peygamberimiz -sav- mektublarına başlarken mesela "bismillahirrahmanirrahim! allah resûlü muhammed'den, habeş meliki necâşiye demektedir. ayrıca , hadis-i şerifte : "münafığa "efendi" demeyin. zira eğer o, seyyid olursa -kendine bir değer atfederse- allah'ı kızdırırsınız." -ebu dâvud, edeb 83,- denmektedir.
el-cevab:
papa âli cenabları bir taltif veya tazim değil, bir diplomatik uslubtur! efendimiz (sav) , nasılki hristiyan bizans kralı heraklius'u yazdığı mektubunda, "rumların büyük reisi" heraklius'a (bakınız. m.hamidullah, islâm peygamberi, i/219) ifadesinde geçen 'büyük reis' hitabı nasılki bir diplomatik uslub ise , aynı şekilde 'papa ali cenablarıda' veya "hazretleride" bir övgü veya tazim değil, diplomatik bir uslubtur! efendimiz'in bir devlet başkanı olarak , komşu devlet reislerine gönderdiği mektublarda sizin yukarıda belirttiğiniz şekliyle hem allah'ın ismi ile başlaması söz konusu isede , örneğin yine hudeybiye barış antlaşmasında imzaladığı sözleşmede , muhatabların isteği üzerine sadece kendi isminin geçtiği "muhammed" şeklinde imza attığını gözden uzak tutmamak lazım. hudeybiye barış antlaşması , islam'ın müşrik ve gayrimüslimlerle diyalog kurmasına zemin hazırladığı ve bu vesile ile islam'ın temsil edilmesine ve tanıtılmasına imkan sağladığı bir dönem olması ayrı bir husustur , efendimiz (sav) 'in diğer devlet başkanlarına yazdığı doğrudan tebliğ içeren mektublar yazması ise apayrı bir husustur ! siz dininizi temsil etmeye çalıştığınız muhatabınıza herhalde ; "ey ebedi cehenneme namzed kişi" kabalığında hitab edecek değilsiniz!
pek muhterem yüksek mühendis ahmet beyfendi veya saygıdeğer prof.dr. mehmet bey nasılki bir övgü değil bir diplomatik ünvandır . hadis-i şerifde geçen "efendi demeyin" , onu övmeyin anlamındadır. yoksa , günümüzde bir çok meslek dalındaki insanlarada "efendi" diye hitab edilmektedir. diploması terminolojisinden bihaber olan kardeşlerimizin , "ali cenablarını" bir övgü ifadesi olarak görmeleri onların bu noktadaki bir diplomatik uslub fukeralığının göstergesidir.
'üç büyük dinin doğum yeri olarak bilinen toprakların dünyayı daha iyi yaşanabilir bir mekan kılma yolundaki kutsal misyonumuzu tam manasıyla bilen türk halkından size en içten selamları getirdik. yoğun gündeminizde bize zaman ayırarak sizinle müşerref olmayı bahşettiğiniz için zat-ı alilerinize en derin kalbi teşekkürlerimizi sunarız.
itiraz : üç büyük din yanlıştır , çünkü tek büyük ve hak din islamdır ! ayrıca ehl-i kitaba selam vermek caiz midir ?
el-cevab :
dinler kategorize edilirken , hak ve batıl olarak tasnif edilmektedir. bir dine mensub insanların çokluğu o dinin büyük olmasını göstermediği kadar , o dinin hak olmasını gerektirmez ! diğer yandan ifadede geçen "üç büyük dinin doğum yeri olarak bilinen topraklar" ile filistin (kudüs) ve ortadoğu kast edilmek istenmektedir ! müşerref olma, tanışma uslubundan kaynaklanmaktadır! müşrik mut'im bin adiyy, efendimiz (sav) taif dönüşü mekkeye alınmadığında ve kendisinden bir kefil istendiğinde peygamberimize kefil olmuş ve peygamberimiz bu iyiliği hayatı boyunca unutmadığı gibi, mut'imin oğlu cübeyire bedir esirlerini taleb ettiğinde : " senin baban bana o kadar büyük bir iyilik yaptıki , şayet baban gelmiş olsaydı allah'a dua eder , ölülerinizi tekrar diriltmesini isterdim " diyerek , esirleri vermiş ve babasından müşrik olmasına rağmen iltifat etmiştir ! ehl-i kitab ile birlikte müşriklere bile selam verilebilinir (nisa suresi , 86.ayet-i kerime) , hatta muhatab kendini bilmez cahil müşrik bile olsa "selam" diyerek selametle neticelenecek söz söylemelidir . ( furkan suresi , 63.ayet-i kerime )
papa 6. paul cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan dinler arası diyalog için papalık konseyi (pcid) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. en aciz bir şekilde hatta biraz cüretle, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazı yardımlarımızı sunmak için size geldik.
itiraz : papalık misyonunun bir hırsitiyanlaştırma olduğu bilinmesine karşın papalık misyonunun bir parçası olduğunu kabul etmek caiz midir ? kafirler birbirlerinin yardımcılarıdır -enfal suresi , 73.ayet-i kerime- gereği bu apaçık küfür değilmidir ?
el-cevab :
bir kere ifadeyi doğru okumakta fayda vardır : papalık konseyinin bir parçası olmaktan bahsedilmiyor , papalık konseyinin dinler arası diyalog misyonundan bahsediliyor. çünkü dinlerarası diyalog faaliyetlerinde hrsitiyanlığı yaymak diye resmi bir ifade yokki bu cümleye itiraz edilsin! dinler arası diyalog misyonun ana görevi: 3 dinin mensublarının birbirlerini daha yakından tanımalarını sağlamaktır . doğru temsil, en etkili tebliğ yöntemdir. (maide suresi, 67.ayet-i kerime ) .şayet hıristiyanlaştırma faaliyetlerine yardımcı olunmuş olsa idi , o zaman "kafirler birbirlerinin yardımcılarıdır" hususu bir geçerlilik kazanabilirdi . 10 yılı aşkın süredir faal olan diyalog sürecinde , acaba kaç kişi hırsitiyan olmuşta bu iddiayı dile getirme cüretini kendinizde buluyorsunuz ? biz diyalog faaliyetleri vesilesi ile islam ile müşerref olan veya en azından hak din olduğunu kabullenen yüzlerce ruhani , onbinlerce insan biliyoruz . buda sizin iddialarınız tekzib etmektedir.
