safevi müritlerinin kafalarına taktıkları kızıl başlıktan gelir. her ne kadar hakaret içeren bir kelime olmasa da zamanla o kelimeye atfedilen bir takım olumsuz davranışlar sebebiyle günümüzde alevileri kötülemek amaçlı kullanılan kelimedir.
rivayete göre hz peygamber'in de katıldığı bir savaşta, bir darbe ile hz peygamber'in dişi kırılır ve yere düşer. bunu gören hz ali, peygamber'in dişini alır ve kaybolmasın diye kendi başına çakar ve bu şekilde muhafaza eder. başına çaktığı diş sonrası hz ali'nin başı kanar ve tüm sarığı kırmızıya boyanır.
sadakallahülazim...
yazarlar, tarihçiler, anlatıcılar ve bir kısım bilim adamları ve büyük ölçüde de osmanlı'nın etkisiyle "kızılbaş" adı tamamen şeyh haydar'ın türkmenlere giydirdiği söylenen 12 dilimli "tac-ı haydari" denilen kırmızı başlıkla ortaya çıktığı ve irani(iran menşeili) bir terim olarak kullanılır kızılbaş, ya da kızılbaşlık... https://galeri.uludagsozluk.com/r/336829/+
kızılbaş adının çıkış noktası, türkmenlerin, çok eski bir türk geleneğinin(altayik efsane ve mitler) devamı olarak "kızıl börk" giymelerine dayanır.
kızıl başlık giymek türklerin çok eski bir geleneği idi, yani safevi devletinin kuruluş sürecinde, şeyh haydar devrinde başlamış değildir. türkmenlerin milli geleneği olarak giydikleri kızıl börkten dolayı, siyasi olarak safevi yanlısı, itikadi olarak da şii anlamında kızılbaş olarak anılması 16. yüzyılın başlarından itibaren görülür...
kızıl tac kabul edildikten sonra iran'daki safevi şahlarına tabi olan bu zümreye sünniler tarafından kızılbaş denilmiş, aleyhlerinde bir çok ipe sapa gelmez isnadlar uydurulmuş ve karalanmaya çalışılmışlardır.
kızılbaş sözü, alevi olanların tamamını kapsamaz, yalnızca şii-alevi inançlı türklere mahsus bir terimdir.
kızılbaşlığın irani bir olgu olmasının dayanağı da esasen osmanlı kayıtlarıdır. ve osmanlı kayıtlarında kızılbaş olarak "isyancı, talancı, rafizi, zındık" tabirleri geçer. bu şekilde anadolu türkmenleri aşağılanır. osmanlı'nın devşirme tarihçileri türk ve türkmen adlarını da kızılbaşlığa mensup olduğundan dolayı "etrak-ı b'idrak" (akılsız-idraksız türk) gibi bir sıfatla anar.
oysa osmanlı'nın da, tüm türkmenlerin de dip kültüründe yatan bir gerçektir kızılbaşlık.
bugün ülkemizde kızılbaş denilince, biraz düzeyli çevrelerde şiilik, anadolu'nun alevi türkmenleri, zamanında safevi devletine bağlı olan taraftarlar ve onların şimdiki uzantıları anlaşılmakla birlikte, kimi zaman da yanılgı olarak iranlılar kastedilir.
bazı cahil çevrelerde ise bu bir itham şekline dönüşerek din dışı, sapkın, anasıyla bacısıyla cinsel ilişkide bulunan anlamında "mum söndürenler" ve benzeri ağır suçlamalara maruz kalacak anlamlarda kullanılır...
kızılbaş türkmenler türkiye'de çeşitli adlarla anılırlar.
aşağılayıcı sıfatlar yanında bunlar için genelde alevi ve kızılbaş adı kullanılmakla beraber, değişik yörelerde onlar için; türkmen, yörük, sıraç, abdal, çepni, tahtacı ve bektaşi adlarıyla da anılmaktadır.
türk devletinin kurucu unsuru, türklüğün her yönden taşıyıcıları olan türkmenlere, kötü anlamlar ihtiva ederek "kızılbaş" olarak yakıştırılan bu iftiranın kaynağı hep merak konusu olmuştur.
bu iftiranın kaynağı türk kültürü olamaz. türk kültürü kendi soyuna sopuna, ırkına bu aşağılık yakıştırmaları yaftalamayacak kadar asildir. bu yakıştırmalar, türk kültürüne yabancı ve türklüğü kabullenmek istemeyen "yabancı çevreler"in mozaik meraklılarının yakıştırmasıdır. asırlardır atılmakta olan bu iftiralar ne gariptir ki hiçbir örneğe, bilgi ve belgeye dayandırılamamıştır.
