vernon sullivan
1201 (efendi)
birinci nesil yazar 9 takipçi 518.90 ulupuan
entryleri
oylamalar
medya
takip

    hocam

    33.
  1. tarih

    89.
  2. tarihte utanmak hiç olmadı. kitaplar oğullarını öldüren sultanları yazdı. istedim ki tarihin kitabına utanmak da eklensin. cinayet işleyenlerin daha sonra cinayeti kınamaları ne kadar ayıptır, diye düşünürdüm. şimdiyse bu eskiden beri bildiğim gerçeği, ama saflığım yüzünden unutur gibi olduğum gerçeği yeniden keşfetmek zorunda kaldım.
    3 ...
  3. kamu sektörü mü özel sektör mü sorunsalı

    3.
  4. türkiye'de kamu sektörünün payı son 60 yıldan bu yana her yıl için yüzde 20'nin altında seyretmektedir. hatta, denetim dışı fonların yaygın olarak uygulandığı 1980'li yıllarda bir ara yüzde 13.5'e kadar bile düşmüştür. gelişmiş avrupa birliği ülkelerinde ise ikinci dünya savaşı bitiminden günümüze kadar kamu sektörü, son 20 yıldaki yoğun özelleştirme ve serbestleştirme uygulamalarına karşın, başlangıçtaki yüzde 25'lerden yüzde 50 ortalamasına yaklaşarak, optimal büyüklüğe ulaşmıştır.

    başta iskandinavya olmak üzere fransa ve hollanda'da söz konusu oran yüzde 50-70 arasında seyretmiştir. avrupa birliği ülkeleri deneyimleri ve ampirik araştırma sonuçları, devletin ekonomideki payının artmasına bağlı olarak, sosyoekonomik sorunların da daha kolay çözülebileceğini göstermektedir.

    bu ülkeler bugünkü durumlarına ise bilinçli politikalar uygulayarak gelmişlerdir. kamu sektörleri türkiye'ye göre en az 2 kat daha büyük olan almanya ya da fransa'da kamunun bizdeki kadar savurgan olduğu pek düşünülemez. buna karşın, türkiye'de kamu sektörü daha da küçültülse bile, siyasal ve mali reformlar gerçekleştirilmedikçe, savurganlık, verimsizlik ve yoksulluk daha da artacaktır.
    0 ...
  5. erdal inönü

    101.
  6. "inönü'yü yıllar yılı izlemiş sevgili meslektaşım vedat çuhadar'a 'politikacı erdal bey'i sordum dün... şu anısını anlattı:

    seçim öncesi izmir mitingi... alan tıklım tıklım dolu... ama inönü son derece nazik ve durağan konuşarak tansiyonu düşürüyor.

    heyetteki izmir milletvekili inönü'nün kulağına eğilip, 'sayın genel başkanım' diyor, 'çok heyecansız konuşuyorsunuz. oysa millet aç, umut bekliyor'.

    '- ne diyeyim peki?..'

    '- çıkın kürsüye, 'geliyoruz, s.ke s.ke iktidar olacağız' deyin.'

    inönü çıkıyor kürsüye:

    '- sevgili izmirliler' diyor; 'iktidara geliyoruz... nasıl geleceğimizi şimdi size yanımdaki arkadaşım anlatacak.' "

    (bkz: can dündar)
    5 ...
  7. ittihat ve terakki nin tohumları

    3.
  8. "45 yıl kadar önce yakup kadri'yle ankara palas'ta baş başa öğle yemeği yiyorduk.

    zamanın ünlü siyasetçileri, tek parti döneminin hamaset edebiyatından uzaklaşarak, mistik nutuklara doğru tırmanıyorlar ve seçmen yığınlarına şöyle diyorlardı:

    - siz isterseniz hilafet'i bile getirebilirsiniz.

