pazar gününü ve 55 caddy'leri sevme sebebi.. her ne kadar hikayesinde tom 55 buick roadmaster'ı olduğunu söylese de caddy'siyle yardım isteyen arkadaşını seversiniz..
alkolü ciddiye almaya başladığımız zamanlardı ve o zamanlar sarhoşluk elde edilmesi ucuz bir servisti. içiyorduk ve sarhoş olup yatıyorduk. öldürdüğümüz sivrisinekler için bile vicdan azabı çekmiyorduk.
takım elbiselilerin yeni yeni ortalıkta dolaştığı, kafaları boş, cepleri dolu bayların altın saat takmaktan vazgeçip, deri bilgisayar çantalarıyla hava atmaya başladığı dönemlerdi.
bir hevesle çıktığım yoldan ağır bir hayalkırıklığıyla ayrılan ben, ancak bir on sene sonra farkedecektim ne kadar doğru bir iş yaptığımı. aslında yapılan bir iş değil, bahsedilen, yapılmayan bir işti ve o zamanlar luke rhineheart daha zar adam'ı yazmamıştı.
o kadar çok yazardan ve besteciden telif hakkı isteyebilirdim ki, bu gerçekten çok yorucu olacağı için, düşüncesi bile gözlerimi devirmeme sebep olurken, vazgeçmem uzun zamanımı almadı.
hep, benimkiyle paralel bir hayat olamayacağını düşündüm. eskiden. şimdi nesnel bir kanıtım olmasa da, inanıyorum ben bunun var olduğuna.
küçücük, minicik ipuçları var hayatın içinde ve günlük olayların içinde ufacık tefecik saklanmışlar. bunları takip ederseniz, gidiyorsunuz o "şeye"; etmezseniz... etmezseniz bir bok olacağı yok. hayat devam ediyor nihayetinde.
bazen bir kadına, bazen bir erkeğe, bazen bir mağaza vitrinin önünde tanışmak üzere sadık dostunuza, bazen de sadece bir sokağa götürürler. benim durumumda ipuçları hep ellilik bira bardaklarını işaret ettiler. eh... ben sadece bunları değerlendirdim. fazlası değil.
içmek, insani gereklilikler açısından ikinci sıradaki önceliğimken nefes almanın ardından; nefes almayı unutan bir toplumda birinci sıraya yerleşmiş olması sanırım kaçınılmazdı.
sıkıntılarım ve mutsuzluklarımın değişik suretlerde karşıma tekrar tekrar çıkacağını biliyordum, neşe ve mutluluklarımın da öyle. elbette, şöyle ağzımı yaya yaya, utanmadan çirkin dişlerimden, sıkılmadan kendi sesimden atılan bir kahkahanın değerini biliyordum ama bunun yanında, kaybedilen o kahkahanın ardından, içimdeki karanlık boşluğa fırlattığım gözyaşımın dibe vurduğu anda çıkardığı hüzünlü ve detone yutkunma sesi gerçekten içimi parçalıyordu ve benim parçalanacak başka bir yanım kalmamıştı.
kişinin hayatı kendine saçma gelmiyorsa, yanlış yaşıyor olmalıdır hayatı. tanıştığım saçma hayatlar hep özenilmesi gereken hayatlardı ve anlamlı yaşadıklarını söyleyenlerin, geceleri küçük çocuklar gibi nasıl da hüngür hüngür, nasıl da pişmanlıklar içinde, nasıl da kafalarını kurtarmak istercesine başlarını ellerinin arasına alıp çirkin çirkin ağladıklarını beynimin en minicik, en ufak, en az güç harcayan hücrelerinde canlandırmam; elime, bira bardağını tutmasını ve ağzıma götürmesini emretmemden daha yorucu olacağı için, umursamadım hiç...
evet, parçalanmak ve acı çekmek istemiyordum ama cehennemlerimi yaratan cennetlerimdi her zaman. mutlu olmak, mutsuzluğun kapıyı çalmadan gelen, son model, modern, elektronik postacısıydı.