oysa bu alevi türkmenler, milli kimliklerine, türk gelenek ve göreneklerine sıkı sıkıya bağlı, türk hayat tarzı yaşamaktadır.
türkler namuslarına büyük hassasiyet gösterirler.
kendi muhitlerinden olmayanlarla kız alıp vermekten kaçınırlar. türk kızları tarihin hiçbir devrinde sarayların, sultanların, padişahların zevk-sefa alemlerinde kullandıkları bir meta olmamış, bu saray ve çevrelerde türk obasından, türk çadırından çıkma türkmen kızları cariyeler görülmemiştir.
türk töresi bu tip cariyelik sistemine karşıdır. onun içindir ki selçuklu ve osmanlı sultanlarından sadece birkaçı türkmen anadan olmadır. türkmen kızı evinden obasından gelinliği ile, ancak evinin hatunu olmak için, ana olmak ve devlete ve millete hayırlı evlat yetiştirmek için çıkar...
işte bu yüzden bu saçma iftira sadece türk toplumuna değil, türk aile kurumuna atılmış bir iftira sayılmalıdır.
şu çok iyi bilinmektedir ki türk budununda kadın ve erkek eşittir, kadının yeri beyinin yanıdır. bu bey ister demirci olsun, ister çoban, isterse kağan türk kadını evinin, otağının, ocağının ve sarayının her zaman ecesidir.
böyle bir örf ve ananeye, böyle bir aile düzenine sahip bir toplum, bir yerde toplanarak mum söndürme ile birbirine, anasına, bacısına sapkın emeller tatbik edebilir mi? türk budunu, türkmen toplumu bunu yapabilir mi?
günümüzde alevi-türkmen soydaşlarımıza atılan bu iftira ve iftirayı atan çevreler kendilerinin çok iyi bir müslüman olduğu iddiasında olan çevrelerdir ne yazık ki. türkler, tarih boyunca kan düşmanlarından bile bu şekilde aşağılık bir iftira ve yaftalama görmemiştir.
bu tip şerefsiz ve iptidai ve bir o kadar da sapkın ilişkileri ortadoğu toplumlarında gözlemlemek mümkündür.
gerek arap, gerek iran toplumlarında bu tip ahlaksızlıklar pek çok yazılı bilgi ve belgeye dayandırılmakta, tarih boyunca örnekleri görülmektedir.
iran'da 5. yüzyıl sonlarında zerdüştlüğün bir kolu olan mazdekizm ortaya çıkar. bu mezhebin kurucusu mazdek adlı biridir ve bu devirde iran'da sasani saltanatı hüküm sürmektedir. işte bu sasani saltanatında da "kubad" yahut "kuvat" adı verilen bir hükümdar bulunur.
her şeyi mübah olarak sayan mazdek kral kuvat'ı da mezhebine sokar, kuvat henüz tahta oturmadan önce mazdek ile tanışır ve iktidar mücadelesi esnasında hapse düşer, hapiste iken kuvat'a muhafızlık eden zindancı kuvat'ı ziyarete gelen karısına aşık olur, kuvat'ta hapisten kurtulabilmek için zindancının karısı ile cinsel ilişkiye girmesine müsade eder. bu yolla zindandan kaçar ve daha sonra hakimiyeti ele alarak kral olur. mazdek ile birlikte mazdekizm öğretileri ile ülkeyi yönetmeye başlar, daha sonra kendi kız kardeşi ile evlenir, bu evliliği dünyanın dörtbir yanına elçiler göndererek duyurur, lakin halk bu duruma kızar ve tüm dünyaya küçük düşürüldüklerini anlar ve isyan çıkarır, kuvat iktidardan indirilir, mazdek kaçar...
işte bu tarihi gerçekte bahsi geçen kral kuvat'a istinaden bugün hala bu tip sapkınlıkları olan, aile kurumuna, türk töresine uygunsuz hareketler sergileyen kişilere "kavat" sıfatı reva görülür.
ve ne acıdır ki ortadoğu'nun bu tip ahlaksızlıkları da günümüzde yine bu müslüman çevrelerce sahiplenilir, benimsenilir...
selçuklu sultanlarında görülen key-kubat adları da aynı irani ada dayanır ne yazık ki...
iran kültürünün etkisine kendisini bu derece kaptıran bir sarayda ve onların uzantısı konumundaki osmanlı saraylarında irani etkiler ile bu tip sapkınlıkların üretilmesi-düşünülmesini de gayet normal karşılamak gerek...
