"Günümüzdeki Marksist-Leninist ideolojiye bağlı Sosyalist Ülkeler
Küba Cumhuriyeti: 1 Temmuz 1961'den beri sosyalist ülkedir.
Çin Halk Cumhuriyeti: 1 Ekim 1949'dan beri sosyalist ülkedir.
Vietnam Sosyalist Cumhuriyeti: 2 Temmuz 1976'dan beri sosyalist ülkedir.
Laos Demokratik Halk Cumhuriyeti: 2 Aralık 1975'den beri sosyalist ülkedir."
ankaradaki katliamdan sonra sokakta geri dönmesi arzulanan yönetim şekli.
hâla daha sosyalizm diye vir vir ötüyorlar yaa.
sene olmuş 2015 sosyalizm mi kaldı kardeş la?
çin'den başka yönetilen sosyalist bi devlet gösterebilir misin?
gösterdikten sonra 'çin vatandaşı olmak ister misin?' sorusuna 'evet' yanıtı verebilir misin?
salaksınız evet.
bu ülkenin yegane ve en sağlıklı yönetim biçimi cumhuri̇yet'tir.
hem sağcılar hem marjinaller olarak bu zorunuza gidiyor farkındayım. yıkmak istiyorsunuz, yıkabilirsiniz, yıkacaksınız onun da farkındayım.
ama ananız ağlayacak dilekleriniz gerçekleştiğinde.
sizin gibi gerzeklere laiklik, insan hakları, özgürlük gibi kavramlar çok geldi, bir yerleriniz kalktı.
padişah tarafından köle görülüyorken insan vasfı verildi kaldıramadı bünyeleriniz.
ama tebrik ediyorum.
ülkenin ırzına geçtiniz. bravva.
türkiye'de en çok avam tabakasının istemediği, yerdiği, gerçek olamayacağına inandığı, gerçekçi ve uygulanabilir olmadığını söylediği sistem. hem de seçkinlerden ve zenginleden daha keskin, daha radikal bir şekilde karşı çıkarlar. tam da, birilerinin istediği gibi... ayaklarındaki zincirden habersiz, ağızlarına çalınan bir parmak bal ile gayet mutlu bir şekilde kaderlerini ve ezilmişliklerini kabullenen yığınlar... evet, böyle düşündükçe sosyalizm filan gelmez zaten. köle, köle olduğunu farkedebilmeli önce..
Günümüz bilişim teknolojisiyle, planlamanın gayet rahat bir şekilde yapılabileceği ortadadır.
bu sisteme ütopya diyip de şu lanet olası sermayeci sisteme bel bağlamanız midemi bulandırıyor.
thomas hobbes tek cümle ile marx'dan 200 yıl önce bu teori doğmadan çökertiyor. insan insanın kurdudur. bitti. doğal ortam ve komünist yaşam asla barış içinde olamaz.
teoride guzel duran ogreti. ama asla turkiyede dogru anlasilmamis, anlasilmayacaktir. aslinda su an ekonominin dinamiklerine bakarsaniz, uygulanma modeliyle ekonomiyi iyi yone cekecegini soyleyemeyiz. kusursuz uygulanmasi imkansizdir bu yonden. ayrica sosyalizm yonetim toplulugunu zengin edeceginden, denge saglanamaz ve buyuk kopukluklara yol acar turkiyede.
1920 senesinde biten iktisadi ve politik fikir. merkez planlı ekonominin çalışması imkansızdır çünkü ortada piyasanın bilgilerini içeren gerçek bir fiyat sistemi yoktur, fiyat sistemi olmadığı için verimlilik, üretimin planlaması, dağıtım vb çok verimsiz hale gelir ve sosyalist sistem çökmeye mahkum olur.
oplum çıkarlarını birey çıkarlarına üstün tutan , toprakta üretim araçları mülkiyetinde ve gelir dağılımında kamu denetimini ön gören örgütlenme biçimidir.
temelde tüm çağdaş sosyalizm anlayışları, kapitalist toplum ve ekonominin örgütlenme biçiminin insanın gerçek refah ve mutlulugunu sağlayamayacagı düşüncesinden yola çıkar.
sosylaizm, kapitalist toplumda üretim araçları ile toprak üzerinde varolan sınırsız mülkiyet hakkına ve bu sistemin işleyiş biçiminin yarattığı adil olmayan gelir dağılımına karşı ortak ya da toplumsal mülkiyeti, üretim ve gelir dağılımında toplumun denetimini savunur.
