tarihte utanmak hiç olmadı. kitaplar oğullarını öldüren sultanları yazdı. istedim ki tarihin kitabına utanmak da eklensin. cinayet işleyenlerin daha sonra cinayeti kınamaları ne kadar ayıptır, diye düşünürdüm. şimdiyse bu eskiden beri bildiğim gerçeği, ama saflığım yüzünden unutur gibi olduğum gerçeği yeniden keşfetmek zorunda kaldım.
türkiye'de kamu sektörünün payı son 60 yıldan bu yana her yıl için yüzde 20'nin altında seyretmektedir. hatta, denetim dışı fonların yaygın olarak uygulandığı 1980'li yıllarda bir ara yüzde 13.5'e kadar bile düşmüştür. gelişmiş avrupa birliği ülkelerinde ise ikinci dünya savaşı bitiminden günümüze kadar kamu sektörü, son 20 yıldaki yoğun özelleştirme ve serbestleştirme uygulamalarına karşın, başlangıçtaki yüzde 25'lerden yüzde 50 ortalamasına yaklaşarak, optimal büyüklüğe ulaşmıştır.
başta iskandinavya olmak üzere fransa ve hollanda'da söz konusu oran yüzde 50-70 arasında seyretmiştir. avrupa birliği ülkeleri deneyimleri ve ampirik araştırma sonuçları, devletin ekonomideki payının artmasına bağlı olarak, sosyoekonomik sorunların da daha kolay çözülebileceğini göstermektedir.
bu ülkeler bugünkü durumlarına ise bilinçli politikalar uygulayarak gelmişlerdir. kamu sektörleri türkiye'ye göre en az 2 kat daha büyük olan almanya ya da fransa'da kamunun bizdeki kadar savurgan olduğu pek düşünülemez. buna karşın, türkiye'de kamu sektörü daha da küçültülse bile, siyasal ve mali reformlar gerçekleştirilmedikçe, savurganlık, verimsizlik ve yoksulluk daha da artacaktır.
"45 yıl kadar önce yakup kadri'yle ankara palas'ta baş başa öğle yemeği yiyorduk.
zamanın ünlü siyasetçileri, tek parti döneminin hamaset edebiyatından uzaklaşarak, mistik nutuklara doğru tırmanıyorlar ve seçmen yığınlarına şöyle diyorlardı:
- siz isterseniz hilafet'i bile getirebilirsiniz.
çünkü seçmen yığınları; hazine'den geçinmeli egemen kadroların, batı'lılaşma olarak 'çağdaş üretim' yerine, 'çağdaş tüketim'i benimsemelerine; aynı tüketimi yapamadıklarından ötürü, tepkiliydiler. tepkilerini de, ankara egemenlerine karşı, 'islam'dan çok kafirliğe yaklaşmak' suçlamasıyla göstermek eğilimindeydiler. komünist, yahut sosyalist partilerinde örgütlenecek durumları yoktu.
yakup kadri'ye:
- neden cumhuriyet'ten sonra da, istenilen sonuçlara varılamadı, diye sormuştum:
- ankara'nın yeterli kadrosu yoktu; eski babıali kadrosunu taşımak zorunluğu doğmuştu ankara'ya. onlar da alışık oldukları eski tavır ve yöntemleri taşıdılar yeni döneme, demişti.
ve vaktiyle tevfik fikret'in, ittihatçıların uygulamalarından karamsarlıklara düştüğünde yazdığı gibi:
"yerde sürüklenen osmanlı, kurtuluş doruğuna erişememişti yine. oğlu haluk için bile, ezeli bir şifaydı aldanmak."
"belki daha düşük düzeydeki, ama daha incelikli ve daha hafif türlerdeki varlıklarda olduğu gibi kadınlarda da gönlümüzü rahatlatan bir şey buluruz. kafaları her zaman eğlenceyle, gelip geçici heveslerle ve giysilerle dolu yaratıklarla karşılaşmak ne büyük bir zevktir. onlar, yaşamları sınırsız sorumluluklarla dolu, baştan aşağıya gerginlik içinde yaşayan ciddi erkek ruhlarını büyülerler."
