89 puan gelmesine rağmen tam anlamıyla sevinemediğim sınavdır. hadi sınavı iptal ettin(ki başından beri savunduğum gibi eğer gerçekten kopyacıları yakalayıp cezalandırma niyetinde olsalar bunu sınavı iptal etmeden de yapabilirlerdi) sonuçların açıklanmasına bir saat kala hele ki 9 günlük bir bayram tatilinin öncesinde o şifre olayını çıkartmak şerefsizlik değil de nedir? ulan hiç mi haysiyetiniz yok da insanların gözüne soka soka bu kopyacı orospu çocuklarını koruyorsunuz. ki sadece ösym de değil burda bile bilgilerin gizliliği hede hödö diyerek bunu savunanlar var. sanki adamların yatak odasına gizli kamera yerleştirelim diyoruz hey allahım. sen kopya çek 300 bine yakın insanın sınavının iptal olmasına yol aç, atanabilecek binlerce insanın emeğinin içine et sonra da neden benim puanıma bakıyorsunuz diye zırlan oh ne ala. umarım bunlardan biri bir yerlerde karşıma çıkar.
mantıksız bir sınavdı. sorular genel itibariyle ya kolay yada cidden zordu. yani ya çoğunluğun yapabileceği yada yine birçok adayın yapamayacağı sorulardı. bilenle bilmeyeni geniş bir yelpazede ayırt edebilecek sorular değildi. gerçekten oldukça coşurtuk çeldiriciler vardı. temmuzdaki sınavda, yayınevlerindeki hocaların bile birbirinden farklı cevaplar verdiği o fantastik sorulardan sonra bu sınavda da aynı tür hatta daha beter soruların gelmesi beklenmiyordu, acı bir süpriz oldu. bu soruların en büyük zararı; bilgiyi değil şans başarısını ölçmeleri. en az 10-12 soru vardı ki hemen herkes 2 şık arasında kalarak sonra bilmeden, tamamen yaradana sığınıp birini işaretledi. şanslı olanlar çoğunu tuttururken şanssızlar hayati önemde net kaybı yaşadılar.
sonuç olarak genel anlamda hem abartı güvenlik önlemleriyle, hem yerden yere değişen uygulamalarıyla hem de çok kötü hazırlanmış sorularıyla tipik bir türkiye klasiğiydi. özel anlamda ise (hedefim olan)türkiye'nin batısında bir yere atanmak için yeterli olan netlerimi daha da arttırarak iptalcilerin eline verdiğim bir sınav oldu. yine de o bir buçuk aylık zaman kaybını helal etmiyorum orası ayrı.
genelkurmayın hangi tehdit algılamasıyla ulaştığını merak ettiğim sonuç. ayrıca bu sonuca ulaşırken orduevlerinde garson olarak 'vatani görev'ini yapan 65 bin askeri hesaba kattılar mı çok merak ediyorum.
--spolier--
aksiyon sahneleri bu kadar uzun olmasa sinema tarihine geçecek filmlerden biri olabilirdi. elbette bu hali de çok iyi ama karlar üstündeki o atraksiyonun anlamı neydi? uçakta görülen rüyanın ilk katmanında(sanırım mekan new york'tu) fischer'ın bilinçaltındaki korumalarla girilen çatışma da aynı şekilde fazlaca uzatılmıştı. tamam, bilinçaltlarındaki şeyleri görmek çok zevkliydi ama sırf, bu kadar para harcadık aksiyon filmi seyircisini de çekelim diye filme hiçbir katkısı olmayan bir yığın aksiyon sahnesini aralara sokmak olmamış.
ayrıca bir diğer husus da rüyalar sırasında sadece cobb ve fischer'ın bilinçatından kesitler görmemiz. iyi de arkadaş diğer rüya görenlerin bilinçaltı tamamen boş mu, neden onların bilinçaltındaki şeyleri göremiyoruz? tabi ki filmin çorbaya dönmesi değil kastettiğim ki zaten bu hali bile yeterince karmaşıktı ama yine de diğer karakterlerin bilinçaltını da görsek hem daha ilginç hem de çok daha gerçekçi olurdu. aksiyon sahneleri kısa kesilip filmin bu yönüne ve cobb ile mal arasındaki ilişkiye ağırlık verilebilirdi.