islam yanlış anlaşılan bir din olmuştur ve bunda en çok suçlanacak olan müslümanlardır. uygun bir yerdeki vakitli bir gayret bu yanlış anlamanın büyük oranda azalmasına katkı sağlayabilir. müslüman dünyası, islam'ın asırlarla ölçülen yanlış algılanmasını silip atacak bir diyalog imkanını bağrına basacaktır. beşeriyet, çelişen görüşler ortaya koydukları gerekçesiyle, zaman zaman bilim adına dini, din adına da bilimi inkar etmiştir. bilginin tamamı allah'a aittir ve din allah'tandır. o halde bu ikisi nasıl çelişebilir? insanlar arasında anlayışı ve hoşgörüyü artırmaya yönelik dinler arası diyaloğa yönelik ortak gayretlerimiz çok iş görebilir. '
itiraz : islam'da yanlış olan nedir ? yoksa hırsitiyanların hoşuna gitmeyen ayetlerin diyaloğa uygun şekilde yorumlanması mı istenmektedir ?
el-cevab :
islam'da yanlış olan bir husustan bahis yok , yanlış algılanan islam'dan bahis var ! yani yanlış bir şekilde bir terör veya barbar dini gibi tanıtılan islamın diyalog vesilesi ile doğru tanıtılarak, islamın temsil edilmesidir. burda islami kanadı temsil eden gazeteciler ve yazarlar vakfının kendine biçtiği misyonda budur ! kur'an-ı kerimde diyaloğu emreden ayetleri , elmalı hamdi yazır tefsirinden ve bediüzzaman hazretlerinin yaklaşımlarından defaatle izah etmiştik. oraya müracaat edebilirsiniz. metinde devam eden yaklaşım ile bilimin, allah ile çelişmesinin mümkün olmadığını, çünkü bilginin allah'ın ilminden geldiğini ve birtakım ateistlerin ısrarla bilim ile dini farklı vadilerde göstermelerine karşın, bu konudada işbirliği yapılması gerektiğine bir vurgu yapılmaktadır!
'kendi memleketimizde şimdiye kadar çeşitli hıristiyan mezheplerinin liderleriyle diyalog içinde olduk. bu naçiz gayretlerin boşa çıkmadığını acizane ifade etmek isteriz. amacımız bu üç büyük dinin inananları arasında hoşgörü ve anlayış yoluyla bir kardeşlik tesis etmektir. bizler bir araya gelmek suretiyle sözde medeniyetler çatışmasının gerçekleşmesini görmek isteyen yolunu şaşırmış ve şüpheci kimselere karşı dalgakıranlar gibi, isterseniz bariyerler gibi deyin, karşı durabiliriz.'
itiraz : "allah indinde hakdin islamdır" -ali imran suresi , 19.ayet-i kerime- 'sine yine bir muhalefet var. bakın üç büyük dinden bahsediliyor.
el-cevab :
yukarıda izah ettiğimiz üzere , dinler hak ve batıl dinler olarak tasnif edilmektedir. din mensublarının çokluğu o dinin hak olduğu anlamına gelmez ! metnin devamında , günümüz dünyasında, gerek medeniyetler arası gerekse kültürler arası bir çatışma ortamı oluşturmak isteyen şaşkınlara karşı, bahse konu dinler arası diyalog faaliyetleri bir bariyer görevi görebilir denmiştir.!
geçen yıl bazı ünlü uluslararası bilim adamlarının katıldığı medeniyetler arası barış ve diyalog konulu bir sempozyum düzenledik. bu gayretin başarısından aldığımız teşvikle bu tür etkinlikleri tekrarlamak istiyoruz. halihazırda üç büyük dinin bağlıları arasındaki bağları güçlendirmeye yönelik olarak dinler arası diyalog konusunda vatikan'ın da temsil edileceğini ümit ettiğimiz bir konferans düzenleme sürecinde bulunuyoruz. yeni fikirlerimiz varmış iddiasında bulunmuyoruz. yine müsamahanıza sığınarak, bu misyonun hedeflerine yakından hizmet etmek için üstlenmek istediğimiz birkaç teklifte bulunmayı arzu ediyoruz.
itiraz : üç büyük dinin bağlılarından bahsediyor , ne gibi bir bağ var acaba ? isa allah'ın oğludur diyen bir zihniyetle nasıl bağ kurulabilir, diyelim kuruldu barış içinde kavga etmeden yaşadılar, güzel bu barış ne zamana kadar sürecek, hiç onlara demeyecek miyiz "allah'tan başka ilah yoktur, muhammed onun elçisidir",bunu dersek yine kavga başlayacak, demezsek insanı cehennem azabından kurtaracak tek kelime olan kelime-i tevhidi insanlara ulaştırma maksadıyla gönderilen peygamberlerin sünnetine ters iş yapmış olmayacakmıyız? acaba "muhammedür resulullah" gerekli değildir anlamı çıkmıyormu ?
el-cevab :
ehl-i kitab ile biz müminlerin arasında ortak olan bir bağdan kur'an-ı kerim bahsediyor : "de ki: ey kitap ehli! sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz. allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, o'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın" (ali imran suresi , 64.ayet-i kerime) . işte hernekadar onlar allah'ın vasıflarında yanılmış olsalarda , allah'a oğul isnadında bulunmuş olsalarda , kur'anın ifadesi ile aramızda ortak olan bir söz (allah inancı) mevcuttur ! bu ortak bağ , onların ehl-i necat olmaları için yeterli olmasada , ayetin devamında dile getirildiği üzere birkaç adım daha atabilirlerse inşallah ehl-i necat olmaya namzed olacaklardır. islam tarihine bakacak olursak , barış dönemi hep islam'ın lehine gelişmiştir. hudeybiye barış antlaşması sonrası , 2 yıl gibi kısa bir zaman diliminde mekke'nin fethini getirmiştir. çünkü , seviyeli temsil vicdan sahiblerini herzaman müteessir bırakır. allah'ın birliğine iman eden ve hz.isa (as) mın allah'ın oğlu değil allah'in bir peygamberi olduğunu kabullenen insanların , efendimiz'in nübüvvetine iman etmemeleri bekelenemez. niyetleri sorgulamak sadece allah'a mahsustur ! itirazlarınızı niyetleri sorgulamadan yapın....
