işte bu beyaz kuğu, yani karadeniz vapuru bizzat bir mustafa kemal atatürk projesiydi. yüzen bir fuardı karadeniz vapuru...
vapurun içinde türk mallarından oluşan sergiler vardı.
üzüm, incir, hereke halıları, kütahya çinileri, lokum, edirne sabunu, nakışlar, bakır tepsiler, tütün, yün, deri, koza, fındık...
tamamı yerli ve milliydi.
yüzde yüz türk malı ürünlerdi.
ama bu kadar değil.
sergi salonlarında sanayi nefise mektebi öğrencilerin yaptığı heykel, resim ve biblolar vardı...
bu kadar da değil.
ibrahim çallı, hüseyin avni lifij, osman hamdi bey, feyhaman duran gibi türk ressamlarının tabloları asılıydı karadeniz vapurunun sergi salonlarında...
işte, karadeniz vapuru bu halde ve bu maksatla ilk seferine çıktı.
vapurda 180 yolcu 105 mürettebat vardı.
vapurun yolcuları türkiye'nin aydınlarıydı.
milletvekilleri, gazeteciler heykeltraşlar, ses sanatçıları tiyatro sanatçıları, ressamlar, iş insanları... https://galeri.uludagsozluk.com/r/2221878/+
şeyh ata efendi, ahmet yesevi geleneğine bağlı, üsküdar sultantepe'deki özbekler tekkesi'nin postnişiniydi...
1. dünya savaşı sona erip, istanbul itilaf devletleri tarafından işgal edilmesi ile birlikte, özbekler tekkesi bir kuvayi milliye üssü olmuş, şeyh ata efendi de karakol örgütü ile birlikte hareket ederek(kurucu üye) istanbul'dan anadolu'ya yapılan silah, mühimmat ve insan sevkiyatında aktif rol oynamıştı.
örneğin; ismet inönü, mehmet akif ersoy, halide edip adıvar, yunus nadi gibi isimler özbekler tekkesi ve ata efendi vasıtasıyla anadolu'ya geçmişlerdir.
şeyh ata efendi, iyi ve kıymetli bir din adamı olduğu kadar aydın bir insandı.
bu yüzden 1925 yılında çıkarılan tekke ve zaviyelerin kapatılmasına dair kanundan özbekler tekkesi muaf tutuldu ve kapatılmadı. özbekler tekkesi bir edebiyat mekanı, bir söz meclisi olarak faaliyetlerini sürdürdü. https://galeri.uludagsozluk.com/r/2221880/+
ulu önder mustafa kemal atatürk, türkiye'yi tanıtacak olan karadeniz vapuruna şeyh ata efendi'yi de davet etti ve ata efendi de karadeniz vapuru yolcuları arasındaki yerini aldı.
ata efendi'nin karadeniz vapuru ile yaptığı seyahate dair bildiğimiz şey ise, ata efendi'nin eyfel kulesine çıkıp ezan okumasıdır.
karadeniz vapuru'nun 2. durağı olan la havre limanında, gemi 3 gün kalmış, bu 3 günlük süre içinde gemide türk ürünleri sergilenirken, bir heyet de 3 saat uzaklıktaki başkent paris'e gitmiş.
paris'e gidenler içinde bulunan ata efendi de eyfel kulesine çıkarak ezan okumuş. https://galeri.uludagsozluk.com/r/2221881/+
bugün geldiğimiz noktada, atatürk ve cumhuriyet düşmanları atatürk'ü sürekli din düşmanı gibi göstermeye çalışıp, onun en büyük projesi olan cumhuriyetimizi yıkıp çağdışı bir rejimle yönetilmemiz için algılar yapıyor yıllardır.
sıkıştıkları yerde de yine dini kullanarak "ezanlarımızı susturamayacaklar" diyerek kendilerini sanki dini değerlere önem veren kimselermiş gibi gösteriyorlar ya...
atatürk türkiyesinin ve cumhuriyetimizin hiçbir dini değerle sorunu yoktur, olmamıştır.
bu ülkede ne ezan, ne de ibadet yasaklanmıştır.
bilakis insanların dini hislerine değer katan hamleler yapılmıştır atatürk türkiyesinde.
işte bugün islam dinini öyle bir hale getirdiler ki, bir müslüman din adamı bugün çıkıp eyfel kulesinde ezan okumaya kalksa onu terörist diye indirirler, ama atatürk dönemindeki devlet itibarı sayesinde türk ve müslüman biri eyfel kulesine çıkıp ezan okuyor ve tepki gösterilmenin aksine bir de alkışlanıyor...
unutmayınız ki, dini dinsizler değil, dinciler bu hale getirdi ve böyle giderse de dinciler yüzünden dinler yok olacak...
bu yasak aşk yüzünden mari, ermeni toplumu tarafından dışlandı. hatta ailesi bile onu reddetti.
mari sanata ve aşkına tutunuyordu, açtığı sergiler pek çok ödül aldı, ama hem ermeni olmasın, hem de evli biriyle aşk yaşıyor olmasından dolayı türk basını ondan bahsetmedi bile...
mari bir yanda yalnızlığı, bir yanda imkansız aşkı ile daha fazla dayanamadı.
büyük kulüp üyeleri, o gece orada olan özel misafir bedri rahmi eyüboğlu'na ricada bulunarak şiir okumasını istediler.
bedri rahmi onları kırmadı, kalktı ve şiirini okumaya başladı. bir yandan şiiri okuyor, bir yandan da mendili ile gözyaşlarını siliyordu.
Karadutum,çatal karam,çingenem,
Nar tanem, nur tanem, bir tanem..
Ağaç isem dalımsın salkım saçak..
Petek isem balımsın ağulum..
Günahımsın, vebalimsin.
Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan..
Yoluna bir can koyduğum..
Gökte ararken yerde bulduğum..
Karadutum, çatal karam, çingenem..
Daha nem olacaktın bir tanem..
Gülen ayvam, ağlayan narımsın..
Kadınım, kısrağım, karımsın.
Sigara paketlerine resmini çizdiğim,
Körpe fidanlara adını yazdığım,
Karam, karam
Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam.
Sıla kokar, arzu tüter,
Ilgıt ılgıt buram buram..
Ben beyzade, kişizade,
Her türlü dertten top yekun azade..
Hani şu ekmeği elden suyu gölden.
Durup dururken yorulan
Kibrit çöpü gibi kırılan
Yalnız sanat çıkmazlarında başını kaşıyan
Artık otlar göstermelik atlar gibi bedava yaşayan
Sen benim mihnet içinde yanmış kavrulmuşum.
Netmiş, neylemiş, nolmuşum
Cömert ırmaklar gibi gürül gürül
Bahtın karışmış bahtıma çok şükür.
Yunmuş, yıkanmış adam olmuşum
Karam, karam
Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam..