    çünkü seçmen yığınları; hazine'den geçinmeli egemen kadroların, batı'lılaşma olarak 'çağdaş üretim' yerine, 'çağdaş tüketim'i benimsemelerine; aynı tüketimi yapamadıklarından ötürü, tepkiliydiler. tepkilerini de, ankara egemenlerine karşı, 'islam'dan çok kafirliğe yaklaşmak' suçlamasıyla göstermek eğilimindeydiler. komünist, yahut sosyalist partilerinde örgütlenecek durumları yoktu.

    yakup kadri'ye:

    - neden cumhuriyet'ten sonra da, istenilen sonuçlara varılamadı, diye sormuştum:

    - ankara'nın yeterli kadrosu yoktu; eski babıali kadrosunu taşımak zorunluğu doğmuştu ankara'ya. onlar da alışık oldukları eski tavır ve yöntemleri taşıdılar yeni döneme, demişti.

    ve vaktiyle tevfik fikret'in, ittihatçıların uygulamalarından karamsarlıklara düştüğünde yazdığı gibi:

    "yerde sürüklenen osmanlı, kurtuluş doruğuna erişememişti yine. oğlu haluk için bile, ezeli bir şifaydı aldanmak."

    (bkz: çetin altan)
    1 ...
  9. kadınlar

    168.
  10. "belki daha düşük düzeydeki, ama daha incelikli ve daha hafif türlerdeki varlıklarda olduğu gibi kadınlarda da gönlümüzü rahatlatan bir şey buluruz. kafaları her zaman eğlenceyle, gelip geçici heveslerle ve giysilerle dolu yaratıklarla karşılaşmak ne büyük bir zevktir. onlar, yaşamları sınırsız sorumluluklarla dolu, baştan aşağıya gerginlik içinde yaşayan ciddi erkek ruhlarını büyülerler."

    (bkz: friedrich wilhelm nietzsche)
    4 ...
  11. sevmek

    350.
  12. "bir kez bile sevmek, sevgilinin varolduğu konusunda ayak diremek demektir; onsuz bir evren bulunabileceği olasılığını yadsımak demektir. sevmek, sevilen şeye sonu gelmez bir çabayla canlılık katma, onu yaratma, isteyerek koruma eylemidir."

    (bkz: jose ortega y gasset)
    3 ...
  13. gündeste

    75.
  14. senin develerin de biter muammer
    yaşamın bir mevlittir
    erenler savaştılar da erdiler
    ölenler ölüp dirilip öldüler dirildiler ölmez
    gündestemden sorumluyum
    sınıfbilinç kaat-helva sömürü sıla faşizm
    dertten yana görgülüyüm
    gündestedir yazılıp silinip yazıldı silinmez
    yangın başlamış sazın içinden hü
    sazı dara çekmeyin ağaçlar yanar
    yangın deyip geçmeyin
    bir orman yanar ormanlar yanar
    köfteli dolmalı bir diyalektik semirmedir
    sömürmede yeri var hü

    sayfa 295
    1 ...
  15. gündeste

    74.
  16. yarın istanbul'a dönüyorum
    ayağım basar gibi
    sürükleyebiliyorum
    ölüm kavganın sonu
    kavga etmek seviyorum
    ölüm sesin sis olması
    ben sesimi seviyorum
    ölüm düşüncenin sonu
    düşündükçe seviyorum
    ölür müyüm hiç
    çok yanıldın kahpe bizans
    yaralandım geliyorum
    hem yaramı pekiştirdim
    tütün bastım uyuşturdum
    kan yitirdim kan kazandım
    kim yitirmiş ben kazandım
    kazanmaya değil zaten
    ben kavgaya geliyorum
    dikil ulan köhne bizans
    sabah oldu uyarmaya geliyorum
    sait faik adası'ndan
    pek timurlenk dönüyorum

    sayfa 364
    1 ...
  17. gündeste

    73.
  18. prometheler bekliyor ülkem mumları sönük
    gaz lambasında sainte-beuve okuyorum
    pazartesi gecesi
    yeşilırmak kudurmuş
    çarşamba lisesinde arama olmuş
    cebimde bir paket samsun bulunmuş
    ne bu
    cıgara
    niçin
    efkar-ı umumi için
    kimin oğlum bu cıgara
    benim yahu allah allah
    içiyorum ciğer benim can benim
    yönetmelik ne karışır
    üç gün kadar okuldan uzaklaştırılmışım
    çok teşekkür ederim postacı sana