Sürekli Komünizm ile karıştırılan yönetim biçimidir. Tamam, Komünizm Sosyalist bir fikirdir ancak bunu Liberteryen Sosyalizmi vardır Nasyonal Sosyalizmi vardır var oğlu vardır. Ha Komünizm gibi büyük bir ideolojiye laf etmek doğru mudur ? Eğer daha Komünist Manifesto'yu bile okumaktan aciz bir Ülkücüysen tabi ki de doğrudur. Edin siz. Biz okuyoruz.
Kapitalizm olmasada yinede ütopik olmazsa haksızlıkları bitmeyeceği sistem.sosyal devlet iyi adelteli isler usttekiler çalıp çırpmazsa o bile yeter bize.
Sosyalizm. Söylendiği gibi yaşanılmayan ideologya.
siz hiç fakir sosyalist gördünüz mü.
Zenginler ne kadar da çok seviyor gelirlerini fakirlerle paylaşmayı.
2. Sosyalizmin Bilimsel Tahlili
Sosyalist öğretinin başlangıç noktası, burjuva toplum düzenine ilişkin eleştiridir.
Sosyalist yazarların bu anlamda çok başarılı olmadıklarının farkındayız. iktisadî
mekanizmanın işleyişini yanlış anladıklarını ve işbölümüne ve üretim vasıtalarının özel
sahipliğine dayalı sosyal düzenin çeşitli kurumlarının işlevini anlamadıklarını biliyoruz.
Sosyalist teorisyenlerin iktisadî süreci tahlil ederken yapmış oldukları hataları
göstermek zor olmamıştır; tenkitçiler, sosyalistlerin iktisadî öğretilerinin apaçık hatalar
olduklarını ispat etmede başarılı olmuşlardır. Yine de kapitalist toplum düzeninin az
veya çok kusurlu olup olmadığını sormak, neredeyse, sosyalizmin iyi bir ikame sağlayıp
sağlayamayabileceği sorusuna kesin bir cevaptır. Üretim vasıtalarının özel sahipliğine
dayalı sosyal düzenin hatalara sahip olduğunu ve muhtemel bütün dünyaların en iyisini
yaratmamış olduğunu ispatlamış olmak kâfi değildir; ayrıca, sosyalist düzenin daha iyi
olduğunu da göstermek zaruridir. Çok az sosyalist, bunu ispatlaya çalışmıştır ve
yapılanların büyük bir kısmı, hiç de bilimsel olmayan bir tarzda, bazıları da
ehemmiyetsiz bir şekilde yapılmıştır. Sosyalizmin bilimi basittir ve hakikaten kendisini
“Bilimsel” olarak adlandıran sosyalizm türü, bunun için suçlanan sonuncu sosyalizm
değildir. Marksizm, sosyalizmin gelişini sosyal evrimin kaçınılmaz bir aşaması olarak
sunmakla tatmin olmamıştır. Eğer sadece bunu yapmış olsaydı, bilimin nezaretine
havale edilmesi gereken sosyal hayatın problemlerine ilişkin bilimsel inceleme
üzerindeki bu zararlı tesir için gayret gösterilmemiş olurdu. Marksizm, sosyalist düzeni,
sosyal hayatın tasavvur edilebilir en iyi şekli olarak betimlemenin dışında bir şey yapmış
olsaydı, hiçbir zaman bu türden zararlı neticelere sahip olmayacaktı. Ama safsata
yoluyla sosyolojik problemlerin bilimsel incelemesine mani olmuş ve zamanın
entelektüel atmosferini zehirlemiştir.
her sosyalistim diyene inanmayın, ona bakarsanız naziler de kendilerine sosyalist diyorlar ama yaptıklarının sosyalizmle uzaktan yakından alakası yoktur.