islam öncesi iran'da meydana gelmiş olan kavat olayının ortaya çıkardığı olumsuzluklar mezhebi çekişme devrinde iranlı, yahut iran yanlısı gibi kabul edilen anadolu türkmenlerine yönlendirilmiş çirkin yakıştırmanın temellerinden biridir.
lakin türkmenler bütün menfi yakıştırmalara rağmen "kızılbaş" olmaktan gurur duymuşlar, kızılbaş sözünü bizzat kendilerini ifade etmek için kullanmışlar, devletlerini "devlet-i kızılbaş", hükümdarlarını da "padişah-ı kızılbaş" olarak isimlendirmekte bir beis görmemişlerdir.
bu kızılbaşlıktan gurur duyma durumunu şah ismail(hatayi)nin şu mısralarında gözlemleyebiliriz;
"yüregi dağ olmayınca, bağru kanla l'al tek,
heç kimin haddi yokdur kızılbaş olmaga..." https://galeri.uludagsozluk.com/r/336831/+
türkmenler, kızılbaş adını, osmanlı'nın muaviyeci devşirme idarecilerinin ahlakdışı karalamaları neticesinde bırakmak zorunda kalmışlardır, bazı kesimleri bir süre "bektaşi" adıyla anılmış, lakin yeniçeri ocağının lağvedilmesi(1826) ile birlikte bektaşi adı da yasaklanmış, bundan sonra başlayan sürecin henüz tespit edilememiş bir safhasında ise bunlara "alevi" denilmiş, kendileri de bu ismi benimsemiş ve kullanmaya başlamışlardır.
oysa ki "alevi" sıfatı, hz ali soyundan gelenleri, yani yalnızca seyyidleri tanımlamak için kullanılmıştır. iran şii literatüründe de alevi denildiğinde hz ali'nin soyundan gelenlerin ifade edildiği anlaşılır. https://galeri.uludagsozluk.com/r/336832/+
kızılbaşlığın, kızıl börk'ün ortaya çıkışının ne safeviler ile ne de şiilikle bir alakası yoktur.
en az 5000 yıllık bir türk geleneği olup pek çok türk hakanı tarafından takılmış, kullanılmıştır.
safevi ordusundaki alevi askerler,
başlarına giymiş oldukları kızıl
renkli mihverin etrafına 12 imam inancını simgeleyen 12 kıvrımlı kumaş ile sarılmış bandı
taktıklarından, o günden beri aleviler için kullanılan sözcük.
hala iran'da ve azerbaycan'da kendine kızılbaş diyen topluluklar vardır ancak bunlar kızılbaşlığın dini kısmından sıyrılmışlar ve atalarından gelen bir yadigar olarak bu ismi taşımaktadırlar. dini anlamda kızılbaşlar ise bizim bildiğimiz anadolu alevileridir, türkiye dışında kızılbaşlığın dini olarak yaşandığı tek ülke bulgaristandır. ( bulgaristan'da aleviler bektaşi ve kızılbaş diye ayrılırlar )
Alevi kelimesi çok yenidir. Nasıl ki yahudilere musevi der türk insanı aynı şekilde kızılbaş lara da Alevi denmiştir. Bu anlamda doğru kelime kızılbaş tır. Fark ise yahudiler musevi kelimesini kullanmaz ve sevmezler ama gunümüzde pek çok Alevi kendilerine Alevi denmesini kabul etmişler hatta kendi aralarında da bu kelimeyi kullanır hale gelmişlerdir.
Kızılbaş, iran Şii inancının Türkmen boyları arasındaki yorumlanış şeklidir. Bir mezhepten daha çok kendilerince bir "yol" olarak tasvir edilir.
Yavuz Sultan selimin Trabzon şehzadeliği döneminde , çocuk şah dediği şah ismailin saflarına katılan anadolu alevileridir. O dönemdeki isyanların ve çaldırana kadar gelen sürecin en önemli öğelerindendir.
türkmen safevi devletindeki elit topluluğun bir diğer ismidir.aynı yeniçeriler gibi kızılbaşlar da askeri vurucu güçtür.başlarında 12 imamlarının adları yazan kızıl bir külah takarlar bu yüzden kendilerine kızılbaş denmektedir.daha sonrasında hem türkmen alevilerini kast etmek için hemde alevileri ahlaki yönden son derece haksız olarak aşşağılamak için kullanılmıştır.
şah ismail in kendisine bağlı olan olmayanları ayırmak için kızıl ve yeşil başlıklar giymeye zorladığı dönemden ortaya çıkmıştır küçük asya da alevileri temsilen uzun yıllar kullanılmış ardından resmi devlet politikaları sonucu giderek olumsuzlandığından yerine alevi kelimesi ikame edilmiştir alevi kelimesi son 150-200 yıldır kullanılmaktadır devletin bu politikaları bıraktığını simgeler biçimde yeniden resmi makamlarca kullanılmalı düşüncesindeyimdir bu arada alevi ekliyeyim, kelimesi ali den değil alevden türemiştir.