hıristiyanlığın üçüncü bin yılına girişi münasebetiyle yapılacak kutlamalar vesilesiyle ortadoğu'daki antakya, tarsus, efes ve kudüs gibi bazı kutsal yerlere müşterek ziyaretleri içeren birçok etkinlikler önermek istiyoruz. bunu sayın cumhurbaşkanımız demirel'in, cenaplarının ülkemizi ziyaretine ve mezkur kutsal mekanları göstermeye davetini tekrarlamak için bir fırsat addediyoruz. anadolu halkı size misafirperverliğini göstermeyi ve şevkle selamlamayı hararetle beklemektedir. filistinli liderlerle diyalog kurmak suretiyle kudüs'ü birlikte ziyaret etmemize davetiye çıkarabiliriz. bu ziyaret bu mübarek şehri hıristiyanlar, yahudiler ve müslümanların, hiçbir kısıtlama, hatta vize dahi olmaksızın serbestçe ziyaret edebileceği uluslararası bir bölge olarak ilan etme gayretlerine yönelik dev bir adım teşkil edebilir. '
itiraz : fethullah gülen hocaefendinin , hıristiyanlığın üçüncü bin yılı kutlamalarından bahsetmesi nekadar doğru ?
el-cevab :
kutlamalar vesilesi ile birtakım etkinlikler önermektedir. örneğin antakya, tarsus, efes ve kudüs gibi yerlere birlikte ziyaretler düzenlenebileceğinden bahsetmektedir. özellikle filistin liderleri ile bir diyaloğun sağlanmasında ısrarla vurgu yapılmıştır. ki bu filistindeki barış sürecini mtühiş katkısı olacağı kesindir. ayrıca , kudüsün hernekadar bugün yahudi devleti topraklarındada olsa her üç din mensublarına vizesiz giriş hakkı verilmesini önermiştir ! metnin bir kısmını delillendirip , diğer kısmını görmemezlikten gelmek sizin gibi ehl-i iman kardeşlerimize yakışmıyor. metnin devamında ,
dinler arası diyalog faaliyetlerine müdahil olmadan öncesinde düzenlenen medeniyetler arası barış ve diyalog sempozyumuna bundan sonra vatikanın da davetli olduğunu, dönemin cumhurbaşbakanı demirel'in resmi davetinin kendilerine iletileceğinide bildirmektedir.
üç büyük dinden liderlerin işbirliği ile, ilki washington dc'de olmak üzere muhtelif dünya başkentlerinde bir konferanslar serisinin gerçekleştirilmesini teklif ediyoruz. ikinci serinin zamanı için hz. isa'nın doğumunun 2000. yıldönümü ideal olabilir. bir öğrenci değişim programı da çok faydalı olacaktır. inançlı genç insanların birlikte eğitim görmesi birbirlerine yakınlıklarını artıracaktır. öğrenci değişim programı çerçevesinde üç büyük dinin babası olduğu ikrar edilen hz ibrahim'in doğum yeri olarak bilinen urfa şehrindeki harran'da bir ilahiyat okulu kurulabilir. bu, ya harran üniversitesi'ndeki programların genişletilmesi suretiyle ya da üç dinin ihtiyaçlarını da temin edecek şumullü bir müfredata sahip bağımsız bir üniversite şeklinde gerçekleştirilebilir. önerilen programlar aşırı büyük işler gibi algılanabilir; ama bunlar erişilmez değildir. dünyada iki tip insan vardır. bazıları kendilerini topluma adapte etmeye çalışır. diğer bazıları ise topluma uymaktansa toplumu kendi değerlerine adapte etmek ister. toplum bütün ilerlemeleri bu ikinci tip insanlara borçludur. onları yarattığı için rabb'e şükürler olsun.'
ehl-i sünnet vel-cemaat anlayışına göre "rab" ismi , allah'ın umumi isimlerinden biridir. terbiye eden, yaratan, besleyen, malik, en mükemmel, sahip tutan ve idare eden anlamlarına gelir. "aciz kul" olma , özellikle acz-i mutlak , fakr-ı mutlak mesleğine haiz herkesin hayatlarına örnek almaları gerekn bir husustur. şimdi , bu ifadeler madem ehl-i sünnet perspektifinde esastır ve haktır , başkaları da kullanıyor diye , hocaefendi nasıl bir zan altına alınabiliniyor anlamış değiliz !
dinler arası diyalog faaliyetlerinin, tüm dünyanın büyük kentlerinde konferanslar şeklinde tertip edilmesini, karşılıklı öğrenci değişim programının uygulanmasını, hz.ibrahim (as) ın doğum yeri urfa'da her 3 dinin öğrencilerinin eğitim göreceği bir üniversitenin kurulması, bu vesile ile her üç dinin mensublarının birbirlerini daha iyi tanımaları sağlanmış olacaktır!
sonuç olarak diyebilirizki, 09.02.1998 tarihli bu mektub , bazı çevrelerce ilmi ve dini delillerden yoksun olarak eleştiriler getirilsede,bu niyetleri sorgulamadan öteye geçememektedir ve müminlerin ilk şiarı olması gereken hüsn-ü zan müessesesi, adete yok sayılmaktadır !
_________________________________________________________
Bu söylenecek olanlar gayet çekici bir fitne içinde bulunan ve daha aklını kaybetmeyen bazı gençlerle bir muhaveredir:*
Bazı gençler tarafından, günümüzde yaşanan aldatıcı ve cazibeli istek ve heveslerin hücumları karşısında, “Âhiretimizi ne şekilde kurtaracağız?” diye, Risale-i Nur’dan yardım istediler.
Ben de Risale-i Nur’un manevi şahsı adına onlara dedim ki:
Kabir var; hiç kimse inkâr edemez.
Herkes, ister istemez oraya girecek.
Ve oraya girmek için de üç tarzda, üç yoldan başka yol yok:
Birinci yol: O kabir, imanlı insanlar için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır.*
ikinci yol: Âhiretin varlığını kabul eden, fakat nefislerine itaat ederek haram keyiflerin ve sapıklıkların peşinden gidenlere, bir müebbed hapis ve bütün dostlarından bir ayrılık içinde tek kişilik bir hapistir, yalnız başına kalacağı bir hapsin kapısıdır.
inandığı gibi hareket etmediği için, öyle muamele görecek.
Üçüncü yol: Âhirete inanmayan inkar ehli ve dalâlet ehli için, bir ebedî idam kapısı, yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini idam edecek bir darağacıdır.
Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek.
Bu iki şık açıktır; delil istemiyor, gözle görünür.
Madem ecel gizlidir; her vakit ölüm, başını kesmek için gelebiliyor ve genç, ihtiyar farkı yoktur.
Elbette, daima gözü önünde öyle büyük, dehşetli bir mesele karşısında biçare insan, o idam-ı ebedî, o dipsiz, nihayetsiz haps-i münferitten kurtulmak çaresini aramak zorundadır.
müslümanların haftalık dini bayramı olan cuma gününün, hayırlı ve bereketli geçmesi adına müminlerin birbirlerine söyledikleri iyi dilek ve temenni sözü.