Sosyalizm günümüzün parolası/düsturu ve belgi sözüdür [tekrarlana tekrarlana olağan
hâlini almış kelime veya deyimidir]. Kitleler onu onaylamaktadır. O, kitlelerin düşünce
ve duygularını ifade etmektedir; zamanımıza mührünü vurmuştur. Tarih hikâyemizi
anlattığı zaman yukarıdaki bölümü, “Sosyalizm Çağı” şeklinde yazacaktır.
Şimdilik, sosyalizmin, ideallerini temsil edebilecek bir toplum yaratmamış olduğu
doğrudur. Ama bir nesilden daha fazla bir süredir medenîleşmiş ülkelerin politikaları
sosyalizmin ağır ağır gerçekleşmesinden başka bir yöne doğru yönlendirilmemiştir.1 Son
yıllarda bu hareket, gözle görülür bir şekilde aşkla şevkle büyümüştür. Bazı milletler,
kelimenin tam anlamıyla, bir çırpıda sosyalizme geçmeye uğraşmışlardır. Rusya
Bolşevikliği, gözlerimizin önünde, ister onun önemli olduğuna inanalım ister
inanmayalım, projelerinin hayli büyük olmasından dolayı dünya tarihi için en
ehemmiyetli başarılardan birisi olarak kabûl edilmesi gereken bir şeyi daha yeni
gerçekleştirmiştir. Başka bir yerde hiç kimse bu kadar başarı elde etmemişti. Ama, diğer
insanlarla birlikte, sırf bizzat sosyalizmin iç tutarsızlıkları ile sosyalizmin bütünüyle
hayata geçirilemez olduğu gerçeği, sosyalist zafere mani olmuştur. Onlar, belirli/verili
şartlar altında yapabilecekleri kadarını yapmışlardır. ilke olarak sosyalizme muhalefet
etmek kolaydır. Bugün, etkili hiçbir parti, kendisini üretim vasıtalarında özel mülkiyete
adamaya açık bir şekilde cür’et edemeyecektir. “Kapitalizm” terimi, çağımızda, bütün
kötülüklerin toplamını ifade etmektedir. Sosyalist fikirler, sosyalizmin muhaliflerini bile
hâkimiyeti altına almaktadır. Özel sınıf çıkarı bakış açısından hareketle sosyalizmle
mücadele etmeye uğraşırken bu muhalifler –hassaten kendilerini “burjuvazi” veya
“köylü” olarak adlandıran partiler- sosyalist fikrin bütün esaslarının geçerliliğini dolaylı
bir şekilde kabûl ederler. Zira, eğer sadece, insanlığın bir bölümünün belirli
menfaatlerine zarar veren sosyalist bir programa karşı bir itirazda bulunmak
mümkünse, bir kimse hakikaten sosyalizmi onaylamış demektir. Eğer bir kimse, üretim
vasıtalarında özel mülkiyete dayalı iktisadî ve sosyal teşkilâtlanmaya ilişkin bir sistemin
topluluğun menfaatlerini yeteri kadar dikkate almayıp, sadece tek bir katmanın
menfaatlerine hizmet ettiğinden ve üretkenliği sınırlandırdığından şikâyet ediyorsa;
eğer bir kimse, netice itibariyle, çeşitli “sosyal-siyasî” ve “sosyal-reform” hareketlerinin
destekçileriyle birlikte iktisadî hayatın bütün alanlarında devlet müdahalesini talep
ediyorsa; şu hâlde bu kimse, sosyalist programın ilkelerini esas itibariyle kabûl etmiş
demektir. Veya yinelersek, eğer bir kimse sadece, insan tabiatının mükemmel olmayan
yanlarının sosyalizmin hayata geçirilmesini imkânsız hâle getireceği veya
sosyalleştirmeye doğru bir kerede ilerlemek için hâlihazırdaki iktisadî şartların
elverişsiz olduğu gerekçesiyle sosyalizme karşı çıkabilecekse; şu hâlde, bu kimse sadece,
bir kimsenin sosyalist fikirlere belirli şartlarla teslim olduğunu itiraf eder. Milliyetçi de
sosyalizmi onaylamakta ve sadece onun milletlerarası oluşuna karşı çıkmaktadır.
