öte yandan geçtiğimiz günlerde dersim'de hozat ilçesi'nde belediye başkanlığı'nın bir caddenin adını deniz gezmiş caddesi olarak değiştirmesi mahkeme tarafından "ayrımcılık ve bölücülük" olarak nitelendirilmişti.
"Ama" diyor türbanını kapının ardında çıkarmak zorunda kalıp içeri peruğuyla giren genç kıza bir diğer genç kız ve gerisin gerisi tartışmayı başka bir düzleme taşıyan soruya yöneliyor; "Siz bunu takarken özgürce ve kendi iradenizle mi hareket ediyorsunuz?"
Tartışma nasıl ve nerde başladı bilmiyorum ama modernizmin ve post-modernist algının geri besleme senkronizasyonlarındaki artışın yoğunlaştığı dönemlerde bu tartışma güncelin somutluğu oranında üslup farkı yaşıyor. Haliyle başı açık ve "modern" görünmek sekülerliği simgelerken öte yanda başı örtmek ve/ya da vucut hatlarını tümüyle gizleyen uzun bir entari giymek "modernizm" karşıtlığını yada muhafazakarlığı simgeler hale geliyor. Sonrası birazcık "poh poh" ve "öteki" temsilleriyle beslendikçe Araf'ta bir yerde durmak yerine devlet, kurumları ve yöneticileri ile tarafgir bir hal takınıyor. Siyaset bu tür toplumsal meselelere çözüm üretmek için değil çözümsüzlüğü beslemek için dinamikler üretiyor. Bu meseleyle ilgili her nasılsa "uzman olmuşlar", yeleklerinin cebinde saklı gizli duran çözüm önerilerini televizyon programlarından -tıpkı emekli askerlerin strateji uzmanlığıyla karşımıza çıktığı gibi- dervişin fikri ve zikri ritüelleriyle kaskatı ve tavizsiz sunuyorlar. Tam da bu noktada fikirler sivrildikçe sivrilip karşıtlaşıyor ve "ama"lar başlıyor. Birden bire konuşulması gereken bir dolu özgürlük tek gündeme dönüştürülüp kıstırılıyor. Piyangodan genellikle türban, zorunlu din dersleri yada anadil meselesi çıkıyor. Bu meseleler yan kollar oluşturuyor sürekli olarak. Tartışmalar çetrefillenip dal-budak bağlıyor ve haftalar sonra tavizsiz saf tutmalar yerini başlangıç konusundan azade bir konuya bırakıyor. Bu arada kimse konunun asıl tarafları olan üniversite öğrencilerinin fikrini sormuyor. Zaten bizler de oturup bu meseleyle ilgili profesörlerimizi okuyup duruyoruz. Bir fikir üretmeyi bırakalı 30 yıl olmuş... Haliyle çözümü Hâk getire!
iktidar ve Özgürlük
Özgürlüklerin kamusallıkla imtihanını çoğunlukla hakim toplumsal algı belirliyor ancak kimi meselelerde iktidar ve resmi ideoloji baskın bir öğe olarak olguları kendi ekseninden ve bakış açısından tartıştırarak her nevi balans ayarı çekiyor. Meseleye dair politika oluşturması beklenen sivil toplum sivilleşen toplumdan hazzetmeyen egemenlerin fikrini öğrenip duruma göre sesini çıkartırken duruma göre sessizliğin destekçisi oluyor. Konu yine "ama"larla özdeşleştiriliyor. Örneklendirelim;
Konumuz türban kavramının bilimsel bilginin hangi ayağıyla eşlenirliğidir. Yani kamu yararına bilgi üretimini sağlayan bir kurumun halkın bir kısmının inancının fiziksel tezahürünü kabullenirliğini tartışıyoruz. Gündem maddelerimize bugüne kadar pek çok toplumsal sorunu çözmek şöyle dursun içinden çıkılmaz hale getirmiş siyaset ve aktörlerinden "çözüm" talep ediyoruz. Sadece talep etmekle kalınca meseleye dair tartışma hep "Benim türbanlı arkadaşlarım da var ama..." muhabbetiyle dönüp dolaşıp hiçbir yere varmadan seyahat ediyor. Lakin ideolojilerimizin ördüğü riya duvarları sadece kendimizi ait hissettiğimiz özgürlüklere yandaş oluyor. Kapının önünde türbanını çıkartmak zorunda bırakılan kızı gündemimiz o olmadığı müddetçe umursamıyoruz. Bu mağduriyetle hemhal olmamız için o kapıdan herhangi bir nedenle içeri sokulmamamız gerekiyor. Yine "ama"lar başlıyor... Bir yanda türbanın özgür iradeyle ilişkisini sorgulayanlar, özgürlüğü ön planda tuttukları savunmalarında nedense türbanlı öğrencilerin üniversitelerin kamusallığına gölge düşüren turnikelerden özgürce geçememelerini dert edinmiyorlar. Öte yandan konu Türban olunca hamasi özgürlük nutukları atanların anadilde eğitim ve zorunlu din derslerinin kaldırılması taleplerini kulak ardı ediyor olmalarındaki çelişki ayyuka çıkmış durumda.
Zorunlu Din Dersleri
Koşullu özgürlükler kendini gittikçe belirginleştiriyor o sırada. Türbanın üniversite kapılarından geçebilir hale gelmesiyle birlikte bu kez iktidarın samimiyetinin sorgulanması bağlamında haklı olarak diğer talepler belirgin biçimde hesap soruyor. Peki ya zorunlu din dersleri? Madem ibadetin ve inancın özgürlüğü esaslı bir talepler bütününü tartışıyoruz, o halde zorunlu din dersleri ve tarih dersleri ile egemen ideolojinin bağrına bastığı ve Baskın Hoca'nın literatürümüze kazandırdığı "lahasümüt(laik,Hanefi, Sünni, Müslüman, Türk)" kavramı ne olacak? Her türlü din ile arasına eşit mesafe koyarak inançlarla uğraşmaması gereken devletin Din derslerini kendisinin öğretmesi ne kadar olağan? Peki bu zorunlu din derslerinde neden bütün inanç sistematikleri değil de tek bir inancın buyruğu hakim? Eğer bu bir zorundalık değilse neden Ahtamar'da ayin yapmaya gelen Hristiyanların haç talepleri şiddetle reddedildi? Fener-Balat'ta haç çıkarma ayinleri neden sürekli milliyetçi saldırılara maruz kalıyor? Devletin bir bakanı olan Faruk Çelik neden "Ne derdiniz var din dersiyle, niye kalksın din? Din ile bu salondaki insanların, bu milletin bir problemi yok ki." diyor?
Sunni islam öğretisini dini inancı olarak görmeyenler için zorunlu din dersi zuldür. Burada mesele farklı inançları olanlara onların inancını da müfredata dahil ederek din eğitimi vermek değil, devletin henüz bir irade sahibi olmayan çocukları din kavramını öğrenmek zorunluluğuna tabi tutmasıdır. Baskı ve zorlamaya karşı çocukların yanında duran evrensel hukuk normları bizzat devlet tarafından unutulup çocuklara inançlı olmanın faziletleri anlatılıyor sürekli olarak. Bu zorunluluğun kendisi bile tek başına toplumsal bilinç dahilinde karşı çıkılması gereken bir durumken bir de üstüne egemen inanç sistematiği zorunlu bir ders olarak sunuluyor. Dolayısıyla durumdan şikayeti olanlara kulak vermek yerine bu şikayetleri anormal olarak sunma çabası toplumsal tabanda da yer tutuyor. Bu çaba nedeniyle zorunlu din derslerine karşı çıkmak "din düşmanlığı" yani bu coğrafyada karşılık geldiği haliyle "islam düşmanlığı" olarak algılanıyor. Yine "ama"lar başlıyor...
Bu meselelere çözüm nasıl üretilir, nerden yol tutulur bilmem. 30 yıllık fikir üretmeme alışkanlığı sirayet etmiş bünyeme. Hem öyle üst mantodan atıp tutanların yaptığını yapmayacak kadar kendimdeyim. Ancak bu meselenin çözümünü tartışırken üslubumuzun "ama"larla örülü taraflı özgürlük yaklaşımlarıyla bulandırılmaması gerektiği inancındayım. Dilerim türbanı yüzünden eğitim hakkı kısıtlananlar ile zorla dini eğitime maruz bırakılanlar birbirlerinin özgürlük taleplerini içselleştirebilir yahut hiç olmazsa bu taleplere saygı duymasını öğrenirler. Neticede her iki meselede de çıkmazın en önemli nedeni hegemonik devlet ve siyaset politikalarıdır.
Bugün üniversitenin kapısından içeri girdiğimde bir arkadaşımın başındaki örtüyle içeri girebildiğini görmek soyu sopu alevi olan şahsımı mutlu etmiştir. işte biz asıl şimdi birbirimize karşı yarım yamalak da olsa açığız...Bir de artık kadınlar bu konuyu erkek egemen jargonla tartışmaktan vazgeçseler...
