Öncelikle kitap freudun bundan önceki derslerimizde bahsettiğim yanılgılar ve düşler üzerine öyle ya da böyle bir şeyler biliyordunuz. O yüzden karşılıklı etkileşimlerimiz oldu. Fakat nevrozlardan hiçbiriniz anlamıyor. O yüzden kimseyle muhattap olmadan kendi bildiğim gibi anlatacağım demesiyle başlayıp , aynı dediğim dedikliğiyle devam ediyor.
Kitabın yarısına kadar da sabırlı olun , bu söylediklerimi şimdi anlamıyorsunuz ama ilerledikçe anlayacaksınız demekle geçti.
Aslında pek bir şey anlatmak istediğinden de emin değilim. Psikanalizin kendisinden çok , ilgili çevrelere karşı savunulmasıyla geçiyor. Bunu da genelde pek yadırgamam. Sonuçta sigmund freudun bilim adamlığı rolü gibi aynı zamanda bu yeni bilim dalının öncü savunucusu olarak da belli bir rolü var ama asıl konudan bu kadar sapmadan.
ama ben psikanalize giriş konusunda sizi bilgilendirmeyi amaçladım ve bunu da açıkladım: benim için psikanaliz konusunda bir fikir edinmeniz , nevrozlar konusunda bazı bilgiler edinmenizden daha önemliydi. Ve Bu cümle geçtiğinde sayfa 200ü geçiyordu...
Kitabın diline bakarsak çok kullanılan bazı terimler var ama okumaya engel değil. Travmatik fiksasyon* , direnme , represyon* , regresyon* , frustrasyon** , sublimasyon* , infantil* , bensevisel* doyum , insanlığın flogenetik* mülkü gibi.
Gelelim şimdi neler anlattığına. işe yarar şeylerden bahsettiği kısımlarda , yaşam sorunlarında tavsiyelerde ve yönlendirmelerde bulunmanın analitik tedavinin bir parçası olmadığından ve istenen şeyin hastaya tek başına karar verebilmesine yardımcı olma amacı güttüğünden bahsediyor. Zaten psikanaliz ile tedavide temel mantık şudur: bilinçdışında saklı yatan nedenler bilinçli duruma getirildi mi , semptomlar ortadan kaybolup gider.
Kötü bir örnek için : https://galeri.uludagsozluk.com/r/548717/+*
Direnmeye özellikle değinmek lazım. Direnme ; psikanaliz tedavisinde şu sebepten önemli ve değişmez bir parametredir: psikanalizde ilk zamanlar hipnoz da denenmiştir. Sonuçta öğrenmek istediğini söyletip , gerekli perhizi yaptırmak , telkin etmek vs varken niye bu uzun uğraşa girişilsin ki? bu zamanlarda hipnoz ile tedavi ederken işler çok kolay yürüyor fakat yeterince verim alınamıyordu. Hipnoz durumunda direnme geri plana atıldığı için hastayı algılamak imkansızlaşıyor. Ayrıca tam bir çözüm değil , sorunun üstünü kapadığından dolayı , benzeri bir olayda semptomlar eskisinden daha şiddetli bir şekilde geri geliyor. Freudun tabiriyle hipnoz ile tedavi kozmetik , analitik tedavi ise cerrahi bir girişime benzer. Yani bir direniş göstermiyorsa doğru yolda değilsiniz demektir.
Aktarımları tanımladığı ve nasıl ortaya çıktığını anlattığı kısımlar güzeldi. Psikanalize biraz ilginiz varsa zaten bir kitapta veya filmde bir aktarım örneği ilginizi çekmiştir. Aktarım , korku histerisi , dönüşüm histerisi ve saplantı nevrozunun tedavisinde kendini açığa vurur. Bu nedenle bunlara aktarım nevrozları denir. istisnasız bütün aktarım nevrozu vakalarında tedavinin başlamasından belli bir süre sonra hastanın , doktorun şahsına duyduğu aşırı ilginin bir düzen oluşturduğunun farkedilmesiyle aktarımların üzerine eğilip nedenleri hakkında çalışılmış. tedavinin de kilit noktası olması nedeniyle aktarımlar gayet önemlidir.
Çocuklardaki cinsellik bölümleri aşırı sinir bozucuydu. Kendi verdiği örnekleri (çocuğun süt emmesi ve işerken/kakasını yaparken cinsel haz aldığını söylemesi gibi) yine kendi bulduğu oedipus kompleksine dayanarak savunması...
Başka başka...Nevrotik semptomlar , cinsel yerdeş doyumlardır diyor reis*.
Nevrozlar ile kesiştiği noktalarda , alfred adlerin aşağılık kompleksini ufaktan bir çürütme çabası vardı. henüz yalnızca psikanalist olduğu , daha peygamberliğe soyunmadığı dönemde araştırmacı carl gustav jung... diyerek de büyük bir kitlenin önünde ex-kankisini boş geçmemiştir.
gereksiz (bkz: A dangerous method)
psikanalitik tedavi konusunda kuramsal bilgiler dışında bir şeyden söz etmeyişim belki sizi düş kırıklığına uğrattı. Bahsetmeyeceğim çünkü psikanalizi pratikte nasıl uygulayacağınız konusunda sizleri bilgilendirmeyi düşündüğüm yok. Bunu kitabın sonunda söylemesi biraz sinir bozucu tabi ama cins işte , yapcak bişi yok.
işte bunlar hep psikolojik...
--spoiler--
bir kimse kendini gerçeklik yolunu izleyebilecek gibi eğitmeyi başardı mı , ahlak görüşü toplumun geçerli görüşünden bir şekilde sapma gösterse bile , ahlaksızlık tehlikesine karşı sürekli korunmuş durumdadır.