Oruç müminlerin üzerine farz olan bir ibadettir. Eğer kişi mümin ise ve sağlık durumu yerindeyse oruç tutar. Sağlık durumu yerinde ancak tutmuyorsa yalnızca günahkar olur. El-âlemin günahı da kimseyi ilgilendirmez!
islam şerefli ve yüce bir dindir! Toplumu etkilemeyecek, kul hakkına sebep olmayacak konularda insanların birbirine karışmasını tasvip etmez! Dolayısıyla "oruç tutmayan sözlük yazarı" şuurlu bir müslümanın kafaya takmayacağı, arkadaşlığını ve muhabbetini sürdüreceği yazardır!
Ancak, bu başlığı kullanarak, bir takım cahilleri tuzağına çekmeye çalışan zirzoplar, kendilerinden utanmalıdırlar! Zira, oruç tutmayan dinden çıkmaz ama "fitneci münafığın ve tuzakçı şerefsizin" dinde yeri yoktur!
test yayınında sağlanan başarının ardından tam yayın hazırlıkları sağlam ve sağlıklı bir şekilde sürdürülen; kısa zaman sonra sanal âlemin vazgeçilmezi olacak olan güzide sözlük.
Bu başlıkta, Kur-an'ı Kerime vakıf olmamanın, insanı nasıl da soytarı edişine şahit oluyoruz.
Kur-an'ın hatalı tercümeleriyle yola çıkanın nasıl da zavallılaştığını görüyoruz.
Cevap vermeye bile değmez! Sadece birkaç farklı bakış açısını yansıtsak yeter!
Farklı bir bakış açısı:
islamiyet'in ortaya çıkışından beri gayri-müslim kesimler tarafından dönem dönem ısıtılarak ortaya konan bir iddaa. diyelim ki gerçekten de böyle bir şey söz konusu, yani kuran hz muhammed'in kendi kendine yazdığı bir kitap. o halde şunlar akla geliyor;
* hz muhammed müthiş zekası olan, tevrat ve incil'i iyi özümsemiş, gerekli çalışmaların ardından bu iki kitabın tahrif edildiği gerçeğine insanların bir çoğunu inandırarak bu iki kitabın devamı niteliğinde bir kitap yazabilecek kadar üstün beceriye sahiptir.
* hz muhammed dünya'nın gelmiş geçmiş en büyük şairidir ve en uzun şiirlerden birisini yazmıştır.
* hz muhammed derin bir tarih bilgisine sahiptir. firavun dönemi, isa mesih'in yaşadıkları ve çarmıha geriliş olayı, diğer peygamberlerin yaşadıkları dönemler ve en önemlisi adem ve havva'dan itibaren yaşanmış tüm önemli olaylara vakıf birisidir. tüm bu bilgileri 40 yaşına kadar bir kaç üniversite bitirip öğrenmiş olması muhtemeldir.
* hz muhammed semavi inanç sistemlerinin önemini kavramış ve ortaya çıktığı yer olan ortadoğu'da yaşayan biri olarak putperest kureyş kabilesi'nin elinden mekke gibi önemli bir ticaret merkezini alarak müthiş bir iş başarmıştır.
* hz muhammed dünya tarihinin gelmiş geçmiş en büyük kurgucusu ve senaristidir. ayrıca fizik, kimya, biyoloji falan her bilimde bir numaradır. cebelitarık boğazı'nın oralardaki birbirine karışmayan tatlı ve tuzlu sudan tutun da dünya'nın nasıl oluştuğuna kadar her sırra vakıftır.
e peki bütün bunlar böyleyse bile, gel de o zaman bu şahsın peygamber olsa da olmasa da önemsiz bir şahıs olduğuna inan. gene mükemmel gene süper, gene kusursuz. *
islam'a göre milliyetçilik, müspet - iyi ve menfi - kötü olarak ikiye ayırmıştır.
kötü milliyetçilik, ırka dayalı olanıdır. hakka hukuka bakmadan kendi milletinden olana suçlu bile olsa taraf olma menfi, ırka dayalı milliyetçiliktir.
diğer taraftan; her millet kendi milletinin fazilet ve hasletlerinden bahsedip onları sevebilir. islamiyet hukuk ölçülerinin gözetildiği böyle bir milliyetçiliği müspet milliyetçilik olarak görür.
nitekim efendimiz'e sahabilerinden bir tanesi soruyor; " bir kişinin kendi kavminden birini sevmesi ırkçılık mıdır?" efendimiz " hayır, ancak kişi kavminin zulmüne yardımcı olursa ırkçılık olur." buyuruyor. ( ibni mace, fiten: 8)
kur'an allah katında üstünlüğün ancak takva ile olduğunu belirtirken aynı zamanda insanların kavim ve kabilelere ayrılışının hikmetini de şöyle ifade ediyor: "ey insanlar! doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. muhakkak ki allah yanında en değerli olanınız, o'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz allah bilendir, her şeyden haberdardır." ( hucurat / 13) bu ayetlerde çok açık bir şekilde allah karşısında üstünlüğün takva ile olduğu belirtiliyor.
"ideolojik evrimi" bir müslüman hiç bir zaman kabul edemez! Kabul edebilmesi için Kur-an'ı Kerim'i yok sayması gerekir!
(#5823303) Her ne kadar objektif ve iyimser bir fikir olsa da ıskaladığı önemli bir nokta var:
Eğer sizin yanınıza "evrim teorisi nedeniyle kafam karıştı" diyen insanlar geliyorsa onlara ne cevap verirsiniz? Dese ki, "Kur-an'ı Kerim'de Hz. Adem ve Eşinden bahsediliyor, oysa ki bu teori aynı atadan (protein) evrimleşerek türeyen canlılardan bahsediyor?" dese cevabınız ne olur?
Bir de, yüzyıllardır bu teori dinsizliğin bir propoganda aracı olarak kullanıldığını biliyorsanız! Hiç kusura bakmayın, gerçekler ortaya çıkana kadar bu safsatayı manipülasyon adına kullananlara karşı mücadele vermek zorundayız!
Keşke birileri gerçek ortaya çıkana kadar sabırlı olsa da bizler de bu saçmalıkları konuşmak zorunda olmasak!
insan iradî olarak bu konuda eğitile eğitile, müsamaha onun ruhunda ikinci bir fıtrat olarak geliştirebilir.
Meselâ, insanın kendini sürekli kontrolü, küfür olmayan hususlar dışında, başkalarının hatalarını affetmesi ve kendi nefsine karşı bir savcı, başkalarına karşı ise bir avukat gibi davranması, evet işte bütün bunlar müsamahadır.