"bir kez bile sevmek, sevgilinin varolduğu konusunda ayak diremek demektir; onsuz bir evren bulunabileceği olasılığını yadsımak demektir. sevmek, sevilen şeye sonu gelmez bir çabayla canlılık katma, onu yaratma, isteyerek koruma eylemidir."
senin develerin de biter muammer
yaşamın bir mevlittir
erenler savaştılar da erdiler
ölenler ölüp dirilip öldüler dirildiler ölmez
gündestemden sorumluyum
sınıfbilinç kaat-helva sömürü sıla faşizm
dertten yana görgülüyüm
gündestedir yazılıp silinip yazıldı silinmez
yangın başlamış sazın içinden hü
sazı dara çekmeyin ağaçlar yanar
yangın deyip geçmeyin
bir orman yanar ormanlar yanar
köfteli dolmalı bir diyalektik semirmedir
sömürmede yeri var hü
yarın istanbul'a dönüyorum
ayağım basar gibi
sürükleyebiliyorum
ölüm kavganın sonu
kavga etmek seviyorum
ölüm sesin sis olması
ben sesimi seviyorum
ölüm düşüncenin sonu
düşündükçe seviyorum
ölür müyüm hiç
çok yanıldın kahpe bizans
yaralandım geliyorum
hem yaramı pekiştirdim
tütün bastım uyuşturdum
kan yitirdim kan kazandım
kim yitirmiş ben kazandım
kazanmaya değil zaten
ben kavgaya geliyorum
dikil ulan köhne bizans
sabah oldu uyarmaya geliyorum
sait faik adası'ndan
pek timurlenk dönüyorum
prometheler bekliyor ülkem mumları sönük
gaz lambasında sainte-beuve okuyorum
pazartesi gecesi
yeşilırmak kudurmuş
çarşamba lisesinde arama olmuş
cebimde bir paket samsun bulunmuş
ne bu
cıgara
niçin
efkar-ı umumi için
kimin oğlum bu cıgara
benim yahu allah allah
içiyorum ciğer benim can benim
yönetmelik ne karışır
üç gün kadar okuldan uzaklaştırılmışım
çok teşekkür ederim postacı sana
emperyalizme karşı yalınayak mısır
üç sıfır yeniliyor israil'e
haziran altmışyedide
kopuk geceyi yapıştırmaya uğraşan
heybetli duvar saati
tik tak tik tak
bu sorumsuz arabesk gece bekçisi
yeni almış düdüğünü deniyor
dikkat dikkat
tavanda bir leke duvarda bir çatlak
uyumak uyumamak
bir boşluktan bir sırma ürettiğim akşamdı
anasını yitirmiş bir beşik çocuğu
sütsüz bir kadın memesini dişlemiş bırakmıyor
derken gök kütürdedi
ıslak sicimleri çekiyordu toprak sonsuz
sonra herşey duruldu
hırsı geçti tanrının
emperyalizme karşı
bu ülkede her dört saatte bir tecavüz yahut tecavüze yeltenme suçu işlenmekte. bu suça teşebbüs edenlerin yüzde 99'u erkek, yüzde 30'u evli. ve asıl ürkütücü olan tecavüz olaylarının yüzde 50'si planlı.
ölümsüzlüğü arayan gılgamış, tek ölümsüz insan utnapiştim'i bulup ondan bu gizi öğrenmek için yola düşer. hiçbir insanın katlanamayacağı acılara, tehlikelere, zorluklara karşı koyar. onun geçtiği yollardan daha önce hiçbir ölümlü geçmemişti; yeller denizin üstünden estikleri sürece de hiç kimse geçemeyecekti. sonunda, gılgamış, yanakları çökük, yüzü süzgün durumda, utnapiştim'i bulur, ırmakların ağzında, uzaktaki yerde. ondan, suyun altındaki bitkiyi öğrenir, insana ölümsüzlük veren bitkiyi. buz gibi suya girer, koparır alır bitkiyi. fakat çiçeğin yaydığı tatlı kokuyu alan yılan, bitkiyi kapar ve derisini değiştirip bir kuyuya dalar. gılgamış oturup ağlar, "ben onu yıkılmaz duvarlı uruk'a götürüp yemeleri için yaşlılara verecektim" der.
bu roman, evli barklı bir polis komiserinin arka sokak yaşamının bir kesitini, sevda çılgınlığı ve kırgınlığı ile besli bir kesitini sizlere yansıtıyor.
bu roman, olayların sonundan başlayıp, adım adım öncelere gelişen bir çizgide soluğumuzu kese kese ilerliyor. yarı düş, yarı gerçek bir sevda yaşamından geçe geçe, aydınlık bir noktaya varıncaya dek sürüp giden, acılı, meraklı yollardan geçe geçe, sonunda umulmaz, beklenmez bir sürprizle karşılaşma, romana inanılmaz bir sürek avı heyecanı katıyor.