--spoiler--
Nihat Çetinkaya
Kum Saati Yayınları
Tükendi Türkiye - Yakın Tarih
Çeviren :
Barkod :9799756199069 Sayfası :616 Ebat :135-210 Baskı :2004-iSTANBUL Temin Süresi :3 Gün
"Bütün menfi yakıştırmalara rağmen onlar Kızılbaş adıyla anılmaktan gururlanmışlar, ´Kızılbaş´ sözünü bizzat kendilerini ifade etmek için iftiharla kullanmışlar, devletlerini (devlet-i Kızılbaş), hükümdarlarını (padişah-ı Kızılbaş) ve ülkelerini de (ülke-i Kızılbaş) bu tabir ile vasıfladırmışlardır. (...) Alevi Türkmenler, Kızılbaş adını, Osmanlı devşirme idarecilerinin ahlak dışı anlamlarla kullanıp halka da yayması sonucunda bırakmak zorunda kalmışlar ki, bazı kesimler bir süre Bektaşi adıyla anılmış, II. Mahmut´un, 1826 tarihinde Yeniçeriliği lağvetmesi ile Bektaşi adı da yasaklanmıştır. Bundan sonra başlayan sürecin, tespit edebildiğimiz bir safhasından itibaren de, bunlara Alevî denilmiş, kendileri de bu ismi benimsemiş ve kullanmaya başlamışlardır. Halbuki Alevî adı, tarihte Hz. Ali soyundan gelenleri yani yalnızca Seyyidleri tanımlamak için kullanılmıştır. iran Şiî literatüründe de Alevî denilince Hz. Ali´nin soyundan gelenler anlaşılır."Kızılbaş adının çıkış noktası, Türkmenlerin, çok eski bir Türk geleneğinin devam olarak ´Kızıl Börk´ giymelerine dayanıyor. Kızıl başlık giymek, Türklerin çok eski bir geleneği idi. Yani Safevi devletinin kuruluş sürecinde, Şeyh Haydar devrinde başlamış değildir. Türkmenlerin milli-itikadi geleneklerince giydikleri Kızıl Börk´ten dolayı, siyasi olarak Safevi yanlısı, iktisadî olarak da Şiî anlamında Kızılbaş diye anılması, XVI. yüzyılın başlarından itibaren görülmüştür."Değerli araştırıcı Nihat Çetinkaya´nın Kızılbaş ya da Alevî Türkler konusunu, sadece dinsel ve mezhepsel boyutlarıyla değil de, Türk tarih ve etno-kültürel gelenekleri bağlamında da tarafsız bir şekilde tartışmayı amaçlayan Kızılbaş Türkler (Tarihi, Oluşumu ve Gelişimi) adlı çalışması, çalışmanın sonunda yer alan kaynaklar listesinden de anlaşılacağı üzere, konu ile ilgili sağlam ve orijinal kaynaklara dayanarak hazırlanmıştır. Son derece zor ve riskli bir konunun böyle kapsamlı ve başarılı bir şekilde ele alınması, değerlendirmelerde objektif bir tutum sergilenmesi, özellikle de konunun bir Türk bakış açısıyla ele alıp değerlendirilmesi, sayın Çetinkaya´nın çalışmasının önem ve değerini daha bir arttırmaktadır. Alevî Türklere, Avrupa Birliği tarafından "Müslüman Azınlık" sıfatının kazandırılmaya çalışıldığı günümüzde, böylesi bir çalışmanın hazırlanması, çok yerinde ve anlamlı olmuştur.Böylesine zor ve hacimli bir konuyu bu derecede başarılı bir şekilde ele alan değerli araştırıcı Nihat Çetinkaya´dan Kızılbaş Türkler´in inanış ve düşünüş dünyasını yansıtan başka bir çalışmayı hazırlamasını, çalışmalarını bu doğrultuda devam ettirmesini beklemek bizlerin hakkı olsa gerektir.Doç. Dr. Mehmet AÇA ...
--spoiler--
Kızılbaş Türkler; Kitabının, 415-447 sayfalar arasındaki bölümler
Nihat Çetinkaya; Kızılbaş Türkler Toplumsal Dönüşüm Yayınları; Bugün, yazarlar, araştırmacılar ve bir kısım bilim adamları, büyük ölçüde Osmanlı tarihçilerinin etkisiyle, Kızılbaş adını, tamamen, Şeyh Haydar'ın, Türkmenlere giydirdiği söylenilen 12 dilimli "Tac-ı Haydarî" denilen kızıl yahut kırmızı başlıkla ortaya çıktığını ve "iran menşeli" itikadî bir çerçeveyi ifade eden bir söz olarak kullanmaktadırlar.