    sayfa 365
    1 ...
  19. gündeste

    72.
  20. emperyalizme karşı yalınayak mısır
    üç sıfır yeniliyor israil'e
    haziran altmışyedide
    kopuk geceyi yapıştırmaya uğraşan
    heybetli duvar saati
    tik tak tik tak
    bu sorumsuz arabesk gece bekçisi
    yeni almış düdüğünü deniyor
    dikkat dikkat
    tavanda bir leke duvarda bir çatlak
    uyumak uyumamak
    bir boşluktan bir sırma ürettiğim akşamdı
    anasını yitirmiş bir beşik çocuğu
    sütsüz bir kadın memesini dişlemiş bırakmıyor
    derken gök kütürdedi
    ıslak sicimleri çekiyordu toprak sonsuz
    sonra herşey duruldu
    hırsı geçti tanrının
    emperyalizme karşı

    sayfa 366
    1 ...
  21. tatanka yotanka

    23.
  22. kreş

    41.
  23. türkiye de tecavüz olaylarında artış

    6.
  24. bu ülkede her dört saatte bir tecavüz yahut tecavüze yeltenme suçu işlenmekte. bu suça teşebbüs edenlerin yüzde 99'u erkek, yüzde 30'u evli. ve asıl ürkütücü olan tecavüz olaylarının yüzde 50'si planlı.
    4 ...
  25. doğum izni

    5.
  26. vernon sullivan

    60.
  27. yaklaşık iki gündür sivil ve memurdur.
    4 ...
  28. 331 inci dönem yedek subay sınav sonuçları

    101.
  29. bendenizi kırıkkale il j. komutanlığı'na kısa dönem er olarak göndermiş sonuçlardır.
    2 ...
  30. şair

    5.
  31. gılgamış

    4.
  32. ölümsüzlüğü arayan gılgamış, tek ölümsüz insan utnapiştim'i bulup ondan bu gizi öğrenmek için yola düşer. hiçbir insanın katlanamayacağı acılara, tehlikelere, zorluklara karşı koyar. onun geçtiği yollardan daha önce hiçbir ölümlü geçmemişti; yeller denizin üstünden estikleri sürece de hiç kimse geçemeyecekti. sonunda, gılgamış, yanakları çökük, yüzü süzgün durumda, utnapiştim'i bulur, ırmakların ağzında, uzaktaki yerde. ondan, suyun altındaki bitkiyi öğrenir, insana ölümsüzlük veren bitkiyi. buz gibi suya girer, koparır alır bitkiyi. fakat çiçeğin yaydığı tatlı kokuyu alan yılan, bitkiyi kapar ve derisini değiştirip bir kuyuya dalar. gılgamış oturup ağlar, "ben onu yıkılmaz duvarlı uruk'a götürüp yemeleri için yaşlılara verecektim" der.
    3 ...
  33. sis ve gece

    37.
  34. bu roman, evli barklı bir polis komiserinin arka sokak yaşamının bir kesitini, sevda çılgınlığı ve kırgınlığı ile besli bir kesitini sizlere yansıtıyor.

    bu roman, olayların sonundan başlayıp, adım adım öncelere gelişen bir çizgide soluğumuzu kese kese ilerliyor. yarı düş, yarı gerçek bir sevda yaşamından geçe geçe, aydınlık bir noktaya varıncaya dek sürüp giden, acılı, meraklı yollardan geçe geçe, sonunda umulmaz, beklenmez bir sürprizle karşılaşma, romana inanılmaz bir sürek avı heyecanı katıyor.

    romanı daha açık olarak alalım ele:

    romanın baş kişisi sedat adında bir komiserdir. mine adında bir kıza tutulmuştur, uyumlu bir evlilik yaşamının kaçamağında. bu aşk bir arka sokak aşkıdır, tadı tuzu yerli yerinde. ne var ki mine, bu pörsümüş aşkın ötesinde faik adlı bir deli-fişek sol içerikli, sol donanımlı bir delikanlıya tutulmuştur. alın size bir kıskançlık olayı ki, sonu ölümler, yıkımlarla yüreğimizi parçalıyor.

    sis ve gece adlı roman, polis içerikli, polis havalı, polis yaşamlı bir roman, gelişigüzel olaylara bulanmış, gelgeç yaşam çizgisinin çok ötelerinde, insan psikolojisini zorlayan, bir sevda ekseninde gelişip, insancıllığa kanat geren bir yaşam serüveni. evli, çoluk çocuk sahibi bir polis görevlisinin, arka sokak serüvenini yaşayan ve bizlere yaşatan, olağanüstü olaylarda, değme yazarlara özgü yetenekleri sollayan bir beceri ustalığında önümüze sürüyor evli bir adamın arka sokak serüvenini acısı, zehiri ile. gerçekle düş arasında gelişip giden yaşamın bir faturasıdır bu nefis roman. romanda her şey bir sis perdesi altında geçiyor, gece karanlığına uzanarak.