romanı daha açık olarak alalım ele:
romanın baş kişisi sedat adında bir komiserdir. mine adında bir kıza tutulmuştur, uyumlu bir evlilik yaşamının kaçamağında. bu aşk bir arka sokak aşkıdır, tadı tuzu yerli yerinde. ne var ki mine, bu pörsümüş aşkın ötesinde faik adlı bir deli-fişek sol içerikli, sol donanımlı bir delikanlıya tutulmuştur. alın size bir kıskançlık olayı ki, sonu ölümler, yıkımlarla yüreğimizi parçalıyor.
sis ve gece adlı roman, polis içerikli, polis havalı, polis yaşamlı bir roman, gelişigüzel olaylara bulanmış, gelgeç yaşam çizgisinin çok ötelerinde, insan psikolojisini zorlayan, bir sevda ekseninde gelişip, insancıllığa kanat geren bir yaşam serüveni. evli, çoluk çocuk sahibi bir polis görevlisinin, arka sokak serüvenini yaşayan ve bizlere yaşatan, olağanüstü olaylarda, değme yazarlara özgü yetenekleri sollayan bir beceri ustalığında önümüze sürüyor evli bir adamın arka sokak serüvenini acısı, zehiri ile. gerçekle düş arasında gelişip giden yaşamın bir faturasıdır bu nefis roman. romanda her şey bir sis perdesi altında geçiyor, gece karanlığına uzanarak.
romanın asıl can alıcı noktası, bir çatışma sonunda yaralanan mine'nin ortadan kayboluşu. sevgilisi faik'le birlikte pusuya düşürülen mine'nin, kimin kurşunuyla yaralandığının ve ortadan kayboluşunun serüveni romanın can alıcı noktasında düğümlenip kalmaktadır. komiser sedat'ın, mine'ye olan aşkının kırıklığına bakmadan sürdürdüğü araştırma, inanılmaz bir aptalca sonuçlanmanın sürprizinde noktalanıyor.
yeni düşler kurmak, yeni evrenler bulmak yolunda, bugünün sanatçısı, bilim adamından çok güçsüzdür. bugün sanatçının yeni diye ortaya atacağı şey, bilimsel kuramların göz önüne getirdiği inanılmaz evrenler yanında pek sönük kalacaktır. bilim adamının düşlerimizi doyuramadığı çağlarda sanatçı, yeryüzünü bozar, değiştirir, düşüncenin sınırlarını zorlar, bir masal evreni yaratırdı. bugünse en şaşırtıcı evren bilim adamının bulduğu. üstelik inandırıcı sayılara, ölçülere dayanan bu evren yanında, sönük bir uydurmanın ne güzelliği olur... denecek ki eski çağlarda da sanatçı, gününün bilgi anlayışı ile sınırlıydı, böyle olmak sanatın yaratıcı gücünü hiç de sarsmaz. evet, öyleydi, daha da ileri gidelim, ilkçağda sanatçı bilgindi de.
atomların havada uçuştukları, şiir gibi de okunabilirdi, bilim gibi de. günümüzün bilimi ise inandırmak, düşüncenin sınırlarını genişletmek... gibi işlerde sanattan yardım beklemek durumunda değildir. bizim sanatçımız, bilimin bulduğundan daha ötesini de uyduramayacağına göre, onun sönük bir taklitçisi olacaktır. sadece yaratıcılığa dayandığını söyleyen yeni sanat için aykırı bir sonuç.
belki günümüzün sanatçısına, yeryüzünün ilk sanatçıları gibi şaşmak kalıyor. şaşmak... artık aylara, güneşlere değil de, elektronlara, protonlara. bilimle kör topal yarış etmektense, bilisiz, ilkel bir davranışa dönmek belki de sanat için son çıkar yoldur.