--spoiler--
(bkz: waxy flexibility)
uyarılara azalmış fiziksel tepki göstermek ve hareketsiz pozisyon koruma eğilimi diye tanımlanır. bu rahatsızlığı olan birinin kolunu hareket ettirdiğinizde , siz yeniden kıpırdatana kadar kol aynı pozisyonda kalır. diğer bir deyişle kol ve bacaklar mumdan yapılmış gibi tepki verir. ender ve tedavi edilmeyen vakalarda hastaların bitkinlikten öldüğü olmuştur.
yalancı ya da histerik gebelik diye de bilinen ve antik çağdan bu yana belgelenmiş bir durumdur. mö 300'de hipokrat 12 vaka kaydetmişti. histerik gebelikte gerçek gebeliğin tüm tipik işaretleri ve belirtileri ortaya çıkabilir ; mide bulantısı , göğüslerde hassasiyet , fetüsün hareket ettiği hissi ve kilo alımı. kadının karnı tıpkı normal hamilelikte olduğu gibi büyüyebilir ve kadın gerçekten hamile görünür. adeti de kesilince hasta gerçekten hamile olduğuna inanır. hormonal dengesizlik de genelde fiziksel belirtilere ve gebelik testinde yalancı-pozitif sonuç çıkmasına katkıda bulunur. kimi zaman stres , hipofiz bezi fonksiyonunu değiştirebilir ve bu da hormonunda artışa yol açar. sonuç olarak da gebe olmadığı halde süt üretir. hatta semptomlar öyle inandırıcı olabilir ki yalancı gebeliği olan tahmini beş kadından birine , tıbbi görevli tarafından bir noktada gebelik teşhisi konabilir.
ingilizce adı " body integrity identity disorder", kisaca "biid" bir diğer ismi de "apotemnofili" olan bu durum psikolojik-nörolojik bir rahatsızlıktır.
bu rahatsızlığı olan kimseler vücutlarında herhangi bir uzuvlarını fazlalık ya da yabancı olarak görmekteler.örneğin kollarının ya da bacaklarının vücut bütünlüklerini bozduğunu düşünüp ondan kurtulmak istiyorlar böylece daha bütün ve mutlu olacaklarına inanıyorlar.
Hastalığın sebebinin yabancı olarak görülen organın beyinde sahip olması gereken sinirsel bir karşılığı olmadığının düşünülmesi. Yani yabancı olarak görülen organ uyarıldığında beyinde gerçekleşmesi gereken bir aktivite görülmüyor (sağ parietal lobta).
bu hastalar organlarının nereden itibarını yabancı olarak gördüklerine dair kesin bir çizgi çekebiliyorlar. Bazen bu kısımlarından kurtulmak için buzda dondurup ölmesini sağlamak, bilerek bir arabanın önüne atlamak ve hatta tren raylarına yatmak gibi kulağa inanılmaz gelebilecek çözümlere başvurabiliyorlar. ***
freudyen bir savunma mekanizmasıdır. freud bütün anıların hem bilinçli hem de bilinçsiz unsurları olduğuna inanıyordu. ona göre düşünselleştirme, anılarımızın bilinçli yönlerine odaklanarak bir olayı mantıkla analiz etmemizi ve o olayla ilgili kaygı , üzüntü ya da diğer rahatsızlık verici duygulardan kaçınmamızı sağlar. gerçeklere odaklanarak duygu yüklü bir durumu sadece ilginç bir problem olarak ele alabilir , duygularımızdan uzak kalabiliriz. düşünselleştirme diğer yaygın mekanizması inkardan farklıdır. inkarda problemin ya da olayın varlığını kabullenmeyi bile reddederiz. düşünsellik insanın sorunla başettiği izlenimini verir ama sorunun altında yatan duygular ve hisler görmezden gelinmiş ve sorunun kökeni hiç ele alınmamış olur. **
gastrit , ülser ve reflü tedavisinde kullanılan 20mg'lık bir proton pompası inhibitörüdür. mideyi korumak konusunda lansor kadar iyi olmayabilir fakat gastrit tedavisinde lansordan daha etkilidir. doktor onayı ve tecrübeyle sabit. yani bu rahatsızlıklar haricinde bir amaçla kullanılacaksa (kan şurupları almadan ya da etkili antibiyotiklerden önce de ppi kullanımı gibi) lansor kullanılması daha etkili olur.
en iyi umut sarıkaya yazılarından biridir. adamın hayata bakışını değiştirir.*
--spoiler--
Hiç unutamadığım bir anım yok galiba benim. Günlerce düşündüm. Ama yok. Yirmi dokuz oldum nerdeyse, geriye dönü baktığımda farkettiğim tek şey, zerre badire atlatmadan bu günlere kadar geldim sizin anlayacağınız. Bi kere kahvaltıdan sonra dur lan kaç zeytin yemişim bi sayiim diye düşünüp saymıştım da tamı tamına 22 tane zeytin çekirdeği saymıştım. işte başımdan geçenlerin ilginçlik seviyesi bu kadar Sanırım size ne kadar ilginç bir adam olup olmadığım hakkında bir bilgi vermiştir bu unutulmaz anım.
işte bi şekilde gelebildik bu yaşa kadar, bu heyecan seviyesinde. Yanlış anlamayın sevgili okurlarım katiyen şikayetçi değilim bu durumdan. Bi 60 yıl daha böyle yaşamaya var mısın Umut? diye sorsanız size o meşhur gülümsememle gülümser ve varım derim. Eğer bir vilayet olsaydım kesin Bilecik olurdum. Lütfen dikkat edin Türkiyedeki iller arasından demiyorum, dünya üzerindeki şehirler arasında Bilecik olurdum. Dünyada Bilecik ne ifade ediyorsa ben de insanlara onu ifade ederek bir 60yıl daha yaşamak istiyorum. Çok şey mi istiyorum?
Şimdi bazı okurlarımız vay çakaaaaaaalll, hiç ilginç değilim diyerek ilginçliğin şahbazı olmaya çalışmak ha? diye hınzırca güleceklerdir. Böyle düşünen okurlarımız lütfen kimseyi kendi gibi sanmasın. Katiyen aklıma gelmeyen bi şey bu. Ben burada samimi duyhularımı anlatıyorum arkadaşım. Şu köşede şimdiye kadar hiç okuruma yalan söylemedim ben, şimdiye kadar hiç yalan konuşmadım bundan sonra da konuşacak değilim.