    romanın asıl can alıcı noktası, bir çatışma sonunda yaralanan mine'nin ortadan kayboluşu. sevgilisi faik'le birlikte pusuya düşürülen mine'nin, kimin kurşunuyla yaralandığının ve ortadan kayboluşunun serüveni romanın can alıcı noktasında düğümlenip kalmaktadır. komiser sedat'ın, mine'ye olan aşkının kırıklığına bakmadan sürdürdüğü araştırma, inanılmaz bir aptalca sonuçlanmanın sürprizinde noktalanıyor.
    2 ...
  35. sanatçı

    37.
  36. yeni düşler kurmak, yeni evrenler bulmak yolunda, bugünün sanatçısı, bilim adamından çok güçsüzdür. bugün sanatçının yeni diye ortaya atacağı şey, bilimsel kuramların göz önüne getirdiği inanılmaz evrenler yanında pek sönük kalacaktır. bilim adamının düşlerimizi doyuramadığı çağlarda sanatçı, yeryüzünü bozar, değiştirir, düşüncenin sınırlarını zorlar, bir masal evreni yaratırdı. bugünse en şaşırtıcı evren bilim adamının bulduğu. üstelik inandırıcı sayılara, ölçülere dayanan bu evren yanında, sönük bir uydurmanın ne güzelliği olur... denecek ki eski çağlarda da sanatçı, gününün bilgi anlayışı ile sınırlıydı, böyle olmak sanatın yaratıcı gücünü hiç de sarsmaz. evet, öyleydi, daha da ileri gidelim, ilkçağda sanatçı bilgindi de.

    atomların havada uçuştukları, şiir gibi de okunabilirdi, bilim gibi de. günümüzün bilimi ise inandırmak, düşüncenin sınırlarını genişletmek... gibi işlerde sanattan yardım beklemek durumunda değildir. bizim sanatçımız, bilimin bulduğundan daha ötesini de uyduramayacağına göre, onun sönük bir taklitçisi olacaktır. sadece yaratıcılığa dayandığını söyleyen yeni sanat için aykırı bir sonuç.

    belki günümüzün sanatçısına, yeryüzünün ilk sanatçıları gibi şaşmak kalıyor. şaşmak... artık aylara, güneşlere değil de, elektronlara, protonlara. bilimle kör topal yarış etmektense, bilisiz, ilkel bir davranışa dönmek belki de sanat için son çıkar yoldur.
    1 ...
  37. şehzade

    6.
  38. bir şehzade, geceleyin tacından bir mücevher düşürmüş kaldırıma, eğilip aramaya başlamış. bunu gören babası:

    "karanlıkta bulamazsın," demiş, "istersen bütün taşları topla, saraya götür."
    1 ...
  39. roger garaudy

    7.
  40. jean paul sartre ve marksizm

    1.
  41. kitabın yazarı roger garaudy, ilk tümcesinde şöyle diyor; "sartre'ın varoluşçuluğu (existentialisme), marksizmin derinleştirilmesi ya da çağdaş marksistlerin yetersizliklerine çare bulmak isteyen bir tamamlayış mıdır? yoksa marksizme büsbütün karşıt bir felsefe midir?" yani bu kitapta ele alınan konu, ülkemizde şöyle böyle bilinen marksizm ile gene şöyle böyle bilinen varoluşçuluğun bir karşılaştırılmasıdır. jean paul sartre'ın marksist kuramcı roger garaudy ile tartışırken, kendini bir antimarksist değil, tersine olarak roger garaudy'den daha marksist saydığını göz önüne alırsak, bu yazışmaları, bizde arada bir görülebilen düpedüz karl marx'a karşı - karl marx'tan yana görüşlerin bir çatışması gibi düşünmek ilk bakışta yanlış olacaktır. gerçi roger garaudy, marksizmi ileri götürmek savında olan jean paul sartre'ın gerçekte marksizmin kimi ilkeleri ile taban tabana karşıt duruma düştüğünü gösteriyorsa da, ele alınan konular bakımından, bu tartışma genel olarak bizim düzeyimizi aşmaktadır. öyle ki, o kitabı okuyanların çoğu, tartışılan konulardan jean paul sartre'ın neden karl marx'a karşı olduğunu anlamak şöyle dursun, konuşulan sorunlara yaklaşamıyorlar bile.