kitabın yazarı roger garaudy, ilk tümcesinde şöyle diyor; "sartre'ın varoluşçuluğu (existentialisme), marksizmin derinleştirilmesi ya da çağdaş marksistlerin yetersizliklerine çare bulmak isteyen bir tamamlayış mıdır? yoksa marksizme büsbütün karşıt bir felsefe midir?" yani bu kitapta ele alınan konu, ülkemizde şöyle böyle bilinen marksizm ile gene şöyle böyle bilinen varoluşçuluğun bir karşılaştırılmasıdır. jean paul sartre'ın marksist kuramcı roger garaudy ile tartışırken, kendini bir antimarksist değil, tersine olarak roger garaudy'den daha marksist saydığını göz önüne alırsak, bu yazışmaları, bizde arada bir görülebilen düpedüz karl marx'a karşı - karl marx'tan yana görüşlerin bir çatışması gibi düşünmek ilk bakışta yanlış olacaktır. gerçi roger garaudy, marksizmi ileri götürmek savında olan jean paul sartre'ın gerçekte marksizmin kimi ilkeleri ile taban tabana karşıt duruma düştüğünü gösteriyorsa da, ele alınan konular bakımından, bu tartışma genel olarak bizim düzeyimizi aşmaktadır. öyle ki, o kitabı okuyanların çoğu, tartışılan konulardan jean paul sartre'ın neden karl marx'a karşı olduğunu anlamak şöyle dursun, konuşulan sorunlara yaklaşamıyorlar bile.
jean paul sartre'ın marksizm karşısındaki durumunu kulaktan dolma bilen okuryazarlarımız, şu ya da bu yanı gelişigüzel tutuyorlar veya, "marx eskidi" ya da "sartre aptalın biri," diyorlar da, roger garaudy'nin kitabını okumaya sıra gelince başları ağrıdığı için, "bu bizim halka göre değil," diye işin içinden çıkıyorlar. burada halkın suçu ne?
gerçi birçok bakımdan geri bir toplumda olduğumuz için, burada geliştirilecek olan kuramlar, ister istemez kendi koşullarımızla sınırlıdır. sözgelişi roger garaudy, kitabının sonunda, "sartre'ın tarihin temel kanunlarından somut tikelliğe geçebilmeyi mümkün kılacak olan dolayımlar incelemesinde ileri sürdüğü üç teklifin marksizme faydalı olduğu söylenebilir. bunlardan birincisinin, psikanalizin bazı yanlarından yararlanmak olduğunu..." diyor ya, biz bugün marksizmi psikanalizle geliştirecek durumda olmadığımız gibi, bunun neden gerekli olduğunu da kavrayamıyoruz. çünkü marksizmi de, psikanalizi de, varoluşçuluğu da gereğince bilmiyoruz. bilmeden konuşacağımıza bunları baştan aşağı öğrenmeye çalışmamız doğru olur. bunun da yolu, tek yolu, tarih sırasıyla öğrenmek değildir. böyle olsaydı, bugün sözgelişi fizik biliminde, atomun parçalanma dönemini daha duymamış olmamız gerekirdi. bilimlerin, birtakım kuramların en yeni duraklarından haberli olmak, merak etmeyelim, bizi o bilimlerin, o kuramların temellerine değin inmeye zorlayacaktır. diyelim bugün roger garaudy ile jean paul sartre arasındaki tartışma bize ağır mı geldi, bunun nedenleri üzerinde durur ve george wilhelm friedrich hegel'in, karl marx'ın, friedrich engels'in, vladimir ilyiç lenin'in, kirkegard'ın... yapıtlarının tamamını dilimize çevirmeden bu işin altından kalkamayacağımızı anlarız.
son olarak şunu da söyleyeyim: adı geçen kitabı toplumca işe yarar bulmayanların düşüncelerine de katılmıyorum. çünkü roger garaudy ile jean paul sartre arasındaki çatışma, ileri gitmiş ülkelerdeki birtakım pratik olaylardan da doğmuş olsa, salt o ülkelere özgü değildir. ekonomik durum ve bilim bakımından geri de olsak, yine yeryüzünün genel gidişi içindeyizdir, bu gidişin iyi ya da kötü etkilerinden bağımsız kalamayız. konumuzla ilgisiz gibi görünecek olan bir örnek vereyim: bugün yeryüzünde yeni bir emperyalizmden, sermayenin kılık değiştirmiş bir biçiminden söz ediliyor. bağımsızlıklarını ele geçiren sömürgelere, eski sömürücüler, yeni yollardan balta olmaya çalışıyorlar. bu yeni emperyalizmle, sermayenin bu yeni sömürme biçimi ile, yirminci yüzyıldan kalma kuramlarla savaşamayız. bu bakımdan yeni kuramlar, ileri gitmiş ülkelerden çok bizler için gereklidir demek hiç de yanlış olmaz.