kapıyı çalmadan çalışan postacılar, gerçek birer postacı olamadılar hiç. verdikleri anda karşısındaki insanın yüzündeki umudu, heyecanı yada belki açtıktan sonra görebileceği yıkımı, yıkılmışlığı görmeyen postacı mı olur?
işte modern toplumun çöküşü, yeni posta sistemi yüzündendi. ve biz hala yeni posta kutuları asmak üzere, yeni evler yapıyorduk, çökmek üzere...
yerini "inbox(1)" lerin aldığı durumlar, büyük ödülü hiç alamadığımız, alanı tanımadığımız piyangoların, insanı, katil olma eşiğinden içeri bakarken sırtından hafifçe itip hınzırca gülümseyen amortileriydi.
ve işte tüm bu sebeplerden dolayı, mutsuzluk, mutluluğu hiç tanımadı. hüzün, sevinci; gözyaşları, kahkahaları; erkek, kadını; hiç ama hiç tanımadı. tanısa severdi belki ve mutsuzluğun kaderi olmadığını farkedebilirdi. ama tanımadı işte.
bense, arafta kalmayı seçiyordum hep. kötülükle iyilik arasında kalmış, ikisini de reddeden, ölmek üzere olan çocuğu kurtarmaya yeltenmeyen savaş muhabiri edasıyla izledim hayatı.
"gözlemledim hep."
sadece şaşı bakarak görebildiğimiz gazete ilüzyonları vardır ya hani, benim içme sebebim de buydu işte. ekseni şaşmış bir dünyaya şaşı bakmadıkça ne görülebilirdi ki adamakıllı?
ya da uydurduğum, kulağa en hoş gelen bahanem buydu içmeme karşılık gelen.
"bir şekilde gözlemledim hep." demeliyim sanırım, yoksa olmayacak ve kendime söz verdiğim gibi sürekli yalan söylemiş olamayacağım...
hiç olmak..
piç olmak..
çıplak kalmak..
istememek..
vaad etmemek..
çevirmemek..
yaşamak..
çok büyük kelimeler küçük yüreğime,
okuması bile nefes nefese bırakır "yaşamak" diye..
...
...
bir bütünün parçasıysak eğer,
ben o bütünün ayaklarıyım mutlaka..
bütünün geri kalanını sırtında taşıyan,
karşılığında açlık sınırında hayatta kalan..
tedbirsiz şarkılar yazabilirim her an, dikkatli olun! kahraman kelimesinin üstünde durup, kahır ve aman'ı ayırabilirim birbirinden, yok edebilirim bir bakış açısını yoluna ayna koyup kendi kendini göstererek. kapıdan çıkıp gidebilirim mesela her an. bir daha görünmemekle tehdit ederken sizi, sizi gören gözlerimi oyabilirim. en azından kendimi kurtarabilirim. kurtarırken kendimi yanıma en fazla birinizi alabilirim...
tebdili elden bırakabilirim her an, pil bitebilir ve saat durabilir, durağanlık çokça tehlikelidir. o kadar tehlikeli ki, yalnız başına hayatında ilk defa karşıdan karşıya geçer gibi. nereye gittiklerini bilmediğim arabaları yakabilirim mesela her an. ama bir '68 dodge charger saklayabilirim kendime, arabalardan çıkanları ezebilirim bununla - tarihin en "kötü" arabasıyla. ezerken hepsini, yanıma en fazla birinizi alabilirim...
tebriz'i fethedebilirim her an, tek başıma, silahsız; iran'da isyan'a öncülük edebilirim libidomla. her kadın, bir tutam. hepsini ayartabilirim. meclisleri kırabilirim ortadan ikiye mesela her an. ve bir anayasa yazabilirim sıfırdan, ilk maddesi "ehehe" olan. ve hala insan hakları diye bağıran hipsterlara silah cekebilirim. çok para mutluluk getirmez ya, savaş suçlularına para verip mutsuz bir hayat yaşamalarını sağlayabilirim. ben '90 kuşağıyım, umursamayabilirim hiç birinizi. ben sevgisiz değil, sezgisiz büyüdüm ve bunu anlamanızı kolaylaştırabilirim. kolaylaştırırken hepinize, en fazla birinize zorlaştırabilirim anlamları...