Efendimiz, zina itirafı ile kendisini cezalandırması için başvuran Maiz'i dört defa geri çevirmiştir.
Biri, Halid'i şikâyet için geldiğinde, tek kelime konuşturmamıştır.
Bu seviyede bir müsamahaya insan iradesi ile sürekli olarak kendisini eğitmesi ile ulaşabilir ve onu bir ahlâk haline getirebilir.
Kısaca, tevazu ve müsamaha, Peygamberlere ait iki sıfattır.
Tevazunun zıddı kibir, çalım; müsamahanın zıddı ise yobazlık ve bağnazlıktır.
Günümüzde yobazlığın en şiddetlisi, küfür ve ilhad cephesinde görülmektedir.
Merhum Necip Fazıl, yobazlığı müslümanlara yamamak isteyenlere karşı tavır alır ve onu asıl sahiplerine iade ederek, "küfür yobazı" derdi.
Allah, giydirdiği o âriye elbiseyi istediği zaman geri alabilir.
Eğer O bize, "Üzerinizde Bana ait olan şeyleri şöyle bir tarafa ayırın da, kendinize ait şeylerle Bana bir tekmil verin" dese, herhalde O'na gösterebilecek hiçbir şeyimiz kalmayacaktır.
Böyle bir soruya muhatap olsam, benim diyeceğim şudur: "Ya Rabbi, ben hiç oğlu hiçim. O kadar ki, hiçliğimi bile Sana ait bir şeyle ifade ediyorum; çünkü bunu söyleyen ben, Sana aidim ve kendi adıma hiçim."
Tevazu, sürekli böyle bir idrak kuşağında yaşamanın bir diğer adıdır.
Eğer insan bu idrak seviyesine ulaşamamış ve bunu varlığının bir buudu haline getirememişse, o takdirde, yer yer boynunu mütevazı bir kimseymiş gibi bükmesi, riyakârlıktan öte bir manâ ifade etmez!
Yusuf suresi 42. ayetin bizlere verdiği haber ve ruhlarımıza duyurduğu sırrıyla, Yusuf Aleyhisselâm hapsedilenlerin piridir ve hapishane Hz. Yusuf'un bir nevi medresesi haline gelmiştir.
Mademki Risale-i Nurları okuyup onları diğer insanlara ulaştırmaya çalışan Risale-i Nur talebeleri de iki defadır ve çoklukla bu medreseye giriyorlar. O zaman, elbette Risale-i Nur'un hapishanede bulunanları da doğrudan ilgilendiren ve normalde imanla alakalı ispat ettiği bir kısım meselelerin kısacık özetlerini, bu terbiye için açılan dershanede okumak ve okutmakla tam bir terbiye almak lâzım geliyor. işte o özetlerden, beş altı tanesini açıklıyoruz.
BiRiNCi MESELENiN ÖZETi
Sözler kitabının, dördüncü sözünde izah ettiğimiz gibi, her gün, yirmi dört saat olan hayat sermayesini, Yaratıcımız bizlere ihsan ediyor. Ediyor ki, hem dünya hem de ahiret hayatımıza lâzım olan şeyleri o sermaye ile alalım. Şimdi düşün ki; şu kısacık dünya hayatımız için yirmi üç saati harcadık ancak "beş vakit farz namaza kâfi gelen" bir saati, sonsuz olan ahiret hayatımız için kullanmadık, ne kadar akılsızca bir iş yapmış oluruz anlarsın.
Tâbi bu akılsızlığımızın cezası olarak; hem kalbî, hem ruhî sıkıntılar çekip, bunalımlara ev depresyonlara gireriz. O sıkıntılar yüzünden de ahlâkımız bozulur ve ümitsizliğe düşerek hayatımızı boş ve gereksiz işlerle geçirmeye başlarız. Bu durumda değil terbiye almak, belki terbiyenin aksine giderek ne derece zarar ederiz, anlatılanları birbiriyle kıyas edersen anlarsın.
Eğer, bir saati beş farz namaz için kullansak, o zaman hapis ve sıkıntı süresinin her bir saati, bazen bir gün ibadet yerine geçecek bazen de boş yere geçecek bir saat, ahiret sonsuzluğunu kazandıran bir hal alacak. Böylece kalbî ve ruhî ümitsizlik ve sıkıntıların azda olsa sona ermesi ve hapse girmeye sebebiyet veren hatalara karşılık o hataları affettirmesi ve hapsin hikmeti olan terbiyeyi alması ne derece kârlı bir imtihan ve ne derece karlı bir ders ve musibet arkadaşlarıyla birbirlerine teselli verici hoş bir sohbet olduğu düşünülsün...
Dördüncü Sözde denildiği gibi, bin lira ikramiye kazanmak için bin adamın katıldığı bir piyango kumarına yirmi dört lirasından beş on lirayı veren ve yirmi dört liradan yalnız bir lirasını ebedî ve kıymetli bir mücevher sandığının anahtarına vermeyen ne kadar akılsızdır. Hâlbuki düşünülse, dünyevî piyangoda o bin lirayı kazanma ihtimali binden birdir; çünkü senden başka bin kişi daha var. Oysaki insanın ahirette gideceği yeri belirleyecek olan piyangoda kazanma ihtimali, -eğer insan ölüm gelip çatıncaya kadar yaşantısına dikkat ederse- binden dokuz yüz doksan dokuzdur! Bu büyük kazanma ihtimalini, gönderilen yüz yirmi dört bin peygamber bizlere haber vermekteler. Ve bu müjdeli haberi, evliyadan, asfiyadan ve âlimlerden yüz yirmi dört milyondan fazla sadık haberci de tasdik ederek haber verdikleri halde, o binde bir çıkma ihtimali olan piyangoya katılmak ve binde dokuz yüz doksan dokuz çıkma ihtimali olan piyangoya katılmamak ne derece akılsızca bir harekettir, birbiriyle kıyaslanırsa anlaşılacaktır.