Sensiz bana canım dünya haram olsun...
işin ilginç yanı, bedri rahmi yasak aşkı mari gerekmezyan için yazdığı "karadutum" şiirini okurken, eşi eren eyüboğlu da hemen yanında oturuyor ve herkes gibi o şiiri kendisi için yazmadığını biliyordu...
sülayman şefik paşa, milli mücadele'nin başladığı 1919 yılında harbiye nazırıydı.
akabinde, kuvayi milliye'ye karşı kurulan kuvayi inzibatiye'nin komutanlığını yaptı, sivas kongresini basıp mustafa kemal ve yanındaki kuvayi milliyecileri tutuklayıp istanbul'a götürmek ve onları ingilizlere teslim etmek, hayatının tek motivasyon kaynağıydı.
başarılı olamadı tabi göt.
sonra kurtuluş savaşımızı kazandık, süleyman şefik paşa, ingilizlerle dost olup kuvayi milliye'ye düşman olan her vatan haini gibi yurtdışına kaçtı, yüzellilikler listesine alındı...
süleyman şefik paşa halep'te görevliyken, yahudi asıllı rakkase raşel hanım ile evlendi. ama halife efendimiz (vahdettin) ve ümmetimizin tepkisini çekmesin diye, raşel olan eşinin adını ayşe'ye çevirmişlerdi.
süleyman şefik paşa'nın raşel hanım'dan 4 çocuğu oldu. rabia, perizat, sihamettin ve belkıs...
sihamettin, yani bilinen adıyla Siham Kemali Söylemezoğlu ise türkiye'nin ilk maden kralıdır.
sihamettin'in eşi sevinç tevs türkiye'nin ilk jazz sanatçılarından olup, amerika'da grammy ödülü almış bir müzisyendir.
sihamettin-sevinç tevs evliliğinden ise türkiye'nin en ünlü söz yazarı ve bestecilerinden biri olan şehrazat dünyaya gelmiştir.
gelelim şehrazat'ın küçük halası belkıs hanım'a...
benli belkıs, yemen'de yaşama gözlerini açmış, nişantaşı'da dünyaya gözlerini yummuş nev'i şahsına münhasır bir türk kadını.
babası hain süleyman şefik paşa. lakin cumhuriyet süleyman şefik paşa'yı yüzellilikler listesine almış ama ailesini, çocuklarını babasının yaptığı hainlikten muaf tutmuş, onlarla hesaplaşmamış.
işte belkıs hanım, böyle bir babanın çocuğu olmasına rağmen, cumhuriyetin ona tanıdığı birey olma ayrıcalığı sayesinde, babası sürgündeyken dahi babasına ait marko paşa konağında büyümüş yetişmiş, genç bir kız olmuştu. https://galeri.uludagsozluk.com/r/2212854/+
tabi belkıs hanım'ın ailesi, bir yandan lüks yaşam, diğer yandan 30 odalı koca marko paşa konağı'nın masrafları karşısında ekonomik zorluğa düşmüştü.
eve tam haciz gelmek üzereyken, belkıs hanım'a zengin bir talip çıkmıştı.
henüz 14 yaşındaki belkıs'a, bursalı ünlü tütün tüccarı ihsan doruk talip olmuştu.
belkıs, önce kendisinden çok yaşlı olan bu adamla evlenmek istemedi, ama ailesinin zor durumda olması onu bu evliliğe mecbur bırakmıştı.
böylece belkıs, ihsan bey ile evlenip fırtınalı, bir o kadar da renkli hayatına başlangıç yapmıştı...
lakin ihsan bey ile olan evliliği kısa sürdü.
belkıs hanım henüz 17 yaşındayken, tbmm başkanı kazım özalp'in oğlu enver bey ile bir yasak aşk yaşadılar. böylece ihsan bey, belkıs'tan boşandı. lakin belkıs'a boşanırken yüklü miktarda bir tazminat da ödemişti ihsan bey...
zengin, genç, güzel ve dul belkıs hanım istanbul sosyetesinin en gözde simalarından biri haline gelmişti. yanağındaki belirgin ben sebebiyle de bundan böyle "benli belkıs" olarak anılmaya başlamıştı. https://galeri.uludagsozluk.com/r/2212850/+
benli belkıs 20'sine geldiğinde avukat sadi rıza dağ ile ikinci evliliğini yapmıştı.
bakınız, sadi rıza dağ, türkiye'nin ilk güzellik kraliçesi olan feriha tevfik'in eski eşiydi. yani, adam türkiye güzelinden boşanmış ve benli belkıs ile evlenmişti. bu da benli belkıs'ın ne kadar çekici bir karakter olduğuna dair önemli bir ayrıntı sanırım...
lakin benli belkıs'ın bu 2. evliliği de kısa sürmüştü.
belkıs hanım bu ikinci evliliğinden de güzel bir tazminat almıştı.
artık yeni ufuklara yelken açıyordu.
1938 yılında mısır'ın zemalek valisi gallini fehmi paşa ile 3. evliliğini yaptı.
belkıs hanım henüz 21 yaşındaydı, kocası fehmi paşa ise tam 90 yaşındaydı...
bu evlilik ile birlikte belkıs hanım gold digger olmakla suçlandı.
fehmi paşa'nın oğullarından ölüm tehditleri aldı.
öyle ya, ortada çok büyük bir servet söz konusuydu. benli belkıs'a bu serveti yedirmezlerdi.
lakin benli belkıs güzel olduğu kadar akıllıydı da.
güzelliği, seksapeli ve çekiciliği ile erkeklerin aklını almasını bildiği gibi, pazarlık konusunda da son derece becerikliydi.
belkıs hanım ve fehim paşa'nın oğulları, boşanma konusunda kora kor bir pazarlık yaptılar ve nihayet benli belkıs yüklüce bir servet karşılığı biricik aşkı(!) fehmi paşa'dan boşandı ve 1939 yılında istanbul'a geri döndü...
bu arada ikinci dünya savaşı başlamıştı.
benli belkıs'ın işleri(!) kesattı.
savaş yıllarında gün gazetesi'nin sahibi ilhan bayramoğlu ile aşk yaşadı, nişanlandılar. evlilik hazırlıkları yaptıkları sırada ilhan bey'in hem mah'a, hem mi6'e hem de almanya adına çalışan bir çift taraflı, hatta 3 taraflı ajan olduğu ortaya çıkınca bu ilişki yarım kaldı...
ikinci dünya savaşı yıllarından sonra benli belkıs paris'e yerleşti.
kısa süre sonra burada avukat eduard pinaud ile aşk yaşamaya başladı. eduard pinaud fransız parfüm kralı, sanayi devi olan ed. pinaud şirketinin veliahtıydı. yani bu da çok zengindi.
benli belkıs, sanayi kralının avukat oğlu ile 4. evliliğini yaptı.
tabi benli belkıs boş durmuyordu.
eduard pinaud ile evli olduğu sırada, sherlock holmes'un yaratıcısı, arthur conan doyle'un oğlu, yakışıklı ingiliz genci adrian conan doyle ile yasak aşka düştü...
pinaud ile evli olmasına rağmen, doyle ailesinin yüz odalı şatosunda yaşamaya başladı.
bu yasak olmasına rağmen aleni olarak yaşanan aşk, dünya basınında uzun süre gündem olmuştu.
benli belkıs, tabi her çiçekten bal almaya devam ediyordu.
avrupa'nın altını üstüne getiren belkıs hanım, aşk maceralarının arasında venedik kontu'nun oğlu olan avrupanın sosyetik hanımlarının rüyalarını süsleyen giorgio gini'yi de eklemişti.
çok hızlı yaşıyordu belkıs hanım, çok...
bakınız burası çokomelli, belkıs hanım avrupa'da belkıs kemali adını kullanıyordu.
bir defasında bir trafik kazasına karışmıştı. üstelik alkollüydü...
tabi gazeteler soyadından ötürü; "mustafa kemal'in kızı kaza yaptı" diye haber yapmışlardı.
bu durum türkiye ile avrupa arasında bir diplomatik krize yol açmıştı...
neyse, 1950'lerin ortalarına kadar avrupa'nın altını üstüne getiren belkıs hanım, nihayet yurda döndü.
döner dönmez de istanbul şoförler odası başkanının oğlu tevfik yürüten ile 5. evliliğini yaptı.
cumhuriyet rejimi belkıs hanım'ı dışlamamış, cezalandırmamış, ona bir hayat sunmuştu.
babası yüzellilik bir vatan haini olmasına rağmen, belkıs hanım mustafa kemal atatürk ile bir baloda dans bile etmişti...
belkıs hanım'ın türkiye yılları da çok renkli geçiyordu.
gazeteciler röportaj için kapısında yatıyordu.
moda dergilerinin, moda sektörünün vazgeçilmeziydi.
belkıs hanım, o dönem yeni çıkan bikiniyi türkiye'de ilk kez giyen ve bikini ile poz veren ilk türk kadını olmuştu.
hani bir kısa fıkra var...