tebyiz edebilirim yaşadıklarımı her an, defter bitebilir. kalemlerin ucunu açabilirim, yolların da. bir yolunu bulabilirim silmeden düzeltmenin. hiç bilmediğim bir hayatı çalabilirim, motorun terkisinde bir zindana mahkum edebilirim zalim ejder güzellerini. kahırsız ve amansız bırakabilirim dünyayı. kahrıma aman edenleri affedemeyebilirim bir seferliğine ve sefersiz gemileri terk-i cihan eyleyebilirim. bir edimi, kedim yapabilirim mesela, yoklukla besleyebilirim gün be gün. yeterince büyütebilirsem eğer, kendimi yedirebilirim, dikkatli olun! en fazla birinizi alabilirim yanıma, defter-i tebyiz ederken bu boktan satırları.
tedvin edebilirim söylediklerimi her an, kaldıramayabilir sırça beyinleriniz.
tebrik edebilirim birinizi, tedbirsiz yazdırdığı için bunları, 1968'de tebriz'de..
bir parça çileksizlik aslında hayat. mükemmel bir çileğin tadını alınca, bir sonrakinde de aynı tadı hissetme çabası. yok olanları geri kazanmak değil, sahip olduklarını koruma çabası. her seferinde vazgeçmeden devam etmek denemeye.
bir yitik tat aslında hayat. daha iyisini değil, eski iyiye dönmeye çalışmak. tanrı'yı oynayıp bir şeyler yaratmaya çalışmak değil, anne olup büyüyen çocuğunu bebek kalmaya zorlamak. ve bir babayken, hep beklemek dumanlı gözlerle akşam olunca oğlunun eve gelmesini. ta ki aslan parçasının gidecek başka bir "ev"i olduğunu farkettiği an, yaşadığını anladığı gibi.
ilk kez sevişen bir erkeğin boşalmamaya çalışmasıdır hayat. erkekler hep geç boşalır. kadınlar hep tatmin olurlar. nokta!
hayat, ölüleri bir parça canlı tutmaktır. bir mezarlık hikayesini, içkisine meze yapıp kafa çekmektir. ve sarhoş olmak. sabahında işine gidip kalabalık kafayla, unutmaktır ölüleri, bir sonraki randevusuna rakıyla.
bir orman perisi hayat. insan olmayı seçmeyen meleklerin olmadığı filmler. bu yüzden özlenir eski sevgililer, ayrılırken en yenisinden.
anlattığı gibidir, doğduğu gün kuyuya düşen ve zamanla, doğduğu yere ulaşmaya çalışan ademoğlunun hikayesi; hem yaşlı, hem fransız, hem de "gün" gibi bir yazarın.
elbette bir saksı çiçeğidir hayat. inadına solan, inadına ölen, gıcığına ölen... elbette pencereler vardır. eski günlere baktığınız, su tutmaz ama yaklaştıkça buğu yapan. ah, nasıl da bir kapı kolu, fantastik güçleri olan bir kılıca dönüşür bazen, iki kenarı birden kesen. sımsıkı sarılan insanlar kesmezler mi birbirlerini vedalaşırken; mutlu mudurlar da sarılırlar size, sarıldıkları gibi kendilerine?
içinde kalan bir yağmursuzluktur hayat. kavuştuğunda ıslanmaktan korktuğun. ayağını yere koyma dürtüsüdür motorunu sürerken, ve sarılacak bir çift beyaz el aramaktır "yüzyıllık yalnızlık"ların yanından geçerken.
ilk nefesin tadını vermeyecektir hayat. gittikçe artan bir bağışıklık; hüzünleri köreltse de, mutluluktan sarhoş etmeyecektir hiç bir vücudu...
bunlara rağmen,
her şeye rağmen,
elbette koca bir gökkuşaksızlıktır hayat, fulyasızlık zamanlarında.
this is all about an unknown story
and its always been nice to remember.
this is all about a murder
and its always nice to meet your private killer.
this is all about you
and its always nice to make you read your own story.
this is all about me
and its always nice to commit suicide after a great glory.
sure there were those thieves, tried to steal you from you,
sure there were those blue suits, tried to break you,
sure there were those so called friends, tried to fail you.