Bu kesimin dayanakları da esasen Osmanlı kayıtlarıdır. Osmanlı kaynaklarında Kızılbaş diye, genellikle, isyancı, talancı, rafızî, mülhid, zındık diye, Anadolu Türkmenleri kastedilir.
Osmanlının dönme-devşirme tarihçileri, Türk ve Türkmen adlarını da Kızılbaş'a mensubiyetle, "etrak-ı bi idrak" (idraksız Türk, akılsız Türk), düşüncesiz, yaramaz Türk, soysuz Türkmen, cibiliyetsiz Türkmen, dinsiz Türkmen gibi, daha birçok karalayıcı, aşağılayıcı sıfatlarla anarlar.
Bugün ülkemizde Kızılbaş denilince, biraz düzeyli çevrelerde, müfrit Şiîlik, Anadolu'nun Alevî Türkmenleri, zamanında Safevî devletine bağlı olan taraftarlar ve onların şimdiki uzantıları anlaşılmakla beraber, kimi zaman da, yanlış olarak iranlılar kastedilerek kullanılır. Orta düzeyli bazı çevrelerde ve Sünnî halkın bazı muhitlerinde, bunların yanında, daha çok, din dışı, rafızî, mülhid, sapkın, daha çok da, ana-bacısıyla cinsel ilişkide bulunan (ensest) anlamında "mum söndürenler" ve benzeri birçok ağır suçlamaların yakıştırıldığı anlamlarda kullanılmaktadır.
Bu suçlamalarda çok daha ileri gidildiğine de rastlanmaktadır. Prof. Dr. Fuat Bozkurt'tan öğrendiğimize göre, 1975 yılında Almanya'da, Karl Steuerwald adlı bir Alman'la, Cemal Köprülü'nün müştereken hazırladıkları (Lahgenscheidts Taschenwörterbuch Deutsch-Türkisch, Berlin-München 1975) sözlükte (s. 139), Almanca'da "Yakın akrabalarla zina yapan (niedere Umgangssprache) anlamına gelen "Blautschande" kelimesinin Karşılığı "Kızılbaşlık" şeklinde yazılarak açıklanmıştır. Bozkurt, sözlükteki bu açıklamanın cumhurbaşkanına kadar yazılan yazılar sonunda anılan sözlüğün son baskılarından çıkarılmış olduğunu belirtir.
Kızılbaş Türkmenler Türkiye'de de çeşitli adlarla anılırlar. Aşağılayıcı sıfatların yanında, bunlar için genelde Alevî ve Kızılbaş adı kullanılmakla beraber, değişik yörelerde onlar Türkmen, Yörük, Sıraç, Abdal, Çepni, Tahtacı ve Bektaşi adlarıyla da anılmaktadır. Radikal-dinci çevrelerde onlara, aşağılayıcı bir tarzda "Mum söndürenler" deniliyor.
Türk devletinin kurucu unsuru, Türklüğün her yönden taşıyıcıları olan Türkmenlere, kötü anlamlarla, Kızılbaş diye yakıştırılan bu iftiranın kaynağı hep merak konusu olmuştur. Bu iftiranın, oluştuğu muhit veya kültür dairesi, Türk sahası olamaz. Türk değerleri, Türk tasavvuru, Türk inanç alemi, değil kendi soyuna, hiçbir topluluğa böyle bakmaya müsait değildir. Bu olsa olsa, Türk çevresine yabancı, Türk algılayış biçimini kavrayamayan kozmopolit, mozayik kimlik meraklısı muhitin eseri olmalıdır. Bu iftira, asırlardır atılmakta, ancak hiçbir örneğe ve belgeye de dayandırılamamıştır. Oysa, bu Alevi Türkmenler, millî kimliklerine Türk gelenek ve göreneklerine sıkı sıkıya bağlı, Türk hayat tarzını yaşamaktadırlar. Onlar namuslarına büyük hassasiyet gösterirler, kendi muhitlerinden olmayanlarla, kız almak ve vermek gibi bir ilişkiden bile kaçınırlar. Tarihin hiçbir devrinde, ne beylerin ne sultanların. ne de padişahların saraylarının zevk alemlerinin süsü olan, her cînsten cariyeler sürüsünde, onların obalarından çadırlarından çıkma Türkmen kızları görülmemiştir. Türk Töresi, zenginlerin, sultanların saraylarına kızlarını, ne pahasına, hangi şekilde olursa olsun göndermek için, birçok topluluğun adet haline getirdiği bu ilişkiye kapalıdır. Onun içindir ki, Selçuklu ve Osmanlı sultanlarından, Türkmen anadan doğan birkaç kişi vardır. Türkmen kızı evinden obasından gelinliği ile, ancak evinin izzetli hatunu olmak için, ana olmak için çıkar. Bu iftira, yalnız bu topluluğa değil, top yekûn Türk aile kurumuna atılmış bir iftira sayılmalıdır.