16 Nisan: Kaptan benimle olağanüstü ilgileniyor.
17 Nisan: Kaptan beni yemeğe davet etti.
18 Nisan: Kaptan yemekte eğer aşkını kabul etmezsem gemiyi batıracağını söyledi.
19 Nisan: Yolcuları kurtardım...
işte bu kısa fıkra tamamen gerçektir aslında ve burada yolcuları kurtaran kişi bizim benli belkıs'tır...
velhsasılı kelam, belkıs hanım çok hızlı yaşamıştı ve genç ölmüştü.
bu hızlı ve fırtınalı hayat 19 temmuz 1972'de 55 yaşındayken nişantaşı'ndaki bir apartman dairesinde geçirdiği kalp krizi sebebiyle son bulmuştu. https://galeri.uludagsozluk.com/r/2212849/+
belkıs hanım yaşantısını şöyle tarif etmişti;
“Yüzlerce defa seviyorum sanıp âşık oldum. Tam istediğim erkeğe rastlamadığım için hiç çocuk yapmadım”
osmanlı'da orduya alınan genç oğlanlar içinden atik, çevik ve hızlı koşabilenler, işte bu peykler medresesine kaydedilir, ulaklık-haberleşme işlerinde kullanılırlardı. https://galeri.uludagsozluk.com/r/2211771/+
esasen bu peyklerin kullanımı, osmanlı'^dan çok daha önce, büyük selçuklu devleti'nde nizamülmülk döneminde başlatılmıştı.
büyük selçuklu veziri nizâmülmülk, siyâsetnâme’sinde belli başlı yollara peykler koyup onlara aylık tahsisat tayin etmek gerektiğini, böyle yapıldığı takdirde uzak mesafedeki bir yerden bile haberin merkeze hızlı bir şekilde ulaşacağını söyler.
işte yukarıda bahsettiğim edirne'deki peykler medresesi, fatih sultan mehmet tarafından kurulmuş, osmanlı devleti'nin ulak-haberleşme-resmi posta ihtiyacını karşılayacak bir kurumdu.
istanbul'un fethinden sonra, bugünkü sultanahmet'te de bir peykhane kurulmuştu.
(bkz: peykhane caddesi)
bu peykler, peykhanelerde çok özel eğitimlere tabi tutulurlardı.
örneğin, peykhanelerde çıplak ayakla kızgın kumlarda koşma antrenmanı yaptırılırdı peyklere.
son derece zorlu eğitimini tamamlayıp peyk olmaya hak kazanan liyakatli bir peyk, günde 150 kilometre koşabilirdi.
bu müthiş koşucu peykler, yolda başlarına gelebilecek herhangi bir insan-haydut yahut vahşi hayvan saldırısından korunmak için "teber" adı verilen baltalardan taşırlardı. https://galeri.uludagsozluk.com/r/2211769/+
yine koşucu peyklerin kuşaklarında çıngıraklar vardı, bu çıngıraklar peyk koşarken ses çıkarır, kalabalık bir ortamda koşuyorsa, ahalinin ona yol vermesini sağlardı. bir nevi siren gibi.
ayrıca yine bu çıngıraklar, peykin koşu temposu için önemliydi, çıngırakların çıkardığı ses, peykin koşu temposunu ayarlamasına yardımcı olurdu.
bu küre sayesinde solunumlarını düzenliyor, dalaklarının şişmesini önlüyorlardı.
yine bu peykler, beslenmelerini de koşarken yapıyorlardı. ayrıca yanlarında bir kesede akide şekeri ve badem şekeri taşıyorlar, bunları yiyerek enerjilerini koruyorlardı...
gel zaman git zaman, osmanlı'da bu peykler burjuvaların pahalı oyuncakları haline gelmişler.
örneğin ismini vermek istemediğim bir osmanlı valisi, bulunduğu şehrin zenginlerinden birinin tam 8 tane peyki olmasını kıskanmış, zira kendisinin sadece 5 peyki varmış ve bu kıskançlığından dolayı bu zenginin 8 peykini öldürtmüş...
tabi olan yine garibana, emekçiye olmuş.
8 peyki olan zengin adam vali tarafından katledilen 8 peykinin yerine hemen 4 peyk daha almış, böylece valinin peyk sayısının altında kalarak yaşamına devam etmiş.
hayır ulan, madem ki senden daha fazla peyki var adamın, peykleri neden öldürüyorsun dürzü? çağır yanına, "peyk sayını azalt" diye talimat ver. öldürmek nedir?
bu peyk sahibi olma işi çok büyük şımarıklıklara da sahne olmuş.
osmanlı zenginleri ve sonradan görmeleri peykleri saçma sapan kişisel iletiler için kullanır olmuşlar.
böylece bir zamanlar çıngırağı uzaktan duyulduğunda önünden çekilmek zorunda kalınan peykleri kimse önemsememeye başlamış, koşu tempoları düşen peykler sahipleri tarafından işkenceler ile cezalandırılmışlar.
ha bir de osmanlı'daki fakirlik korkunç boyutlarda.
18-30 yaşlar arası formda olan, hızlı koşan peykler yaşlanıp performansları düştükçe yenileri ile değiştirilmiş, ıskartaya çıkarılan peykler de fakir, fukara, aç bilaç şekilde can vermişler hep...
böyle böyle 19. yüzyıla kadar peyk teşkilatı devam etmiş. osmanlı'da resmi görevde kullanılan peykler 3 mayıs 1829'da yayımlanan bir kanun hükmünde kararname ile kaldırılmış. tabi burjuva sınıfın peyk kullanımı bir süre daha devam etmiş, lakin demiryollarının posta işlerinde kullanılmaya başlanmasıyla özel sektör peykçilik de son bulmuş...
kıssadan hisse;
yazının başında da değindiğim üzre, peyk kelimesinin sözlük anlamı "başkasına bağımlı/tabi olan" kimselerdir.
osmanlı'da halkın büyük bölümünün yoksul, gariban, fakir ve vasıfsız olmasından dolayı varlıklı zümreler tarafından kullanılan bu garibanlar ne yazık ki günümüzde de farklı şekillerde varlığını sürdürüyor.
işte sizlere tarihten örnekler verdim.
bir başkasına bağımlı olmak, bir başkasına tabi olmak, bir başkasının peyki olmak sizlere ancak ve ancak sefalet getirir.
insan düşünebilen bir varlıktır.
düşünün, sorgulayın...kimseye körü körüne tabi olmayın, biat etmeyin. kısaca peyk olmayın.
peyk olmaya devam edenlerin sonu ne yazık ki peykler gibi olacaktır...
süleyman demirel ve yanında bir çocuk.
fakat o da ne?
çocuğun elinde üzerinde bülent ecevit fotoğrafı basılı chp bayrağı var.
demirel adalet partisi genel başkanı oysa ki...
işte bu fotoğraf aslında çok şey anlatıyor.
bu ülkenin nereden nereye geldiğini çok net ortaya koyuyor...
rahmetli süleyman demirel'in mitinglerinden birinde, meydanda bir çocuk, elinde chp bayrağı sallıyor.
tabi miting esnasında bu durum demirel'in dikkatini çekiyor ama kimse çocuğa müdahale etmiyor.
bir düşünün, bugün akp mitinginde bir çocuk chp bayrağı sallasa ne olur?
miting meydanındaki insanlar kimseye fırsat vermeden ve o kişinin çocuk olduğuna bakmadan linç ederler değil mi?
ama eski türkiye'de, o yıllarda o çocuk mitingin sonuna kadar chp bayrağı sallıyor, hatta demirel çocuğu yanına davet ediyor.
birlikte gazetecilere poz veriyorlar, demirel çocuğa diyor ki; "haydi şimdi salla o bayrağı da bülent bey'e selam gönderelim..."