Sosyalizmi emperyalizme ilişkin fikirlerle telif etmek istemekte ve yabancı milletlere
karşı mücadele etmektedir. Milliyetçi, milletlerarası değil, millî bir sosyalisttir; ama
sosyalizmin temel ilkelerini de onaylamaktadır.2
Birey, toplumda öyle bir konumda ki, maskeler takmasına yol açan egoist dürtüleri sürekli tetikleniyor; yaradılış olarak daha zayıf olan toplumsal güdüleri ise sürekli kötüye doğru gitmekte. Toplumdaki konumu her ne olursa olsun tüm insanlar, bu süreç nedeniyle acı çekiyorlar. Kendi bencilliklerinin mahkûmları olduklarından habersiz, kendilerini güvencesiz, yalnız ve yaşamın o saf, basit ve yalın güzellikleri ellerinden alınmış hissediyorlar. Ben, bireylerdeki bu tahribatı kapitalizmin en korkunç kötülüğü olarak görüyorum. Bu büyük kötülükleri saf dışı edecek sadece tek bir yol olduğuna inanıyorum. Bu yol, toplumsal hedeflere yöneltilmiş bir eğitim sisteminin eşlik edeceği sosyalist bir ekonominin kurulmasıdır.
Ekonomik ve sosyal konularda uzman olmayan birinin sosyalizm hakkında görüş belirtmesi uygun olur mu? Birçok nedenden ötürü ben, uygun olduğuna inanıyorum. Sorunu ilk önce bilimsel bilginin bakış açısından ele alalım. Astronomi ile ekonomi arasında hiçbir temel metodolojik farklılık yokmuş gibi görünebilir: Her iki alanda da bilim adamları, belli görüngüler arasındaki bağlantıyı mümkün olduğunca anlaşılır kılmak için, sınırlı belli bir görüngü grubu için genel kabul görecek yasaları keşfetmeye çalışırlar. Oysa aslında böyle metodolojik farklılıklar bulunmaktadır. Ekonomi alanında genel yasalar bulunması, gözlenen ekonomik görüngünün, yalıtık olarak değerlendirilmeleri çok zor olan birçok faktör tarafından etkileniyor olması nedeniyle güçleşir. Ayrıca, insanlık tarihinin sözde çağdaş dönemi olarak adlandırılan dönemin başlangıcından bu yana birikmiş deney, çok iyi bilindiği gibi, nitelik olarak ekonomiyle özel bir ilişkisi olmayan nedenlerden etkilenmiş ve o nedenlerle sınırlanmıştır. Örneğin, tarihteki büyük devletlerin çoğunluğu varlıklarını fetihlere borçluydular. Fatih halklar, kendilerini yasal ve ekonomik olarak, fethedilmiş ülkenin imtiyazlı sınıfı durumuna getirdiler. Toprak sahipliği tekelini aldılar ve yine kendi saflarından bir rahiplik kurumu oluşturdular. Rahipler, eğitimi kontrol edip, sınıf ayrımını kurumsallaştırdı ve sosyal davranışlarına yön verdikleri geniş ölçüde bilinçsiz halkı güdecek bir değerler sistemi yarattılar.
Ama denilebilir ki, tarihsel gelenek daha dün başlamıştır; Thorstein Vebren’in insan gelişiminin “yırtıcı dönemi” olarak adlandırdığı şeyin üstesinden hiçbir yerde gelebilmiş değiliz. Gözlemlenebilir ekonomik olgular bu aşamaya aittirler ve onlardan çıkardığımız yasalar da diğer aşamalar için uygulanabilir değildir. Sosyalizmin asıl amacı tam da bu durumun üstesinden gelmek ve insan gelişiminin yırtıcı dönemini aşmak olduğuna göre, ekonomi bilimi, mevcut haliyle, geleceğin sosyalist toplumuna pek fazla ışık tutamaz. ikinci olarak, sosyalizm sosyal-ahlaki bir amaca doğru yöneltir. Bilim ise amaçlar yaratamaz ve onları insana aşılayamaz; bilim, olsa olsa, belli amaçlara ulaştıracak araçları sunabilir. Fakat amaçların kendileri, yüce ahlaki ideallere sahip kişilikler tarafından tasarlanır -eğer bu amaçlar ölü doğmuş değil, aksine canlı ve güçlü iseler- ve yarı bilinçsiz bir biçimde, toplumun yavaş evrimini belirleyen çok sayıdaki insan tarafından benimsenir ve ileriye doğru taşınır.