kafama takılan bir nokta da cobb neden çocuklarını görmek için illa amerika'ya gitmek istiyor? sen amerika'ya gidemiyorsun anladık ama başka her ülkede elini kolunu sallayarak gezebiliyorsun. madem söyle dedelerine çocuklarını senin bulunduğun ülkeye getirsin. neden mutlaka senin gitmen gerekiyor? gerçi bu nokta filmin sonuna göre hata olmayabilir, eğer cobb filmin sonunda halen daha rüyadaysa, rüyada böyle bir mantığın geçerli olmaması normal.
son olarak bir de sonlara doğru uçakta uyandıkları sırada fischer'ın durumuna pek bir anlam veremedim. şimdi bu arkadaş ilk olarak rüyada kendisinin kaçırıldığını görüyor ama bunun rüya olduğunu bilmiyordu. rüya olduğunu bildikleri ikinci ve üçüncü katmanlardı. peki en sonunda tüm katmanlardan çıkıp uyanınca bu rüyaları hatırlamıyor mu, çünkü anladığım kadarıyla diğerleri uçakta gördükleri rüyaları, katmanlarıyla beraber hatırlayabiliyor.
hep olumsuz açıdan yaklaştım. linç edilmemek için beğendiğim yönlerini de yazayım. genel olarak orjinal bir konuya sahip olan ve bunu oldukça iyi işleyen bir filmdi. bu kadar ayrıntının, katmanın yer aldığı bir hikayeyi tüm bu ayrıntıları birbirine bağlayarak ucunu kaçırmadan anlatabilmek ve heyecanı sürekli kademe kademe arttırmak, seyirciye arka arkaya hassiktir çektirmek kolay iş değil. bunun dışında oyunculuklar cidden çok iyiydi. leonardo di caprio pek sevdiğim bir isim olmasa da oldukça iyi bir iş çıkarmış. keza diğer oyuncular da öyle. müziklerde hans zimmer'in imzası var, bilmem başka bir söze gerek var mı?
araya serpiştirilen espriler olsun, mal'ın göründüğü sahnelerdeki(özellikle ariadne asansörle odaya indiğinde genç mimar kızımıza dönüp baktığı sahne) gerilim olsun çok iyiydi. yerçekimsiz dövüş sahnelerini ağzım açık izledim. rüyalarla ilgili hepimizin bildiği ama bildiğimizin farkında olmadığımız bazı ufak ayrıntıları görmek çok hoşuma gitti.
sonuç olarak daha iyi olabilecek olsa da bu hali bile sinemadan zevkten dört köşe çıkmanızı sağlayabilecek bir film.
son olarak belirtmeden geçemeyeceğim; marion cotillard sen nasıl bir hatunsun? filmde birçok sahnede sen kadınsan diğerleri nedir diye sorarken buldum kendimi. allah'tan bir arkadaş sertçe dürttü de (bkz: dürtmek) kendime geldim. ama cobb haklı; ben de her seferinde marion cotillard'u görecek olsam 7/24 kendimi o makineye bağlarım.
--spoiler--
abdullah öcalana selam durmamanın başkomutana selam durmayı gerektirdiğini düşünen savunuculara sahip parti. siyaset üretmek diye buna denir işte, ya ulusalcısın ya kürtçü gibisinden bir de slogan bulsunlar kendilerine pek bir güzel olur.
tanım: birilerinin bir de marifetmiş gibi burada reklamını yaptığı broşür/kepazelik.
bir kere üniversitede türbana karşı çıkıyorsan dünyada sadece türkiye ve (sokakta türban takmanın dahi yasak olduğu)tunus'ta geçerli olan bir yasağı savunuyorsun demektir, önce burdan başlayalım. yani senin hiç takip etmediğin o koca dünyada bu ikisi hariç hiçbir ülkede üniversitelerde türban yasak değil, genelde kılık kıyafetle ilgili herhangi bir ciddi sınırlama da söz konusu değil.