şu insanlığa, şu naifliğe bakar mısınız?
çocuk işte...çocuklar mutlu edilmeli, siyasete alet edilmemeli, kötü sözler söylemesine fırsat verilmemeli, çocuklara insanlık, sevgi ve barış öğretilmeli, örnek olunmalı...
johann abimizin büyük büyük dedesi aslen yahudi olup, avrupa'daki engizisyon baskısından kurtulmak için katolik olmuş bir konverso'dur.
her neyse, bu gereksiz bilgiyi bir kenara bırakalım güzel mavi tuna valsine dönelim...
vals, tüm avrupa'yı kasıp kavuran bir dans haline gelmiş, besteciler yeni ve hit valsler bestelemek için birbirleri ile yarışır hale gelmiştir.
öyle ki, bu vals akımına osmanlı türkiyesi de ayak uydurmuş, kafir dansı(!) vals, 1840'larda ümmetin halifesinin sarayına girmişti.
padişah abdülmecid, valsi öyle bir beğenmiş, öyle bir beğenmişti ki, bir fransız orkestrasını sarayda konser vermek için istanbul'a getirtmişti.
fransızlar da saraya gelmiş, abdülmecid'e özel muhteşem bir konser vermişlerdi.
padişah abdülmecid'in fransızları hayran hayran izlemesi saray bestekarı hammamizade ismail dede efendi'yi kızdırmış, padişah ve halife efendimizin gavur valsleri dinlemesine gönlü razı olmamış ve bu dönemde "yine bir gülnihal" adıyla hepimizin bildiği ilk türk ve müslüman valsini bestelemiş ve sultan abdülmecid'e sunmuştur...
ilk osmanlı valsi olan yine bir gülnihal, dede efendi'nin daha evvel halil paşa adına gülnihal kalfa için yazmış olduğu bir şiirdir.
gülnihal kalfa'yı tavlayıp yatağa atmak arzusuyla yanıp tutuşan halil paşa, ismail dede efendi'ye yüklü bir ödeme yaparak bu şiiri yazdırmış ve şüphesiz ki amacına ulaşmıştır.
işte dede efendi, fransızlara kızarak, sadece 1 gece içinde bu şiiri vals formatında bestelemiş ve böylece ilk osmanlı valsi ortaya çıkmıştır...
şimdi dönelim johann strauss'a...
abdülmecid döneminde osmanlı sarayı'nın bir vazgeçilmezi olan vals, abdülmecid sonrası tahta geçen kardeşi abdülaziz döneminde de vazgeçilmez olmaya devam etmişti.
üstelik sultan abdülaziz, ağabeyi abdülmecid'den farklı olarak bizzat kendisi vals bestelemiş, çıtayı bir hayli yükseltmişti.
abdülaziz'den sonra tahta çıkan yeğeni 5. murad'da amcasının izinden giderek vals besteleyen padişahlar arasına adını yazdırmıştı.
(bkz: vals besteleyen islam halifesi)
işte komple müzisyen olan padişah ve halife efendimiz sultan abdülaziz, aynı zamanda yurtdışı seyahatine çıkmış olan yegane osmanlı padişahıdır.
sultan abdülaziz çıktığı avrupa seyahatinde fransa, ingiltere, belçika, almanya'ya uğramış nihayetinde dönüş yolunda avusturya-macaristan'ın başkenti viyana'ya gelmiş burada johann strauss ii ile tanışmış, johann strauss'un verdiği konsere katılmış ve ünlü bestekar ile müzik üzerine uzun uzun konuşmuştur.
işte bu konuşmaların birinde sultan abdülaziz, johann strauss'a avusturya'nın can damarı tuna nehri'ni göstererek, "ne muazzam bir nehir, sizde doğuyor, bizim topraklarımızda devam ediyor. tıpkı vals gibi..." diyerek johann strauss'a ilham kaynağı olmuş, ayrıca müzisyene yüklü bir bağış yaparak çalışmaları için osmanlı'ya davet etmiştir...
yani sevgili arkadaşlar, dünyaca ünlü güzel mavi tuna-the blue danube valsi'nin fikir babası ve de sponsoru osmanlı padişahı abdülaziz'dir...
tabi, sizler osmanlı torunu olmaya farklı açıdan baktığınız için, osmanlı padişahlarının bu yönlerinden bihabersiniz.
osmanlı padişahlarının ilgilendiğiniz yönü alnı secdeden kalkıp kalkmadığı ve abdestsiz evrak imzalayıp imzalamadığıyla sınırlı ne yazık ki...
ne zamandır yazmıyorum başlığa, mesaj geldi "neden yazmıyorsun" diye, belki bu hafta sonu birkaç hayali cihan değer hatıratı paylaşırım. bugün bir tane yapalım hatta...
ahmet abimiz, endonezya'nın kurucu lideridir.
2. dünya savaşı yıllarına kadar hollanda sömürgesi olan endonezya, 2. dünya savaşında hitler hollanda'yı işgal edip patlatınca, japon işgaline uğramış, endonezya'daki hollandalılara karşı da sukarno abimiz japonlarla işbirliği yapmış, hatta japonlardan bağımsızlık talep etmiş, lakin 2. dünya savaşı bitince hollanda tekrar endonezya'ya hakim olmaya çalışmış ama ahmet abimiz hollandalıları yenmiş ve de endonezya bağımsızlığına kavuşmuş...
tabi nüfusunun büyük çoğunluğu müslüman olan endonezya'nın bağımsızlığını ilk tanıyan ülkelerden biri de biz olmuşuz ve ahmet abimiz ile iyi ilişkiler tesis etmişiz.
çok güzel geçen türkiye ziyareti, halkın ahmet sukarno'ya büyük ilgisi, devlet törenleri, karşılıklı iyi niyet antlaşmaları derken ziyaret sona ermiş.
sukarno abimiz ayrılırken çok memnun ayrılmış, özellikle gezinin istanbul ayağı onu çok mutlu etmiş, ayrılırken kendisini uğurlayan hariciyecilerimize "yine geleceğim inşaallah" diyerek tayyaresine binip ülkesine dönmüş...
tabi bu ziyaret sonrası bizimkiler de son derece memnunlar, tarihi bağlarımızın olduğu dost ve kardeş bir ülkenin liderini iyi ağırladıklarını düşünüyorlar, özellikle hariciyecilerimiz dört gözle endonezya hükümetinden gelecek "teşekkür mesajını" beklerlerken, endonezya dışişleri bakanlığından türkiye'ye bir kınama mesajı geliyor...
bak sen şu işe...
günlerce liderlerini yedirip içirdiğimiz, saraylarda ağırladığımız endonezya, bize teşekkür edeceğine, kınama mesajı yolluyor ve endonezya büyükelçisi bu mesajda liderleri ahmet sukarno'nun istanbul'da belsoğukluğu kaptığını belirtiyordu...
belsoğukluğu...
aman allah'ım...!!!
tabi bu rezil durum cumhurbaşkanımız celal bayar'ın kulağına kadar gidiyor, celal bayar son derece naif terbiyeli bir insan, utancından yerin dibine giriyor, çok kızıyor, dışişleri bakanı fatin rüştü zorlu'yu çok şiddetli bir şekilde azarlıyor. tabi fatin rüştü zorlu, bayar'dan paparayı yiyince, o da başta istanbul valisi olmak üzre, tüm hariciyecileri sıradan geçiriyor ve bu rezaletin sorumlusundan hesap sorulması talimatını veriyor...
endonezya lideri ahmet sukarno'nun kadın düşkünü olduğunu duyan bizim muzır hariciyeciler, misafir devlet başkanına bir jest yapmak istiyorlar ve sukarno'ya bir gecelik "kaçamak" programı ayarlıyorlar.
sukarno'da gelen bu ikrama hayır diyemiyor ve lüks nermin ablanın kızlarından biri ile istanbul'da şehvetli bir gece geçiriyor.
ama meğer sukarno'nun birlikte olduğu hatun kişisi belsoğukluğu hastalığından muzdaripmiş ve bu hastalığı da o gece sukarno'ya bulaştırıvermiş...
işte bu olayın sorumlusu olarak itham edilen lüks nermin ablamız, 50'li ve 60'lı yılların istanbul'unun en önemli simalarından biriydi.
siyasetçiler, büyükelçiler, bürokratlar, futbolcular, fabrikatörler, zenginler, istanbul'a kaçamağa gelen anadolu'nun toprak ağaları tekmili birden lüks nermin'in beyoğlu zambak sokak'ta sahip olduğu genelevinin müdavimleriydiler...
lüks nermin, demokrat parti dönemi boyunca müşterileri ile kurduğu güzel ikili ilişkiler neticesinde istanbul'daki konumunu güçlendirmiş, devlet ve hükümetteki önemli tanıdıkları sayesinde "dokunulmaz" birgenelev patroniçesi olmuştu.