Bu nedenlerle, sorun insan sorunlarına dair olduğu zaman, bilimi ve bilimsel yöntemleri abartmamaya dikkat etmeli, toplum örgütlenmesini etkileyen sorunlar üzerinde söz söyleme hakkının yalnızca uzmanlarda olduğunu sanmamalıyız. Bir süredir, sayısız ses, insan toplumunun bir krizden geçmekte olduğunu ve istikrarının ciddi bir biçimde tahrip edildiğini söylüyor. Böylesi bir durumda bireylerin kendilerini, ait oldukları küçük ya da büyük gruba kayıtsız, hatta düşman hissetmesi karakteristiktir. Söylemek istediğimi daha iyi anlatabilmek için, kişisel bir deneyimimi aktarmak istiyorum. Geçtiğimiz günlerde, zeki ve iyi niyetli birisiyle yeni bir savaş tehdidi üzerinde tartışıyorduk. Bana göre, insan varlığını ciddi bir biçimde tehlikeye atacak olan bu tehdidi önlemenin tek yolu, uluslarüstü bir örgütlenmeydi. Bu sözlerim üzerine, ziyaretçim, oldukça sakin ve soğukkanlı bir biçimde, bana, “insan soyunun yok olmasına neden bu kadar karşısınız?” dedi.
Eminim ki, bundan yüz yıl önce, hiç kimse, bu türden bir sözü bu kadar düşünmeden sarf etmezdi. Bu söz, kendi içinde bir denge kurmak için boşu boşuna çabalamış ve sonunda, az ya da çok, başarı umudunu yitirmiş birisinin ifadesidir. Bugünlerde çok sayıda insanın yaşadığı o acılı yalnızlık ve yalıtılmışlığın dile getirilmesidir bu. Peki bunun nedeni ne? Bir çıkış yolu var mı? Bu soruları sormak kolay, onlara garantili bir yanıt bulmak zordur. Yine de, duygu ve uğraşlarımızın çoğu kere birbirine çelişik ve anlaşılmaz olduğunu, basit ve kolay formüllerle dile getirilemeyeceklerini bilmeme rağmen, bu soruyu yanıtlamaya çalışacağım. insan, aynı zamanda hem tek başına, hem de toplumsal bir varlıktır. Tek başına bir varlık olarak, kendisinin ve ona en yakın olanların varlığını korumaya, kişisel arzularını tatmin etmeye ve doğuştan olan yeteneklerini geliştirmeye çalışır. Toplumsal bir varlık olarak ise, diğer insanların onayını ve sevgisini kazanmaya, zevklerini paylaşmaya, üzüntülü anlarında onları teselli etmeye ve onların yaşam koşullarını iyileştirmeye çabalar. insanın o özel karakteri bu çeşitli, sık sık çelişen çabaların varlığı sayesinde oluşur ve bunların özgül bileşimleri, bireyin, kendi iç dengesini sağlama ve toplumun geleceğine katkı yapabilme düzeyini belirler. Bu iki dürtünün göreceli gücünün, esas olarak kalıtım tarafından belirlenmiş olduğu kuvvetle muhtemeldir. Fakat sonunda ortaya çıkan kişilik, geniş ölçüde, insanın gelişmesi sırasında kendini içinde bulduğu çevre, içinde yetiştiği toplumun yapısı, o toplumun gelenekleri ve belli davranış türlerini onaylaması tarafından biçimlenir. Soyut “toplum” kavramı, birey için, çağdaşları ve daha önceki kuşaklar ile doğrudan ve dolaylı ilişkilerinin toplamı demektir. Birey kendi başına düşünebilir, hissedebilir ve gayret sarf edebilir; ancak fiziksel, entelektüel ve duygusal bir varlık olarak topluma öylesine bağlıdır ki, onu toplum çerçevesi dışında düşünmek ya da anlamak mümkün değildir. insana yiyecek, giyecek, ev, iş aletleri, dil, düşünce biçimleri ve düşüncenin içerdiklerinin çoğunu sağlayan toplumdur. insanın yaşamı, hepsi de o küçücük “toplum” sözcüğünün ardına gizlenmiş olan geçmişteki ve bugünkü milyonların çaba ve başarıları ile olanaklı kılınır.