Alevi Türkmen soydaşlarımıza atılan bu iftira, genellikle Kızılbaş yahut mum söndürenler veyahut da mum söndü yapanlar diye ifade edilir. Bundan kastedilen şudur: bunlar "gece ayin yaparlar, ayin sonunda lambaları söndürerek birbirlerinin eşleri, kızları veya kız kardeşleriyle ilişkiye girerler." Çoğu zamanda kendi kızı veya kız kardeşi ile ilişkiye girenler anlamında kullanırlar. Şunu da hatırlatalım ki, iftira sahibi şahıs veya çevreler, kendilerinin de çok iyi Müslüman oldukları iddiasını taşırlar. Türkler, tarih boyu, kan düşmanları tarafından dahi, bundan daha ağır bir şekilde suçlanmamışlardır. iftira sahiplerinin, bunu islâmî inançlarının neresine layık görüp oturtabildikleri, düşündürücü ve anlaşılmaz bir haldir.
Bu iddianın en küçük bir kanıtı veya belirtisi bile gösterilememiştir dedik. Biz bu konu ile ilgili olarak, Türklerle alâkalı olmayan, tarihi bir olayın da bu iftiraya kaynak teşkil etmiş olabileceği ihtimali üzerinde duracağız.
Yukarıdaki bölümlerde sırası geldikçe iran'ın, daha doğrusu Fars toplumunun, Şah ismail devrine kadar Sünnî-Şafıî mezhebine mensup olduğunu vurgulamıştık. iran Farslığının, Şiîliği kabulü, Şah ismail'in, Çaldıran savaşında (1514) yenilmesinden sonra Sünnî düşmanı kesilmesiyle, baskı ve kanlı katliamlar neticesinde gerçekleşmiştir. Aynı dönemde, Anadolu'da da Sünnîleştirme politikaları uygulanmaya başlar. Bu değişimlerin oluşmasından sonradır ki, her iki tarafın ahalisi, birbirlerini, mezhebî mensubiyetlerinden dolayı suçlamaya başlarlar. Şiîler, Sünnîleri Yezid yanlısı, Sünnîler de, Şiîleri Rafizî, zındık v.s. olarak suçlarlar. Artık, Sünnîlik Anadolu, Şiîlik/Alevîlik de iran kimliği olarak algılanmaya başlar. Anadolu Sünnîliğinin suçlamalarında iran unsurları ele alınır. Şiîliğin/Alevîliğin suçlanmasında, iranî kimlik söz konusu olduğundan, iran'ın (Farslar'ın) islâm öncesi inanç ve kültür unsurlarının, Anadolu'ya yabancı olanları da, Şiî/Alevi Türkmenlere yakıştırılarak suçlamalara eklenir. Bunlardan, tarihi bir olay çok büyük önem taşıyor ki, kanaatimizce bu iftiranın kaynağını teşkil eden unsurlardan biri olduğunu düşünüyoruz.
iran'da, V. yüzyılın sonlarında, Zerdüştlüğün bir kolu olan Mazdekizm ortaya çıkar. Bu mezhebin kurucusu olan Mazdek adlı biridir. Bu devirde iran Sasanî (Fars) devletinin başında da Kubâd yahut Kuvat bulunmaktadır. Bu ad, Türkçe'de Kabad, sonraları da Kavad olarak telaffuz edilmiştir. Her şeyi mubah ve ortak sayan Mazdek, Kuvad&'ı da, mezhebine sokar. Kuvad, daha iktidar mücadelesi sırasında, hapiste iken, ona muhafızlık eden zindancı,yanına gelip giden karısına aşık olur. Kavad da, karısı ile zindancının cinsel ilişkisine muvaffakat eder, bu nedenle zindandan kaçmayı başarır. Sonra, bir fırsatını bulup hakimiyeti ele alır (485). Kuvat, Mazdeke uyarak, kız kardeşi ile evlenir. Düğününe bilinen dünyanın her yerinden davetliler çağırır ki, bu şekilde bu olay her tarafta duyulur. Daha sonra halk isyan eder, Mazdek kaçar, Kuvad'ı da hapse atarlar. Bilahare, Kuvad'ın evlendiği kız kardeşi kraliçe Kuvadı zindandan çıkarmıştır. Türkler de, bu kavat adını, bugün dahi kullandıkları kötü anlamıyla, konuşma dillerinde kullanmaya başlarlar. Selçuklu Sultanlarında görülen Key-Kubad adı da aynı iranî ada dayanır. iran kültür etkisine, kendilerini unutacak derecede kaptıran bir sarayda, iranî adlar da mutlaka ki, hakim olacaktı.