    jean paul sartre'ın marksizm karşısındaki durumunu kulaktan dolma bilen okuryazarlarımız, şu ya da bu yanı gelişigüzel tutuyorlar veya, "marx eskidi" ya da "sartre aptalın biri," diyorlar da, roger garaudy'nin kitabını okumaya sıra gelince başları ağrıdığı için, "bu bizim halka göre değil," diye işin içinden çıkıyorlar. burada halkın suçu ne?

    gerçi birçok bakımdan geri bir toplumda olduğumuz için, burada geliştirilecek olan kuramlar, ister istemez kendi koşullarımızla sınırlıdır. sözgelişi roger garaudy, kitabının sonunda, "sartre'ın tarihin temel kanunlarından somut tikelliğe geçebilmeyi mümkün kılacak olan dolayımlar incelemesinde ileri sürdüğü üç teklifin marksizme faydalı olduğu söylenebilir. bunlardan birincisinin, psikanalizin bazı yanlarından yararlanmak olduğunu..." diyor ya, biz bugün marksizmi psikanalizle geliştirecek durumda olmadığımız gibi, bunun neden gerekli olduğunu da kavrayamıyoruz. çünkü marksizmi de, psikanalizi de, varoluşçuluğu da gereğince bilmiyoruz. bilmeden konuşacağımıza bunları baştan aşağı öğrenmeye çalışmamız doğru olur. bunun da yolu, tek yolu, tarih sırasıyla öğrenmek değildir. böyle olsaydı, bugün sözgelişi fizik biliminde, atomun parçalanma dönemini daha duymamış olmamız gerekirdi. bilimlerin, birtakım kuramların en yeni duraklarından haberli olmak, merak etmeyelim, bizi o bilimlerin, o kuramların temellerine değin inmeye zorlayacaktır. diyelim bugün roger garaudy ile jean paul sartre arasındaki tartışma bize ağır mı geldi, bunun nedenleri üzerinde durur ve george wilhelm friedrich hegel'in, karl marx'ın, friedrich engels'in, vladimir ilyiç lenin'in, kirkegard'ın... yapıtlarının tamamını dilimize çevirmeden bu işin altından kalkamayacağımızı anlarız.

    son olarak şunu da söyleyeyim: adı geçen kitabı toplumca işe yarar bulmayanların düşüncelerine de katılmıyorum. çünkü roger garaudy ile jean paul sartre arasındaki çatışma, ileri gitmiş ülkelerdeki birtakım pratik olaylardan da doğmuş olsa, salt o ülkelere özgü değildir. ekonomik durum ve bilim bakımından geri de olsak, yine yeryüzünün genel gidişi içindeyizdir, bu gidişin iyi ya da kötü etkilerinden bağımsız kalamayız. konumuzla ilgisiz gibi görünecek olan bir örnek vereyim: bugün yeryüzünde yeni bir emperyalizmden, sermayenin kılık değiştirmiş bir biçiminden söz ediliyor. bağımsızlıklarını ele geçiren sömürgelere, eski sömürücüler, yeni yollardan balta olmaya çalışıyorlar. bu yeni emperyalizmle, sermayenin bu yeni sömürme biçimi ile, yirminci yüzyıldan kalma kuramlarla savaşamayız. bu bakımdan yeni kuramlar, ileri gitmiş ülkelerden çok bizler için gereklidir demek hiç de yanlış olmaz.
    3 ...
  42. kuran ı kerim ve şairler