- yazılı kanunlarınız, hukuk düzeniniz, örümcek ağları gibidir. güçsüzü tutarlar; ancak yerine göre zenginler, soylular ve güçlüler tarafından yırtılıp atılmaktadır.-
solon'un yunan adaleti'nin ve yasalarının ne kadar akla ve mantığa uygun olduğunu ve bu yasaların işleyiş bakımından da işlevsel ve bağımsız bir nitelik taşıdığını söylediği bir tartışma sırasında iskitli filozof anakharsis yukarıdaki cümleyi kurmuş ve tam 26 yüzyıl evvelinden bugün birçoğumuzun farkına dahi varamadığı o tespiti yapmıştır. bu ülkede son yıllarda alabildiğine süren ve duruma göre "saygı gösterilmesi gereken" olarak ilan edilen hukuk düzeni 26 yüzyıl evvelden gelen o tespitin en büyük ispatıdır.
dreyfus davası başladığında kimse dünyayı bu kadar etkileyecek bir haksızlığın mahkeme kararlarıyla onanacağını bilemezdi. dahası hiç kimse hukukun ırkçılığı ve anti-semitizm'i bu kadar ayyuka çıkartabileceğini kestiremezdi. ta ki emile zola bu işe yürekli ve kararlı bir biçimde yaklaşarak 'j'accuse!' yani itham ediyorum diyene kadar. sonrasında kamuoyu ve aydınların emile zola'ya destekleri ile devam eden bu süreç emile zola ve eşinin şüpheli biçimde ölümlerinin ardından da sürmüş ve en azından halkın tepkisinden korkulmasından mütevellit suçsuzluğu artık ortaya çıkan dreyfus önceki cumhurbaşkanı'nın ölümüyle seçilen cumhurbaşkanı tarafından affedilmiş ve ordudaki görevine devam etmişti. bu davanın önemi adaletin egemenlerin ve egemen zihniyetin kontrolü altındaki rolünün açığa iyiden iyiye vurulmasıdır. sonucu ise fransa'nın anti-semitizm'le hesaplaşması ve devletin sağ-sol ideolojiler arasında kendine bir rol biçmesi olarak tezahür etmiştir.
hukuk, normlarını halktan almak yerine hegemonik devlet politikalarından aldığı vakit, gündelik yaşam karşısında darbeci olur. egemen politik düsturu toplumsal dinamiklere sirayet ettirmek biçiminde ortaya çıkan bu hukuk algısı toplumsal bilinci kendi istediği şekle evriltir. egmenin çarkında dönüp duran yasalar ve adalet hiçbir zaman bağımsız ve tarafsız olmamıştır. bunu şöyle özetlemek yeterlidir: `herkes eşittir ama bazıları daha eşittir.
`
türkiye'de dreyfus davasındaki gibi bir kararlılık ortamına haiz olmuş herhangi bir dava yok. olmasını beklemek olası değil. türkiye'de hukuksuzluğu yaratan süreçlerin orta yerinde politika ve siyaset durur. bu politika ve siyaset tutumlarını yönlendiren ise yine resmi ideolojidir. dolayısıyla türkiye'de vuk'u bulan bir haksızlığı gidermek için ve suçluyu cezalandırmak için gerek ve yeter şart suçluya verilecek cezanın resmi ideolojiyle çelişmemesidir. bunu uğur kaymaz davasında yaşamıştık en son. uğur kaymaz ve babasını öldüren polisleri beraat ettiren yargıtay, bu ülkenin yargıtay'ıdır. bir çocuğun ölümü, arkasına resmi ideolojiyi almış 13 yasal mermi ile yapılmışsa elbette suç değildir. halbuki polis memurlarının beraat etmesine olmayan sivil toplumu ile karşı çıkamayan bu toplum ve bu yargı, haliyle çocukları tmk mağduru yaparken de alkışlanan toplum ve yargıdır.
yargının hukuksuzlukları ile devam edelim. resmi ideolojinin yargı ve ulus-devlet'i nasıl bir araya getirdiğini açıkça görmek isteyenlere bir örnek olsun ibret-i alem "ifade özgürlüğü" kararları. baskın oran ve ibrahim kaboğlu 6 yıl evvel azınlık raporu'nu yazdıktan sonra birçok gazeteci tarafından açıkça küfür ve tehdide maruz kalmıştı. bir sürü hakret var ancak sadece birini buraya aktarmak dahi yeterli. hüseyin kocabıyık, baskın oran ve ibrahim kaboğlu için şunları söylemişti: "çanağına yal konulunca ve etli kemik vaadini duyunca yaltaklanan,kuyruk sallayan kanişler,uyanık geçinen şapşallar,salak,tescilli hain,zavallılar.tc** devletimize-milletimizin birliğine kalleşçe ihanet hançeri sokanlar." bunu ifade özgürlüğü kapsamında kabul eden ve tescilleyen yargıtay 4. hukuk dairesi baskın oran'ın bir agos gazetesi yazarı olduğu ve ermeni meselesiyle ilgili yazdığını, dolayısıyla kendisinin de ifade özgürlüğünü kullandığını ve her türlü eleştiriye açık olması gerektiğini söylemişti. onlar için hüseyin kocabıyık'ın ettiği laflar tamamiyle eleştiridir ve baskın oran agos gazetesi'nde ermeni meselesi üzerine yazdığı için bu 'eleştiri'yi haketmiştir.
sadece yargıtay ile kalmıyor elbette. 1971 yılında türkiye işçi partisi'ni kapatan anayasa mahkemesi, hala parti kapatabilmektedir. son örneği dtp'ye kadar onlarca parti kapatma kararı sözkonusudur. gücünü halktan aldığını iddia eden hukuk gücünü halktan alan partileri yok edebilmektedir. anayasa mahkemesi'nin din, dil, etnik köken ve daha bir çok konuda verdiği 'hukuk temelli'(!), evrensel(!) kararları mevcuttur.
bu ülkede çocukları öldürenler polisler olunca susan bir halk ve hukuk zihniyeti elbette resmi ideolojinin ürünüdür. bu ülkede hukuksuzluğu yaratanlar ve sistemin resmiyetiyle ideolojilerinizi gerdan kıra kıra raksederek paçalarınızdan fışkırtanlar, haydi, şappi şappi yandan yandaaannn...
şu dünyada hiçbir ırka aidiyet hissetmiyorum ve bir ırka mensup olmamanın ırkçı politikaların gölgesinde eritilmeye çalışılan kültürlere, ırksal niteliklere karşı çıkmamakla özdeşleşmediğini de bilirim.
faşizme gönülden bağlı her devlet, tek tip insan yaratmak ister. bunu milliyetçilik kavramı ile politikalaştırır ve alt politikalarla bu tek tip bireyi yaratmaya çalışır. çünkü milliyetçilik devlet ve egemen kültürün evliliğinin sonucudur. devlet kavramına yüklenmiş sonsuz güç ile asırlara yayılmış başat kültürü sürekli övmek ve bu unsurları olgusal olarak halk nezdinde kutsallaştırmak öncelikli politikadır. tek tip insan olmadığı vakit özellikle faşizmin kolayca tarafında yer alabildiği ulus-devlet algısı çatırtılara sürükleniyor. bu çatırtılar ekseninde kimi kanlı uygulamalar tarihsel süreç içinde gerçekleştiriliyor ve egemen tarih diskuru yaratılmak istenen algıyı, katliamları kabul etmeyerek ve onları devlet ve millet çıkarlarını korumak adına gerçekleştirdiği kimi masum politikalar olarak sunmaktadır.
tarihteki ilk asimilasyon politikası asur imparatorluğu tarafından gerçekleştirilmiştir. asuriler, halkların bir kısmını sürgün etmekle kalmıyor, onları egemen kültür içinde eriterek bir nevi etnik ve sınıfsal çelişkilerden arındırıp tek tip insan yaratmayı hedefliyorlardı. bunun daha da ileri götürülmüşünü büyük iskender gerçekleştirmiştir. büyük iskender iran seferi sırasında botan bölgesi'nde 20 bin askerini burada yaşayan genç kızlarla zifafa sokmuştur.
asimilasyon yahut farklı kültürleri topyekün yok etme derdine düşmüş devletler farklı politikalar bulmakta zorlanmamışlardır. farklı etnik gruplar hakkında düzinelerce raporlar hazırlayıp bu raporları devletin çeşitli aktörleriyle tartışıp sonrasında gizli onaylar ile politika haline getirmişlerdir. örneğin dersim ile ilgili hazırlanan raporları sıralayayım:
1. dersim valisi arif paşa'nın raporu(1841)
2.müşir şakir ve zeki paşalar ile serasker rıza paşa'nın raporu(1896)
3.mutasarıf arif bey'in raporu(28 ekim 1903-1906)
4. dersim mutasarıfı celal bey'in raporu(1903-1906)
5. müfettiş hamdi bey'in raporu(1926)
6. diyarbakır valisi cemal bardakçı'nın raporu
7. umum müfettişi ibrahim tali'nin raporu(1928)
8. genelkurmay başkanı fevzi çakmak'ın raporu
9. halis paşa'nın raporu(1930)
10. içişleri bakanı şükrü kaya'nın raporu(1931)
bütün bu raporların ortak noktası politikalar değişse de aynıdır: sürgün ve/veya türkleştirmek
örneğin 1896 yılında hazırlanan raporda bugün de dersim'de en büyük problem haline gelen barajlar meselesi gündeme "blok havuzlar" olarak getiriliyor. bu blok havuzlar özellikle aşiretlerin yerleştiği yerlere yapılarak aşiretlerin burdan göç etmesi amaçlanıyor. göç edenleri ise uygun bir biçimde yerleştirerek biraradalıkları engelleniyor. daha sonra fevzi çakmak'ın hazırladığı rapor ise meselenin asıl boyutunu gösteriyor:
"dersim evvela koloni(sömürge) gibi nazarı itibara alınmalı. türk camiası içinde kürtlük eritilmeli, ondan sonra da tedricen öz türk hukukuna mazhar kılınmalıdır."
devletin kendini bu farklı etnik gruplara nasıl da keybetli ve güçlü gösterdiğini katliam başlangıcında dersim'e atılan şu bildiriden okuyalım:
"her tarafınızı sarmış bulunuyoruz. dediklerimizi yapmazsanız cumhuriyetin kahredici orduları tarafından kahredileceksiniz. cumhuriyet hükümetinin bu son şefkat merhametini bildiren bu bildirisini 24 saat çoluk ve çocuğunuzla beraber okuyun - düşünün ve çabuk karar verin. yoksa hiç istemediğimiz halde sizi mahvedecek kuvvetler harekete geçeceklerdir. devlete itaat gerekir." (kaynak: türkiye cumhuriyetinde ayaklanmalar)
aslında dersim bilinen mevzu. çok fazla kaşınmamış ama kaşınması gereken bir diğer mevzu 33 kurşun katliamı mevzusu. mevzuyu burada güzelce anlatmış avni özgürel, okuyunuz:
sonrasında ne olmuş? mustafa muğlalı hapse atılmış, diğer bir deyişle üzerine isnad edilen suçlardan 1949 yılında idamına karar verilmiş ancak yargıtay tarafından ceza indirilerek 20 yıl hüküm giymiş ve muğlalı 2 yıl sonra hapiste ölmüştür. peki bunun asimilasyonla ne alakası var? savunmasında "kürtlere ilişkin davranışları normal kurallar altında çözmek imkansızdır" diyen mustafa muğlalı'nın adı van'ın özalp ilçesi'ndeki jandarma sınır taburuna verildi. devlet, katliamın yapıldığı yere, katliamı yaptığı için ceza alan paşasının adını veriyor. devleti şefkat lutfeden bir yapı olarak algılayan bu sözlüğün güzel milliyetçi yoldaşlarıma 33 köylünün akrabası olsalardı bu durum karşısında ne yapacaklarını sormak istiyorum. dahası 1980-1984 yılları arasında diyarbakır cezaevi'nde kürtlere sistematik işkence uygulayan esat oktay yıldıran'ın heykeli neden fatih'te bir parkta duruyor sizce?