kuran'ı kerim'de şiire ve şaire geniş yer verilmiştir... ünlü suara suresi'nin (26. sure) 224-227. ayetlerine göre "şairler gerçekten çok hayale, hatta kuruntuya dayanarak konuşan insanlardır..." (bkz. yaşar nuri öztürk, "kuran'ı kerim ansiklopedisi, s. 294). "o şairlere aklı az ve azgınlar uyar / görmez misin ki onlar sersemce her vadide / dolaşırlar. bilgiye değillerdir havi de. / yapmadıkları şeyi söylerler." (bkz. tanrı buyruğu oku "kuran", nazım çeviri, r. çiloğlu, oku yayınevi 1987, 435-436. sayfalar). "arşın anahtarları şairlerin diline konmuştur" sözleri de islam peygamberi'ne ait olmakla birlikte "kuran, erişilmezliğini sözdeki ahenk güzelliği yanında, sözün muhtevasındaki tutarlılık ve isabete de dayandırır ve şiiri, bu ikincide yetersiz veya bundan tamamen yoksun olduğu için vahyin altında görür. suara suresi 224 ve devamı ayetler bu inceliğe dikkat çekmektedir. bu ayetler söz güzelliğinin kuruntu ve tutarsızlığı, hatta ikiyüzlülüğü örtebileceğini ve bu yüzden şairi izleyenlerin hayal kırıklığına ve bazen sapıklık ve azgınlığa maruz kalabileceklerini ifade etmektedir." (bk. y. n. öztürk, aynı yapıt, s. 295-296).
kuran'da şairlere yöneltilen "hayalcilik, kuruntuculuk" vb. suçlamalar da islam peygamberi'nin o dönemde "bir tür kahin" sayılan arap şairlerine karşı iktidar mücadelesiyle açıklanabilir.
nazım hikmet'in yaşamının türkiye'deki dönemleri üstüne araştırmalar yapar ve düşünürken, 1920'lerdeki, 30'lardaki, genç, pırıl pırıl; tutku, yetenek ve atılganlıkla dolu bir yaşamın, kıskançlıklar ihanetler, aptallıklar, alçakça baskılar ve saldırılarla nasıl örselendiğini, zedelendiğini, kırıldığını gördüm. inançlarının sağlamlığı ve yeteneğinin büyüklüğüyle, yıkılmadığını, en zor koşullarda da devce eserler ortaya koyduğunu, bu anlamda sapasağlam ayakta kaldığını biliyoruz. fakat özel yaşamının kırıklarla dolu olduğunda kuşku yoktur...
hayatındaki iki kadın üzerinde de çokça düşündüm: piraye ve münevver hanım'lar... piraye hanım, 12 yıl, 1938'den 1950 ortaların kadar, onun hapisten çıkmasını beklemiş olan eşidir... nazım'ın hapisten çıkmasına çok az bir zaman kala ayrıldılar. (nazım piraye hanım'ın gittikçe artan ilgisizliğinden, hapishaneye seyrek gelişlerinden yakınıyordu ve bu arada münevver hanım'a aşık olmuştu.) ayrıldıkları 1950 yılından birkaç ay önceki ölümüne kadar, piraye hanım (yakın aile çevresi dışında) denebilir ki bütün dünyaya kapalı bir yaşam sürdü. nazım'a küskün olduğu, onu hiç bağışlamadığı biliniyordu, fakat hiçbir yerde hiç kimseye nazım'la ilgili olumsuz bir söz söylediği işitilmedi.
münevver hanım, akrabası nazım hikmet'i bursa hapishanesi'nde ziyarete gittiğinde evli bir kadındı ve bir kızı vardı. belli ki hayatının bir buhran dönemindeydi. nazım hapisten çıktığında evlendiler ve oğulları memet doğdu. nazım yurtdışına çıkmak zorunda kaldıktan sonra, küçük bir çocukla, yoksulluk ve polis baskısı koşullarında yaşadığı, arkadaş kahpeliği ve belki bazı zaaflarla da gölgelenen hayatı bir karabasan olmalı. yıllar sonra yurtdışına çıktığında bu kez polonya'da güç koşullarda yaşadı. sonra, yine çok da kolay olmadığını tahmin ettiğim koşullarda paris'te yaşamını sürdürdü. nazım hikmet'in, yaşar kemal'in eserlerinin fransızcaya çevrilmesinde çok büyük emekleri geçti...