öyle ki, politikacılar ve bürokratlar nermin ablalarının bir dediğini iki etmiyorlardı.
misal, lüks nermin, o dönemin ahlak zabıtası şefi aziz efendiyi bir telefonla sürdürmüştü. https://galeri.uludagsozluk.com/r/2208331/+
tabi lüks nermin abla, bazı durumlarda sukarno olayında olduğu gibi, devlet görevlilerinin bazı ufak taleplerini de yerine getiriyor, misafirlerimizi mutlu etmek(!) için elinden geleni yapıyormuş...
işte sukarno olayı, belsoğukluğu kınaması ile birlikte lüks nermin abla tepetaklak olmuş, bu olayın baş suçlusu ilan edilmişti.
bir zamanların kudretli lüks nermin'i, birdenbire devletin gözünde fuhuşçu mama nermin'e dönüştürülmüştü...
lüks nermin'i asıl bitiren olay ise, bir polis baskınında yazıhanesinde ele geçirilen bir bavul dolusu dolar olmuştu.
bu baskın sonrası lüks nermin abla tutuklanmış, cezaevine gönderilmiş, hapisten çıktıktan sonra ise ruh sağlığı bozulmuş ve bir daha toparlayamamış, silinmiş gitmiş... https://galeri.uludagsozluk.com/r/2208330/+
hey gidi yıllar hey...
kimler geldi kimler geçti bu alemden...
langa fatma ile başlayan serüven, lüks nermin'ler, ayşe nimet'ler, çanakkaleli melahat'lar, matmazel zurnik'ler, manukyanlar...
hepsine de devlet yol vermiş, verdiği yolu da bazen geri almış...
ama olsun ya...ben bunları o dönemin renkli hayatının günümüze yansıyan birer latifesi olarak görüyorum...
sukarno, lüks nermin, belsoğukluğu, endonezya ile diplomatik kriz falan...
not: burada lüks nermin resmen günah keçisi ilan edilmiş ve tarihten silinmiş...
oysa ki ahmet sukarno, türkiye gezisinden sonra polonya'ya gitmiş, polonya gezisini tamamlayıp endonezya'ya dönüş yapmış.
ahmet sukarno, kadın düşkünü olduğu bilinen bir lider, ne malum polonya seyahati sırasında da aşk dolu bir gece yaşamadığı???
*********************** ekstra not: blu tv'nin harika bir yapımı var, yeşilçam dizisi.
bu dizide semih ateş'in annesi olan belkıs hanım, emekli bir genelev patroniçesi, ama devlet içinde önemli tanıdıkları olan ve her türlü işi halledebilen son derece kudretli bir kadın. güngör bayrak tarafından canlandırılan bu belkıs karakteri işte bu hikayede anlattığımız lüks nermin'in ta kendisi...
baba hüsnü'nün yaşamında bizi ilgilendiren hikaye ise bambaşka...
baba hüsnü, aynı zamanda bir istihbaratçıdır...
baba hüsnü, 1930'lu yıllarda istihbarat adına çalışıyor ve dinamo kiev'in ve sscb milli takımının ukrayna asıllı ünlü futbolcusu Konstantin Shchegotsky'i angaje ediyor ve türk istihbaratı için bu futbolcudan yıllar boyunca faydalanıyor. https://galeri.uludagsozluk.com/r/2186527/+
Konstantin Shchegotsky'nin türk istihbaratı tarafından angaje edildiği 1938 yılında ortaya çıkıyor, tutuklanıyor ve kgb tarafından yapılan sorgulamasında beşiktaşlı futbolcu hüsnü savman tarafından işe alındığını itiraf ediyor...
ne muazzam bir hikaye değil mi?
peki hüsnü savman, Shchegotsky'i nasıl angaje etmiş dersiniz?
shcegotsky'e bir maç sonunda, istanbul'da bir genelevde Savman'ın organize ettiği bir kadın tuzağı kurulmuş, fotoğraflanmış ve şantaj ile angaje edilmiş.
Angaje esnasında yüklü miktarda para da verilmiş ve bunun karşılığı eleman makbuzu imzalanırken de bu belgelenmiş ve Shchegotsky bu andan itibaren hüsnü savman'ın muhbiri olarak türk istihbaratı için çalışmaya başlamış...
bizler beşiktaş camiasında hep süleyman seba'yı istihbaratçı olarak bilirdik. meğer rahmetli süleyman seba'dan başka bir de baba hüsnü varmış...bir baba hüsnü gelmiş geçmiş bu dünyadan...
bir zamanlar bu ülkede işte böyle futbolcular yaşıyordu sevgili arkadaşlar.
şimdi demirin tuncuna, futbolcunun piçine kaldık malesef...
ama yanlış bunlar, zira trikupis izmir'e varamamış dolayısıyla suya girme fırsatı bulamamıştır.
zira kendisi bundan tam 99 sene önce bugün uşak'ta türk ordusuna teslim olmuş yunan orduları başkomutanıdır.
(bkz: 2 eylül 1922 nikola trikupis in teslim olması/#42075524)
neyse, konumuz trikupis'in teslim olması değil. daha eğlenceli bir konu...
trikupis, 1918 yılında tümen komutanı olarak geldiği anadolu'da geleceği parlak, başarılı bir komutan olarak nam salmıştı.
1921 yılına gelindiğinde trikupis yunan küçük asya ordusunun başkomutanı papulas'ın ardından işgalin 2. komutanı olmuş, yunan orduları kuzey grup komutanlığına getirilmişti.
trikupis bu söylemi kullanmıştı, zira sakarya meydan muharebesi öncesi tbmm'nin ankara'dan kayseri'ye taşınması gündeme gelmişti.
******************************
fakat hesaplar tutmadı.
trikupis'in bu açıklamasından sadece 3 ay sonra yunan ordusu sakarya'da durduruldu, geri çekilmek zorunda kaldı.
trikupis savunmaya geçmişti, artık yunan ordularının güney grup komutanıydı ve afyon'u savunmakla görevliydi.