devlet sürekli olarak diyor ki, "biz pkk'yi 5 kez bitirdik ama hep yeniden üretti kendisini." bundan daha kallavi sözler de duyduk ama ordugahlarımız mezun olunca ordudan, hemen kariyer derdine düşüp strateji uzmanı kesiliveriyorlar. televizyon programlarında arz-ı endam eyliyorlar. haliyle yurdum insanı bu strateji uzmanlarını demokratik bir takım önerilerde bulunur sanrısıyla izliyor. ancak zihniyet üniformadan azade olduktan sonra da değişmiyor. tek çözüm öldürmek, daha çok türklük vurgusu yapmak, kürtler ve türkler arasındaki her türlü gerginlikten sonra yüksek seviyeden "milletçe birlik ve beraberliğe en ihtiyaç duyduğumuz şu günler" demeçleri rütbeli rütbesiz savruluyor. kimse canan saldık'ı, ceylan önkol'u, serap eser'i ve uğur kaymaz'ı umursamıyor. hatta uğur kaymaz'ı öldürenleri beraat ettiriyor. sonra tutturuyorsunuz, "türklere verilen hakların aynısı kürtlere de veriliyor" diye. bu memlekette türk olmayanların hangi hakları olduğunu cumhuriyet döneminde adalet bakanlığı yapan mahmud esad bozkurt bakanlığı sırasında halka meydanlardan söylüyor:
"saf türk soyundan olmayanların bu memlekette bir tek hakları vardır. türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı: dost ve düşman ve hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler."(19 eylül 1930, milliyet gazetesi)
devletin 1993-1994 yılları arasındaki köy boşaltma rakamları şöyle:
toplam 905 köy, 2523 mezra toplamda 3428 yerleşim birimi boşaltılıyor. devlet, pkk'nin kendini yeniden üretmesi olarak tabirlediği mevzunun bel kemiğinin bu rakamlarda saklı olduğundan habersiz. köyleri boşaltıp yakmak aynı zamanda devletin kendisini yöreden ve yöre halkından tecrit etmesi anlamına da geliyordu. bu çok önemli bir ayrıntı.
hala pembe gözlüklerle karşıt savaş çığlıkları atmak yerine yıldırım türker'in dediğiyle nokta koyuyorum:
"öncelikle devletin kendi savunma refleksini bilemekten önce özür dilemeyi öğrenmesi şarttır.
bana düşen, bunu hatırlatmaktır. ezilenin hırçınlığı karşısında milli bir tahammülsüzlük yangınını körüklemek hiçbir özgürlükçü, demokrat, barış sever insanın tavrı olamaz."
ortaokul vakitlerinde ergen gençlerin avlanma araç-gereçlerinden biridir. bir çoğumuzun ortaokul anılarında bahsi geçer bu pantolonun.
neden?
bu bir av merasimidir. erkeklerin ergenlik dönemlerinin elzem eylemlerindendir. içten içe avınızın tuzağınıza düşmesini beklersiniz, av bir türlü gelmez bazen, bazen şıp diye damlar. burada kız milletinden av diye bahsettiğimden ötürü bir kere eksiyi göze aldığımı belirteyim ve fakat bu olayda bahsi geçen kızlar aslan sürüsü içinde kalan antilop gibidir, öyle masum, saf, temiz. belki oylarınız artıya döner.
bahsi geçen av masumane bir şekilde, başına gelecekleri kestiremeyeceğinden olsa gerek gülerek ya da bazen fena halde sırıtarak 32 dişinin silüetini temaşa eyleyerek gelir.
gelene hay hay, gidene sallanan bir uzuvdur felsefe o yaşlarda elbet. efendime söyleyeyim nerde kalmıştık, ha, av usulca ağa düşmeye geliyordu, bak yine "av" demişim kız diyecektim pardon.
sırıtarak gelen kız muhtemelen bir şey isteyecektir. iyi bir avcı bu durumu önceden kestirebilendir. bizim hikayemizdeki avcı da bu tür bir avcı olsun. elleri kirlidir, çamurludur, yağlıdır, burnunu karıştırmıştır, bir şey yapmıştır neticede ve elleri bir şekilde kirlenmiştir. nasıl kirlendiğine takmamak gerek. hem "kirlenmek güzeldir"
kirlenmek güzeldir demişken av masumlğunu az sonra yitirecektir. öncelikle sorması gereken soruyu sorar;
" kalemin var mı?"
olma mı hiç, vardır elbet. zira tecrübeli bir avcı bu durum için gerekli teçhizatı üstünde zaten sürekli barındırmaktadır. iş bu sorudan sonra gerisini tahmin edebilme yetinize bırakmak isterdim ancak yine de bu gereksiz entryi yeteri kadar uzatabilmek adına devam edeceğimi buradan belirtmek isterim, tabi arada amcamgillere, yengemgillere, bizi buradan okuyan pek değerli okuyucularımıza da selam ederim.
kız ya da av, hangisini tercih ederseniz, "kalemin var mı?" sorusuna alacağı cevabı bilmemektedir. cevap gelir hemen;
"var ama cebimde, ellerim kirli alsana cebimden"
talihsiz kız ya da av elini uzattıkça uzatır, derinlere gider o el ve sonrası bir haykırış olur kızın dudaklarında...
bir efsane gibi üzerimizde sallanır durur. öyle efsanevi bir kıçtır ki, asırlar eskimiş ancak o ilk günkü tazeliğini muhafaza etmiştir. bunu da en iyi yoğurtçu bir abimiz yoğurtçular odası toplantısında şöyle dile getirmiştir;
"bunca yıldır yoğurt satıyorum, böyle kase görmedim!"
bunu duyan can yücel olaya son noktayı koyarken kültürel bir açıdan yaklaşmıştır;
bir tür post-modern örgütizm sonucu. facebook'da manifestosu yayımlanmış bir örgüt. bu sözlüğe başlık olarak yol alma hali tamamıyle ilginç maddeleri ve geyik potansiyelleridir. örgütle organik bir bağım yoktur.
3. 31 şubat, "31 şubat olmaz ki" diyen yaratıcı dehalara hoş bakmaz.
4. bush, tony blair, spielberg, bill gates, susanna tamaro, "milliyetçi" kavramı yerine kendini "ulusalcı" olarak tanımlayan sözde "solcular", savaş çığırtkanlığı yapanlar ve satırlarımızda yer veremediğimiz milyonlarca benzerleri, soyulmamış birer salatalıktır. aslında zihni açık, cengiz, necmi, alper filan da öyle sayılır ama bunun konuyla alakası yoktur.
5. 31 şubat örgütü, bir grup genç müteşebbis tarafından teşkil edilmiş bir yapılanmadır. bölünerek ya da birleşerek çoğalır. prensip olarak çoğalır.
6. çoğalmak, biyolojik değil, deneysel ve ideolojik bir eylemdir.
7. 31 şubat, dünyanın en boktan, manasız, saçma, abuk, lavuk, zibidi, zındık, cinsiyetsiz, zibildiyetsiz ve haysiyetli örgütüdür.
8. 31 şubat'a üye olmak, müslüman olmak kadar kolaydır. herhangi bir dilde "üyeyim" kelimesini kusursuzca terennüm edebilen herkes üyedir. onlardan beklenen, her türlü eylemlerinde ilkelerimize uymalarıdır. durumun bize de bir e-posta ile bildirilmesi, çocuklar gibi şen olmamızı tesis eder.
9. 31 şubat'ın tarihi, oluşur oluşmaz yazılacaktır. sonra yazılanlar yalanlanacak, yeniden yazılacak, onlar da yalanlanacak, kafalar karışacak, tavla kapanacaktır.
10. temsilcilerimiz, marx'tan buddha'ya çeşit çeşittir, çoğu daha önceki bir tarihte öldüğü için bu durumdan haberleri olamamıştır.
11. örgütte hiyerarşik yapı çok önemlidir. ancak, hiyerarşiyi herkes kafasına göre belirlediği için bu durum biraz karışıktır.
12. 31 şubat, yolu sevgiden geçen herkesi çiftleştirmeye çalışır.
13. 31 şubat, çevrecidir. çevrede ne kadar alkol varsa edinmeye çalışır.
14. 31 şubat erkekleri, feministtir, feminlere bayılır.
16. 31 şubat eylemlerinde zaman ve mekan önemli olmadığı gibi, bir eylemi sahiplenmesi için kendisinin yapması da gerekmez.
17. herkes, 31 şubat örgütü üyesi olarak doğar.
18. örgüt elemanları, çalışkandır. soyut çalışır. somut çalıştığı zaman kol ve karın kasları için çalışır. ab-shaper ve benzeri yardımcı gereç kullanmaz.
19. 31 şubat, kedisini yıkayanları, kazağını pantolonunun içine sokanları, mahsun kırmızıgül gibi bakanları, demirel gibi konuşanları, aşk meşk geyik üçgenine fitne fesat sokanları sevmez.
20. 31 şubat, her daim kafası iyi gezenleri, sakız çiğnerken yürüyebilenleri, ciguli'yi, 62'den tavşan yapabilenleri, "küçük ev, karolin karolin kıs kıs kıs, meri keri çarls ingıls" şarkısını sever.