Neyse, devam edelim. Eğer atalarımız Orta Asyadan hiç ayrılmasalardı, Boğaçhan gibi yiğitlik yapanlara yiğitlik yaptıktan sonra yaptığı yiğitlikle ilgili isim verdiklerinden ben bu yaşıma kadar çiçiuuu diye ıslıkla çağırılan, alooo sen, mavi kazaklı sen evet sen gel bakayım buraya arkadaşım diye seslenilen ya da gözlüklünün yanındaki diye anılan biri olacaktım. Allahtan zamanında Orta Asyadan göç edip Sivasa kadar gelmişler de bir ismim var iyi kötü Nüfusa geçtik atalarımızın sayesinde.
Yıllarım kız arkadaşlarımı samimi arkadaşlarıma övmekle geçti. Çok zeki kız lan, Espiri anlayışı aynı bizim gibi , Yani benim kız versiyonumu düşün aynısı, Oğlum düşünebiliyor musun eski Türk filmlerini seviyor ve çok iyi biliyor, Süper makara kız, hiç trip yapmıyor diye övüp durdum bütün kız arkadaşlarımı. Övmekle kalmadım aynı benim gibi diye bir insanı dünyanın en özel insanı kıldım yıllarca. O da IRON MAIDEN fanı ben de öyleyse niye ölene kadar beraber yaşamıyoruz diye düşündüğüm de oldu, aynı anda birbirimize mesaj attığımız için yaşadığımız şeyi sanki dünyada kimse yaşamıyormuş gibi davrandığım da oldu. Gençlik işte IRON MAIDENin dünyada binlerce fanı olduğunu da, o kişiden en az yüzlerce olabileceğini de unutuyor insan zaman zaman. En yakın IRON MAIDEN fanına aşık olmak nasıl bir salaklıkmış Allah aşkına? Bağımsız sinema da, IRON MAIDEN da (ama eski IRON MAIDEN), Eski Türk Filmleri de, Dostoyevski de dünya üzerinde yüzlerce, binlerce insan tarafından çok sevilen şeyler. Bi kişinin daha sevmesine niye bu kadar şaşırmışım ve değer vermişim anlayamadım Ayrıca dayımın oğlu Sertaçla da aynı anda birbirimize kandil mesajı atmıştık. Sertaçla da mı bir ömür geçirmeyi düşüneyim ben şimdi yani?
Dediğim gibi hiç ilginç bi adam olmadığım için beğeni kavramım da çok girdili çıktılı değil. Önümdekiyle yetinrim. Bunca yıl şunu severim bunu severim diye konuştum ama ne dinlediysem genellikle sevdim. Güzel yani, çalışılmış, baya buluşup stüdyoya girilmiş diye takdir ettim hep.Bütün gün klise yakan iskandinav gruplar üzerine konuşup, gecenin sonunda bar kapanırken içerim ben bu akşam diye bağıra çağıra şarkı söylemem de zaten her şeyi beğendiğimi göstermiyor mu? Özellikle müzikde bu böyle Film filan ne kadar kötü olsa da izleniyo lan. Takılıyorsun. Yapılan her şey güzel aslında. Daha iyisini ben yapamıyorsam benim için o şey güzeldir Adam resmen elektrogitarı öttürüyor, verseler dağlar dağları bile çalamam, ben şimdi Metalicanın müziği hakkında nasıl kötü konuşayım, söylesenize!
Hal böyle iken ve ben gördüğüm her şeyi her an beğenecek şekilde yaşarken, karşı cinsten birinin beğenilerinin benim beğenilerime denk gelmesini niye bu kadar coşkuyla karşıladım ve o kişi gidince dünyanın sonu gelmiş gibi davrandım yıllarca. Aynı benim gibi diye tanımlayacağımız, ruh ikizlerimiz aslında o kadar çok ki. Hepimi aynı insanız ve o kadar çoğuz ki Ama bilmiyoruz, g.tümüz o kadar çok kalkık ki bizden bi başkası daha yok sanıyoruz, görünce de hemen aşık oluyoruz Ayrılıyoruz ağlıyoruz sonra yeniden başkasına aşık oluyoruz bu böyle sürüp gidiyor
Sürekli bi debelenme hali var, olan bünyeye oluyor Çok yoruyoruz kendimizi, bizi dünyada tek anlayan insanın gitmemesi için yalvarırken, çabalarken Şu an tam emin olmadığım bilgilere dayanarak söyleyebilirim ki modern ve kapitalist dünya bireyin kendisini olduğundan daha özel olduğunu hissetmesini sağlıyor Kendini gereğinden özel hissettirerek neyi amaçladığı üzerine sizle ilerde bir gün uzun uzun konuşmayı gerçekten çok istiyorum. Ama önce bilgilerimin doğruluğundan emin olmalıyım.
Genelde Bülentle dergide çok zaman geçiririz iş olmasa bile internetteki bedava müzik sitelerinden müzik dinleyip, bira ya da çay içerek muhabbet ederiz. Geçen konuşurken yeni bi site çıkmış milyonlarca şarkı varmış içinde. Bundan sonra ona girelim, bizim girdiğimiz sitede onbin tane varmış ama onda milyonlarca varmış. Daha iyiymiş dedim. .mına koyiim onbin tanesini dinledik de sanki milyonlarcası eksik kaldı. Oğlum toplam üç tane şarkı dinleyip duruyoruz zaten bütün gün. Napıcaz milyonlarcanın arasında. Bizim olayımız üç tanedir işte, onu da dinliyoruz. işimizi görüyor. Niye rahatımızı bozuyoruz dedi. Tabi bunları bir bilge derviş gibi demedi, bir yandan tost yerken dedi Ben de tostumu yemeye devam ettim, ama bir anda aydınlandım ve zaten bu yetinmeme durumunu ben çok önceden düşünmüştüm Bülentciğim, şimdi sen dedin diye düşünmedim, bir ara açacaktım sana bu konuyu demek istercesine bu paragraftan önce size anlattıklarımın aynısını Bülente de anlattım. Tabi anlatırken tostun dilimi yakan sıcak sucuğunu ağzımdan çıkarıp elimde üfledikten sonra tekrar yiyerek anlattığım için pek etkili olmadı Bülent üstünde. Sadece iyi abi, pek güzel düşünmüşsün dedi.