Demek ki, bireyin topluma bağımlılığı, tıpkı karınca ve arı örneklerinde olduğu gibi, yok edilemeyecek bir doğal olgudur. Bununla birlikte, karınca ve arıların tüm yaşam süreci, en küçük ayrıntısına dek, katı kalıtsal içgüdüler tarafından belirlenmişken, insanın sosyal seyri ve karşılıklı ilişkileri çok çeşitlidir ve değişime açıktırlar. Bellek, yani yeni bileşimler oluşturma yeteneği ve sözlü iletişim, insanlar arasında, biyolojik gereksinimlerin dikte etmediği gelişmeleri mümkün kılmıştır. Bu türden gelişmeler kendilerini gelenekler, kurumlar ve örgütlenmelerde; edebiyatta, bilimsel ve mühendislik başarılarında, sanat yapıtlarında gösterir. Bu durum bize, insanın kendi davranışları sayesinde kendi yaşamını etkileyebildiğini ve bilinçli düşünce ve arzulamanın bu süreçte nasıl rol oynadığını belli bir noktaya kadar açıklar.
insan, doğarken, kalıtım sayesinde, insan türüne özgü doğal güdüler de dahil olmak üzere, sabit ve değişmez olduğunu düşünmemiz gereken biyolojik bir anayasa edinir. Ayrıca, yaşam süresi boyunca, iletişim ve diğer etkilenmeler yoluyla toplumdan adapte ettiği kültürel bir anayasa da kazanır. Değişime açık olan ve birey ile toplum arasındaki ilişkiyi büyük ölçüde belirleyen de bu kültürel anayasadır. Modern antropoloji bize, sözde ilkel kültürlerin karşılaştırmalı incelenmesi sayesinde, insan sosyal davranışlarının, yaygın kültürel modellere ve toplumda egemen örgütlenme tiplerine bağlı olarak büyük farklılıklar gösterebileceğini öğretmiştir. Bu temelde, insan türünün yaşama koşullarını iyileştirmeye çalışanlar umutlarını şuna bağlayabilirler: insan, biyolojik anayasası gereği, birbirini yok etmeye ya da kendi yarattığı insafsız bir yazgının kurbanı olmaya mahkûm edilmiş değildir. insan yaşamını mümkün olduğunca yetkinleştirmek için toplumun yapısının ve insanın kültürel duruşunun nasıl değiştirilmesi gerektiğini soracak olursak, değiştiremeyeceğimiz bazı kesin koşullar olduğu gerçeğinin sürekli bilincinde olmalıyız. Daha önce belirtildiği gibi, biyolojik insan doğası, ne amaçla olursa olsun, değişime açık değildir. Üstelik, son birkaç yüzyılın teknolojik ve demografik gelişmeleri, artık kalıcılaşan bazı koşullar yaratmıştır.