21. her yılın 31 şubat'ında alkol almak, blow job, büyük-küçük aptest olayına girmek, zinhar yasaklanmıştır.
22. bu madde, son noktayı koyan maddedir. kutsal, tamamlayıcı, açıklayıcı, helak edici ve yol göstericidir.
bilgiye dayalı siyaset. çoğunlukla medya aracılığı ile gerçekleştirilir.
siyaset ve medya: yurttaşların bağlantısı
demokratik siyaset bağlamında devlet kurumlarına ulaşabilmek, yurttaşların çoğunun oyunu toplayabilme becerisine bağlıdır. günümüz toplumlarında insanlar medya üzerinden, özellikle de televizyon üzerinden bilgilenirler, siyasi görüşlerini oluştururlar. ayrıca en azından abd'de televizyon en güvenilir haber kaynağıdır ve güvenirliliği de zaman içinde artmıştır. dolayısıyla partilerde ve adaylarda vücut bulan çatışan siyasi görüşler, insanların zihinleri, tercihler, üzerinde etkili olabilmek için başlıca iletişim, nüfuz ve ikna aracı olarak medyayı kullanırlar.
yönetmek yeniden seçilmeye ya da daha yüksek bir mevkiye seçilmeye bağlı olduğundan, yönetimin kendisi hükümet kararlarının kamuoyu üzerindeki etkisinin çeşitli yöntemlerler değerlendirilmesine ihtiyaç duyar. en etkili mesajlar en basit olanlar ve insanların değerlendirmesine açık mesajlardır. bu sınıflandırmaya en çok oturan mesajlar görüntülerdir. görsel/işitsel basın, toplumsal meselelerle ilgili olarak insanların zihinlerini besleyen en önemli kaynaktır.
demokratik toplumlarda başlıca medya kuruluşları temelde şirket gruplarıdır. giderek bir araya toplanmakta, küresel olarak da birbirlerine bağlı hale gelmektedirler, ama aynı zamanda büyük bir çeşitlilik gösterirler, farklı kısımlara ayrılmış piyasalara yönelmişlerdir.
izlenme oranı temel önemdedir, çünkü medya girişimlerinde ana gelir kaynağı reklamlardır.
bir televizyon şebekesinin yada gazetenin güvenirliği zedelenirse eğer, rekabet yüzünden izlenme payını da yitirecektir.dolayısıyla bir yanda medyanın siyasete ve hükümete yakın olması, bilgiye erişebilecek, yasal düzenlemelerden yararlanabilecek, hatta birçok ülkede kayda değer mali yardımlar almasını sağlayacak kadar yakın olması gerekir. siyaset medya alanına kapatıldığında, siyasi aktörler de bizzat medya etrafında siyasi eylemler örgütleyerek medya siyasetini kapalı tutarlar. yarış içinde olan siyasi taraflar medyaya bilgi sızdırarak birbirlerini baltalamaya çalışırlar ve bu duruma sahne olan medya savaş meydanı haline gelir.
medyanın siyasetin alanı olduğunu söylemek, televizyonun insanların kararlarına hükmettiği yada tv reklamlarına para akıtmanın yada görüntüleri yönlendirmenin başlı başına belirleyici bir etken olduğunu söylemek anlamına gelmiyor.
asıl kritik mesele, siyasi önerilerin yada adayların, medyada faal bir varlık göstermeksizin geniş kapsamlı bir destek toplama şansının olmamasıdır. medya siyaseti, siyasetin tamamı değildir, ama bütün siyasetin, karar oluşturma süreçlerini etkilemesi için medyadan geçmesi gerekir. ne televizyon ne de başka bir basın yayın organı, siyasi sonuçları tek başına belirleyemez; bunun sebebi tam da medya siyasetinin farklı aktörlerin ve stratejilerin sahne aldığı, farklı becerilerin gösterildiği, farklı sonuçların doğduğu, kimi zaman beklenmeyen gelişmelerin yaşandığı, çatışmalarla dolu bir alan olmasıdır.
medya kuruluşları, adaylarla halk arasındaki ayrıcalıklı aracılar haline geldiler, kongre ve valilik seçimlerinin yanı sıra, başkanlık seçimleri üzerinde de belirleyici bir etkileri oldu. televizyonun giderek daha merkezi bir siyasi rol üstlenmesiyle birlikte televizyona yapılan siyasi harcamalar arttı.
siyasi dönemlerde anket uzmanları ve belirleyici siyasi aktörler haline gelirler. enformasyon teknolojisini, medyolojiyi, siyasi kavrayışı ve sutalığı kaynaştırarak başkanlar, senatörler, kongre üyeleri, valiler yaratabilirler de devirebilirler de. medyanın siyaset hakkındaki yorumları, başlı başına siyasi bir olay haline gelmekte; siyasi yarışın galipleri ve mağlupları her hafta yapılan açıklamalarla duyurulmaktadır. siyasi reklamlar siyasetçinin kendi programını genel anlamda ilerletirken, karşı tarafın önerilerini çürütmeyi amaçlayan olumsuz mesajlara yoğunlaşır. deneyler olumsuz mesajların en akılda kalan ve siyasi görüşü daha fazla etkileyen mesajlar olduğunu göstermektedir.
medya o kadar önemli bir savaş meydanı haline gelmiştir ki kimi zaman medyada yankı bulan kanıtlanmamış iddialar, hedef alınan siyasetçinin intihar etmesi gibi kişisel dramlara neden olabilmektedir. 1993 yılında fransa'da sosyalist maliye bakanı pierre beregovoy'un intihar nedeni mevzubahis durumdur. sonrasında bu bakanın herhangi bir suçu olmadığı ortaya çıkmıştır.
avrupa'daki siyasi sistemler abd sisteminden farklıdır. ulusal kültürler önemlidir ve amerika'da kabul edilen avrupa'da kabul edilmeyi bırakın ters tepebilir. özel hayatta yapılan herhangi bir eylem o siyasi kişiyi suçlamaya yetmeyebilir. çünkü özel hayatın ortaya konulması halkı rahatsız edebilir ve özel hayatı ortaya konulan insana sırf bu nedenle bile destek verebilirler. ancak kişiselleştirme, şöhrete kara çalmanın siyasi bir stratejiye dönüşmesine yol açar; yakın dönemde britanya'da bu tür vakalar yaşanmıştır.
aralık 1993'teki parlemento seçimleriyle birlikte rusya'da da amerikan tarzı, televizyona odaklı siyasi kampanyalar başladı. boris yeltsin komünistleri kötüleyerek ve onların açıklarını kullanarak büyük bir medya atağı ile devlet başkanı oldu. böylece rusya, yeltsin döneminde daha enformasyon toplumu olamadan enformasyonel siyasetle tanışmak zorunda kaldı.
ispanya'da da medya savaşları önemli bir hal almıştı. sosyalistler büyük bir halk desteğiyle iş başına geçtiler ve seçimi kazandılar ama tabi ki medya baş roldeydi. aynı taktikle sosyalistler sonraki iki seçimde yine işbaşı yaptılar. fakat 1993'te sosyalist partinin ayağını kaydıran sonra 1996'da merkez sağ bir hükümetin işbaşı yapmasına sebep olan da, 1990'larda ki medya savaşının kaybedilmesiydi.
bolivya da benzer süreçleri yaşadı. bir radyo programcısı etkili konuşması ve geniş halk kitlelerinin desteği ile uzunca bir süre parlamentoya girdi ve sonra ateşli savunmaları ve arttırdığı saldırgan medya girişimleriyle iktidar oldu.
geçen on yıl içinde dünyanın dört bir yanında peş peşe patlak veren skandallarla siyasi sistemler sarsıldı, siyasi liderler mahvoldu. hatta bazı vakalarda, yaklaşık yarım yüzyıldır iktidara demirlemiş siyasi partiler,kendi çıkarları için şekillendirdikleri siyasi rejimi de kendileriyle birlikte sürükleyerek çöktü. siyasetin kişiselleştirilmesi dikkatleri liderlere, liderlerin karakterlerine çekmiş, böylece bir oy toplama yolu olarak kişilik özelliklerine saldırmanın önü açılmıştır. skandal siyasetinin enformasyonel siyasette mücadele ve rekabete yönelik bir silah olabilir. zaten siyaset genel olarak medyanın içinde yer almıştır.
italya'da berlüsconi başbakan olur olmaz yargı ve medya hep olduğu gibi kol kola berlüsconi'nin mali yolsuzluklarına, rüşvet planlarına topyekün bir saldırıya girişerek, italyan liderin girişimlerini baltaladı, yakın çevresinden bazı isimlerin, hatta berlüsconi'nin yargı önüne çıkmasını sağladı. saldırı italyan liderin imajını o denli sarstı ki, parlamento güven oylamasında hükümeti reddetti.
demokrasinin krizi
her ülkede, o ülkenin tarihine bağlı olarak farklı biçimlerde zuhur eden refah devleti, 1930'lardaki bunalımın ve ikinci dünya savaşının ardından hükümet kurumlarının yeniden inşası sürecinde kritik bir siyasi meşruiyet kaynağıydı. keynesçiliğin reddedilmesi ve işçi hareketlerinin gerilemesi egemen ulus-devletin meşruiyetinin zayıflamasından ileri gelen çöküşünü hızlandırabilir.
medyanın alanına kısılıp kalmış, kişiselleştirilmiş liderliğe indirgenmiş, teknolojik bakımdan yetkin yönlendirmeye bağlı, yasadışı yollardan finansmana sürüklenmiş, skandal siyasetine yönelen ve skandal siyasetiyle yönlendirilen parti sistemi cazibesini ve güvenilirliğini yitirmiştir;
hangi amaçlar söz konusu olursa olsun, kamunun güveninden yoksun bürokratik bir kalıntıdan ibarettir.