26 temmuz'da başlayan büyük taarruz yunanların küçük asya macerasının da sonu olmuştu.
büyük taarruz neticesinde 2 eylül 1922'de trikupis esir alınmış, 3 eylül 1922'de de türk ordularının ebedi başkomutanı mustafa kemal paşa'nın huzuruna getirilmişti.
mustafa kemal paşa burada kendisine "hoşgeldiniz" demiş ve; "generalim, tebrik ederim, yunan orduları başkomutanlığına atandınız, bunu bildirmek için dünden beri telsizle sizi arıyorlar..." diyerek trikupis ile inceden dalga geçmişti...
fakat bu ayar yetmemiş olacak ki, mustafa kemal paşa, trikupis'e bir ayar daha vermeye hazırlanıyordu.
trikupis esir olarak bir süre türkiye'de kalacaktı.
esir komutanlar önce ankara'ya gönderildi, ardından mustafa kemal paşa'nın emri ile esaret sürelerini geçirmek üzere kayseri-talas'a gönderildiler.
böylece sadece 1.5 sene önce kayseri'ye kadar gidip talas'ta kahve içme hayalleri kuran yunan orduları başkomutanı'nın hayali gerçekleşmiş(!) oldu.
mustafa kemal'in verdiği ayarlar bile eşsiz gerçekten.
sen onca savaş gör, milleti ayağa kaldır, günlerce yorgun uykusuz cephelerde kafa patlat, ama trikupis'i kendi hayali ile vur ve muazzam bir ayar ver...
dünyada hedefine su altından ilk torpido atan denizaltı osmanlı donanmasında hizmete girmiştir.
nordenfelt sınıfı abdülhamid adlı denizaltı, ingiltere'de inşa edilmiş fakat nedense ingiliz donanması bu denizaltıyı satın almamış, onlar da denizaltıyı parçalar halinde istanbul'a getirmiş, taşkızak tersanesinde montajı yapılmış, suya indirilmiş ve 1888'de üsküdar önlerinde demirlenmiş bir hedefe su altından torpido atarak dünya tarihinin ilk muharip denizaltısı olarak tarihe geçmiştir. https://galeri.uludagsozluk.com/r/2174252/+
aslında insanoğlunun denizaltına ilgisi ta antik çağlarda başlamış, denizaltında gidebilen gemiler yapma fikri bu çağlarda ortaya çıkmıştır.
aristo, büyük iskender'in tyre kuşatmasında denizaltında gidebilen aletler kullandığını yazmıştır.
yine 15. yüzyılda leonardo da vinci'nin denizaltı konusunda çalışmaları mevcuttur, aynı yüzyılda almanya'da da denizaltında gidebilen küçük gemiler kullanılmış.
yine 16. yüzyılda italya'daki nemi gölünde de lorano tarafından yapılan denizaltı 1 saat su altında kalmış.
ama bunların dışında yine osmanlı ile alakalı bir denizaltı hikayemiz daha var.
3. ahmet dönemi, yani 18. yüzyıl başları.
mimarbaşı ibrahim efendi tarafından yapılmış olan bu timsah, 3. ahmet'in oğullarının sünnet düğününde gösteri yapmış, su altından çıkan timsah ağzını açmış ve içinden dansözler çıkarak dans etmişler, bir süre bu gösteri devam etmiş, sonra timsah suya dalarak kaybolmuş, ardından 1 saat sonra yeniden su üzerine çıkmış...
kaynak: seyyid vehbi-surname-i humayun...
evet, gördüğünüz üzre timsah şeklinde bir denizaltı yapmışız, ama bu yaptığımız şeyi bilim, teknoloji ya da askeri amaçlar için değil, lüks, şatafat ve eğlence için kullanmışız.
50 sene sonra da ruslar ta baltık denizinden gelmiş ve çeşme'de tüm donanmamızı yakmışlar.
elbette ki eğlence de olacak, lüks de, şatafat da...
ama bunlar genel ihtiyacın önüne geçerse işte sonumuz osmanlı gibi olur.
gücün, lüksün, prestijin ve de aynı zamanda halkını sömüren siyasilerin sembolü olan marka...
şimdi size bir mercedes hikayesi anlatacağım...
edzard reuter doğduğunda 1928 yılıydı.
akabinde naziler almanya'da hem yahudileri hem de kendilerine muhalif olanları avlıyor, hapse tıkıyor, toplama kamplarına gönderiyordu.
nazilere muhalif olanların ve yahudilerin dünyada sığınacak tek limanı vardı. genç türkiye cumhuriyeti...
o yıllarda türkiye'ye nazi zulmünden kaçan önemli isimler geldi, bu gelen bilim adamları, doktorlar, mühendisler, mimarlar sayesinde türkiye cumhuriyeti dünyada eşi ve benzeri olmayan bir hızla gelişti, çağ atladı.
işte bunlardan biri de magdeburg belediye başkanı ernst reuter'di.
ernst reuter nazilere muhalif olduğu için nazilerin baskılarına maruz kalmış, hatta toplama kampına götürülmüştü.
1935 yılında ailesi ile birlikte türkiye'ye kaçmayı başardı.
ernst reuter'in bir oğlu vardı, edzard reuter, türkiye'ye geldiğinde henüz 7 yaşındaydı.
geldikleri bu yeni ülkenin kendilerine misafirperver davranması ve ailesini bağrına basması küçük edzard'ı çok etkilemişti, türkiye artık edzard reuter'in ikinci vatanıydı.
ömrü boyunca da böyle oldu.
edzard reuter türkiye'den ayrıldığında 18 yaşındaydı, türkçe konuşuyordu, atatürk'e hayrandı.
reuter ailesi 1946'da almanya'ya döndükten sonra baba ernst reuter, berlin belediye başkanı oldu. savaşta yıkılmış başkenti yeniden inşa etti.
oğlu edzard ise okudu, büyük adam oldu. mercedes'te yönetici olarak işe başladı. mercedes'in yönetim kurulu üyesi oldu.
1967 yılında türkiye'deki ilk mercedes-benz fabrikası (otomarsan) onun sayesinde kuruldu.
bugün otomarsan türk ekonomisine katkıda bulunuyor, yüzlerce işçi çalıştırıyor, binlerce insana ekmek kapısı oluyor.
biri istanbul, biri aksaray'da 2 fabrikası var.
ve bunların hepsine sebep olan, atatürk'e hayranlık duyan 1940'lı yılların ankarasında ailesi ile güven içinde yaşayan o çocuk: edzard reuter. https://galeri.uludagsozluk.com/r/2166811/+
bay edzard reuter bugün 93 yaşında.
hayatı boyunca türkiye cumhuriyeti'nin gönüllü bir elçisi oldu, türkiye için lobicilik yaptı, avrupa birliği sürecinde hep türkiye'nin yanında oldu, almanya'da türkiye aleyhtarı seslere hep ilk cevap veren kişi o oldu.
o atatürk'ün çocuğuydu, o atatürk türkiyesini biliyor tanıyordu. evi burasıydı.
allah o'na ve atatürk'ün tüm evlatlarına uzun ömürler versin.
sayıları o kadar azaldı ki...
işte böyle, kimi milyonluk mercedes'e biner, kimi de o mercedesleri üretecek adamları yetiştirir, dostluk, güven, işbirliği biriktirir.
tarih milyonluk mercedeslere binenleri yazmaz, ama tarih o milyonluk mercedesleri mercedes yapan yöneticileri, mühendisleri yetiştiren adamları yazar.
The Martini–Henry is a breech-loading single-shot lever-actuated rifle that was used by the British Army. It first entered service in 1871 .
osmanlı devleti , bu tüfekleri beğenmiş ve ingiltereye istek de bulunmuştur .
ancak firma , ingiliz ordusunun siparişlerini yetiştirmeye çalışıyordu .
bu yüzden benzer bir silah üreten fabrika arandı .
amerikalı Providence Tool Company in Providence, Rhode Island, United States fabrikası .....
bu tüfekler ve seri ateşli winchesterler 1877 - 1878 osmanlı - rus savaşında rusların canını çok yaktı ....