münevver hanım'ın evliliğini bozduğu ya da yaşamını nazım'la birleştirdiği için acaba pişmanlık duyduğu oldu mu? hayatında başka pişmanlıkları oldu mu? hayatı tutarlı ya da kırık bir hayat mıdır? yanıtlaması oldukça güç sorular...
nazım hikmet'in ünlü şiirlerinden birindeki dizelerle bitirmek istiyorum:
"insan oğlunun ömrü
belki lüzumundan fazla kısa
belki lüzumundan fazla uzun;
ve neden dolayı insanlar
şu tabakta yatan uskumru kadar mahzun?
bir tek daha içelim..."
söylenecek ilk söz, belki de, insanseverliğin ancak kötüleri de içine aldığı sürece gerçek insanseverlik olduğudur. çünkü iyileri, yoksulları, suçsuzları sevmek kolaydır; asıl sevgi, dimitri'nin önünde diz çöken karamazof kardeşler'deki yaşlı papaz gibi davranabilmektedir. dahası var, adamın biri, "kutsal kitap bize düşmanlarımızı bağışlamamızı buyurur, dostlarımızı değil," diyerek, düşmanı sevmeği dostu sevmekten daha üste çıkarmıştır. iyi ya, kötülüğün ortadan bütün bütün kaldırılması gerektiği sorusuna aldırış etmeyen bir insanseverlik, olsa olsa, ezilenlerin acısını biraz azaltmaya yarar. bu ise, asılacak adama, kutsal kitaptan sözler okumak demektir ve insanseverliğin ancak ezilenler var oldukça yaşayacağı anlamına gelir. bu noktada, kötülüğün sürdürülmesi ile var olabilen bir iyiliğe, iyilik denebilir mi?
bana sorarsanız, insanoğlu iyilik görmekten hoşlanmaz. iyilik görenler, kendilerine iyilik eden kimselere düşman olurlar, ki haklıdırlar. oysa iyilik eden bunu anlayınca, "vay nankör vay, benim ona ettiğim iyiliklere karşılık ha!" diye bağırır. "insan değil bu!" çok yanlış bir yargı. çünkü iyilik etmek, iyilik edilecek birini bulmaya, o da insanların kötü durumda ve iyi durumda olmak üzere ikiye ayrılmasına bağlıdır. asıl insanlığa uymayanın bu olması gerekir.
iyilik görmekten daha kötüsü, iyilik etmektir. "herif sıkışmış, verdim elli kağıt, ferahladı gitti," diye böbürlenenleri düşünürseniz, iyilikten iğrenirsiniz. iyilik ettiğini saklayana gelince, ben bu bakımdan ağzı sonuna kadar sıkı kimseyi tanımadım, diyebilirim. iyilik ettiklerini saklayanlar, gerçekte bunu kurnazlıkla yayarlar ki, herkes duyar da iyilikseverin yanında konuşmaz. insan sevgisini, zenginin yoksula yardımı diye anlayıp anlatmaktan vazgeçmeli.
doktor schweitzer, yardım bekleyenlerin yardımına koşma işinde, burjuva toplumunun yardımsever kurumlarına pek yüz vermemiş, onların içinde çalışmayı yararsız ve olanaksız bulmuştur. onun öğüdü, herkesin, her iyilik etme durumunda olanın, bu işe tek başına atılmasıdır. ama, kendini afrika'ya adayan bu yaman adam, düşüncesinin köklerinde gene de bir umutsuzdur; bütün bu tek başına atılmaların, olsa olsa, acıları biraz azaltacağına inanır. kötü bir dünyaya gelmişiz, birbirimizin yardımına koşalım... tam hristiyanca bir tutum... ama, bütün insanların eşit olacağı günü bekleyerek ellerimizi kollarımızı bağlamaktansa, elbette iyi bir şey. kişisel iyilik dünyayı değiştirme çabasına aykırı değildir.