halk çoğunlukla siyasiler ve siyaset karşısında şüphe duyar. fakat bu şüpheci tutum ille de insanların oy kullanmayacağı yada demokrasiyi umursamakdıkları anlamına gelmiyor. dünyanın büyük bölümünde demokrasi ancak yakın zamanda onca kan ve gözyaşının ardından büyük çabalarla kazanıldı; bu yüzden insanlar kolyaca umutsuzluğa kapılacakmış gibi durmuyor. hatta uygun bir siyasi eylem fırsatı bulduklarında tereddütsüz harekete geçebiliyorlar.
siyasal sistemler yaşayan sistemlerdir; bir krizle karşı karşıya kaldıklarında, yurttaşlarından gelen baskıları hazmedebilme kapasitelerini artırmak için kendilerini yapılandırırlar.
kısacası, siyaset sahnesindeki başlıca partiler karşısında bir hoşnutsuzluk eğilimi gözleniyor; sistemi yerleşik partilerin kontrolü altında tutmaya yönelik iç mekanizmalara karşın, kurumsal bütünleşme açısından siyasi krizler doğuran bir eğilim bu. sistemin iç kontrol mekanizmaları artık işlemez hale geldiğinde, sistem kendini yeni bileşenlere açar ve siyasi baskıları böylelikle kanalize eder. ama her yeniden yapılanmada, krize sebep olan hoşnutsuzluklar cevaplanmadığında hoşnutsuzluğun büyümesi riski de artar. yurttaşlar hayal kırıklığına uğrayınca yüzlerini siyasetin kurumsal olmayan biçimlerine dönerler.
siyasi özgürlükler, insanlar onlar uğruna mücadele verdiği sürece varolacaktır. ama 18. yy'nin liberal devrimlerinde algılandığı, 20. yy'de tüm dünyaya yayıldığı biçimiyle siyasi demokrasi, içi boş bir ceviz kabuğu haline gelmiştir.
yurttaşlar hala yurttaş da hangi yurdun, kimin yurdunun yurttaşları; bunda kararsızlar.
sembolik siyasetin, "siyasi olmayan" meseleler etrafında, siyasi hareketliliğin elektronik olarak yada başka biçimlerde gelişimi, ağ toplumunda demokrasinin yeniden yapılanması sürecinde gözlenebilen bir eğilimdir. uluslararası af örgütü, sınır tanımayan doktorlar örgütü, greanpeace, oxfam, food first gibi dünyanın dört bir yerinde binlerce yerel ve küresel eylem grubunun, hükümet dışı örgütün desteklediği insani meselede, enformasyonel siyesette insanları harekete geçiren, etkinleştiren en güçlü etkenlerdir. meseleye odaklı, parti dışı siyaset olarak tanımlanabilecek bu siyasi hareketlilik biçimleri, bütün toplumlarda meşruiyet kazanmakta, formel siyasi rekabetin kurallarını ve sonuçlarını etkilemektedir. insanların zihinlerinde ve hayatlarında, kamusal meselelere ilişkin kaygılara yeniden meşruiyet kazandırmaktadırlar. bunu yaparken, yeni siyasi süreçler başlatmakta, yeni siyasi meseleleri gündeme getirmekte, dolayısıyla bir yandan daha keşfedilmemiş enformasyonel demokrasinin ortaya çıkışını teşvik ederken, bir yandan klasik liberal dmokrasinin krizini derinleştirmektedirler.
latin amerika'da dünyada oldukça ses getirmekte olan bir harekettir. hareketin adı mst(mouvement sans terre) yani topraksızlar hareketi .
hareketin temelleri neredeyse 500 yıl öncesine dayanmakta ancak bu kadar ön plana çıkışı günümüze rastlamaktadır. toprak sahipleri ve devlete karşı oldukça etkin durumdalar.
topraksızlar hareketi gücünü daha çok örgütsel sağlamlığından ve siyasi arenada oluşturduğu yankı sayesinde toprak, baskı ve toplumsal adalet kavramlarını düşündürtmesinden alıyor. devlete ya da toprak sahiplerine ait arazileri bir gece aniden istila ederek ve fakat bunu adeta bir şölen havasında gerçekleştirerek toprağı ve üretimini ele geçiriyorlar. bu işgal sonrası toprak sahibine kira ödeyenleri de mevcut olmakla beraber hiçbir şekilde kira ödemeyen topraksızların da olduğunu belirtmekte fayda var. bu hareketin temel hedeflerinden biri toprak reformunun gerçekleştirilmesi. bugün bu konuda vatikan toprak reformu olması yönünde düşüncelere sahiptir. bugün 5 milyon aile topraksız ve aslında bu hareket gücünü topraksızlardan alması nedeniyle bu kadar güç sahibi durumda.
hareket kendi içinde pramit bir örgütlenme modeli çiziyor. yani tepeden tırnağa hiyerarşik bir örgütlenme ancak belirtmekte fayda var mst bu şekilde demokrasiyide oturtma işlevi görüyor. en tepede yer alan genel kurul mst'nin kendi kararnamelerini oluşturarak toplumsal hayatlarını idame ettirmeye çalışıyorlar. bu kurallara uymayanlara ise kınama ve kamptan ihraç edilmeye kadar türlü cezalar veriliyor. hareket içinde kadın da ön plandadır. yani mst kadını geri plana iten ve onun sözüne ve fikirlerine değer vermeyen bir örgüt değildir. hatta hareketin üst kademelerinde oldukça fazla kadın bulunmaktadır.
yerleştikleri topraklar üzerinde kurdukları kamplar da çeşitli kültürel eğitimler alıyorlar ve bu kamplarda binlerce kişinin karnı doyuyor. yerleştikleri topraklar az verimli olsa da onlar azami ölçülerde ürün yetiştirebiliyorlar bu topraklarda. sonra kendi aralarında birleşiyorlar ve tarım makineleri alıyorlar. stoklama ve nakil işlemlerini gerçekleştiriyorlar. sonra kooperatifleşiyorlar. böylece kendilerine yeni bir pazar oluşturuyorlar. mst neo-liberalizme karşı ana muhalif oldu.
pek çok örgütün karşı çıktığı kapitalizmi de aslında içinde barındırmasına rağmen mst karşı çıkıtğı şeyi reddedip herhangi bir şekilde onu üreten şartlardan faydalanmamaktadır. mst'nin en önemli özelliklerinden biri bu. mst'de bürokrasi söz konusu dahi değildir ve mst güçlü bir ahlak duygusunu içinde barındıran ve bu nedenle özünden hiç kopmamış bir hareket. farklı toplumsal hareketlerin hepsine sahip çıkılıyor ve onlar da bu hareketin içine alınıyor. geleneksel örgütlerdeki gibi araç ilişkilerinin yerine kardeşlik ve dayanışma duyguları da oldukça ön plandadır. mst'nin en önemli amacı ise günün birinde artık bu harekete ihtiyaç duyulmayacak kadar güzel şartların yaratılması ancak şimdilik bu harekete oldukça ihtiyaç var.
"chicago okulu'nun önde gelen bu üç ismi, gözlemlerinde sosyal darwinizm'den esinlenerek kendine özgü bir insan ekolojisi kurarlar. ve bir anlamda insan ekolojisi kuramcılarına dönüşürler."
bu kuramcıların savunusu kentsel yaşamsa sosyalleşme öncesi biyotik bir rekabet sözkonusudur. ancak topraksızlar hareketi'ni incelediğimizde aslında böyle bir rekabetin olmadığı sonucuna varmak mümkün. zira rekabetten de öte aralarında bir dayanışma durumu sözkonusudur. bu bir şekilde çıkar ilişkisi olarak yorumlansa da bu harekete dahil insanlar kendi çıkarlarıyla ilgili olmasa da karşısındakinin çıkarı için de hareket etmektedir. çünkü aralarında kardeşlik duygusu oluşmuştr. burada rekabetten söz edilecekse rekabetin toprak sahipleri ve devlete karşı sürdüğünü söyleyebiliriz.
"yani, şehir ortamında en güçlüler en olanaklı mekânları ele geçirirler, diğerleri de bu güç hiyerarşisi içinde kendilerine düşen yerleri alırlar."
chicago ekolü'nün savunularında biri de yukarıdaki gibidir. bu savunu güçlü sayıf ilişkisinin bir nevi mekana dağılımını özetler ancak topraksızlar hareketi'ne baktığımızda toprak sahiplerine karşı süren bir hareket olduğundan bu savunuya da uymamaktadır.
chicago ekolü'nün diğer bir savunusu kente özgü toplumsal ilişkilerin yüzeysel olduğu fikridir. topraksızlar hareketi özelinde bu savunuyu incelediğimizde karşımıza çıkan tablo daha farklıdır. topraksızlar hareketi'nde bir yere yerleşen ve orada kamplaşan toplum kentsel bir mekan yaratmaktadır ve bu bağlamda onları da kentli varsayarsak aralarındaki dayanışma ve kardeşlik ilişkileri nedeniyle ilişkilerin yüzeysel değil oldukça derin olduğunu söyleyebiliriz.
chicago ekolü'nün ekolojiden insana çevirdiği süksesyon olgusu burada pek söz konusu değildir zira zayıf olan yok olmamakta aksine kendi içinde örgütlenerek çoğalmaktadır. bu çoğalma sonrası daha güçlenerek daha da yayılırlar ve sonrasında süksesyondaki gibi başat hale gelirler ancak sonra kendilerini yok etmezler, başat olma hali süregider.
bir diğer nokta ise chicago ekolü'nde getto tanımına ve davranışına uymayan ve hatta getto'ya yapılan eleştiriye tam manasıyla uyan bir harekettir topraksızlar hareketi. çünkü getto'ya yapılan eleştiri "etnik bir topluluğun, mekânsal ya da toprak bağımlı bir temel olmaksızın da yeniden istikrar kazanıp varlığını (farklı bir biçimde de olsa) sürdürebileceğidir."
greve meydanına doğru yol alan bir arabanın içinde bir mahkum idi danton. şimdilerde birilerinin diline pelesenk olan o saçmalığı hülyalandırıyordu. o saçmalık "devrim çocuklarını yer!" saçmalığıydı. devrim çocuklarını yemiyordu, çocuklar yaptıkları devrimi unutuyordu ve o devrimin aksine işler yapmaya başlıyorlardı. danton böyle bir adamdı. tam herkesin sustuğu anda birden bire kürsüye çıkıp "devrim mahkemeleri kurulsun" diyordu. devrim mahkemeleri'nin kurulmasını öylesine hararetli ve bir o kadar ajite bir üslupla sunuyordu ki o sıra orada bulunanlar hemen gaza gelip bu fikri onaylıyorlardı. tarih 10 mart 1793 idi. danton'un söylemi onaylanıverince olan oluyordu ve danton devrim mahkemelerinin idam yetkisiyle donatılmasını istiyordu. devrim mahkemeleri idam yetkisiyle donatılıyordu. oysa arkadaşı robespierre idam cezalarına ezelden beri karşı çıkıyordu ve tuhaf olan, danton öylesine etkileyici konuşmuştu ki artık robespierre de idam cezasından yanaydı.
greve meydanı'na doğru bir araba yol alıyordu. o arabanın içinde mahkumlar vardı ve o mahkumlardan birisi de danton'du. araba meydana ulaştığında bir ses yankılanmaya başladı; "robespierre arkamdan geliyorsun!" bağıran danton'du, o arabanın içinden giyotine giderken arkadaşının sonunu muştuluyordu. danton giyotinde can veriyordu. 5 nisan 1794 gününe vuruyordu zaman.