Bülent haklıydı, pek güzel düşünmüştüm. Ve yine haklıydı ki yeni site yeni yorgunluk demekti. Yeni siteye gir, özelliklerini az ingilizcen ile öğrenmeye çalış, günler sonra yeni siteyi kullanmaya alış sonra yine üç aynı şarkıyı çal. Durduk yere rahatımızı bozacak bir şeyle boşu boşuna uğraşmak demekti. Teknolojinin gelişmesi bireye çok acayip bi haz katmadığı gibi onu yıpratıyor. Hesap makinesinden ters LEBLEBi yazarken aldığım hazıı şu bilgisayardan alamadım gitti. (Bu arada birey birey diyip durarak çok bilimsel, can sıkıcı bi makale yazıyormuşum gibi oldu ama birey dediğimiz kişi Osman, Recep, Mahmur Yani senin benim gibi bi adam. Kafalar karışmasın, birey kelimesi karşınıza geldikçe içiniz sıkılmasın) Modern dünya ve ürün satışına dayalı sitem işimizi görsün yeter diyen bireyi, babalarımızı, dedelerimizi sevmez, daha yenisi çıkmış, çok hızlı bir işlemciye sahipmiş. diyen genci sever. Genç, kapitalist sistemin ekmeğidir, suyudur Neyse dediğim gibi bi ara bu konuları kapsamlı bi şekilde konuşuruz. Tam bi öğreneyim de bu kıllı mevzuları, size bi ara izah edicem
Bülente bu güzel sohbet için teşekkür ettim ve eve gittim. Bir hafta sonra kapı çaldı Annem bakmaya gitti. Halının üzerinde emekleyerek kapıya yöneldim ve salonun kapısından kafamı çıkararak kim gelmiş anne dedim. Dememle gelenlerin gözleri yerdeki bana yöneldi. Dergiden Uğur, Ender ve Cengizdi bu gelenler. Görünce onları reflekssel olarak içeri kaçtım emekleyerek. Sonra yeniden emekleyerek yanlarına gittim ve hoş geldiniz dostlarım, buyurun içeri dedim. Babamla tokalaştılar, çaylar geldi içildi, siyaset üzerine sohbet edildi. Bütün bunlar olurken ben hiç söze karışmayıp, sadece defterime bi şeyler çizdim, sobanın külüyle oynadım, koltuğun altına ayna tutup düşmüş kalemimi aradım. Kimse de niye herkes gibi kanepede oturmadığımı sormadı. En son Uğur Ne oldu ya doğalgazı iptal etmişsiniz sobaya geçmişsiniz. Yoksa AKPnin kömür yardımından mı yararlanmak mı istediniz mih mih mih diye emekli öğretmen mizahını barındıran bir soru sordu. Babam da Umut istedi dedi. Onlar bu diyalogu sürdürürken ben o sırada onlara arkamı dönmüş, dizlerimin üstünde oturarak reklamları izliyordum. Babamın Umut istedi demesini duyar duymaz başımı onlara doğru çevirerek Evet dostlarım ben istedim dedim ve parmağıma sapladığım soyulmuş tam mandalinayı hareket ettirerek bir Nasrettin hoca fıkrası anlattım. Hiciv ve yerme sanatı ile içinde bulunduğum durumu anlatmıştım. Ama anlamadılar. Cengiz oğlum sabahtan beri sorucam soramıyorum. Napıyorsun lan sen orda, kafayı mı yedin. Niye gelmiyorsun lan dergiye, bi şey oldu zannettik dedi. Sevgili dostlarım açıklayayım Ben artık halıda yaşamaya karar verdim. Haftalık köşemi ve yazımı buradan yazıp çizicem. Korkmayın işleri aksatmıyıcam dedim. Uğur heyecanla Manyak mısın lan sen. Döverim seni. Deli isin nesin lan sen, kendine gel. Ne halısı! diyerek halime kaygılandı. Gülümsedim ve Bu sorunun cevabını Bülente verdim. Ben yoruldum arkadaşlar, debelenmek istemiyorum artık. En mutlu olduğum yerden hiç çıkmamalıydım, halıdan hiç dışarı çıkmamalıydım. Hayatımın en mutlu zamanlarını soba yanarken halıda geçirdim ben. Mutlu olduğum yerde olmak istiyorum ben kimseye anlam yükleyip çabalamak istemiyorum. Şahane işte aile var, çay var, mandalina, soba var, halıdayım. Çok çabalayınca, mekan değiştirince şu tattan daha şahanesini alamıyıcam. işimi görüyor halı benim, eldekiyle yetinmek gerek dedim. Bunları dedikten sonra soba çok hızlı yandığı için birden sıcakladım. Kazağımı çıkarmaya çalıştım. Ama kafamdan geçmedi boğazı, geçmedikçe ve kafam kazağın içinde sıcaktan piştikçe, içim sıkıldı, kazakla boğuştum ve annnnneeeeeeeaaa diye bağırdım. Geldi kazağı kafamdan çekerek çıkarmaya çalıştı, kafamı tutan dar boğazlı kazakla odanın ortasında domalarak bir iki tur döndüm. En sonunda kazak çıktı. Biraz serinlemiştim. Ender sorar gözlerle söze girdi ne yani şimdi sen herkes halıda mı yaşasın diyorsun. Kimse halıdan çıkmasın mı istiyorsun. Bu çok saçma dedi. Haklısın böyle bir şeyi bir çılgından başkası isteyemez. Ama ben öyle bir şey demiyorum. Ben çok makul bir şey diyorum. Herkes mutlu olduğu yeri bulunca orayı bırakmasın. Çok fazla kurcalamasın hayatı. Çabaya gerek yok, elde olanla yetinmememizi isteyen güçler var. Bizi yormak, yıpratmak istiyorlar. Benim mutluluğum halıda, seninki nerde bilmem. Ne olursa olsun o mutlulukla yetin, onu hiçbırakma dedim. Bi bok anlamadılar. Uğur abi kız meselesi mi sorun? dedi. He kız meselesi demek zorunda kaldım çünkü derdimi anlamayacaklardı. Ne olursa olsun halı çok güzel bi yaşam alanı lan. Dersimi yapıyorum, oyunumu oynuyorum, dizimi, reklamımı izliyorum. Arada bir sobayı karıştırıyorum, içinde bişeyler yakıp, yanmasını izliyorum, keyfim çok yerinde. Kafamı sürterek halıda geziniyorum neşemden. Hatta siz gelmeden önce o kadar çok kafamı halıya gömdüm ki annemin başörtüsünün kenarlarındaki mor boncuklardan biri düşmüş halının tüyleri arasında onu buldum diyerek bulduğum boncuğu anneme verdim, çok sevindi. Halı benim için bir yaşam biçimi. diye de ekledim. O sırada babam çorabını çıkardı halıya, yanıma attı. Annem, misafir geldi diye meyve salatası yapmış, hep beraber onu yedik. Ardından sehpayı çekerek Enderle güreştirdi babam bizi. Sonra da hangimiz daha uzun diye bakmak için üçümüzü ayağa kaldırıp yan yana dizdi. Bu sırada Cengiz altına bi yastık almış, uzanarak köşesini çizmeye başlamıştı. Kısacası sevgili dostlarım halının tadını onlar da almıştı. Hep beraber yan yana dizilip televizyondaki filmi izledik. Gece onlar giderken, Enderin kulağına Oğlum halıda yaşıyoruz dediysek iyice bebe olmadık. Sağlıklı bir erkeğim nihayetinde. Kızlarla filan tanışırsan akşam babamlar yattığında halıya atabiliriz kızları. Aklında bulunsun dedim. Tamam dedi. Vedalaştık, evlerine gittiler. Güzel bi gündü halıda mutluydum.