but you come out clear and never turned yourself in.
some heroes born that way, some learn afterwards.
a sky, a sun and a moon.
when a hero borns one dies soon.
you've borned as a man.
but will die as a legend on a battle platoon.
that's life itself boy, no matter how hard you try,
there'll always be heroes and personal angels, for you they'll cry.
do not take these words as an acceptance of wisdom for your freedom.
thou shall be someon's hero, someones thief
as yet,
so soon,
you'll be someone's boredom..
durduk yerde kendine yeni bir dünya, yeni uğraşlar, yeni arkadaşlar edinmeye çalışan kadın..
savaşın ortasında düşmansız kalan ordu gibi.. en baştan kurgulamak zorunda her şeyi..
kendini filmlere, kitaplara, daha önce umru bile olmayacağı detaylara kaptırabilmek için uğraşmakta..
aklı tek yerdeyken ordan uzak durmak için ayaklarını kendine dolamakta..
böyle de mutlu olduğuna inanmak için elinden geleni yapmakta..
aynada gördüğü suretle göz göze gelmemek için,
"o"nun adını aklından geçirmemek için,
"o"nu hatırlatan şarkılara kulaklarını tıkamak, replikleri yanlış anlamak, "yer"lerden uzak durmak için..
önceden bin kere üstünden geçtiği "hikayesi" hiç olmamış gibi davranabilmek için..
kendini paralamakta..
belki, ağlamadan geçirebildiği saatleri saymakta..
arada aklını dağıtabilirse gerçekten, yanına kar kalmakta..
telefonda gözünün ucu ama..
düşüncelerinin yarısı "o şimdi ne yapıyor"da..
aradan minik senaryolar hesaplamakta..
"şu köşeden dönse şimdi" diye kulağına fısıldayan iç sesi susturmaması beceriksizliğinden değil, umudundan hala..
ekşi'den alıntıdır. uyumuycam nickli bir yazarın yazısı. normalde hiç alışkanlığım değildir kopyala-yapıştır yapmak ama bu seferlik bir istisna yapmanın zararı olmaz diye düşündüm. ekşi'de hesabım olmadığı için buraya yazdım ki yazarına tribute olsun en azından...
her yerde bu kadar benzer ve bu kadar kontra-uyumlu (her ne demekse) hayatlar yaşanıyor aslında.
sen de yaşıyorsun hayatını, ben de...
ölmüyoruz ya birimiz yok diye.
bir şekilde geçiyor ya günler nasıl olsa,
cinayetler işlemiyoruz ya teammüden, taksirsiz sayılır bütün suçlar,
her ne kadar,
şartlı salıverilmiş
katiller olsak da...
evet, tahmin etmiştim bu başlığın daha önce açılmamış olduğunu...
sonuçta uludagsozluk beni hiç hayalkırıklığına uğratmadı. sonuçta gelmiş geçmiş dünyanın en iyi bayan country şarkıcısı lakaplı, country kraliçesi birinin altına kim yazar ki?
fancy isimli şarkısındaki hikaye bizim ünzilemize benzer. farklı bir bakış açısıyla...
çok açık olmasına gerek yok... zira buruşturup atmaları 3 saniye...
akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
demeye de dilim varmıyor ama
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim..
bu parça kanaatimce bir kadına yazılmış en güzel şarkıdır.
Now that she's back in the atmosphere
With drops of Jupiter in her hair, hey
She acts like summer and walks like rain
Reminds me that there's a time to change, hey
Since the return from her stay on the moon
She listens like spring and she talks like June, hey, hey
But tell me, did you sail across the sun?
Did you make it to the Milky Way
To see the lights all faded
And that heaven is overrated?
Tell me, did you fall for a shooting star?
One without a permanent scar
And then you missed me
While you were looking for yourself out there?
Now that she's back from that soul vacation
Tracing her way through the constellation, hey
She checks out Mozart while she does Tae-Bo
Reminds me that there's room to grow, hey
Now that she's back in the atmosphere
I'm afraid that she might think of me as
Plain ol' Jane told a story about a man
Who was too afraid to fly so he never did land
But tell me, did the wind sweep you off your feet?