    1.
  43. kuran'ı kerim'de şiire ve şaire geniş yer verilmiştir... ünlü suara suresi'nin (26. sure) 224-227. ayetlerine göre "şairler gerçekten çok hayale, hatta kuruntuya dayanarak konuşan insanlardır..." (bkz. yaşar nuri öztürk, "kuran'ı kerim ansiklopedisi, s. 294). "o şairlere aklı az ve azgınlar uyar / görmez misin ki onlar sersemce her vadide / dolaşırlar. bilgiye değillerdir havi de. / yapmadıkları şeyi söylerler." (bkz. tanrı buyruğu oku "kuran", nazım çeviri, r. çiloğlu, oku yayınevi 1987, 435-436. sayfalar). "arşın anahtarları şairlerin diline konmuştur" sözleri de islam peygamberi'ne ait olmakla birlikte "kuran, erişilmezliğini sözdeki ahenk güzelliği yanında, sözün muhtevasındaki tutarlılık ve isabete de dayandırır ve şiiri, bu ikincide yetersiz veya bundan tamamen yoksun olduğu için vahyin altında görür. suara suresi 224 ve devamı ayetler bu inceliğe dikkat çekmektedir. bu ayetler söz güzelliğinin kuruntu ve tutarsızlığı, hatta ikiyüzlülüğü örtebileceğini ve bu yüzden şairi izleyenlerin hayal kırıklığına ve bazen sapıklık ve azgınlığa maruz kalabileceklerini ifade etmektedir." (bk. y. n. öztürk, aynı yapıt, s. 295-296).

    kuran'da şairlere yöneltilen "hayalcilik, kuruntuculuk" vb. suçlamalar da islam peygamberi'nin o dönemde "bir tür kahin" sayılan arap şairlerine karşı iktidar mücadelesiyle açıklanabilir.
    4 ...
  44. nazım hikmet ran

    759.
  45. nazım hikmet'in yaşamının türkiye'deki dönemleri üstüne araştırmalar yapar ve düşünürken, 1920'lerdeki, 30'lardaki, genç, pırıl pırıl; tutku, yetenek ve atılganlıkla dolu bir yaşamın, kıskançlıklar ihanetler, aptallıklar, alçakça baskılar ve saldırılarla nasıl örselendiğini, zedelendiğini, kırıldığını gördüm. inançlarının sağlamlığı ve yeteneğinin büyüklüğüyle, yıkılmadığını, en zor koşullarda da devce eserler ortaya koyduğunu, bu anlamda sapasağlam ayakta kaldığını biliyoruz. fakat özel yaşamının kırıklarla dolu olduğunda kuşku yoktur...

    hayatındaki iki kadın üzerinde de çokça düşündüm: piraye ve münevver hanım'lar... piraye hanım, 12 yıl, 1938'den 1950 ortaların kadar, onun hapisten çıkmasını beklemiş olan eşidir... nazım'ın hapisten çıkmasına çok az bir zaman kala ayrıldılar. (nazım piraye hanım'ın gittikçe artan ilgisizliğinden, hapishaneye seyrek gelişlerinden yakınıyordu ve bu arada münevver hanım'a aşık olmuştu.) ayrıldıkları 1950 yılından birkaç ay önceki ölümüne kadar, piraye hanım (yakın aile çevresi dışında) denebilir ki bütün dünyaya kapalı bir yaşam sürdü. nazım'a küskün olduğu, onu hiç bağışlamadığı biliniyordu, fakat hiçbir yerde hiç kimseye nazım'la ilgili olumsuz bir söz söylediği işitilmedi.

    münevver hanım, akrabası nazım hikmet'i bursa hapishanesi'nde ziyarete gittiğinde evli bir kadındı ve bir kızı vardı. belli ki hayatının bir buhran dönemindeydi. nazım hapisten çıktığında evlendiler ve oğulları memet doğdu. nazım yurtdışına çıkmak zorunda kaldıktan sonra, küçük bir çocukla, yoksulluk ve polis baskısı koşullarında yaşadığı, arkadaş kahpeliği ve belki bazı zaaflarla da gölgelenen hayatı bir karabasan olmalı. yıllar sonra yurtdışına çıktığında bu kez polonya'da güç koşullarda yaşadı. sonra, yine çok da kolay olmadığını tahmin ettiğim koşullarda paris'te yaşamını sürdürdü. nazım hikmet'in, yaşar kemal'in eserlerinin fransızcaya çevrilmesinde çok büyük emekleri geçti...

    münevver hanım'ın evliliğini bozduğu ya da yaşamını nazım'la birleştirdiği için acaba pişmanlık duyduğu oldu mu? hayatında başka pişmanlıkları oldu mu? hayatı tutarlı ya da kırık bir hayat mıdır? yanıtlaması oldukça güç sorular...

    nazım hikmet'in ünlü şiirlerinden birindeki dizelerle bitirmek istiyorum:

    "insan oğlunun ömrü
    belki lüzumundan fazla kısa
    belki lüzumundan fazla uzun;
    ve neden dolayı insanlar
    şu tabakta yatan uskumru kadar mahzun?
    bir tek daha içelim..."
    0 ...
  46. iyilik

    11.
  47. söylenecek ilk söz, belki de, insanseverliğin ancak kötüleri de içine aldığı sürece gerçek insanseverlik olduğudur. çünkü iyileri, yoksulları, suçsuzları sevmek kolaydır; asıl sevgi, dimitri'nin önünde diz çöken karamazof kardeşler'deki yaşlı papaz gibi davranabilmektedir. dahası var, adamın biri, "kutsal kitap bize düşmanlarımızı bağışlamamızı buyurur, dostlarımızı değil," diyerek, düşmanı sevmeği dostu sevmekten daha üste çıkarmıştır. iyi ya, kötülüğün ortadan bütün bütün kaldırılması gerektiği sorusuna aldırış etmeyen bir insanseverlik, olsa olsa, ezilenlerin acısını biraz azaltmaya yarar. bu ise, asılacak adama, kutsal kitaptan sözler okumak demektir ve insanseverliğin ancak ezilenler var oldukça yaşayacağı anlamına gelir. bu noktada, kötülüğün sürdürülmesi ile var olabilen bir iyiliğe, iyilik denebilir mi?

    bana sorarsanız, insanoğlu iyilik görmekten hoşlanmaz. iyilik görenler, kendilerine iyilik eden kimselere düşman olurlar, ki haklıdırlar. oysa iyilik eden bunu anlayınca, "vay nankör vay, benim ona ettiğim iyiliklere karşılık ha!" diye bağırır. "insan değil bu!" çok yanlış bir yargı. çünkü iyilik etmek, iyilik edilecek birini bulmaya, o da insanların kötü durumda ve iyi durumda olmak üzere ikiye ayrılmasına bağlıdır. asıl insanlığa uymayanın bu olması gerekir.

    iyilik görmekten daha kötüsü, iyilik etmektir. "herif sıkışmış, verdim elli kağıt, ferahladı gitti," diye böbürlenenleri düşünürseniz, iyilikten iğrenirsiniz. iyilik ettiğini saklayana gelince, ben bu bakımdan ağzı sonuna kadar sıkı kimseyi tanımadım, diyebilirim. iyilik ettiklerini saklayanlar, gerçekte bunu kurnazlıkla yayarlar ki, herkes duyar da iyilikseverin yanında konuşmaz. insan sevgisini, zenginin yoksula yardımı diye anlayıp anlatmaktan vazgeçmeli.

    doktor schweitzer, yardım bekleyenlerin yardımına koşma işinde, burjuva toplumunun yardımsever kurumlarına pek yüz vermemiş, onların içinde çalışmayı yararsız ve olanaksız bulmuştur. onun öğüdü, herkesin, her iyilik etme durumunda olanın, bu işe tek başına atılmasıdır. ama, kendini afrika'ya adayan bu yaman adam, düşüncesinin köklerinde gene de bir umutsuzdur; bütün bu tek başına atılmaların, olsa olsa, acıları biraz azaltacağına inanır. kötü bir dünyaya gelmişiz, birbirimizin yardımına koşalım... tam hristiyanca bir tutum... ama, bütün insanların eşit olacağı günü bekleyerek ellerimizi kollarımızı bağlamaktansa, elbette iyi bir şey. kişisel iyilik dünyayı değiştirme çabasına aykırı değildir.
    0 ...
  48. demokrasi

    298.
  49. istanbul'da çemberlitaş semtinin bir delisi var; arada sırada caddelerin orta yerinde belirir, boynunun damarlarını şişire şişire, sesinin var gücünü kullanarak: "yurdumuz, ulusumuz, namusumuz..." diye feci söylevler çeker... söylevinin sonuna doğru sinirden bitkin bir duruma düşen bu zavallıyı bir gün gözlerimle izledim. kalabalığın arasından hızla uzaklaşıp caddeyi gören bir binanın giriş basamaklarına oturdu; sanılırdı ki, sinirlerini orada yatıştıracak, dinlenip kendine gelecek... ama bizim söylevci, oraya geçer geçmez, deminki adam o değilmiş gibi, uslu uslu cigara içmeye başlamaz mı? işte demokrasi için biçilmiş kaftan, diye düşünmüştüm. söyleyeceğini bütün hızınla söyleyeceksin, işin bitince gülümseyerek cigarını tellendireceksin. demokrasi sahneye konursa, oyunculardan beklenen bu değil midir?
    1 ...
  50. sokak adları