On 11 September the Russians and Romanians mounted a large-scale assault on Plevna. The Ottoman forces were dug in and equipped with German Krupp-manufactured steel breech-loading artillery and American-manufactured Winchester repeaters[10] and Peabody-Martini rifles. For three hours they pushed back the waves of advancing Russians with superior firepower.
used them effectively against the Russians in the Russo-Turkish War (1877–1878).[15][16] Ottoman outlaws and folk heroes such as Hekimoğlu famously used the rifle during his raids on landowners.[17] The rifle is referred to as Aynalı Martin in the Ottoman Empire and is featured in several famous folk songs.
işte bu türküde geçen martin tüfekleri bizim neredeyse milli silahımızdır. (martini değil, martin'dir tüfeğin adı)
martin tüfekleri sadece debreli hasan türküsünde geçmez. bu tüfekler bizimle öyle bütünleşmiştir ki, tüfekleri süsleyip statü sembolü haline getirmişiz. yaptığımız çeşitli süslemelerle fiyakalı hale getirdiğimiz martinlere de "aynalı martin" adını verip bir de hekimoğlu türküsünde adını geçirmişiz... https://galeri.uludagsozluk.com/r/2163372/+
her neyse...
işte bu martin tüfekleri, amerikan iç savaşı için üretilen tek kurşun atabilen bir piyade tüfeğidir.
martin tüfeklerinin hikayesi amerikan iç savaşı yıllarında rhode island'ın providince şehrindeki şu fabrikada başladı... https://galeri.uludagsozluk.com/r/2163373/+
iç savaş sonrası bu maliyeti ucuz aynı zamanda da basit tüfekler abd dışına da ihraç edilmeye başlandı.
öyle ki, britanya ordusu bile bu tüfekleri kullanmaya başlamıştı. https://galeri.uludagsozluk.com/r/2163378/+
ilerleyen yıllarda providence tool company sıkıntıya girmiş, silah talebi azaldığı için dikiş makinesi, lokomotif parçaları üretmeye başlamıştı. ama tabi silahtan elde ettiği karı bu ürünlerden edemiyorlardı.
acilen silah satacak yeni pazarlar bulmaları gerekiyordu.
işte tam bu sırada, martin tüfeklerinin üreticisi olan ptco'nun imdadına osmanlı devleti yetişti.
1873 yılında osmanlı devleti ptco'ya tam 600 bin adet martin tüfeği siparişi verdi...
bu meblağda bir sipariş sadece ptco'yu değil, tüm providence, hatta rhode island'ı mutlu etmişti.
providence halkı, osmanlı'dan gelen bu heyeti sevinç gösterileri ve minnet ile karşıladılar.
hüseyin tevfik paşa, ptco ceo'su john anthony ile yakın dostluk kurar.
her gece onuruna yemekler, partiler verilir. öyle ki, vidinli hüseyin paşa, rhode island ve abd sosyetesinin önemli bir siması haline gelmiştir.
başka şehirlerden, new york, boston ve washington'dan bile konuklar gelmeye başlar hüseyin tevfik paşa ile tanışmak için. https://galeri.uludagsozluk.com/r/2163375/+
hüseyin tevfik paşamız, üst düzey iş adamları ve siyasetçilerle günlerini geçirirken, heyetten geriye kalan 27 kişinin canları sıkılmaya başlar.
bunlar da o yörenin yaşam şartlarına ayak uydurur ve akşam olduğunda barlara, müzikhollere akmaya başlarlar.
providence'de epey itibarları vardır.
hatta bir keresinde bir bar kavgasına karışırlar, ama şehrin velinimetleri olarak görüldüklerinden bizim beyzadeler suçlu olsalar da bu olayın üstü örtülür.
bizim ekip bu olaydan sonra iyice şımarır.
osmanlı subaylarına yakışmayacak hal ve hareket sergilemeye devam ederler.
ve yaptıkları her şımarıklık "velinimet" oldukları için hasıraltı edilir.
lakin bizimkilerin yaptıkları bu taşkınlıklar, abd elçiliği aracılığı ile istanbul'un kulağına gider.
böylece vur patlasın çal oynasın günleri sona erer.
bu subaylardan birkaçı geri çağırılır, bir tanesi istanbul'a geri döner ve burada idam edilir.
tabi bu olay providence'de kalan diğerlerinin kulağına gidince, istanbul'a geri dönmekten vazgeçerler.
hatta bir tanesi bir köprüden atlayarak intihar eder.
birkaç tanesi heyetten ayrılır ve orada evlenerek abd vatandaşlığına geçer, yeni bir hayat kurarlar.
bu teftiş vazifesi uzun seneler sürmüştür.
1873'te gelen heyet, 1883'te geriye dönmüştür.
osmanlı heyetinin teftiş seyahat görevi sona erdiğinde 28 kişilik heyetten geriye sadece 14 kişi kalmıştır. (gri pasaport olayı gibi)
tabi, bu martin tüfeklerinin pabucu birkaç yıl sonra dama atılmış, osmanlı ordusu alman mauser tüfeklerini kullanmaya başlamış, martin tüfekleri de daha ziyade efeler, eşkıyalar, köylüler tarafından kullanılır olmuş...
bir bilgi notu daha ekleyeyim.
vidinli hüseyin tevfik paşa, lineer cebir adlı kitabını bu providence'de bulunduğu yıllarda yazmıştır. https://galeri.uludagsozluk.com/r/2163374/+
1962 Yılı ABD Üretimi, Renkli Çekim Belgeselle, istanbul, Antalya, Alanya, Göreme'ye Muhteşem Bir Zaman Yolculuğu!
Genç bir isveçli mürettebat tarafından yönetilen beş direkli, tam donanımlı bir gemi olan "Flying Clipper", Akdeniz'i gezmek için yola çıkıyor. Gemi ve denizciler Portekiz, Mısır, Lübnan, Türkiye, Yunanistan, italya, güney Fransa, Monako (Grand Prix sırasında), ispanya ve daha birçok güzel yeri ziyaret ediyor.
bizim çocukluğumuzda kibrit kullanımı yaygındı.
bugünkü gibi ucuz çin malı çakmaklar pek yoktu, bu yüzden sigara tiryakileri olsun, ocakta yemek pişiren ev hanımları olsun, kibrit kullanırlardı.
kibrit her eve lazımdı.
hikayeler bile yazılmıştı kibritle ilgili...
hani pazar günleri western filmi seyrederdik ya, o western filmlerinde kovboylar sigaralarını yakmak için kibriti herhangi bir yere sürterlerdi, kibrit alev alır, sigarasını yakarlardı.
sonra aynısını biz de yapmayı denerdik, ama kibriti duvara sürtünce alev almazdı... https://galeri.uludagsozluk.com/r/2160279/+
bildin mi o anı?
sen de yaptın mı? yaptın tabi ve kibrit yanmadı değil mi?
işte o kovboy abilerin duvara sürttüğü kibrit safety matches değildi, ama senin kovboy gibi yakmaya çalıştığın kibrit safety matches idi, o yüzden yanmıyordu.
öyle ki 19. yüzyılın ilk yarısında üretilen kibritlerde fosfor kullanılıyordu, ve bu kibritlerde fosfor kullanıldığı için duvara, taşa, tahtaya sürttüğünde bile alev alıyordu.
ne var ki, kibrit üretiminde kullanılan bu fosfor yüzünden kibrit imalatında çalışan işçiler zarar görüyor, özellikle işçilerin çeneleri çürüyordu. https://galeri.uludagsozluk.com/r/2160280/+
böylece emniyetli kibritler doğmuş oldu.
bu safety match kibritleri yakabilmek sadece kibrit kutusundaki yüzeye sürterek mümkün oluyordu artık.
ne var ki avrupa'da doğan safety matches kibritler vahşi batıya uzun yıllar sonra geldi, tabi geçen bu süreçte de kovboylar eski usulle sigaralarını yakmaya devam ettiler. işte western filmlerinde gördüğümüz bu enstantane de buradan gelmektedir.
kuruçeşme sahilinden 155 metre açıktaki bu ada esasen ada değildi.