--spoiler--
"bir insan niye tuğla gibi kitap yazar? tolstoy, dostoyevski, kafka eserlerini gördüğümüz de "oo tuğla gibiymiş" diye nitelendirdiğimiz yazarlardır. hiçbirimiz "dur tuğla gibi bi kitap yazıyım" diye düşünmeyiz ya da çok azımız düşünür. çbs'nin tesislerinin bir ayda tam kapasiteyle ürettiği kadar boya harcadı picasso... sağır kulağını tedavi için doktor doktor dolaşacağına ya da "skim ekmek teknem, kulağım gitmiş, sıhatim bozulmuş... bundan sonra kralını tanımam vurur kafayı uyurum aga" diyeceğine inatla beste yapan bethovın'a ne demeli. bu insanlar uruspu çocuğu mu ki durduk yere dev eser üretsin, milletin göz sağlığına tecavüz etsin, kıymetli zamanlarını çalsın... ya da hayvan çocuğumu ki bi ton boya harcasın... demek ki çok canları sıkılıyormuş bu büyük duayenlerin... pek arkadaşları, arayan soranları yokmuş. sevilmeyen kişiler olabilirler. pekala olabilirler. o yüzden çalmayan telefonlarımız, sorulmayan hatrımız bizim için, umut ışığı olabilir.
şimdi kafka'nın, muhabbetlerin olmazsa olmazı, sınıfın komedyeni, "bi laf söyleyince hepimiz iptal olduk, yerlere yatırdı bizi" olanı, kısacası ortam adamı olduğunu düşünelim. şapkalı olduğu için komik olabileceğini tahmin ettiğimiz için, kafka'nın kuiksilvır'dan aldığı alacalı, gözalıcı, hafif uzun sörf şortu ile sahilde, y.rrak gibi bi o yana bi bu yana yürüyerek burcuları, tankutları aradığını düşünelim. o kitapları eğer öyle bir adam olsaydı, y.rrağımı yazardı. aynı bilgi birikimine, aynı hissiyatlara sahip olsaydı -ki olmazdı bile, y.rrağımı yazardı. sıkıntı ile üretkenlik arasında bir bağ olduğu kesinlik kazanıyor böyle düşünürsek.
yani o eserlerin, o kitapların, resimlerin, müziklerin insanlık tarihine sırf can sıkıntısından kazandırıldığını düşünebiliriz. demek ki sıkı can gerçekten iyi bişeymiş, kolay kolay geçmezmiş.
dışlanan, sevilmeyen, aranmayan; eve, atölyeye, stüdyoya gidip mutsuz bir şekilde çalışırken, dışladığı halde, varlığından rahatsız olduğu halde, "gıdıkla da güleyim bari" dediği halde dışlananın ekmeğini yiyenlere ise hiç girmiyorum. başlı başına bir yazı konusu çünkü bu...
bu ekmek yiyenler hepimiz olabiliriz. zaman zaman hepimiz dışlananın ekmeğini yemişizdir. ya da yemeye çalışmışızdır. dışlananın eserlerinden bahsetmeniz bile illa ki dışlanmışlık duygusundan bir insana bahsettiğiniz anları düşünün. o "iç dökme", "dertleşme" diyerek meşrulaştırdığımız anları... kendinizi ne kadar mutsuz, yalnız hissettiğinizi, aslında gizli gizli ne kadar çok ağladığınızı, bir olay karşısında ne kadar üzüldüğünüzü başka birine anlattığınız anda bu işten ekmek yemeye çalışıyorsunuz demektir. gerçekten mutsuz bir adam niye bundan bahsetsin ki... oturur yaşar duygusunu tek başına... fakat bu kötü bir durum değil, kınamıyorum. bu bir yöntem sadece, yani bir duyguyu kullanmak.
bu satırların yazarı da şüphesiz ki bu yöntemi çok defa denemiştir ilki çekmek uğruna.
yani diyeceğim şu ki; etrafımızda sevmediğimiz, beraber gezmek istemediğimiz, aynı ortamda bulunmayı istemediğimiz insanları aramazken, ekerken, bi yere çağırmazken iki kere düşünelim. hem kendi ekmek yediğimiz tabağa pislemeyelim hem de yanımızda yöremizde genç bir kafka yaşıyor olabilir. ona biraz saygı gösterelim.