Bu meselede, hapishane müdürleri, gardiyanlar ve belki de memleketin idarecileri ile emniyet mensupları, Risale-i Nur'un bu dersinden memnun olmaları gerekir. Çünkü bin tane dindar ve Cehennem hapsini devamlı aklından çıkarmayan adamların idare edilmesi ve asayişinin sağlanması, on tane namazsız ve itikatsız, yalnız dünyevî hapsi düşünen ve haram-helâl nedir bilmeyen ve kısmen de serseriliğe alışan adamların idare edilmesinden daha kolay olduğu çok tecrübelerle görülmüş.
iKiNCi MESELENiN ÖZETi
Risale-i Nur'da, Gençlik Rehberinde güzelce izah edildiği gibi, ölümün başımıza gelmesi o kadar kesin ve o kadar göz önündedir ki, şu içinde bulunduğumuz günün sonunda bizleri içine alacak olan gece gibi ve bu son baharın arkasından gelecek olan kış gibi, ölüm de başımıza mutlaka gelecek. Bu hapishane nasıl ki girenler ve çıkanlar için geçici bir misafirhanedir; aynen öyle de, şu yer kürenin yüzü dahi, acelece hareket eden kafilelerin yollarında, bir gecelik konaklama ve tekrar yola çıkma için bir handır. Her bir şehri yüzlerce defa mezarlıklara boşaltan ölümün, kesinlikle hayattan daha fazla bir istediği vardır.
işte bu korkunç hakikatin esrarlı bilinmezliğini, Risale-i Nurlar bilinir bir hale getirmiş. işte onun kısacak bir özeti şudur:
Mademki ölüm öldürülemiyor ve mezarın kapısı kapanmıyor. O zaman bu ecel denilen cellâdın elinden ve mezar denilen tek kişilik hücreden kurtulmanın bir çaresini bulmak gereklidir!
Ve eğer bunun bir çaresi varsa, elbette bu çareyi arayıp bulma insanın en büyük ve her şeyden önemli bir derdidir. Evet, ecel celladının elinden ve mezar denilen tek kişilik hücreden kurtulmanın çaresi var ve Risale-i Nur, Kur'ân'ın içerdiği sırlarla o çareyi, iki kere iki dört eder derecesinde kesin olarak ispat etmiş durumda. işte bu ispatın kısacık bir özeti şudur:
Biracık düşünürsek anlayacağız ki, ölüm ya ebedî bir idamdır; hem insanı, hem de bütün akraba ve sevdiklerini asan ve asacak olan bir darağacıdır. Ya da bambaşka bir ebedî âleme gitmek ve iman denilen pasaportla mutluluk ve huzur sarayına girmek için bir izin belgesidir. Ve mezar ise, ya karanlık bir tek kişilik hücre ve dibi olmayan korkunç bir kuyudur. Ya da bu dünya zindanından sonsuz ve huzurlu bir ziyafet sofrasına ve meyvelerle dolu bir bahçeye açılan bir kapıdır. Bu hakikati Gençlik Rehberinde bir misal ile ispat etmiştik.
Meselâ hayal edelim: Bu hapishanenin bahçesine insanları asmak için darağaçları konulmuş olsun ve o darağaçlarını dayadıkları duvarın arkasında da gayet büyük ve bütün dünyanın katıldığı bir piyango dairesi kurulmuş olsun. Biz bu hapishanede ki beş yüz kişi belli ki, hepimiz teker teker ve kurtulma imkânımız olmadan, o meydana çağırılacağız ve çağırılıyoruz. O meydana çağırıldığımızda bizlere ne diyebilirler? Ya diyecekler ki "Gel, idam ilânını al, darağacına çık" veya "ebediyen kalacağın tek kişilik hücreye giriş ilanını elinde tut ve bu açık kapıdan içeri gir" ya da "Sana müjdeler olsun! Milyonların peşinde koştuğu altın bilet sana çıktı. Gel biletini al."
Biz de gözümüzle görüyoruz ki, birileri sırayla o darağaçlarına çıkıyorlar. Çıkanların bir kısmının asıldıklarına şahit oluyoruz. Bir kısmının ise, o darağaçlarını basamak yapıp o duvarın arkasında bulunan piyango dairesine girdiklerini, orada bulunan büyük ve ciddî memurların garantili haberleriyle öğreniyoruz -ki tam bu sırada, hapishanemize iki heyet giriverdi.
O iki heyetten birisinin ellerinde çeşitli çalgı aletleri, içkiler, görünüşte gayet tatlı helvalar ve baklavalar var. O tatlılardan bizlere ikram edip yedirmeye çalıştılar. Fakat o tatlılar zehirlidir, şeytanlaşmış insanlar onların içine zehir atmışlar.
Diğer heyet ise, ellerinde insanı mutlu ve huzurlu eden nasihatlerin olduğu kitaplar, helâl yemekler ve tatlı şerbetlerle içeri girdiler. Bize hediyeler veriyorlar. Dikkat ettiğimizde görüyoruz ki, hepsi çok ciddi ve samimi tavırlarla ve dürüstçe bizlere diyorlar ki:
"Eğer o ilk heyetin, sizi sınamak için verdiği hediyeleri alırsanız ve o tatlılardan yerseniz, şu gözümüzün önündeki darağaçlarında daha önceden asılanlar gibi sizde asılacaksınız. Eğer ki, bu memleketin hükümdarının emriyle getirdiğimiz hediyeleri önceki heyetin verdiklerine tercih ve kabul eder ve kitaplardaki nasihatleri ve emirleri okursanız, asılmaktan kurtulacaksınız. Darağaçlarının arkasında ki piyango dairesinde, size özel bir ikramiye olarak, her biriniz paha biçilemez o altın bileti alacaksınız. Eğer o haram ve şüpheli ve zehirli tatlıları yerseniz, asılacağınız zamanı beklerken o zehirin sancısını da çekeceksiniz."
işte bu misalde olduğu gibi, Allah'a olan imanımız ve emirlerine olan itaatimiz ölene kadar olursa, ölümün ve hesabın ardından yüzde yüz ihtimalle cennet kapılarının bizler için açılacağını, ellerinde sapasağlam ve güvenilir kitaplar ve bir sürü mucizeleri bulunan yüz yirmi dört bin peygamber ve onların yolunda yürüyen ve onları tasdik ederek söyledikleri sözlerin altına imza atan yüz yirmi dört milyondan fazla evliya ve o peygamberler ile evliyaların haberlerini akıl yoluyla, şüphe edilmez ispatlarla ve çok kuvvetli delillerle, tasdik eden milyarlarca âlim, araştırmacı ve bilginler söylemektedirler.
