...dümdüz yüzlü. Hepside birbirinin aynı... tanınmaz ki... Şoför arkadaş, sakallıya baba... Amca;genceabi diyor. Kadın'a artık "bayan"demeyi de unutmuş... Teyze, yenge, abla diyor, Vapurda"bildik"yok... "Belli yer" kalmamış.. Ezan artık inanana "Aziz Allah" dedirtmiyor... adamıürkütüyor; "Lâhavle"dedirtiyor. Seyyar satıcıların sesleri canından bezdiriyor herkesi.. Mahallekahvesi hiç kalmadı. Külhanbeylik, "haraççılık" olmuş.Geceyle gündüz belli değil. Yollar, pislikle dolu mu dolu.Apartmanlarda oturanlar birbirlerini tanımıyorlar... hepsi her gün bir olayla dertli... Elektrik muma, gaz lambasına muhtaç ediyor adamı.Ağaçlar kesilmekte... Çeşmeler musluksuz. Kalanların kitabeleri, aynaları, kırılmayı bekleyenboynu bükük zavallılar... Küllük; eğri büğrü merdivenli, yamrı-yumru duvarlı otomobil maşheri...Seyyar satıcı pazarı... Çiğ renkli kilim duvarlara asılmış, Gözleri zedeliyor. Pislik birikintileriayakları kaydırmakta. Biber, et, soğan kokuları buram buram. Borazanlı satıcıların sesleri kulaklarıtırmalıyor., ve bu "meydanlıktan çıkmış" meydanın sonunda, irfan merkezimiz Üniversite!Çalışanın hatırı mı sorulur... Tanıyan mı var onu? Selâm, bir "gericilik ".. Hiç böyle şey olur mu?Ne ilkel töre!.. "Uğurlar olsun" ne demek?.. Dense bile yok buna karşılık veren... Masaya oturanın"afiyet olsun" demesine şaşanlar bulunur... "Nereden tanıyor ki bu bizi" diyor içinden ve cevap bilevermiyor...Beş kişi bir araya gelse, beşi de bağıra bağıra konuşuyor bu gün... Yahut "ee... iii...' uuıTdiye inleyeinleye, kesik konuşmak moda olmuş... inanca, dine, imana saygı değil, "sövgü" var artık. Müzik piçleşmiş...ne Doğulu, ne Batılı, fakat şu muhakkak ki bizim değil, değil, değil.. Ve biraz değil çok pek çok zırdeli!... Ve biz, bu ülkede artık garibiz: "Gâh olur gurbet vatan gâhi vatan gurbetlenir..."

Abdülbâki Gölpınarlı (1900-1982)
bu hafta tarihin arka odası'nda yapılan sohbetlerden anlaşıldığına göre üstat aynı zamanda türkiye'de mevlana c. rumi üzerine çalışmışlar arasında sayılı uzmanlardanmış.
"şimdi yolu sormayın, bilen yok ki" diyor gölpınarlı istanbul'u anlatırken, acaba sadece istanbul'u mu anlatıyor?
http://www.youtube.com/watch?v=iTsGD2P5UAM
türkiyenin en âlim şarkiyatçılarından biriydi. ayrıca tasavvuf ve mevlevilik konusunda türkiyede en çok çalışmış kişi bence odur.
el an garip şiirini ağzından dinliyorum. eğer hoca türkçe konuşuyorsa biz ne konuşuyoruz?
Asıl adı Mustafa izzet Baki'dir Şarkiyat biliminin önde gelen isimlerindendir, ismail Saib Efendi, , Bahariye Mevlevihanesi Şeyhi Hüseyin Fahreddin Dede gibi o devrin en büyük üstadlarından faydalanmıştır. 1982 de vefat etmiştir.