şimdi diyeceksiniz "hiç kırmızı rengi görmemiş biri nasıl ki kırmızıyı anlatamazsa, insan da yaşamadığı, bilmediği bir duyguyu anlatamaz. biz de dışlandık ki zamanında şimdi bu işten ekmek yiyoruz. o da dışlansın o da öğrensin. biz onu dışlayarak hem ona gelecekte ekmek yesin bu işten diye iyilik yapıyoruz hem de eser üretmesi için gerekli koşulları sağlayarak, dünya edebiyatına, resmine, müziğine, katkıda bulunuyoruz. aslında eli öpülecek adamlarız bakma" diyeceksiniz. eğer böyle derseniz şüphesiz ki size hak veririm, çok etkilenirim bu sözlerinizden ve hemen görüş değiştirip devam ederim. hem her canı sıkılan eser verecek diye bişey mi var. bakın seyit'e kuru kuru canı sıkılıyor hayvanın. bi kitap yazayım, bi eser vereyim yok. işi, gücü 31, sıvaz! kaldı ki üreten sanatçılarda da dışlanmışlığı aşma çalışması, yazıp yayınlamak, dışlayanlara yaranmak "vaay baba çok güzel vermişsin eseri, bu akşam ne yapıyosun, takıl bizimle" cümlesini duyma isteği var. bir duyguyu başka insanlara söylemek, yazıp yayınlamak en büyük kurnazlıktır. duyguya ihanettir. yani kafka'yı bıraksak s.kim gibi bi adam olur. "burçlar nerde, barkın'ı gördün mü? çok iyi yaaaa. ahahahaah" diye ördek gibi gezinir hayvan herif. allahtan ortam müsait olmamış da eser vermiş g.tünü s.ktiğiminin. yoksa özünde eve sokulacak adam değil. bakmayın eserlerimin hepsini ölünce yak demesine. büyük kolpa! insan eserini teslim ettiği adamı tanımaz mı hiç. "bu ibne kesinkez yayınlar" demez mi? bilmez mi? yeme bizi franz! eğer bu zamanına kadar arkadaşını tanımadıysan zaten "adam" demem ben sana. son olarak seyit'i seviniz o gerçekten iyi biri. "
özerk çağrışımlar yöntemi, jung'un insan ruhuna yöneliş kitabında açıkladığı düşleri yorumlamak için kullandığı tekniktir. öncelikle jung'a göre düş yorumlamanın öyle kolay bir yöntemi yok. Her düş kendi içinde karışıktır ve izlenecek kolay bir yol yoktur. Her düşü baştan belli bir kalıba uydurmadan asıl amacına yönelik çocukca sorular sorarak olay örgüsünü anlamlandırmalıyız. işin ince kısmı , özerk kelimesinde. yani rüyadaki herhangi bir olgunun görünürde ne anlam ifade ettiğinden ziyade , hasta için ne anlama geldiği. çünkü bilinçaltının , bilincin aksine nedensel değil de simgesel bir çalışma yapısı vardır. misal ; düşümüzde ayna görüyorsak aynanın simgesel anlamını aklımıza ilk gelen şekliyle "özümüzü bizi gösteren" olarak algılamamalıyız. Aynanın , hasta için hangi önemli anının objesi olduğunu öğrenip , anlayıp , düşteki yerine bu anlam üzerinden yerleştirmeliyiz. misal ; ayna , hasta için küçükken sahip olduğu en değerli eşya olsun. aynanın kendisi için öneminden bahsedildiğinde ise aynasının kırıldığı gün için kompleks belirtileri gösteriyorsa aynanın düşümüzde anlatmak istediği şey "kaybetme korkusu"dur. *
(#20685593)
carl gustav jung , coşkun etkilerin gerçekliğini kanıtlamak için psikogalvanik fenomen adı verdiği bir yöntem keşfetmiştir. psikogalvanik fenomeni de şöyle açıklayabiliriz. bu deneyi yaparken bazı coşkun etkilerle karşılaşırız. bu etkilere karşı vücudumuzda bazı biyolojik tepkileri olur (yüzün kızarması , kalp çarpıntısı vs.) bu tür tepkiler sinir sisteminin etkilerinin sonucudur. sinir sistemi de elektrik akımı taşıyan kablolara benzetebiliriz. hastanın iki elini elektrotlara bağlar ve coşkun etkilerin oluşturduğu direnci sayısal olarak galvanometrede görürüz. özetle günümüzdeki yalan testinin dedesi. şöyle bir bakınca pek de geliştirememişler. *
jung , kompleksleri açığa çıkarmak için çağrışım deneylerini keşfetmiştir. çağrışım deneylerinde yöntem şu ; deneyci , adına "anahtar sözcükler" denilen , rastgele seçilmiş ve aralarında hiçbir anlam bağı bulunmayan sözcüklerden bir dizi hazırlar. daha sonra denekten , anahtar sözcüklere aklına gelen ilk sözcükle en kısa zamanda yanıt vermesini ister. 50 civarı kelimeye verilen cevaplar ve süreleri yazılır. daha sonra tekrar aynı liste üzerinden geçilir ve değişen cevaplar da not alınır. sonuca gelirsek özetle ; tepki süresi uzun olan ve yanlış cevap verilen anahtar sözcükler kompleks belirtisidir. işin ince yanı , denek duraksamalarının hiç farkına varmaz. çünkü önemli anahtar sözcüklerle her karşılaştığında bilinci hemen iç dünyaya döner ve dış dünyada olup bitenle ilgisini keser.