Bununla beraber Allah'a isyanda ve imansızlıkta ve Allah'ın emirlerini dinlememekte devam edenler ve tövbe etmeyerek bu hallerine ısrarcı olanlar için, yüzde doksan dokuz ihtimalle ölümün sonsuz bir idam olacağı veya tek başına sonsuza dek kalınacak karanlık bir hücre haline geleceği ve bu halde ahirete gidenlerin sonsuza dek pişmanlık duyacaklarını haber verenler de yine en başta; ellerinde sapasağlam ve güvenilir kitaplar ve bir sürü mucizeler bulunan yüz yirmi dört bin peygamber ve onların yolunda yürüyen ve onları tasdik ederek söyledikleri sözlerin altına imza atan yüz yirmi dört milyondan fazla evliya ve o peygamberler ile evliyaların haberlerini akıl yoluyla, şüphe edilmez ispatlarla ve çok kuvvetli delillerle, tasdik eden milyarlarca âlim, araştırmacı ve bilginlerdir.
Bu önemli haberleri ve uyarıları dinlemeyerek güvenli yoldan gitmeyen, yani yüzde doksan dokuz ihtimalle dehşetli bir tehlikeyi görmezden gelerek, bir tek uyarıcının -bu yolda tehlike var!- demesiyle o güvenli yolu bırakıp daha uzun ve tehlikeli yolu tercih eden, elbette ve elbette şuna benzer:
Dünyada karşısına iki yol çıkıp da, hangisinden gideceğini düşünürken ve binlerce güvenilir insan ona kısa yolu gösterirken o adam bir tek kişinin -kısa olan yolda tehlike olabilir- demesi üzerine kısa olan yolu bırakır, hiçbir kazancı olmayacağı halde uzun yolu tercih eder.
Zavallı ahmak, aklı yerinde olmayan sarhoşlar gibi, dehşetli ve uzakta görünen ancak ona musallat olan ejderhalara önem vermez, küçücük sineklerle uğraşır, yalnız onlara önem verir gibi hareket ederek aklını, kalbini, ruhunu ve insaniyetini kaybetmiş oluyor.
Madem kaçınılmaz durum budur. Biz hapishanedekiler, bu hapis belasından intikamımızı tam olarak almak için, o mübarek ikinci heyetin hediyelerini kabul etmeliyiz. Yani, nasıl ki bir dakika intikam alma lezzeti ve birkaç dakika veya bir iki saat eğlence lezzetleriyle, şu an içinde bulunduğumuz sıkıntı bizi iki, üç, beş, on ve on beş sene bu hapse soktu, dünyamızı bize zindan eyledi; biz dahi bu musibetin tersine ve inadına, bir iki saat hapis süresini bir iki gün ibadete ve iki üç sene cezamızı, mübarek kafilenin hediyeleriyle yirmi otuz sene bakî bir ömre ve on ve yirmi sene hapiste çekeceğimiz cezamızı milyonlar sene Cehennem hapsinden affımıza vesile ederek, fâni dünyamızın ağlasa da, en güzelinden bâki hayatımızı güldürerek bu musibetten tam intikamımızı almalıyız. Hapishaneyi terbiyehane gibi gösterip, vatanımıza ve milletimize birer terbiyeli, emniyetli, menfaatli adam olmaya çalışmalıyız. Ve hapishane memurları ve müdürleri ve idarecileri dahi, canî, eşkıya, serseri, katil, zevkine düşkün ve vatana zararlı zannettikleri adamları, mübarek bir dershanede çalışan talebeler olarak görsünler ve onlarla iftihar ederek Allah'a şükretsinler.
Türkçe çevirisi aşağıda verildiği gibi olan Risale-i Nur'dan faydalı bir bölüm.
Yirmi Birinci Söz'ün Türkçe Çevirisi:
iki Makamdır.
Birinci Makam
(((Şüphesiz ki namaz, mü'minler üzerine belli vakitler için farz olarak yazılmıştır.)))
(Nisâ Sûresi, 4:103)
Bir zaman yaşça, vücutça ve rütbece büyük bir adam bana dedi ki: "Namaz iyidir. Fakat her gün her gün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden bıkkınlık veriyor."
O kişinin o sözünden bir hayli zaman geçtikten sonra, kendi nefsimi dinledim. Baktım ki, nefsim de aynı sözleri söylüyor.
Ve dikkat ettim ki, tembellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor. O vakit anladım: O zat o sözü aslında bütün, emredici nefisler namına söylemiş gibidir veya ona söylettirilmiştir.
O zaman ben dahi dedim ki: Madem benim nefsim kötülüğü emredicidir. Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. Öyleyse öncelikle nefsimden başlarım.
Dedim: Ey nefis! Kapkara bir cahillik içinde, tembelliğin rahat döşeğinde, gaflet uykusunda söylediğin şu söze karşılık olarak sana beş tane ikazda bulunacağım iyi dinle!
Ey akılsız nefsim! Acaba ömrün ebedî midir? Hiç kesin bir senedin var mıdır ki, gelecek seneye, belki yarına kadar yaşayacaksın?
Sana bıkkınlık veren, "bu işi sonsuza dek yapacağım" düşüncesidir. Kendi kafandan, keyfi olarak böyle düşünüyor ve sanki dünyada sonsuza kadar kalacakmışsın gibi nazlanıyorsun.
Eğer birazcık akıl edip anlasaydın, fark edecektin ki ömrün aslında pek azdır ve genelde de faydasız işlerle geçip gidiyor.
işte bu gerçeği anlayıp kabul ettiğinde, o faydasız akıp giden ömrünün yalnız yirmi dörtte birisini, "hakikî bir ebedi hayatın" kurtuluşuna sebep olacak, sana sonsuz bir cennet hayatı kazandıracak; güzel, hoş, rahat ve rahmet bir işe, bir hizmete elbette sarf edeceksin. Ve o işten, o hizmetten bıkmak, usanmak şöyle dursun, iç dünyanda kesinlikle çok ciddî bir istek duyacaksın ve o iş sana çok hoş bir zevk verecek.
Ey boğazına, midesine pek düşkün nefsim! Acaba, her gün her gün ekmek yersin, su içersin, havayı teneffüs edersin; sana onlar bıkkınlık veriyor mu?
Hayır, vermiyor; çünkü bunlara devamlı ihtiyaç duyduğundan bıkkınlık değil, hatta lezzet alıyorsun. Öyleyse, bedeninde senin arkadaşların olan kalbimin gıdası, ruhumun âb-ı hayatı ve Rabbimin, o sabah rüzgarı gibi tertemiz lütuflarını kendine çeken ve içine alan namaz dahi seni usandırmamalı.
Evet, sonsuz üzüntülere ve kederlere maruz ve onlarla başı dertte ve sonsuz lezzetlere ve arzulara şiddetle ihtiyaç duyan ve binlerce hayal dolu olan bir kalbin gıdası ve kuvveti, her şeye gücü kudreti yeten bir Çok merhametli ve ikramı bol olanın kapısını, çok ciddi bir yakarış ile çalmakla elde edilebilir.