Varlıklarını sürdürebilmek için zorunlu olan metalara bağlı olan görece kalabalık yerleşimli toplumlarda, aşırı bir işgücü bölünmesi ve çok merkezileşmiş bir üretim aygıtı kesinlikle gereklidir. Geriye baktığımızda, şimdi sadece bir masal gibi görünen, bireylerin ya da görece küçük grupların kendi kendilerine yettikleri o dönemler, bir daha geri gelmemek üzere kapandı. insanlığın, gezegen çapında bir üretim ve tüketim toplumu haline geldiğini söylemek abartı olmayacaktır. Bu noktada, zamanımızın krizinin özünü neyin oluşturduğunu kısaca dile getirmek istiyorum. Bu öz, bireyin toplumla ilişkisine dair. Birey, topluma olan bağımlılığının her zamankinden daha çok bilincine varmıştır. Fakat o, bu bağımlılığı olumlu bir özellik, organik bir bağ, koruyucu bir güç olarak değil; aksine, doğal haklarına ve hatta ekonomik varlığına yönelik bir tehdit olarak görüyor. Üstelik, toplumda öyle bir konumda ki, maskeler takmasına yol açan egoist dürtüleri sürekli tetikleniyor; yaradılış olarak daha zayıf olan toplumsal güdüleri ise sürekli kötüye doğru gitmekte. Toplumdaki konumu her ne olursa olsun tüm insanlar, bu süreç nedeniyle acı çekiyorlar. Kendi bencilliklerinin mahkûmları olduklarından habersiz, kendilerini güvencesiz, yalnız ve yaşamın o saf, basit ve yalın güzellikleri ellerinden alınmış hissediyorlar. insanın, o kısa ve tehlikelerle dolu yaşamınıanlamlandırmasının tek yolu, kendini topluma adamasıdır.
Bence kötülüğün gerçek kaynağı, kapitalist toplumdaki mevcut ekonomik anarşi. Önümüzde koca bir üreticiler topluluğu görüyoruz; bu topluluğun üyeleri ise, durmaksızın birbirlerini, kolektif emeklerinin sonuçlarından mahrum bırakmak için çabalıyorlar. Bunu zor kullanarak değil, yasalaşmış kurallara körü körüne inanarak gerçekleştirmekteler. Bu bağlamda, üretim araçları -yani, tüketim metaları ve ek sermaye metaları üretmek için gereken üretim kapasitesinin bütünü- yasal olarak bireylerin özel mülkiyeti olabilmekteler ve öyleler.
Daha kolay anlaşılsın diye, aşağıdaki tartışmada -kelimenin alışılagelmiş günlük kullanımına tam olarak denk düşmemesine rağmen- üretim araçlarının sahibi olmayanların tümünü “işçiler” olarak adlandıracağım. Üretim araçlarının sahibi, işçinin işgücünü satın alır konumdadır. işçi ise, üretim araçlarını kullanarak, kapitalistin mülkiyeti haline gelen yeni metalar üretir. Bu süreçteki temel nokta, işçinin ürettiği ile karşılık olarak aldığı arasındaki ilişkidir; bunların her ikisi de gerçek değer ölçüleriyle belirlenir. iş akdi ne kadar “serbest” olursa olsun, işçinin aldığı ücret, ürettiği metaların gerçek değeri tarafından değil; işçinin asgari ihtiyaçları ile kapitalistlerin, iş bulmak için birbiriyle yarışan işçilerin sayısına bağlı olarak, işgücüne duyduğu gereksinim tarafından belirlenir. işçinin ücreti, teoride bile, ürettiğinin değeri tarafından belirlenmez.
Özel sermaye, kısmen kapitalistler arasındaki rekabet, kısmen de teknolojik gelişme ve emeğin giderek gelişen işbölümünün, küçük olanlar aleyhine daha büyük üretim birimlerinin oluşumunu teşvik etmesi nedeniyle, az sayıda elde yoğunlaşma eğilimindedir. Bu gelişmelerin sonucu ise bir özel sermaye oligarşisidir; bu sermayenin olağanüstü gücü, demokratik yoldan örgütlenmiş siyasi bir toplumda bile denetim altında tutulamaz. Yasama organı üyeleri siyasi partiler tarafından seçilmektedir; bu partiler ise büyük oranda özel kapitalistler tarafından finanse edilmekte ya da onlardan etkilenmektedir. Yani özel kapitalistler, seçmenler ile seçilenleri birbirinden ayırır. Sonuçta halkın temsilcileri, nüfusun olanakları kısıtlı bölümünün çıkarlarını yeterince korumazlar. Ayrıca, özel kapitalistler, mevcut koşullar altında, temel enformasyon kaynaklarını doğrudan ya da dolaylı olarak kontrol ederler: Basın, radyo, eğitim. Bu nedenle, birey-vatandaş için nesnel sonuçlara ulaşmak ve siyasi haklarını zekice kullanmak son derece zor, hatta genellikle neredeyse olanaksızdır.