bu deneyden tüzel amaçlarla da yararlanılabilir. Deney , cinayet soruşturmalarında tersinden uygulanır. anahtar sözcüklerin arasına araştırılan olaylarla ilgili sözcükler serpiştirilir. "suçun ayrıntılarına yabancı olan kimse anahtar sözcüklerde olağandışı yan görmez. Oysa suçlu, sözcüklerle işlediği suç arasında bir ilişki kuracak , onları kompleks belirtisi olarak yansıtacaktır"
bir gün zürih'te , beni bu tür bir deneyi uygulamaya davet ettiler ; bunun için denetimime dört özne verdiler ve "suç" yerini bulmaya yarayacak bir olgu seçmemde özgür bıraktılar . Bir kitaptan , üzerinde kırlarda oturan bir ressamın resmi bulunan bir yaprak yırttım. ressamın arkasında çan kulesi , önünde de resmini çizdiği inek vardı. resmin üzerine en belirgin nesnelerin adını yazdım : bu bir ressamdır , bir çan kulesidir , bir inektir vb. sonra aynı resmi , deneyi hazırlayan hukuk profesörüne gönderip kendisinden bana özne olarak yardım edecek dört öğrenciden birine göstermesini rica ettim. öğrenci bu resmi belleğinde tutarken , diğerlerinden bundan hiç haberi olmayacaktı. görevim , bu hiç tanımadığım dört öğrenci arasından , resmi görmüş olanı bulmaktı. ancak , şunu belirtmekte yarar var ; resim , sanık iskemlesinde oturan özne için çok zayıf bir uyarıcıydı. onda bir kompleksoluşturmuyordu. üstelik , bununla eğleniyor olabilirdi de ; algılanabilir tek coşku , öznenin açık vermeme çabasından kaynaklanabilirdi. öznelerimi bir topluluk önünde incelemem gerekiyordu. ilk özneyle bir çağrışım deneyine başladım. ne olup bittiğinden habersiz olduğu halde , her şeyin farkındaymış gibi gözükmekle aptallık etti , çünkü önemlianahtar sözcüklere , özel hiçbir tepki göstermedi. ikincisi çok kibar ve sakindi. oysa bütün önemli anahtar sözcüklere hemen tepki gösterdi. "işte , suçlu!" diye bağırdım ve gerçekten de oydu! bazı olgularda bu tür bir yolla suçluyu belirlemek olasıdır. suçluluğunu kanıtlamak ise kuşkusuz ama yine de kanıt yerine geçebilecek bir belirti bulunabilir. bu yolla bazı gerçek olguları gün ışığına çıkardığım oldu.
bunu okuyunca aklıma direk porfiriy aklıma geldi. suç ve ceza'nın davaları sadece psikolojik delillere güvenerek çözen dedektifi. "suçluyu bulduktan sonra delil nasıl olsa bir şekilde bulunur. Allah büyüktür" diyen bir adamdı. *
jung'un ortaya attığı bu fikir biraz ilginç. bu abiye göre hastanın mitleri , canavarları ya da ejderhaları hiç mi hiç düşünmemiş olması , bunlarla ilgili sahneler görmesini engellemez. Bunlar , insan ırkının tümüne aittir. Varlıkları ne bibr kabileye , ne bir halka ne de bir ırka özgüdür. burada, yüzyıllar boyunca mitlerde somutlaşmış , birbirine benzer görüntülerden oluşan psişik bir katmanla karşılaşıyoruz.bu bütün insanlarda ortak bir katmandır. bu katmana ırksal bilinçaltı denir. ırksal biliçaltı , kişisel deneyimlerin ürünü değildir. bizde doğuştan bulunur. Beden yapımız gibi ruhsal yapımız da , milyonlarca yıllık soygelişimsel izler taşır. yani biraz daha konuştuğumuz dile indirirsek yaşandığını bilmediğimiz tarihi bir olayı aslında biliçaltımızda biliyoruz . Default ayarlarımızda belirli bilgiler varmış gibi. Assasins creed oynayanlarda bir ışık yandı. *
birisi kelime oyunu denen artık yayınlanmaya güzel programın güzel sunucusu diğeri model grubunun güzel bir ferdi. Bilmiyorum sadece ben mi böyle düşünüyorum ama her gördüğümde garipsediğim bir benzerlik
sakarya üniversitesinin nev-i şahsına münhasır bir hocası. benim de belalımdır bu arada. her dönem yeni bir dersinden kalıyorum,öyle kalıyor. bir durup demiyor ki "ulan çocuğu bak geçen sene bıraktım, yaz okulunda bıraktım, bu sene de bıraktım,bu yaz okulunda bırakmayayım" fln. acımaz! ilginç sınav yöntemleri vardır ki bu insanın sinirlerini daha da bozar. sınavlar 2 bölümden oluşur.
1. bölüm: 1 ya da 2 sözel soru sorulur. 15 dk civarı süreniz olur. sonra kağıtlar toplanır. (ilk kısmı yapamayanların ikinci bölümünü okumadığı sözleri dolanır)
2.bölüm: ortalama 4 soru sorulur. çıkacak şeyler belli olmasına rağmen asla geçen seneki sorulardan gelmez. hatta nacizane fikrimce herkesin elindeki notları da hoca dağıtmış olabilir. insan elinde notlar olunca öz güven kazanıyor ,zaten notlar açık diyor ve sınava boş giriyor. sınav da ona doğal olarak... neyse bu bölümde ilk kağıtlar toplanır ve cevaplar ikinci kağıda yazılır. elimizde her çeşit not kitap vs ile girilir. zaten notları kontrol edene kadar sınav biter bir şekilde.
bonus notlar:
-çevre mühendisliği bölüm başkanı oldu.
-siyasi görüşünu çözebilmiş değilim. çok çapraz sinyaller veriyor.
-saadet zinciri tarzı bir olayı var bu adamın. odasına gidip ona üye olursan pass card gibi birşeyMiŞ. *
-sınav kağıtlarını havaya atıp masanın üstünde kalanların geçtiğini söylerler.
-ödev sorularını okumadığı söylenir ama bu kesinlikle yanlış bir bilgi. itiraz maili atmayın bile , arkadaşı süper morartmış.