broşürü hazırlayan türkiye komünist partisi diyor ki: türbanlıların okuyamadıkları yalan, bak şunun oğlu bunun kızı bilmem nerede okuyor, ifadeyi aynen aktarırsak; bal gibi okuyorlar. aferin size. cidden aferin. yani 3-5 zenginin çocuğu imkanları elverdiği için yurtdışında okuyor diye geri kalanlar da okumuş sayılıyor öyle mi? yahu insanları cidden bu kadar aptal mı zannediyorsunuz siz?
devam edelim; arkadaşlar bir de türban inanç özgürlüğü değildir demiş. nedir peki diye soracak olursanız cevap şu: kadınları tahakküm altına almak isteyen gerici bir kısıtlayıcılığın savunuculuğudur. evet bu yoldaşlara göre ülkedeki tüm kadınlar erkeklerin baskısıyla türban takıyorlar, kendi özgür iradesiyle başını örten kimse yok. peki hangi bilimsel veriye dayandırıyorsun bunu? milyonlarca kadının beynini açıp içine mi baktın?
yoldaşlar bunlardan sonra da savundukları görüşü kuvvetlendirmek için üç eşli bir adamı, akp'li bir belediye başkanının salakça sözlerini filan aktarıp, 'bakın bakın işte böylelerine özgürlük geliyor' algısı yaratmaya çalışmış. dindar insanların inanç özgürlüğü sağlanınca ülkenin birdenbire iran'a, malezya'ya döneceğini düşünüyorlar sanırım. eh şaşırmamak lazım chp ve kemalizmden etkilendikleri bilinen bir olgu. ama ilericiliği zaten geçtim(bu kelime kendileri için sadece bir mastürbasyon aracı olabilir) kendini solcu addeden bir insan nasıl böyle saçmalayabilir? mantığa bak yahu; bu kitlenin arasında şöyle şöyle yobazlar var, o zaman bunların hepsi yobazdır. şimdi bu düşüncenin;
'kürtlerin arasında ülkeyi bölmeye çalışan, emperyalizmin uşaklığını yapanlar var o zaman onların hepsi bölücüdür. kürtlerin özgürlük talepleri demek bölücülüğün savunulmasıdır' demekten ne farkı var? (aynı kalıbı ülkedeki hemen her etnik, dini, ideolojik gruba uygulayabilirsiniz)
bir de hala tkp'liler solcu mu değil mi diye tartışılıyor. ahah.
yazmayayım diyorum ama bir yerden sonra insan kendini tutamıyor. kardeşim ikiyüzlülüğün, aptallığın, ahmaklığın bir sınırı yok mu?
kadın 3 asker, 1 bekçi ve 9 vatandaşın ölümünden birinci dereceden sorumlu deniyor, ama devrimciydi halk için hede hödö yapmıştı, barış, kardeşlik, sömürüye son diye cevap geliyor. lan mal mısınız? öldürülmelerine ortak olduğu 13 kişi uzaylı mı, sakat bıraktıkları asker mars'tan mı gelmiş? ondan sonra da 'beni ölümün kıyısına getirdiler, yaşama hakkımı gasp ettiler' diye ajitasyon yap. sen kaç tane insanın yaşama hakkını gasp ettin diye sormazlar mı adama.
hayır mantığa bak; o istediği gibi adam öldürsün, gencecik askeri, polisi de masum vatandaşı da dilediği gibi vursun ama sen onu hapse atınca faşist ol. sonra kanser olup geberdiğinde o insanlık timsali devrim şehidi sen adi katil oluyorsun. oh amına koyayım dünya size güzel.
güler zere için sağa sola yaşama hakkı kutsaldır diye böğürürken, sizin devrimci şiddet benim ise orospu çocukluğu dediğim halttan dolayı öldürdüğü biçarelerin yaşamının kutsallığı umurunuzda mı?
