Tanrı yine peşimi bırakmıyor. Son dakikada bile hala ceza veriyor. Hem de öyle cehennemde cayır cayır yanmak ya da cennette verilen avakadonun içinden kurt çıkması değil bu ceza. insanları duyuyorum, onları görüyorum. insan ''o artık yaşayamayacak''; diye değil, '' benim hayatımdan biri eksildi'' diye üzülür bir ölüm karşısında; artık bunu biliyorum. Duymak, görmek, bilmek istemesem bile.
Ucu bucağı olmayan, yemyeşil, yaşarken gelmediğime hayıflandığım bir çayırın tam ortasındayım. Muhtemelen dün geceki düğünden kalma bir kullanılmışlık var ortamda, biraz dağınık, biraz yorgun. Hava, sanki bana nazire yaparcasına güneşli, temiz, parlak. Genç bir ölü için ağır ironiler.
Beyaz klasik sokak düğünü sandalyeleriyle donatılmış her yer, aynı şekilde 3.sınıf kafe masaları. Bazısı beyaz plastik, bazısı kahverengi tahta. Tahta masalar her zaman daha karakteristik gelmiştir gözüme. Tuttuğu takımın adını anahtarla kazıyan heyecanlı gençler, aşklarını afişe eden sevgililer, hatta arkadaşlarına gıcıklık yapmak için 'ara' notuyla beraber onun numarasını yazanlar. Biraz da yorgun bu masalar, sandalyeler. Ayakları tökezlediği için bazısının altında taş, bazısının altında sımsıkı sarmalanmış gazete parçaları var. Tıpkı hayat gibiler.
Simsiyah giyinmiş, kocaman gözlüklü insanlar; ortam gayet aydınlık ve ferah olmasına rağmen, matem havasını sonuna kadar hissettiriyorlar. Ama itiraf etmeliyim ki, biraz havasız olsa da en güzel yeri ben kapmışım. Utanmadan, sıkılmadan, saygı duymaya gerek görmeden herkesin içinde yatabiliyorum.
Etrafımdaki insanlar bir yandan, neden dağıtıldığını asla anlayamayacağım pidelerini yiyip ayranlarını içerken, bir yandan da benim ne kadar mükemmel, eşi benzeri bulunmaz bir insan olduğumu anlatıyorlar birbirlerine, ''En çok ben severdim! Hayır ben! Ama ben daha çok severdim!'' şeklinde sidik yarıştırıyorlar buz gibi cesedim üzerinden. Gülümsüyorum, çünkü onları kendilerinden daha iyi duyuyorum, biliyorum ne hissettiklerini.
Hafiften birazcık fazla göbeğiyle en iyi arkadaşlarımdan biri de gelmiş 2 metre oduna bakıp ağlama merasimine, en şık siyah takım elbisesiyle. O beni hala görmüyor olsa da, ben onu görüyorum uzun bir aradan sonra. Sevgilisinden ayrılmış, çok üzgün görünüyor, belli ki çok sevmiş. Ağlıyor, benim ölümümü sevgilisinin gidişine karıştırıp ağlıyor. Aslında beni kullanıyor, herkesin içinde sevgilisi gittiği için rahat rahat ağlayabilme fırsatı verdim ona. Güzel zamanlama. Bir diğer arkadaşım da diğer bir tarafta, sigara üstüne sigara yakıyor ortamın sıkıcılığı yüzünden. Ayranından hızlı yudumlar alıp yenisini dolduruyor, cömert cesedin açık büfesinden. içinden söylendiğine eminim; ''ah bunun yerine bira olacaktı!'' Daha dirayetli bir arkadaş ise ağlamıyor, pek üzgün de görünmüyor ya da rol yapma yeteneğine güvenmediği için hiç kalkışmıyor bu işlere. Bir kenarda da mecburiyetten gelenler masası var, en iç karartıcı kostümlerini giyip, en yalancı maskelerini takıp ''ulen bi Pazar günümüz vardı, o da zehir oldu'' diyenler. Yüzümü, son halimi hayal meyal hatırlayıp ''bunca yıllık arkadaşımın oğlu, gitmezsem ayıp olur'' deyip, annemin babamın yarattığı torpille kalabalık oluşturanlar. Kızmıyorum onlara, üzülmüyorum da.
Gerçekliklere üzülüyorum şu an. Çoğu yakınım ağlarken içlerini görebildim, aslında ağlamıyorlardı. Ama açıklarını yakalayamadığım insanlar var gözümün önünde. Ağlıyorlar, hıçkıra hıçkıra ağlıyorlar sadece benim için. Ailem, sevgilim, birkaç dost. Dayanamıyorum, bu odun parçasından kurtulup onlara sarılmak istiyorum, yapamıyorum. Dayanamıyorum, bu berbat cezadan kurtulmak için kulaklarımı, gözlerimi kapatmak istiyorum, yapamıyorum. Dayanamıyorum, ölmek istiyorum, yapamıyorum...
Keşke bu kadar dürüst olmasalardı. Onlar şimdi ne yapacak?