Did you finally get the chance
To dance along the light of day
And head back to the Milky Way?
And tell me, did Venus blow your mind?
Was it everything you wanted to find?
And then you missed me
While you were looking for yourself out there
Can you imagine no love, pride, deep-fried chicken
Your best friend always sticking up for you
Even when I know you're wrong?
Can you imagine no first dance, freeze-dried romance
Five-hour phone conversation
The best soy latte that you ever had, and me?
But tell me, did the wind sweep you off your feet?
Did you finally get the chance
To dance along the light of day
And head back toward the Milky Way?
But tell me, did you sail across the sun?
Did you make it to the Milky Way
To see the lights all faded
And that heaven is overrated?
And tell me, did you fall for a shooting star?
One without a permanent scar
And then you missed me
While you were looking for yourself?
And did you finally get the chance
To dance along the light of day?
And did you fall for a shooting star?
Fall for a shooting star?
And now you're lonely looking for yourself out there
bunca sene entry girilmemesi de sözlüğümüz adına ayıp yahu... ben de dahil...
burada "kiralayan" fiili daha uygun gibi düşünebilirsiniz ama burada diplomayla anlatılmak istenen bir "ruh"'u temsil ettiği için satmak fiili daha doğru geldi.
yurdumda işsiz ve aç kalmakla, çalışmayacağı bir işyerinde ciddi sorumluluk almak arasında tercih yapıp, diplomasını satan eczacıdır.
ne yapmak lazım?
çözümü bende değil, bizimkisi dem vurmak sadece...
gelişmeler bölümünden takip edilen, böyle bildiğin "kızım sana söylüyorum gelinim sen anla" içerikli, gayet yazılı, moderasyon destekli, "sağ sol farketmez, yönetim affetmez, söyleyin akıllı olsunlar" konulu bir yazılar topluluğu.
var ya... tanklar falan yürüyecek. balans ayarı vs...
"ç" değil evet "c" ile olanı, ankara'da başarılı bir şekilde uzun zamandır rock müzik yapan amatör bir grubun ismidir. yanlış olmasın özlem'di sanırım solistlerinin adı, gayet güzel depeche mode, şebnem ferah, sam brown, evanescence coverları yaparlar. kendi parçalarını dinlemedim, tarzları böyle midir, yoksa piyasada tutunabilmek için mi yapmaktadırlar bilinmez ama gayet başarılıdırlar.
sözlükten sokağa her yerde biraz bakınca görebileceğiniz çaba.
burada 70'lerin müziğinden kasıt, özellikle california semalarında başlayan flower power akımının temsil ettiği müziktir. daha basit konuşacak olursak hippi müziği.
türkiye'de böyle bir şey başladı son 3-4 senedir. türkiye'nin içinde bulunduğu sıkıntılı durumlar, savaş, terör gibi faktörlerle bu çaba kendini iyice göstermiştir.
özellikle 20-25 yaş arası gençlerde çok yaygın.
nasıl oluyor peki?
öncelikle, forrest gump, the doors: the movie, vs.. gibi o dönemleri anlatan dünyada ses getirmiş filmlerden biri izlenir. sonra google'a arattırılır. o dönemle ilgili 3-5 duygusal yazı okunur, 3-5 tane önemli isim ve olay öğrenilir.
veeeeeeeeeeeeeeee, ta daaaaaa...
şapkanın içinden çıkan tavşan misali, 3 gün içinde bir adet çiçek çocuğumuz olmuş olur.
bir akımın arkasında ki düşünceyi, felsefeyi özümsemeyen; neyin yanında, neyin karşısında bilmeden, uyuşturucusuyla, yaşam tarzıyla; iyisiyle kötüsüyle ilgisi olmadan, bir çiçek çocuk..
bunun bile popüler kültürün, tüketim çılgınlığının altında ezilip gitmesine üzülüyorum...
bu kitaptaki bir öykü daha aslında sinemaya çevirilmişti ama adını hatırlayamadım. keskin nişancı tüfeğiyle otobanı gören bir yerde şoförleri avlayan bir gencin hikayesi anlatılıyordu.