3 ay sonra, 9 temmuz 1794 günü birisi daha ölüme gidiyordu. robespierre ölmüştü. robespierre'nin verdiği emir o öldükten sonra da işleme konuluyordu ve andre chenier, idam cezalarına karşı çıktığı ve bu minvalde kralın idamına karşı durduğu için fransız devrimi'nin şairlerinden, o devrimi gerçekleştirenlerden biri olarak giyotine yollanıyordu. emri veren robespierre ölmüştü bile ancak andre chenier'i yargılayan mahkeme hala o yetkilerle donatılmış vaziyetteydi. andre chenier, giyotinin başına gelir ve "af" dilemesini isterler çünkü böylece idam cezasından kurtulacaktı ancak o giyotinin başına geçer ve elleriyle kafasını tutarak "bunun içinde daha çok şey vardı" der. giyotinde kopar başı. 25 temmuz 1794 günü yani robespierre öldükten 16 gün sonra idam edildi chenier.
bu açıdan bakınca "devrim çocuklarını yedi" diyenler için gün ışığı doğmuş olabilir ancak çocuklarını yiyen devrim değildi, çocuklarını yiyen o devrimi yapanların bireysel hırs ve çıkarları idi. devrim çocuklarını yemedi, çocuklar kendilerini yedi. tabi bu durum hırstan arınmış vicdanıyla ölüme giden andre chenier için geçerli değildi. o belki de devrimin ta kendisiydi.
"duman göğe övünür
kül, toprağa
biz ateşin kardeşleriyiz"
ateşin kardeşleri hırsları ile toprağa gitmişti ancak olan andre chenier'e olmuştu. danton ve robespierre'nin hırsı kendilerini ölüme yolladığı gibi andre chenier'i yani ölüme ve öldürmeye karşı çıkan o şairi ölüme yollamıştı. devrimin çocukları hırsları uğruna devrime ihanet etmişlerdi.
beyoğlu'nda bir emlakçı. hayır, bu sözlüğe konu olma sebebi emlakçılık yapıyor olması değil. öyle ya aksi halde bütün emlakçıları başlık açmak suretiyle tanıtabilirdik ancak böyle bir durum sadece ev arayanların işine gelirdi. aslında düşündüm de iyi bile olurmuş ama halil karlık'ın bu sözlükte bir başlık olarka yer bulmasıne sebep olan hal emlakçılık yapıyor olması değil. o halde halil karlık kimdir? bir başlık halinde uludağ sözlük'te yer etmesine sebep olan hali nedir?
halil karlık türk edebiyatı için son dönemlerde adeta bir soluk niteliği taşıyan bir kitabın yazarıdır. kitap bir şiir kitabı olduğundan halil karlık'a şair diyebiliriz, diyebilir miyiz? deyip diyemeyeceğimi sizin takdirinize sunuyorum ve bu bağlamda size halil karlık'ın kadirli kültür ve dayanışma derneği'nin de katkılarıyla 2008 yılında yayımlanan ve bürosuna gelenlere hediye ettiği gönül bahçemden şiirler adlı güzide şiir kitabından bir şiir alıntısı yapmak istiyorum. şiirimizin adı alo aşkım;
alo aşkım
alo aşkım merhaba nasılsın iyi misin,
teşekkür ederim aşkım çok iyiyim,
aşkım ben torunlarıma gidiyorum,
aşkım benim yerime torunlarımı öp.
aşk bu sevgi bu canım dostlarım,
her şey para pul ile asla ölçülmez,
güvenmek ve güvenilmek çok önemli,
bana güven verene ben güven veririm.
alo aşkım ben geldim kızlarıma,
torunların çok iyiler öptüm onları,
ahmet can şahin hemen seni sordu,
emirhan yıldızhan dedemi diyor.
gizemnur sefa ve furkan iyiler,
seni öpüyorlar selam söylüyorlar,
yasemin, yeliz, tuba ve gözde,
hepsi seni tek tek öpüyorlar.
damatların isa, zeki ve devrim'in,
hepsinin selamları var ellerinden öpüyorlar
seni çok sevdiklerini söylüyorlar,
oğlun kahramn böyle baba bulunmaz.
aşkım maşallah bütün ahalini saydın,
allah yokluklarını göstermesin aşkım,
ben halil karlık hepsini çok seviyorum,
hepsine mutluluklar ve saadetler diliyorum.
31 eylül 2007
karlık'ın şiire yaklaşımı ve şiire kattığı diyalogsal boyut belki de türk edebiyatı'nda bir ilk. oğuz atay'ın tehlikeli oyunlar adlı romanında kullandığı üsluba benzer bir üslubu halil karlık şiirde kullanıyor ve şiire biçimsel açıdan yeni bir boyut kazandırıyor. kelimelerin kendi içlerinde ve birbirleriyle oluşturdukları ahenk okuyucuyu daha ilk anda vuruyor. karlık'ın şiire yaklaşımını ve kullandığı üslubu daha yakından görebilmek adına kitabın belki de en vurucu şiirlerinden birisini daha aktarıyorum. şiirimizin adı angut;
angut
aldın mı eline helkeyi hanım,
sen ne diyorsun lan herif,
su dolduracaktın çeşmeden,
aldım helkenin tamamını herif,
seni gidi doymaz angut herif.
suyu koydun mu helkenin içine,
koydum herif yarıya kadar koydum,
neden tamamını doldurmadın hanım,
hamileyim bana fazla yükleme,
seni gidi doymaz angut herif.
yemeği koydun mu ateşe hanım,
fırına koydum lezzetli olsun diye,
ne yemeği koydun canım hanım,
patlıcan oturtması koydum herif,
seni gidi doymaz angut herif.
hanım patlıcanın yanına cacık isterim,
çorba isterim pilav da olsun isterim,
bir de kadın göbeği tatlısı olsun,
ye herif ye sen her şeye layıksın,
çok tatlısın angut herif angut
27 aralık 2007
inceden inceye göndermeler yaparken kullandığı sade üsluba rağmen kelimeler sihirli bir değnek misali vuruyor insanın yüreğine. ağlatıyor mütemadiyen. sözü uzatmaya gerek yok. şiirlerinden bir kaç başlık sıralayacak olursak, "ben böyle insana koca mı derim, kaymak bal isterim, aşk delisi aşkım, taksici dünyası, denizde yüzmeyi özledim, kırmızı kar yağar mı acaba, selam parasız, tuttuğun altın olsun, kış geliyor dostlarım..."
hülasa bu adamı ve kitabını okuyunuz. en sıkıntılı zamanlarınızda okumanız şiddetle tavsiye olunur.
usul usul gelir, birden bire gelenleri de görülmüştür ancak birden bire geldiği sanılanlar ciddi bir taban hareketi ve örgütlenme daha doğrusu cemaatleşme sonucu gelmiştir. konuya dair bahman nirumand adlı iranlı bir gazeteciye kulak veriyoruz;
merhaba. benim adım bahman nirumand. iranlı bir gazeteci-yazarım.
şah'ın devrilmesinde aktif rol oynayanlardanım.
ve aynı zamanda mollaların, demokrasi ve özgürlük getireceğine inanan milyonlarca solcu, demokrat, liberal ve milliyetçi insandan biriyim.
evet, humeyni yeryüzünde cenneti vaat etti bize. demokrasi gelecek, kimse fikirleri ve siyasal görüşleri yüzünden tutuklanmayacak, işkence yapılmayacak, kadınlara eşit haklar verilecek, giyim serbest olacaktı.
şah' ı devirdikten sonra mollaların camiye geri döneceklerinden emindik. devleti yönetecek durumda olduklarına inanmıyorduk.
yanıldık. kitaplardan ezberlediğimiz cümleleri, içi boş kavramları birbirimize söyleyip duruyorduk.
üzerinde durmadik
her şey 14 ocak 1979 tarihinde değişti. şah, iran'ı terk etti. ardından iran tarihinin en büyük yürüyüşü tahran' da yapıldı. sansür, yasak yoktu, istediğimiz gibi bağırıyorduk.
fakat mitingde ilk dikkatimi çeken, kim liberal musaddık ya da solcu şehitlerin resimlerini taşıyor ise mollalarca dövülüyordu.
pek üzerinde durmadık bu olayın, "hele bir kurtlarını döksünler, sonra sakinleşirler" diye düşündük.
ertesi gün gazetede, bir hırsızın genç mollalar tarafından yakalanıp, adına "islam mahkemesi" denilen bir mahalli heyet tarafından 35 kamçı cezasına çaptırıldığı haberini okuduk.
haberi ciddiye almadık; "üç beş sapsızın işi" dedik.
bu arada bira-şarap fabrikalarının yakılması, sinemaların tahrip edilip filmlerin sokaklara atılması gibi olayların üzerinde hiç durmadık. "ufak tefek şeylerin" toplumun demokrasi ve ulusal bağımsızlık yolundaki çabaları etkilemesini istemiyorduk.
biz bunları söylerken, mollalar tarafından, kadın ve erkeklerin yan yana yüzemeyecekleri; okullarda aynı sınıflarda olamayacakları; birlikte spor yapamayacakları gibi gerici kararlar ardı ardına alınmaya başlandı.