    3.
  51. sokak adları her zaman ilgimi çekmiştir. istanbul'da ya da başka şehirlerde, sokak adları önünde durduğum, uzunca düşündüğüm çok olmuştur. bir kentteki sokak adları, o kentin geçmişinin, dünya görüşünün, yaşama kültürünün üzerinde uzunca durulup düşünülmesi, açımlanması gereken gizli tarihidir... tophane'de bir sokağa adını veren "tomtom kaptan" acaba kimdi? hayatından bir roman çıkar mı?

    istanbul'daki sokak adlarının kökeni, öyküleri konusunda acaba çalışmalar yapılmış mıdır? böyle bir çalışma sanırım çok ilginç olur, düşündürücü sonuçlar da verirdi. dünyadaki belli başlı kentler arasında bu bakımdan bir karşılaştırma yapılması sanırım çok ilginç sonuçlar verirdi.
    2 ...
  52. mehmet ali aybar

    9.
  53. onun başkanlıktan ve arkasından da üyelikten ayrılışından sonra tip'te görünür bir gelişme olmadı. bunu, eleştirdiği sovyet sisteminin çöküşü izledi. fakat aybar'ın kendisi de, tip sonrasında görüşleri doğrultusunda başarılı bir örgütlenme gerçekleştiremedi. bir başka deyişle, kuramsalda savunduğunun pratikteki karşılığını (tip'te kısa bir dönem dışında) göremedi. sovyet sisteminin çöküşü ise insanlığa mutluluk değil sayısız mutsuzluklar getirdi. şoven milliyetçilikler, faşizm ve en ilkel biçimleriyle kapitalizm öncesi ilişki biçimleri hortladı... bu çöküş ve sonrasında yaşananlar sosyalizmin bir tür uygulanışının aksaklıkları konusundaki iddialara haklılık kazandırırken, pek çok yeni soru ve karşıt iddiayı da gündeme getirdi... kağıt üstündekiyle pratikte olup bitenin birbirini tutmazlığı trajik biçimlerde ortaya çıktı...

    onun leninist kuram ve uygulama konusundaki eleştirilerinin, türkiye'de vladimir ilyiç lenin'in yapıtlarının henüz doğru dürüst okunup anlaşılmadığı bir döneme rastlaması kanımca talihsizlik olmuştur... dünya sosyalist literatüründe 1920'lerde başlayan bu tartışmaların kimi ürünleri türkiye'de yetmiş-seksen yıllık gecikmelerle ancak yayımlanıyor...

    aybar'ın gerek leninist kuram ve uygulamalar, gerekse marksizm konularında, (izleyebildiğim kadarınca) bana kuramsal olmaktan çok pragmatik ve bir hayli de popülarize edilmiş görünen görüşlerinin iyice anlaşılması, irdelenip tartışılması bir zorunluluktur. türkiye'de sosyalist kuram ve uygulamaya ilişkin görüşleri (özellikle tip'in bir dönemdeki başarısı göz önünde bulundurularak) güncelliğini, önemlerini korumaktadır. fakat bu irdeleme ve tartışmalar, ancak ciddi kuramsal temele dayanarak sağlıklı sonuçlar verebilir... ülkemizde bu konuda (marksizmin çağdaş yorumları konusunda) yeterli bilgi birikimi bulunduğundan kuşkuluyum... aybar'ın görüşlerinin, ya da tam karşıt bir yönde, dünyadaki "reel sosyalist" uygulamaların, duygusal ve toptan bir kabul ya da reddiyle bir yere varılabilmesi ise mümkün değildir.

    mehmet ali aybar, görüşlerinin kuramsal irdelenmesiyle varılacak sonuçlar ne olursa olsun, türkiye'de demokrasi ve sosyalizm hareketinin hiç kuşkusuz en özgün, en bilinçli önderlerinden biri olarak anımsanacak ve gündemde kalacak; onun başkanlığındaki tip dönemi ise kayıp bir cennet gibi hep özlenecektir...
    1 ...
  54. daha fazla entry yükleniyor...
    © 2025 uludağ sözlük