-dersine girersin bazı soruları "kesin çıkacak" şeklinde gösterir ama hocanın kesini %30 gibi birşey
-sözel soruları aza indirirseniz kesin o çıkar. yanında başka soru soruyorsa sizinle alakası yok, sınıf olarak sıçtınız.
kişisel not: o kadar ağzıma sıçmış bir şahıs olarak yine de kendisine karşı bir sempatim var nedense. gerçekten bölümün iş alanları ve dersiyle ilgili bilgisine saygı duyduğum için de olabilir.
adı üzerinde sese göre işlev gösteren teknolojilere verilen genel isim. Ama şahsen dokunmatikler gibi bu tarz sistemlere pek sıcak bakmıyorum. iskoçyada amerikan yapımı bir asansör bu sisteme bağlysa misal...:)
trt de zamanında yayınlanan ramazan güzeldir , çalgı çengi filminin ve şu sıralar kanal d de yayınlanan üsküdara giderken dizisinin yazarı ve yönetmenidir kendileri. ayrıca kısa filmleri de çok güzeldir *.keşke daha fazla dizi film yapsa da izlesek ama çalgı çenginin durumu malum, yüzbin barajı vs... velhasılı kelam yetenekli adamdır.
gogol bordellonun vokali, söz yazarı, ve kemancı dayıyla birlikde en önemli parçası. o nasıl bir ses, o nasıl bir tonlama, o ne bohem tavır, o ne güzel sözler,o ne hoş ritimler... madonnayla birlikde pala tute ile la isla bonita karışımı bir şarkı seslendirmişlikleri var ki dinleyiniz. everything is illuminated filminde ne kadar iyi bir oyuncu da olabileceğini göstermiş.
öncelikle evet bütün genellemeler yanlıştır ve isme göre karakter mi olurmuş vs. ama ilkokuldan beri yaptığım gözlemlere dayanarak bu sonucu çıkardım. o zamanlar diyordum "bu kız gıcık lan", "bir derdi vardır lan", "bana gıcıktır lan". gel zaman git zaman baktım bütün hepsi öyle. sonra arkadaşlarımla muhabbet ederken açtım konuyu. herkes "hakkaten lan" diye katıldılar. yakın arkadaşım ve ben mervelerden bir de ayar yiyince atarlı bir şekilde başlık açtım. bilmiyorum sırrı nedir ama galiba böyle bir durum var. hikmetinden sual olunmaz. **
not: evet "lan" ı nokta olarak kullanıyoruz biz.
edit: imla öğrenileilen bir şey.
edit2: klavye kullanmak da öyle ama azcık daha zor.
ken ichi matsuyamanın başrolünde oynadığı bir anime uyarlaması bir 2009 filmidir. konu olarak kaçak ve yanlız bir ninja olan kamuinin hikayesi anlatılır. bazı jutsuları anime haricinde de görmek güzel.
Adidas 'ın Türkiye için özel olarak ürettiği 4 çizgili modeli. Adidas bu modelin mağazalarda satılmayacağını, perşembe ve cuma pazarlarında sergileneceğini açıkladı. *
kimse mi birşey yazmamış? el insaf! neyse bu dizi aşırı durağan ,mükemmel oyunculuk gerektiren terapi seanslarından oluşan bir hbo dizisi. başrolünde(psikolog rolünde yani) gabriel byrne oynuyor ve bu roldeki oyunculuğuyla altın küre aldı. ilk sezonu 43 bölümden oluşuyor ve bölümler ortalama 25dk. psikanalize ilgili arkadaşların hoşuna gidebilir, tabi sadece freud açısıyla bakmıyorsanız. (bkz: sometimes a cigar is only a cigar). *
çok hoş bir grup. furr ve god&suicide şarkıları dinlenilesidir. hani dizi sonlarında çıkan ingiliz aksanıyla söylenen huzur dolu rock şarkısı vardır ya ** işte o tarz bi müzik bu.
sherlock holmes(2009) filminin dövüş sahnesinde çalan irlanda halk şarkısıdır. çok güzel olmuş, guy ritchienin ellerinden öpüyoruz. sözlerini de copy paste;
In the merry month of June from me home I started,
Left the girls of Tuam so sad and broken hearted,
Saluted father dear, kissed me darling mother,
Drank a pint of beer, me grief and tears to smother,
Then off to reap the corn, leave where I was born,
Cut a stout black thorn to banish ghosts and goblins;
Bought a pair of brogues rattling o'er the bogs
And fright'ning all the dogs on the rocky road to Dublin.
One, two, three four, five, Hunt the Hare and turn her down the rocky
road and all the way to Dublin, Whack follol de rah !
In Mullingar that night I rested limbs so weary, Started by daylight
next morning blithe and early, Took a drop of pure to keep me heartfrom sinking;
Thats a Paddy's cure whenever he's on drinking. See the lassies smile, laughing
all the while At me curious style, 'twould set your heart a bubblin'
Asked me was I hired, wages I required, I was almost tired of the
rocky road to Dublin.
One, two, three four, five, Hunt the Hare and turn her down the rocky
road and all the way to Dublin, Whack follol de rah !
In Dublin next arrived, I thought it be a pity
To be soon deprived a view of that fine city.
So then I took a stroll, all among the quality;
Me bundle it was stole, all in a neat locality.
Something crossed me mind, when I looked behind,
No bundle could I find upon me stick a wobblin'
Enquiring for the rogue, they said me Connaught brogue
Wasn't much in vogue on the rocky road to Dublin.
One, two, three four, five, Hunt the Hare and turn her down the rocky
road and all the way to Dublin, Whack follol de rah !
From there I got away, me spirits never falling,
Landed on the quay, just as the ship was sailing.
The Captain at me roared, said that no room had he;
When I jumped aboard, a cabin found for Paddy.
Down among the pigs, played some hearty rigs,
Danced some hearty jigs, the water round me bubbling;
When off Holyhead wished meself was dead,
Or better for instead on the rocky road to Dublin.
One, two, three four, five, Hunt the Hare and turn her down the rocky
road and all the way to Dublin, Whack follol de rah !
Well the bouys of Liverpool, when we safely landed,
Called meself a fool, I could no longer stand it.
Blood began to boil, temper I was losing;
Poor old Erin's Isle they began abusing.
"Hurrah me soul" says I, me Shillelagh I let fly.
Some Galway boys were nigh and saw I was a hobble in,
With a load "hurray !" joined in the affray.
We quitely cleared the way for the rocky road to Dublin.
One, two, three four, five, Hunt the Hare and turn her down the rocky
road and all the way to Dublin, Whack fol all the Ra !