istanbul'da çemberlitaş semtinin bir delisi var; arada sırada caddelerin orta yerinde belirir, boynunun damarlarını şişire şişire, sesinin var gücünü kullanarak: "yurdumuz, ulusumuz, namusumuz..." diye feci söylevler çeker... söylevinin sonuna doğru sinirden bitkin bir duruma düşen bu zavallıyı bir gün gözlerimle izledim. kalabalığın arasından hızla uzaklaşıp caddeyi gören bir binanın giriş basamaklarına oturdu; sanılırdı ki, sinirlerini orada yatıştıracak, dinlenip kendine gelecek... ama bizim söylevci, oraya geçer geçmez, deminki adam o değilmiş gibi, uslu uslu cigara içmeye başlamaz mı? işte demokrasi için biçilmiş kaftan, diye düşünmüştüm. söyleyeceğini bütün hızınla söyleyeceksin, işin bitince gülümseyerek cigarını tellendireceksin. demokrasi sahneye konursa, oyunculardan beklenen bu değil midir?
sokak adları her zaman ilgimi çekmiştir. istanbul'da ya da başka şehirlerde, sokak adları önünde durduğum, uzunca düşündüğüm çok olmuştur. bir kentteki sokak adları, o kentin geçmişinin, dünya görüşünün, yaşama kültürünün üzerinde uzunca durulup düşünülmesi, açımlanması gereken gizli tarihidir... tophane'de bir sokağa adını veren "tomtom kaptan" acaba kimdi? hayatından bir roman çıkar mı?
istanbul'daki sokak adlarının kökeni, öyküleri konusunda acaba çalışmalar yapılmış mıdır? böyle bir çalışma sanırım çok ilginç olur, düşündürücü sonuçlar da verirdi. dünyadaki belli başlı kentler arasında bu bakımdan bir karşılaştırma yapılması sanırım çok ilginç sonuçlar verirdi.
onun başkanlıktan ve arkasından da üyelikten ayrılışından sonra tip'te görünür bir gelişme olmadı. bunu, eleştirdiği sovyet sisteminin çöküşü izledi. fakat aybar'ın kendisi de, tip sonrasında görüşleri doğrultusunda başarılı bir örgütlenme gerçekleştiremedi. bir başka deyişle, kuramsalda savunduğunun pratikteki karşılığını (tip'te kısa bir dönem dışında) göremedi. sovyet sisteminin çöküşü ise insanlığa mutluluk değil sayısız mutsuzluklar getirdi. şoven milliyetçilikler, faşizm ve en ilkel biçimleriyle kapitalizm öncesi ilişki biçimleri hortladı... bu çöküş ve sonrasında yaşananlar sosyalizmin bir tür uygulanışının aksaklıkları konusundaki iddialara haklılık kazandırırken, pek çok yeni soru ve karşıt iddiayı da gündeme getirdi... kağıt üstündekiyle pratikte olup bitenin birbirini tutmazlığı trajik biçimlerde ortaya çıktı...
onun leninist kuram ve uygulama konusundaki eleştirilerinin, türkiye'de vladimir ilyiç lenin'in yapıtlarının henüz doğru dürüst okunup anlaşılmadığı bir döneme rastlaması kanımca talihsizlik olmuştur... dünya sosyalist literatüründe 1920'lerde başlayan bu tartışmaların kimi ürünleri türkiye'de yetmiş-seksen yıllık gecikmelerle ancak yayımlanıyor...
aybar'ın gerek leninist kuram ve uygulamalar, gerekse marksizm konularında, (izleyebildiğim kadarınca) bana kuramsal olmaktan çok pragmatik ve bir hayli de popülarize edilmiş görünen görüşlerinin iyice anlaşılması, irdelenip tartışılması bir zorunluluktur. türkiye'de sosyalist kuram ve uygulamaya ilişkin görüşleri (özellikle tip'in bir dönemdeki başarısı göz önünde bulundurularak) güncelliğini, önemlerini korumaktadır. fakat bu irdeleme ve tartışmalar, ancak ciddi kuramsal temele dayanarak sağlıklı sonuçlar verebilir... ülkemizde bu konuda (marksizmin çağdaş yorumları konusunda) yeterli bilgi birikimi bulunduğundan kuşkuluyum... aybar'ın görüşlerinin, ya da tam karşıt bir yönde, dünyadaki "reel sosyalist" uygulamaların, duygusal ve toptan bir kabul ya da reddiyle bir yere varılabilmesi ise mümkün değildir.
mehmet ali aybar, görüşlerinin kuramsal irdelenmesiyle varılacak sonuçlar ne olursa olsun, türkiye'de demokrasi ve sosyalizm hareketinin hiç kuşkusuz en özgün, en bilinçli önderlerinden biri olarak anımsanacak ve gündemde kalacak; onun başkanlığındaki tip dönemi ise kayıp bir cennet gibi hep özlenecektir...