"müslüman kadınların yanında orospuların yeri yoktur" denilerek kadınlara örtünme zorunluluğu getirildi. özellikle üniversitelerde bu yüzden çatışmalar çıktı.
bu çatışmalardan rahatsız olduk; kadın sorununun güncelleşip ön plana geçmesini istemiyorduk! "asıl mücadele, emperyalizme ve kapitalizme karşı verilmelidir" diyorduk. kadın sorunu bir yan çelişkiydi, ana çelişki sömürüydü. kadının giyim sorunu, emperyalizme karşı verilen mücadeleyi baltalamamalıydı!
peçesiz, başörtüsüz sokağa çıkan kadınlar artık açıkça, gözümüzün önünde dövülüyordu. bazı kadınların yüzüne kezzap atılıyordu.
biz ise hálá büyük laflar ediyorduk; bu tür olayları devrimin kaçınılmaz sancıları olarak görüp umursamıyorduk! "ittifak" "eylem birliği" gibi terimlerin peşinden koşup duruyorduk.
geçiş sancilari sandik
humeyni, "bütün sorunlarımızın sebebi, cemiyetimizdeki ahlaksızlıklardır. bunların kökünü kazımalıyız" diyor; genç mollalar terör estiriyordu. kitabevleri yağmalanıyor; gazete bayileri ateşe veriliyordu.
şiraz' da "islam mahkemesi" eşcinsel ve fahişe olduğu gerekçesiyle dört kişiyi idam ediyordu. benzer olay tahran' da da gerçekleşiyor, üç fahişe ve üç eşcinsel kurşuna diziliyordu.
sesleri ve görüntüleriyle erkekleri tahrik ettikleri için kadın spikerler televizyondan kovuluyor; uyuşturucu olarak görülen müzik yasaklanıyordu. alkol içen, kırbaç cezasına çaptırılıyordu.
şimdi düşünüyorum da, insan zamanla her türlü aşağılanmaya alışıyor galiba. hiçbirini görmüyorduk; basmakalıp analizlerimizin doğru olduğuna o kadar inanıyorduk ki!..
oysa toplum hızla dincileştiriliyordu. alınan her kararda "tamam bu sonuncusu" diyorduk. ama arkası hep geliyordu.
kızların evlenme yaşı 18' den 13' e düşürüldü. parfüm, ruj, saç boyası, mücevher gibi kadın malzemelerinin yurda girişi yasaklandı. kadın çamaşırı satan mağazaların vitrinlerine sutyen, kombinezon vs. koymasına bile izin yoktu.
kamu dairelerinde kadın memurlara tesettüre girme emri çıkarıldı.
aslında birçok aydın kadının üye olduğu kadın dernekleri vardı. onlar kendi küçük çevrelerinde "hamilelik tatilinin uzatılması", "eşit işe eşit ücret" gibi talepleri tartışıyorlardı.
biz aydınlar hep aynı düşüncedeydik: demokrasi ve özgürlüğe geçiş sancılarıydı bu tür vakalar! abartmaya gerek yoktu.
hepimiz "ana çelişki" üzerinde duruyorduk; öncelikle dışa bağımlılık ve ekonomik krizden kurtulmalıydık.
referandum oyunu
üç ay önce humeyni, paris' te komünistler de dahil olmak üzere her görüşün rahatça örgütleneceği bir demokrasiden, özgürlükten bahsederken, şimdi tüm solcu, milliyetçi ve liberalleri islam düşmanı ilan etmişti.
bu sözler üzerine ilk protestomuzu yaptık. mitingimize bir milyonu aşkın insan geldi.
mollaların en iyi siyasi stratejileriydi; işlerine gelmediği zaman hemen gündemi değiştiriyorlardı.
referandum meselesini gündeme getirdiler. halka soracaklardı: "islam cumhuriyeti' ni istiyor musunuz, istemiyor musunuz?"
kuşkusuz bu bir oyundu; halkın yüzde 65'inin okuryazar olmadığı bir ülkede kim ne anlardı cumhuriyetten?
biz bu oyunu biliyorduk ama şöyle düşünüyorduk: "önemli olan cumhuriyettir; serbest seçimlerdir; demokratik haklardır; özgürlüklerdir. islam cumhuriyeti bunu sağlayacaksa neden karşı çıkalım?"
ancak bazı küçük kesimler bu oyuna gelmemek için referandumu boykot ettiler.
sonuçta, "evet" diyen 20 milyon, "hayır" diyen ise sadece 140 bindi.
mollalar bu referandum sonucunu çok iyi kullandılar. güya tüm ülke yaptıklarını onaylıyordu. artık televizyondan sonra basın da ellerine geçmişti. sanki tüm muhaliflerin sayısı 140 bin kişi gibi gösterdiler. halbuki 20 milyon içinde bizim oyumuz da vardı. ama artık bizim sesimizin çıkmasına izin verilmiyordu.
halki anlayamadik
mollalar güçlendikçe saldırganlaştılar.
örneğin, tirajı bir milyon olan liberal "ayendegan" gazetesi'ni kapattırdılar. sıra sonra "keyhan" gazetesi'ne geldi; muhalif yazarların işten çıkarılmasını sağladılar.
tüm bu olanları protesto etmek için mitingler düzenlemeye başladık. ama iş işten geçmişti artık; insanlar yılmıştı, korkuyordu.
özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık için ayaklanan halkın, bu kadar kısa sürede değişeceğini düşünememiştik.
sanmıştık ki, mollaların gerici yasalarına/kurallarına halk karşı çıkacak. halbuki tersi oldu; mollalar yasak, sansür getirdikçe arkalarından gidenlerin sayısı arttı.
örtünmek moda oldu!
tüm bunlara "gelip geçici bir fırtına" diye bakmak ne büyük yanılgıydı.
komünistlerden, solculardan, demokratlardan, milliyetçilerden sonra liberal islamcılar da zamanla mollaların hedefi oldu.
şah döneminden daha çok insan cezaevlerine konuldu; idam edildi.
milyonlarca insan canını kurtarmak için yurtdışına kaçtı.
the devil's own* filminin cranberris tarafından yapılmış soundtrack'i. filmin başrollerinde harrison ford ve brad pitt oynamaktadır ve mutlaka izlenesidir.
The truth will never hide
even though I tried
they tried to take my pride
but they only took my father from me
they only took my father
even though I cried
even though I tried again
God be with you Ireland
God be with you Ireland
Sometimes I was afriad
even though I prayed
I've lost my religion now
you took that, too, somehow
Blood upon my hands
blood upon thy hands, again
(I have served time)
God be with you Ireland
(suffered for my crime)
God be with you Ireland
(I have served time)
God be with you Ireland
(suffered for my crime)
God be with you Ireland
türküler ayar vermede de kullanılır. ortalık ozan dolu. ozan arif denilen bir şahıs türemiş piyasaya. ozanmış! mevzu şu ki evet kendisi ayar vermek adına ermenilere adeta küfreder ki aslında ne dediğini kendi de bilmez. buram buram faşizm kokar ne idüğü belirsiz söyledikleri.
bugünkü dersimizde biz halkların kardeşliğini savunan bir ozandan yani ozan yada aşık mahzuni şerif'ten bahsedecez. onun verdiği bir ayarı göstericez. ayar verilen kişi kimdir? kendisini tehdit eden eli kanlı faşist katil abdullah çatlı. işte o muhteşem ayarın muhteşem sözleri.
rest (bana dönek demiş)
bana dönek demiş itin birisi
açığım neymiş sor hele hele
eli çatlamamış ayı irisi
gel bizim köylerde dur hele hele
gel bizim köylerden geç hele hele
bir yığın kitabı yığmış önüne
sinek konsa korkar tatlı canına
hipi yosmasını almış yanına
pehlivanlık yapar gör hele hele
köylüden yanadır toprak görmemiş
viskiden gayriye dudak sürmemiş
ömür boyu serçe bile vurmamış
ordu yıkacakmış ker* hele hele
yiğittir ölüsü dağlarda kalan***
maraş'ta kalan sivas'ta kalan
yiğittir yiğidin öcünü alan
soytarıdan yiğit olur mu ulan
sen bizim dağlara gir hele hele
bu herifin önü sonu ayandır
anlayana benim sözüm beyandır
senden korkan hayvan oğlu hayvandır
gel de mahzuni'yi vur hele hele
kimilerine göre aptalca olsa da aslında sevda'nın tanımıdır bu yapılan eylem.
geride bırakılan kısa ve dolu dolu bir hayattır ve ilerisi günbe gün çöküntüler ve yitirilmişlikler silsilesidir. sanki dönecek gibi bütün gemiler gittiği yerlerden ve sevdiceğiniz gelecekmiş gibi size o gemilerle, el sallayarak. beklemelerden sonrası yok. sadece beklemektir size düşen, beklersiniz. beklentilerinize eklentiler eklersiniz. gelecektir elbet, mutlaka gelecektir. biliriz ki gidişler dönüşlere gebedir ve geceler gündüzlere.
mutluluğa hasret bir ömür ve yaşanası bir dünyadır size kalan. yaşanası ve yaşaması zor bir dünya ve beklemelere teslim bir ömür. kim ne derse desin siz doğru yoldasınızdır.
siz bir ömrü feda ettiniz ona ve o gelmedi ise kaybeden o'dur. siz değil. sizin kaybettiğiniz sadece bir ömürdür, onsuz geçen önemsiz bir ömür. kaybeden o'dur. kaybedne yalnızca o'dur. onu bekleyen kimsecikler yoktur artık, artık beklenesi insan değildir o. siz feda ettiğiniz ömrünüzle beraber çekip gitmişsinizdir ve ona bıraktığınız tek şey sevdanızdır ve o da ömrünüzle beraber yok olup gitmiştir.
birgün gazetesinin internet sitesinde 11 haziran tarihli bir yazının başlığı.