Güneş şehri terk etmeye başlıyor yavaş yavaş artık, veda vaktim yaklaşıyor. Tabutumu taşımak isteyen arkadaşlar sıraya giriyorlar etrafımda. Onları hala duyabiliyorum, ''mezara kadar mı taşıyacağız, arabaya kadar mı?''Hiçbir otobüs, tren ya da uçak firmasının sunamayacağı bir hizmetle eller üstünde mezara doğru gidiyorum, sesler parazitli gelmeye başlıyor ''daha çok gençti''. Ayakkabıların asfalta vurup çıkardığı ses değişiyor, toprağa yaklaşıyorum. Sesler iyice azalıyor, sevdiklerim farklı tonlarda, farklı cümlelerle ''keşke gitmese'' diyorlar, dayanamıyorum. Tabuttan çıkartılıp benim için özenle hazırlanmış derin çukura bırakılıyorum. Düşünmek istiyorum ''Beni gerçekten seven birkaç kişi şimdi ne yapacak?'' Sesler bitiyor, yapamıyorum.
kurtlar vadisi dizisinde ali candan'ın elif'e sürekli sorduğu lakin cevabını alamadığı sorudur.
ali bu dizide elif için yaşamayı göze alan kişi oluyor.
(bkz: ölüm ölüm dediğin nedir ki gülüm)*
saklambaç oyununda ebe olan zat-ın bir ölüsü olsa ve her gözünü yumup saydığında diğerleri onu da saklamak zorunda olsa.o da sayım bittikten sonra ölüm-arkam-sağım-solum sobeee dese...
ruhun beden elbisesini çıkartması ve özüne dönmesidir ölüm. bu durum bir bardaktaki suyun deniz dökülmesi gibidir. su bardağı terk etmekle asla yok olmaz. ölüm asla son değildir. hele hele yok olmak hiç değildir.
uyuyup,uyanamamaktır bir daha.Cahit Sıtkı'nın da dediği gibi;
Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.
varılan, gidilen son duraktır. şüphesiz hayatın en gerçek olgusu, değişmeyecek olan şeyi. ve maalesef bir o kadarda en acı olanı.
birisinin öldüğüne, hele hele sevdiğimiz birisi ise, inanmak zordur. kabullenemeyiz bu durumu kolay kolay. isyan bile ederiz hatta. bir insanın öldüğünün anlaşıldığı an, mezarının üstüne ilk toprağın atıldığı anmış. o zamana dek "şaka ulan, dağ gibi adam ölmüş olamaz" diyen içinizdeki ses, bir anda yerini gözyaşlarına bırakıyormuş.
ne helal ederken hakkımı, ne kefene sarılı bedenini gördüğümde, hatta mezara konulduğunda bile hala öldüğüne inanamamıştım çok sevdiğim bir abimin. taa ki o ilk toprak mezarına atılana dek. "ölmüş lan" dedim. ne acıymış, yaşarak öğrendim.
iki gün önce onun ambulansa kaldırılışını, o halini gördüğüm anda iliklerime kadar hissettim ölümü ve yakınlığını. henüz 15 yaşındaki bir çocuğa yakıştıramadım ailesini ve bizleri gözü yaşlı bırakmayı. peki onun suçu ne o yeşil gözler ister miydi hasta olmayı hayatının en güzel yıllarını yaşayamamayı ve son yıllarını istediği gibi yaşayamamayı. şimdi baktığım her köşede gözlerimi kapadığım her yerde o yeşil gözleri ve o mezarı hatırlıyorum. kalbimin bir köşesinde her zaman olacaksın güzel gözlü kardeşim cennetten bizleri gördüğünü biliyorum ve seni çok seviyorum.
sonrasında hiçbir şey olmayandır, "kurtuldu, belki de daha iyi bir yere gitti." gibi teselliler ne kadar kızarsanız kızın boş laftır. sonrası yoktur, boşluk, hiçliktir. ölen gelmez, gerisinde onu özleyenler bırakır.
insanın ölümden korkar gibi görünmesi bir yanılsamadır. insan, aslında yokluktan, yokluğun getireceği sonsuz ayrılıktan özellikle de kendinden sonsuz ayrılmaktan korkar. Ölüm ise, hem ayıran hem birleştirendir. Ayrılmak için ölmek gerekir. Ama buluşmak için de ölmek gerekir. Ölüm gibi ikili bir yapısı olan başka bir durum yoktur. Bu yönüyle ölüm ikili, zıt bir duygu uyandırır insanda. Onu çekici kılan, cazip hale getiren, taçlandıran da budur.
aslında her an gerçekleşebilecek olay ama sürekli unutulan bilinçaltının derinliklerine atılan kimilerine göre bir yok oluş kimiisine göre yeniden doğuşu simgeleyen ansızın ve acısız olması istenen insanın gerçekleştireceği son fiil, son adım, son bakış, sona doğru durdurulamayan akış..
doğum kadar doğal olan yine de can sıkıcı olan kabul edilmek istenmeyen olamaz olmamalı denen bir şey ölüm.