19. yüzyıl ortalarına değin burada iki kaya parçası vardı. ve bu iki kayalık sultan abdülmecid vakfının malıydı...
osmanlı devleti o tarihlerde lüks saraylar için o kadar çok harcama yapmıştı ki, saray mimarı sarkis balyan'a ve balyan ailesine bir hayli borç birikmişti.
sarkis balyan abdülaziz döneminde bu alacaklarına karşılık boğazdaki bu iki kayalığı istedi.
lakin abdülaziz'in tahttan indirilmesi, ardından 5. murat'ın kısa padişahlığı ve abdülhamid döneminin sıkıntılı geçen ilk yılları nedeniyle sarkis balyan istediği bu kaya parçalarını mülkiyetine katamadı.
derken osmanlı resmi olarak iflasını açıkladı.
abdülhamid bütün borçları taksitler halinde ödemeyi taahhüt etti.
sarkis balyan da bu taahhüt neticesinde 3000-5000 liralık 2 adet tahsilat yaptı saraydan. lakin ödemeler aksamaya başladı.
bunun üzerine sarkis balyan'a, alacaklarına mahsuben kuruçeşme açıklarındaki bu kayalıklar verildi.
lakin balyan'ın bu isteği reddedildi. fakat burada yapılacak fabrikanın denizi kirleteceği ve hoş bir görüntü olmayacağı nedeniyle fabrika kurmasına müsade edilmedi.
bunun üzerine sarkis balyan kayalıkları birleştirdi ve etrafına duvar örmek suretiyle bir adacık oluşturdu, bu adacığa da müştemilatı ile birlikte bir ev inşa etti. https://galeri.uludagsozluk.com/r/2146866/+
sarkis balyan 1899'da vefat edene kadar burada yaşadı.
bu ada sarkis bey adası olarak anılmaya başlamıştı.
sarkis balyan'ın vefatı sonrası, onun mirasçıları adayı kaderine terk etti, vergi borçları nedeniyle adaya devlet tarafından el konuldu ve bahriye nezaretine devredildi ardından 1914'te ada şirket-i hayriye'ye kiralandı.
bundan sonra ada kömür deposu olarak kullanılmaya başlandı.
cumhuriyetin ilk yıllarında da ada bir kömür deposu ve Boğaz vapurlarının yakıt ihtiyaçlarını karşıladığı bir merkeze dönüştü.
derken 1940'lı yıllarda sarkis balyan'ın mirasçıları osmanlı'ya olan borçları ödedikleri makbuz ve belgelerle dava açtılar ve açtıkları davayı kazanarak adayı yeniden mülkiyetlerine geçirdiler.
nihayet 1957 yılında galatasaray kulübü başkanı sadık giz, 150 bin lira ödeyerek adayı galatasaray spor kulübü adına satın aldı ve ada bundan sonra galatasaray adası olarak anılmaya başlandı...
1770 yılıydı...
çeşme ve sakız adası arasında demirli bulunan osmanlı donanması, aylar önce baltık denizinden hareket eden ve atlantık, cebelitarık ve akdeniz'i geçip ege'ye giren rus donanması tarafından yok ediliyordu...
tarihe çeşme baskını olarak geçen bu deniz muharebesinde osmanlı donanması 15 kalyon, 5 fırkateyn ve değişik büyüklüklerde 40 gemi kaybetmiş, rodos adlı kalyon da rusların eline geçmiştir.
çeşme baskını, mora'da başlatılacak yunan isyanı'nın öncüsüydü.
osmanlı donanması yok edilmiş, isyana hazırlanan yunanların önü açılmıştı.
derken 1821 yılında yunan isyanı patlak verdi.
rusya, ingiltere ve fransa, osmanlı'dan yunanistan'ın bağımsızlığını tanımasını istediler.
osmanlı ise haliyle bunu reddetti.
zaten yunan isyancıları destekleyen bu devletler, bu sefer fiziki olarak yunanların yanında yer aldıklarını göstermek için bu kez navarin'e donanma gönderdiler.
yıl 1827...
çeşme baskını sonrası yeniden yapılanmaya çalışan osmanlı donanması yunan isyanını bastırmak amacıyla navarin limanında bulunuyordu.
osmanlı donanmasına, mısır ve tunus eyalet donanmaları da eşlik etmekteydi.
toplamda 70-75 gemiden oluşan osmanlı donanması, müttefik donanma tarafından bu kez navarin'de yakılmıştı.
irili ufaklı 60 gemimiz navarin'de yok edildi.
düşman donanmasının ise tek kaybı dahi olmamıştı.
*********************
önce çeşme'de, ardından navarin'de 50 yıl içinde üst üste 2 defa yok edilen osmanlı donanmasının yeniden toparlanması artık imkansız görünüyordu.
hem devletin kaynakları da yeni bir donanma tesis etmeye müsait değildi.
lakin son derece geniş bir coğrafyaya hakim olan osmanlı denizlerde güçlü olmak zorundaydı.
adı: mahmudiye konmuştu.
mühendis Mehmet Efendi ile mimar Mehmet Kalfa tarafından yerli ve milli imkanlarla üretilen bu kalyon 76 metre uzunluğunda, 21 metre genişliğinde tam 3 ambarlı ve 128 top bulunan yüzer kaleydi...
böyle büyüklükte bir gemi o güne dek görülmemişti. (osmanlılar tarafından)
mahmudiye'nin suya indirilmesi, 50 sene içinde 2 defa donanmasını kaybeden osmanlı'ya moral olmuştu.
halk bu dev gemiyi hayranlıkla seyrediyordu.
geminin devasa boyutları türlü efsanelere konu olmuştu.
bir rivayete göre hacı bektaş'ı veli'nin askerlere mahmudiye'nin güvertesinde namaz kıldırdığı söylenir.
başka rivayete göre mahmudiye'nin güvertesinden kurban bayramlarında kan aktığı görülmüştür(!)
mahmudiye hakkındaki en büyün efsane ise, kırım savaşı yıllarına dayanır.
kırım savaşı sırasında sivastopol kuşatmasında mahmudiye tek başına sivastopol mevzilerini bombalamış, deniz üzerinde tur dönerek iskele ve sancak toplarını sıra ile ateşlemiş...
her neyse...
uzun yıllar osmanlı'nun gururu olarak denizlerde dolaşmış mahmudiye'nin sonu 1874'te gelmiş nihayet bahriye nezareti mahmudiye'yi emekliye ayırmıştır.
lakin 1877-78 osmanlı rus savaşı esnasında mahmudiye'ye yine ihtiyaç duyulmuş, mahmudiye 93 harbinde de cepheye asker nakletmek amacıyla kullanılarak donanmamıza hizmet vermiştir.
1881 yılına gelindiğinde osmanlı artık ekonomik olarak iflasını açıklamıştır.
mahmudiye ise hurdaya çıkarılmıştır.
osmanlı devleti, subay maaşlarını işte bu mahmudiye'nin hurdasıyla ödemiştir.
maaş günü gelen subaylara mahmudiye'nin hurda karşılığı tahviller verilmiştir.
şöyle ki bir subay maaşı için verilen tahvilde "maaşına karşılık mahmudiye enkazından 500 okka hurda verilmesi" şeklinde tahviller piyasada dolaşmaya başlamıştır.
maaşını almak isteyenler bu tahvilleri galata bankerlerine kırdırmış ve mahmudiye'nin sonu işte böyle acıklı bitmiştir.
tam 20 yıl boyunca dünyanın en büyük savaş gemisi olan, osmanlı donanmasının sancak gemisi mahmudiye'nin parçalanması ve hurdasının satılmasının ardından da efsaneleri devam etmiş, mahmudiye kalyonunun resim ve posterleri anadolu'nun ücra köşelerinde bile evlerin, kahvehanelerin duvarlarını uzun yıllar süslemiştir.
bugün deniz müzesinde mahmudiye kalyonu'nun büyük bir maketi bulunmaktadır.