Tarihçi Kırzıoğlu bu konuya bilhassa dikkat çeker: "Dilimizdekikarısını, kız kardeşini, kızını başkaları ile cinsi ilişkide bulunduran veya böyle hallere göz yuman" mânasına hakaret yerinde kullanılan "Kavat" kelimesi Kitâb-ı Dede-Korkud da sövme ve küfür söyleme sırasında mere kavat, kavat oğlu kava şeklinde geçmektedir, Bu sözün, iran şahı I, Kavad'ın zındıklığı kabul etmesinin hâtırasından kaldığı anlaşılıyor. Lügatlerimizde bunun Arapçakıyâdet' ten çıkan kavvâd sözünden bozma olduğu yazılı ise de, bu Arapça şeklin, Kitâb-ı Dede-Korkud ile göçebe Türkmenlerde görülen kavat'ın, bu iran şâhı ile alâkalı bulunduğunu düşünmek daha doğru olsa gerektir. Şiîliğin/Alevîliğin iran kökenli algılanması gibi bir yanılgıyla, islâm öncesi, iran'da meydana gelmiş olan Kavad olayının verdiği menfi tasavvurlar, mezhebi çekişme devirlerinde, iranlı yahut iran yanlısı gibi kabul edilen Anadolu Türkmenlerine yönlendirilmiş çirkin suçlamanın kaynağını teşkil ettiği yahut edebileceği, dikkatten kaçmıştır.
Bütün menfi yakıştırmalara rağmen onlar Kızılbaş adıyla anılmaktan gururlanmışlar, kızılbaş sözünü bizzat kendilerini ifade etmek için iftiharla kullanmışlar, devletlerini (devlet-i kızılbaş), hükümdarlarını (padişah-ı kızılbaş) ve ülkelerini de (ülke-i kızılbaş) bu tabir ile vasıflandırmışlardır.
Şah ismail bir deyişinde:
"Yüreği dağ olmayınca bağru kanlu la'l-tek
Heç kimin haddi yokdur kim Kızılbaş olmağa,"
derken, Türkmenlerin gururunu okşuyordu.
Alevi Türkmenler, Kızılbaş adını, Osmanlı devşirme idarecilerinin, ahlakdışı anlamlarla kullanıp halka da yayması sonucunda bırakmak zorunda kalmışlardır ki, bazı kesimleri bir süre Bektaşi adıyla anılmış, II. Mahmud'un, 1826 tarihinde Yeniçeriliği lağvetmesi ile Bektaşi adı da yasaklanmıştır. Bundan sonra başlayan sürecin, tespit edemediğimiz bir safhasından itibaren de, bunlara Alevî denilmiş, kendileri de bu ismi benimsemiş ve kullanmaya başlamışlardır. Halbukî Alevî adı, tarihte, Hz. Ali soyundan gelenleri yani yalnızca Seyyidleri tanımlamak için kullanılmıştır. iran Şiî literatüründe de Alevi denilince Hz. Ali'nin soyundan gelenler anlaşılır.
Kızılbaş adının çıkış noktası, Türkmenlerin, çok eski bir Türk geleneğinin devamı olarak Kızıl Börk giymelerine dayanır. Kızıl başlık giymek, Türklerin çok eski bir geleneği idi. Yani Safevî devletinin kuruluş sürecinde, Şeyh Haydar devrinde başlamış değildir. Türkmenlerin milli-itikadî geleneklerince giydikleri Kızıl Börk'den dolayı, siyasi olarak Safevî yanlısı, itikadî olarak da Şiî anlamında Kızılbaş diye anılması, XVI. yüzyılın başlarından itibaren görülmüştür.
Prof. Dr. Faruk Sümer de bu konuyu önemle vurgular: "XIII. ve XVI. yüzyıllarda Anadolu'daki Türk göçebe unsurunun kızıl börk giydikleri kesin bir şekilde bilinmektedir. Bu usulün daha sonraki yüzyıllarda da yaygın olduğunda şüphe yoktur. Bu nedenle Safevî mürîd ve askerlerinin giydikleri külâh ve taçların kızıl renkte olmasının bu gelenekle ilgili bulunması her halde imkânsız değildir."