Demek ki, sermayenin özel mülkiyetine dayanan bir ekonominin baskın niteliği iki ana ilke tarafından belirlenir: Birincisi; üretim araçları (sermaye) özel mülk sahiplerinin elindedir ve sahipleri bunları istedikleri gibi kullanırlar. ikincisi, iş akdi serbesttir. Elbette, bu bağlamda, saf bir kapitalist toplum yoktur. Altını çizmek gerekir ki, işçiler, uzun ve şiddetli bir siyasi mücadele sonucunda, belli işçi kategorileri için daha gelişmiş bir “serbest iş akdi” elde etmeyi başarmıştır. Fakat bir bütün olarak ele alındığında, günümüz ekonomisi “saf” kapitalizmden pek de farklı değildir. Üretim fayda için değil, kâr için sürdürülür. Çalışabilecek durumda olan ve bunu isteyen herkesin her zaman iş bulabilmesi mümkün değildir; hemen her zaman bir “işsizler ordusu” vardır. işçi devamlı işini kaybetme korkusu içindedir. işsiz ve düşük ücretli işçiler kârlı bir piyasa oluşturmadıkları için, tüketim mallarının üretimi düşer ve sonuçta büyük bir sıkıntı doğar. Teknolojik ilerleme, genellikle, herkesin çalışma yükünü hafifletmeden çok, daha fazla işsizlikle sonuçlanır. Kapitalistler arasındaki rekabetle bağlantılı olarak, kâr dürtüsü, sermaye birikimi ve kullanımında dengesizliğe yol açar ki, giderek daha da şiddetlenen bunalımların nedeni budur. Sınırsız rekabet, büyük ölçüde emek israfına ve daha önce belirttiğim gibi, bireylerde toplumsal bilinç tahribine neden olur.
Ben, bireylerdeki bu tahribatı kapitalizmin en korkunç kötülüğü olarak görüyorum. Tüm eğitim sistemimiz bu kötülükten zarar görüyor. Aşırı abartılmış bir rekabetçi tutum aşılanan öğrenci, gelecekteki meslek yaşamına hazırlık olarak, açgözlüce başarıya tapacak bir biçimde eğitiliyor. Bu büyük kötülükleri saf dışı edecek sadece tek bir yol olduğuna inanıyorum. Bu yol, toplumsal hedeflere yöneltilmiş bir eğitim sisteminin eşlik edeceği sosyalist bir ekonominin kurulmasıdır. Böyle bir ekonomide, üretim araçları topluma aittir ve planlı bir tarzda kullanılır. Üretimi toplumun ihtiyaçlarına göre düzenleyen planlı bir ekonomi, yapılacak işi, bunu yapabilecek herkesin arasında eşit olarak dağıtacak ve her erkek, kadın ve çocuğun geçinmesini garanti edecektir. Bireyin eğitimi ise, günümüz toplumundaki gibi güç ve başarının yüceltilmesi yerine, onun doğuştan yeteneklerini geliştirmesine yardımcı olmanın yanı sıra, onu diğer insanlara karşı sorumluluk duygusu içinde yetiştirmeye çalışacaktır.
Bununla birlikte, planlı bir ekonominin henüz sosyalizm olmadığının hatırlanması gerekir. Planlı bir ekonomiye, bireyin tümüyle köleleştirilmesi de eşlik edebilir. Sosyalizmin kuruluşu, son derece zor bazı sosyo-ekonomik sorunların çözümünü gerektiriyor: Siyasi ve ekonomik gücün tam olarak merkezileştiği bir durumda, bürokrasinin tüm gücü elinde toplamasına ve kendini beğenmiş bir hale gelmesine nasıl engel olunur? Bireyin hakları nasıl korunur ve böylece, bürokrasinin gücüne karşı, demokratik bir denge nasıl sağlanır? içinde bulunduğumuz bu geçiş çağında, sosyalizmin amaç ve sorunları hakkında net tutum almak son derece önem taşımaktadır. Mevcut şartlar altında, bu sorunların özgürce ve engellenmeden tartışılması tabu haline geldiğinden, Monthly Review dergisinin yayına başlamasının önemli bir kamu hizmeti olacağı kanısındayım.