kendisine katlanabilmek adına oyunlar oynadığımız meret.
eşit kenar iç çekmelerle körüklenmekte boğaz. sesin efendisine olan mecburiyetiyle kâfi derecede gönül eğlendirmiş havuz başı perilerinden sonra birde siz mi peydahlandınız başıma? sormayın canım ciğerim. geçen gün geri geri yürürken ileri ileri yürüdüğüm yerden, siz düşüverdiniz aklıma. acaba napıyordur şimdi, diye düşündüm bir müddet. cevaplar kurgulardan ibaretse eğer düşünmeyi uzun tutmakta bir fayda yok elbet. her ne kadar bir yeis olmasa bile. antin kuntin uğraşlar işte benimkisi. kusuruma bakmayın rica ederim. kusur ne demek, efendim? asıl siz... parçalı bulutlu bir hava esmekte bu nesirde, deseydim eğer mübalağa mı etmiş olurum? tersine, pek yerinde bir tespit olurdu. gelecek zaman kipini geçmişle verenlere ne denli hayran olduğumu nasıl da bilirsiniz. kimi ağdalı bulutların gölgesinde zikrederken, arada bir de olsa zikri bırakıp fikre bir el atmayı düşünüyor el denen akıl ama olan biten ile aramızda kurduğumuz ilişki, özellikle olan biten insan öğesiyken, sakız misali uzamaya meyilli ve bir son nokta, cümle, ah işte burada soluklanabiliriz akla değil sanrıya açıkken, zikrin kendisi fikirden daha baskın gelmekte. bu sadece kişisel bir tercih olarak da vuku bulmuyor ve ortak aklın bire birlerin toplamıyla bir mevcudiyet kazandığı ortamlarda, bire birler zikir üstüne kuruyor kendi varlığını, fikre girdiğinde zikrin hafifliğinin bertaraf edilip ciddiyetin ve ben denenin altının çizileceğinden duyulan hisli bir endişeyle. kişi kendine olandır ve aura dediğimiz halin zuhur ettiği ekseni çeviren milin kendisi de bu oluşun cereyan ettiği anlarda saklı. bir mit sunumu olarak kişinin kendisine oluşunun bir karakterin oluşturuluşunda cazibeyi yaratmadaki temel öğe olarak sunumu da bundan. taklidi ile aslı arasındaki fark ise bir diğerinin çığırtkanlığında açığa çıkan müstehcenlikte vuku bulur. aklın yel değirmenlerine karşı demek ise kanıksanmış bir imgenin kullanımına sebep olmak olur ve kanıksanmış tüm imgelerin de ya içi boşalmıştır ya da artık tekrara gerek duymayacak denli bir sağduyu öğesi olarak yerleri sabitlenmiştir. kullanıma sürümü anca kullanıldığı yapıyı ve bağlamı ters çevirebildiğimizde bir mana ifade etmekte, aksi takdirde bir parodi ya da en yaygın haliyle bir güdüklükten ötesine yer bulamamakta. insanlar maske takıyor demek kanıksanmış bir imgenin kullanımıysa, insanlar maske takıyor diyenlerle kafayı bulmanın kendisi de bunun güncellenmiş güdüklüğü olarak sahne almakta. bir taşın üstüne bir taş daha koymak değil olay.
"Zaman! Zaman! Zaman nedir? isviçreliler onu imal eder. Fransızlar onu stoklar. italyanlar onu arar. Amerikalılar onun para olduğunu söyler. Hindular onun var olmadığını söyler. Benim ne dediğimi bilmek ister misin? Ben zaman bir hırsızdır diyorum."
böyle bir soru sorulduğu anda, zamanın var olması ve var olmaması konusundaki bütün eski güçlükler sökün eder. Ama Augustinus 'un sorgulayıcı üslubunun daha başlangıçtan itibaren kendini kabul ettirdiği dikkate değer bir olgudur: Bir yandan, kuşkucu kanıtlama var olmama durumuna doğru yönelirken, öte yandan da dilin gündelik kullanımı içindeki ölçülü bir güven duygusu, henüz açıklayamayadığımız bir biçimde, zamanın var olduğunu söylemek zorunda kalır. Kuşkucu kanıt oldukça iyi bilinir: Zamanın varlığı yoktur, çünkü gelecek henüz gelmemiştir, geçmişin artık varlığı kalmamıştır, şimdiki zamanda ortalıkta değildir. Oysa bizler zamandan sanki varmış gibi söz ederiz: Gelecekteki şeylerin ileride olacaklarını, geçmişteki şeylerin eskiden var olduklarını, şimdiki şeylerin ise geçmekte olduklarını söyleriz. Geçmek bile bir hiç değildir. Var olmama savına direnişi geçici olarak destekleyenin, dilin kullanımı olduğunu görmek de dikkate değer bir özelliktir.
Zamandan söz ediyoruz, hem de akla yatkın bir biçimde söz ediyoruz; bu da zamanın varlığı konusundaki bir sava temel oluşturur: "Zamandan söz edince, onu anlıyoruz kesinlikle; bir başkasının ondan söz ettiğini duyunca yine anlıyoruz."