Hatta şunu da belirtmek gerekir ki, Türkler arasında, onlara mahsus hale gelmiş olan Ali'ye saygı, Ehlibeyt-i Nebevî'ye sevgi, hattâ Kerbelâ şehitleri için (dökülen) gözyaşları, Şiîlik için bir kanıt sayılmaz. Bunlar, Şiîlik ile sünnîliğin arasında çekişmelerin bulunmadığı bir dönemde, halk edebiyâtında da kullanılan temalardır. Bu çekişme XV. Yüzyıl sonlarından önce görünmeyecek ve özellikle XVI. Yüzyıl başlarında kendini belli edecektir.
"Kızıl tac kabul edildikten sonra, iran'daki Safevî şahlarına tâbi olan bu zümreye Sünnîler tarafından kızıl-baş denilmiş, aleyhlerine birçok kötü isnâdlar uydurulmuş ve bu ad muhâlifleri tarafından daima tayip (ayıplama) maksadı ile kullanılmış, buna karşılık kendileri tarafından da kızıl elbisenin ve bilhassa kızıl tacın kudsiyetine âit bir hayli hikâyeler icât edilmiştir." Bunların içinde, Kızıl börk giymenin kaynağı olarak en yaygın olanı Hz. Ali ile alakalı olanıdır. Rivayete göre, Hz. Peygamber'in de katıldığı bir savaşta (?), Hz. Peygamber'in, ok darbesiyle bir dişi kırılır ve düşer. Bunu gören Hz. Ali, Hz. Peygamber'in mübarek dişini alır ve kaybolmasın diye kendi başına çakar ve böylece muhafazaya alır. Hz. Ali'nin başı kanar ve bütün başlığını (yahut sarığını) kırmızıya boyar. Bunun için de, bu olaya atfen Kızıl börk giyilmiş. Bu anlatım halkın itikadî tasavvurunda yaratılmış olup, aslı yoktur. Bu misalde olduğu gibi, Her ne kadar Aleviler, Kızılbaş adının islâm'dan kaynaklandığını söyleseler de bu adın islâm'la bir ilgisi yoktur.
Her şeyden önce bu ad Türkçe'dir. ikinci önemli neden ise Aleviliğin hiç bulunmadığı bölgelerde bile Türkler arasında kullanılır. Genellikle "sapkın inanç" anlamına gelir. "Müneccimbaşı da, Kızılbaşlar sözünü genellikle, Şah ismail ve Safevî devleti mensuplarından çok, Anadolu ve Anadolu'dan Şah ismail'e giden Türkmenler için kullanır. Osmanlının karşısında olunca kızılbaş, yanında olunca Türkmen diye ifade edilir.
Kızılbaş sözü, aynı inançta (Alevi) olanların tamamını kapsamaz. Kızılbaş sözü yalnızca Şiî-Alevi inançlı Türk soylulara mahsustur. Bunların dışındaki Şiî zümrelere ve Bektaşilere bu ad verilmez. Kızılbaşların erkânında Bektâşi erkânının büyük etkisi inkar edilemez; fakat bu mezhebi Bektaşilikle karıştırmamak lazımdır. Bektâşi'lik bir tarikattır ve her isteyen bu tarikata girebilir ise, de kızılbaşlığa giremez. Kızılbaş, erkek olsun, kadın olsun, mutlaka kızılbaş soyundan gelir. Bunun içindir ki "Bütün Kızılbaşlar Bektaşi, fakat bütün Bektaşiler Kızılbaş değildir" genel tespitine varılmıştır. iran'da da Kızılbaş sözü yalnızca Şiî Türkler için kullanılır.
Dede-Baba Bedri Noyan, bunların hepsinin Caferî mezhebine mensup olduğuna işaretle, "Caferi topluluğu Türkiye'de esaslı iki koldur: Esas Babagân (Bektaşiler) ve Dedegân kolu (Alevler)dur. Bektaşilerin, genel olarak, köylerde yaşayan bölümüne Alevi denir. Halk arasında bunlara Kızılbaş da denir." diye ayırır. Sosyolog Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Alevi zümreleri arasındaki küçük nüans farklarına rağmen onları Türk standart kültürü'nün temsilcileri olarak tanımlar.
Bugün, Asya kıtasının birçok yerinde rastladığımız, Kızılbaş adıyla anılan zümrelerin hepsi de Türk/Türkmen asıllıdır.
Anadolu ve Azerbaycan'ın dışında, büyük çoğunluğu iran'da yaşarlar ki, buların da büyük ekseriyeti, Safevîler dönemi Anadolu'dan giden Türkmenlerdir.