şimdi gelelim yazının kendisine. dikkatle okumanızı tavsiye ederim.
Kampusta vukuat var
HIDIR TOK
Üniversitelerde 2006-2007 öğrenim dönemi sonlanı-\J yor, tıpkı 2002 seçimleriyle oluşmuş olan Meclis'in görev süresinin sonlanması gibi. Meclis'in yeni yüzlerle ve yeni partilerle eylül ayında açılması büyük bir ihtimal olarak görünüyor şu günlerde. Ve yeni Meclis'le aynı dönemlerde kapılarını açacak olan üniversiteler de eski Meclis'in uzatma dakikalarında ofsayttan attığı golü ağlarında görecek.
Bu gol nasıl atıldı, ne getirecek ve amacı ne? Öncelikle sorunun ne kısmını cevaplayalım: Artık polisin ve jandarmanın üniversitelere rektör ve dekanların çağrısı ve izniyle girebileceğine dair kural değiştirildi ve güvenlik güçlerinin üniversitelere izinsiz olarak girmesinin yolu açıldı. Güvenlik güçlerinin kendi isteğine ve keyfine bırakılan bu giriş izninin yanında belirli yetkilerle de donatıldılar. Buna göre; polis 'tecrübesine dayanarak' kişileri ve araçları durdurabilecek. Gözaltına alınanların parmak izleri kaydedilecek. Polis ve jandarma izleri kendi sistemlerinde saklayabilecek. Parmak izleri kişinin ölümünden 10 yıl sonra silinebilecek. Ve son olarak da güvenlik güçlerine 'dur' ihtarını zanlının duyabileceği şeklinde yaptıktan sonra zanlıya 'ateş' edebilecek.
Şimdi gelin biraz beyin cimnastiği yapalım, aklımızın iplerini salalım ve yeni dönemde üniversitelerde neler olabilir bunları tahayyül etmeye çalışalım. Artık kendi öğrencilerini yani o üniversitelerin esas sahiplerini, deyim yerindeyse, 'şikâyet eden' adeta 'ispiyon'layan rektör ve dekanların derin bir 'oh' çektiklerini yönetim koridorlarında sıklıkla duyacağız.
Artık üniversitelere hem polis hem jandarma müdahale edeceğine göre müdahalenin hızlı bir biçimde gerçekleşmesi için, ne de olsa hiçbir izin almadığınız ve yetkilendirildiğiniz bir yerde hükümranlık hakkınız oluyor, kampuslarda birer adet polis ve jandarma karakolunun temel atma törenlerine şahit olacağız. Kampuslarda moda olarak haki renklerin ağırlıkta olduğu kıyafetlerle ve postallarla dolaşan gençlerin sayısındaki artışa ise şaşırılmamalı.
Polisin 'tecrübesine' dayanarak sakallıları, esmerleri, şiveli bir Türkçe konuşanları, Kürtçe konuşanları, ellerinde bir fırça, bir kova ve bir tomar afişle dolaşanları, broşür dağıtanları, bez bir afişin önünde müzik açıp halay çekenleri (ki bu büyük suçlar arasına girer!), bir masa üzerine özensiz biçimde dizdikleri dergi ve gazeteleri satanları, yüksek sesle konuşanları ki bu arkadaşlar da slogan atma potansiyeline sahip olabilirler, grup halinde kızlı-erkekli dolaşanları ki bu arkadaşlar da her an eylem yapabilme yeteneğine sahip, çimlerin üzerinde koşup oynayanları ki bunların da anarşist olmaları kuvvetle muhtemel, kızıl tonda giyinenleri ki komünisttir yüzde yüz bu arkadaşlar, feminen renkte kıyafet giyen erkekleri ki bunlar da eşcinsel olabilirler vb durduracak, üsderini arayacak ve büyük ihtimalle 'suç unsuru' taşıyan materyallerden ötürü gözaltına alınacaklardır.
'FiŞLEMELERLE TÖKEZLEYECEKLER'
Devamı da var: Öğrencilerin parmak izleri alınarak fişlenecekler ve bu fişin uzatma kablolarıyla hayatlarının sonuna kadar ve artı olarak öldükten 10 yıl sonraya kadar yaşamaya devam edecekler. Polisin tecrübesine dayanarak fişlediği gençler bu kaydedilmiş izlerini'cv'leri-ne yazmak zorunda kalacak ve sanki iş bulma için bin türlü zorluk yokmuş gibi bir de bu fişlemeler sayesinde hayatta iyice tökezleyecekler. Ve belki de öldükten 10 yıl sonra silinecek izlerden dolayı kendi çocukları ve torunları olumsuz etkilenecek.
En korkutucu, irkiltici ve vahim olanına geldik şimdi: Güvenlik mensubu kampusta dolaşırken yukarıda saydığımız eylemlerin taşıyıcısı olabileceğiniz hipote-ziyle size doğru koşturmaya başlıyor. Ve size 'dur' diye bağırıyor. Ama siz ne yazık ki farz-ı mahal yanınızdan millete caka satma amacıyla arabasına kurulmuş bir delikanlının hoparlörlerinden çıkan yüksek volümlü müzik nedeniyle bu seslenişi duyamadınız ve yolunuza devam ettiniz. Güvenlik güçlerine tanınan yetkiyle size 'ateş' edilebilir artık. Yani artık oldukça kanıksamış olduğumuz trafik kazası haberlerinin yanında haber bültenlerinde artık şu anonsu da duyacağız: 'Bugün üniversite kampuslarında dur ihtarına uymayan öğrencilere ateş edilmesi sonucunda şu kadar kişi öldü, şu kadar kişi yaralandı sayın seyirciler.'
Bunlara 'absürd' diyorsunuz ama aynı zamanda 'burası Türkiye olur mu olur!' da diyorsunuz di mi. Aslında söylenecek çok söz var ama bu tasarıyı geçiren TBMM Adalet Komisyonu'nun redci üyelerinden CHP'li Yüksel Çorbacıoğlu'nun sözlerini tekrarlarsak kafi: Görüşme sonucu maçın sonucunu ilan ediyorum. Polis Devletia Hukuk Devletho.
işte atılan gol bu. 'Ağlamak istiyorum sayın seyirciler!'
kalp sızılarının başladığı andır...
sonsuz gözyaşları deraysında boğulmayı beklersiniz hep...yoo hayır yapamazdı çünkü eminsiniz onun da sizi seviyor olduğuna. sizi incitmek için yaptığını düşünebilecek kadar artar saçmalama katsayınız. onsuz bir hayat canlanır gözünüzün önünde. onsuz ve ondan yoksunsunuz. o başkasınındır artık. kayıp gitmiştir ellerinizin arasından. kabullenirseniz onu kaybettiğinizi sorun yoktur zaten siz çoktan yenilmişsinizdir. hayat size hayatınızın yenilgisini yaşatmıştır. buraya kadar bir sorun yok ama ya yenilgiyi kabullenmeyenlerimiz.
yenilgiyi kabullenmeyenlerimiz bilmeliler. eğer geri dönmesini bekleyecekseniz o hiç dönmeyecektir. eğer gidip ona ve mutluysa mutluluğuna zarar verecekseniz zaten siz o insanı hiç sevmemişsiniz demektir ki bunun adı tutku ve bir nevi psikopatlıktır...
dedim ya ne boşuna bekleyin onu ne de zarar verin ona ve onun gözündeki size.
biliyorum çünkü beklemekteyim hala size beklemeyin desemde.
o gitti dönmeyecek ve ister inanın ister inanmayın bir daha size dönmeyecek. dönse bile dönen sizin sevdiğiniz değildir bir başkası olmuştur o artık ve büyük ihtimalle o da hayat karşısında hayatının yenilgisini almıştır.
beklemeyin diyorum ben her ne kadar bekliyor olsamda...
zırt pırt ortaya çıkan kuş gribi vakaları nedeniyle türkiye'nin yaptığı hayvan katliamları sonucu söylenilmesi beklenen cümle. cümleyi söyleyen insanın bir gün evinden* çıkışta öldürülmesi durumu da beklenen bir durumdur.
bir sürü günah işleyenlerin bir sürü cana kıyanların öldürülünce masumlaşması olayıdır. en iyi örnek saddam dır herhalde. yaşarken bir sürü insanı katletti. biz akşam yemeğine oturduğumuzda haber izlemek için açtığımız kanallarda saddam ın insanları öldürtme sahnelerini izliyorduk. bunları izleyerek büyüdük çoğumuz. saddam a karşı içten içe bir nefret beslemekteydik. sonra birgün adam asmaca oyununu saddam asmaca olarak değiştirdiler. saddam ı astılar. asılma sahnesini izlettirdiler bize. sonra içten içe saddam a karşı beslediğimiz nefret hayranlığa ve sevgiye dönüştü. yaptığı onca katliamı unutuvermiştik. ama iyi bir gelişme olarak amerika karşıtı olmuştuk çoğumuz. amerika dan nefret eder olmuştuk.
tuhaf bir durum aslında sevinmeli miyiz yoksa üzülmeli mi?
beleşçilikte son noktadır. 4 yılda bir hediye alırsınız. iki hediyeyi de aradan çıkartmış olursunuz hem evlilik yıldönümü hemde eşinizim doğum günü hediyesini yani. aynı zamanlarda evlendiğiniz çift 20. evlilik yıldönümünü kutlarken siz 5. evlilik yıldönümünüzü kutlarsınız. bir tek şu 14 şubat meselesi kalıyor onda da hediye almak zorundasınız ona herhangi bir çözüm bulamadık şimdi. belki 14 şubatta doğan biriyle 14 şubatta evlenmek gibi bir çözüm önerisinde bulunulabilir ama her sene hediye alırsınız yine. 3 hediyeyi de aradan çıkartmış olursunuz.