Evet, şu ölümlü dünyada, çok hızlı bir şekilde ayrılık çığlığını koparıp giden bütün yaratılmışlarla alâkadar bir ruhu besleyecek olan âb-ı hayat ancak ve ancak, her şeye bedel bir, Mabud'u Baki'nin ve Mahbub-u Sermedî'nin rahmet çeşmesinden, namaz yolu ve yordamıyla, ancak O'na yönelerek içilebilir.
Evet, insan fıtraten, sonsuzluğu ister. Ve zaten sonsuzluk için yaratılmıştır. O, başlangıcı ve sonu olmayan bir Zatın aynası hükmündedir. Bu derece sonsuzlukla alakadar olan insanın, son derece nazik, hoş ve aynı zamanda şuurlu olan kalbinde ki sır makamı ve nurla beslenen lâtife-i Rabbanîyesi, şu kasavetli, ezici, sıkıntılı, geçici, karanlık ve boğucu olan dünya içinde, elbette teneffüs etmeye pek çok muhtaçtır ve bu ihtiyacını ancak namazın penceresiyle karşılayabilir.
Ey sabırsız nefsim! Acaba geçmiş günlerde yaptığın ibadetlerin zahmetini ve namaz kılmak için çektiğin sıkıntıyı ve başına gelen belaların sende açtığı yaraları şu an düşünüp ızdırap duymak; hem de gelecek günlerde yapacağın ibadet vazifesini ve namaz hizmetini ve başına gelecek belaların derdini bugünden, olmuş gibi tasarlayarak sabırsızlık göstermek hiç akıl karı mıdır?
Şu sabırsızlıkta düştüğün durum şu sersem kumandana benzer ki; o kumandan, karşısındaki düşmanın sağ cephesindeki kuvvet, komutanın sağ cephesindeki taze ve güçlü kuvvetine yönelmişken, o komutan tutar, merkezdeki önemli bir kuvvetini hiç gerek yokken sağ cepheye gönderir ve böylece merkezi zayıflatır. Hem sol cephede düşman askerleri yokken ve daha gelmemişken, merkezden büyük bir kuvvet de o cepheye gönderir ve onlara "Ateş et" emri verir, böylece merkez karargâhını, hem asker bakımından hem teçhizat bakımından bütün bütün kuvvetten düşürtür. Düşman işi anlar, merkeze hücum eder ve o komutanı mahveder.
Evet, işte buna benzersin. Çünkü geçmiş günlerin zahmeti, bugün rahmete dönüşmüş. Dertleri gitmiş, lezzeti kalmış. ızdırapları, ikrama dönmüş ve çektiğin sıkıntılar, sevap hanene yazılmış. Öyleyse, bulunduğun durumda yapman gereken bıkkınlık göstermek değildir, yapman gereken yeni bir şevkle, taze bir zevkle ve çok ciddî bir gayretle hayata devam etmek lâzımdır. Gelecek günler ise madem gelmemişler; şimdiden düşünüp usanmak ve bıkmak, aynen o günlerde yaşama ihtimali olan açlığı ve susuzluğunu, bugünden düşünüp derdinden bağırıp çağırmak kadar divaneliktir.
Madem hakikat böyledir. Âkıllı isen, ibadet konusunda yalnız bugünü düşün. Ve "Onun bir saatini, ücreti pek büyük, külfeti pek az, hoş ve güzel ve ulvî bir hizmete harcıyorum" de. O vakit senin ümitsizce bıkkınlığın, çok tatlı bir gayrete dönüşür.
işte, ey sabırsız nefsim! Sen üç sabırla mükellefsin. Birisi, ibadetlere karşı sabırdır. Birisi, günahlara karşı sabırdır. Diğeri ise belalara karşı sabırdır. Aklın varsa, şu Üçüncü ikazdaki temsilde görünen hakikati kendine rehber et, cesurca "Yâ Sabîr" de, üç sabrı omzuna al. Cenâb-ı Hakkın sana verdiği sabır kuvvetini eğer yanlış yerlere dağıtmazsan, her sıkıntıya ve her belaya yetecektir. işte o kuvvetle dirençli ol.
Amerikan düşmanlığı, milliyetçilik duygusu ve ezilmişlik hissinin esas alınarak gerçekleştirilen Japon hamlesi, katiyen uzun ömürlü olamaz.
Çünkü, ister siyasî, ister ekonomik, isterse kültürel olsun, her türlü kalkınmanın uzun ömürlü olması, sağlam temeller üzerine kurulmasına bağlıdır. Halbûki, Japon kalkınmasında kalıcı esaslar değil, reaksiyoner çıkışlar hakimdir.
Nitekim, Batı bugün Japonya'ya fuhuştan tutun da, içki ve kumara kadar her türlü melanet ve sefaheti sokmuş durumda.
Daha başka ülkeler gibi, Batı'nın bu oyununa düşmüş ve mozayiği delik-deşik olmuş bulunan Japon saltanatının uzun ömürlü olması herhalde düşünülemez.
Hicretin, müslümanlarca tarih başlangıcı olarak kabul edilmesi Hz. Ömer (ra) devrindeki bir içtihad ve bu içtihad neticesinde meydana gelen icmaya dayanır.
Fakat tarih başlangıcı olarak kabul edilme ile, hicretin manâ ve muhtevası farklı şeylerdir.
icma ile kabul edilen böyle bir hükme karşı çıkmak da doğru değildir.
Olduğuna dair verilerin ve kanıtların bulunduğu olaylarından biridir. Ancak elbette daha derinlemesine araştırılması gerekmektedir.
Bilimsel nutuklar atanlar, hangi bilimsel veriye dayanarak bu olayın olmadığına hükmediyorlar şaşılacak bir durumdur. Sanırım kendi içinde çelişkiye düşmek bu olsa gerek!
1. Ashab-ı Bedir, harbin hiç bilinmediği bir devirde harb etmişlerdir.
2. Bu hususta ana-baba engelini dinlememişler, hatta aşmışlardır.
3. Bedir'e harb için değil, Suriye'den gelmekte olan Kureyş kervanını takip için gitmişlerdi. Karşılarına harp çıkınca, bundan çekinmemişlerdi.
4. Ölüme seve seve koşmuş neticede öyle bir makam kazanmışlardı ki, bu onları kıymetler üstü kıymete ulaştırmıştı. Allah da, sonraları, onlara hep bu noktadan bakmış ve nazara vermişti.
Ama meseleyi harbin çetinliği açısından alacak olursak, Yermuk, Hendek vakaları daha çetindir.