önce takır takır adam öldür, heyo devrim yapcaz diye adam vura vura orgazm ol sonra bir şekilde yakalanınca, ölünce gel burda ağlayıp sızlayarak ezik edebiyatı yap. kafanızın içinde beyin yerine bok mu var sizin?
vallahi bilmiyorum hap filan mı yutuyorsunuz bu hale gelmek için. insan nasıl bu derece kendi çalıp kendi oynar, nasıl bu derece salak olur anlayan beri gelsin. siz ne bok yerseniz yiyin ilerici ve devrimcisiniz, karşınızdakiler ne yaparsa yapsınlar gerici, faşist. mantığınızın da devriminizin de götüne koyayım.
birçoklarının, insanların rahatsız olmasına ve en kötüsü bir insanın kalp krizi geçirip ölmesine neden olan gaz bombalarının neden atıldığını sorgulamadığı hadise.
imf türkiye'nin kafasına silah dayayıp, benden borç alacakasınız, racon kesmem kafa keserim huleynn demediği için, anlamayan gerzek arkadaşlar için daha da sadeleştirmem gerekirse tamamen kendi isteğimizle imf'nin kucağına oturduğumuz için şimdi imf'ye izmir'i işgal eden yunan askeri muamelesi yapması beklenemeyecek kurumun polisidir.
ayrıca, yürüyüşünü yapıp, basın bildirisini okuyup, pankartını açıp, sloganını atıp, sonrasında trafiği ve güvenliği sıkıntıya sokacak yerlere girilmesine izin verilmeyince dükkanları taşlayan, eline geçirdiği taşı polise fırlatan insanlara dünyanın heryerinde suçlu muamelesi yapılır. nedeni çok basit; çünkü bu sayılanlar dünyanın heryerinde suçtur. demokratik hak kavramını götlerinden anlayarak milletin ekmek kapısının camını çerçevesini indirmeyi, arabaları taşlamayı doğal bulanların(birde halk için mücadele ettiklerini söylerler, sanki dükkanını, arabasını taşladıkları, kafalarına taş yağdırdıkları adamlar moria orklarıymış gibi..)bu yaptıkları, şiddet uygulanarak engellendiğinde ağlamaya hakkı yoktur. sanki ortada hiçbir suç yokken polisler sırf can sıkıntısından, psikopatlıklarından biber gazı sıkıp, sokakları tanzikli suyla yıkamış, atraksiyon olsun diye sağa sola gaz bombası atmış gibi gören eblehlere allah'tan şifa dileyip, gösterenlere de önümüzdeki 1 mayıs'ta taksim çevresinde arabalarını parketmelerini tavsiye ediyorum.
insanın, nefret duygusunu iliklerine kadar hisstemesini sağlayan şaheser. acı çekmesini istediğiniz, hele hele fiziksel değil, psikolojik, ruhsal anlamda acı çekmesini istediğiniz birini düşünürken dinleyin ve ne kadar sarsıcı olduğunun daha bir farkına varın. o slide gitarı çalana*, o basçıya* kurban olurum, o bateriyi çalanın* ellerini öpreim ben.pulse versiyonu özellikle psikopattır, insanda kendini duvarlara çarpma, sağı solu kırıp dökme hissi uyandırır. dinleyin, dinletin.
bazı kişilerin destekledikleri bazılarının ise karşı oldukları için kendisiyle ilgili çok gaza geldikleri miting. yapılmasının tek amacı akp'nin oylarını arttırmak olduğundan boşuna galeyana gelip ters köşeye yatmamak gerekir.
eğer salak değilse(ki bu devirde o kadar salak olanı nadir bulunur, bulursanız da salak malak arkadaş olun zira dedim ya az bulunur) kötülüğünü gizlemeye çalışan biridir. çok kinci, içten pazarlıklı da olur bunlar. dinlen dinlen kaç.
eğitim gibi hayati bir mevzuda insanların önüne engeller, sınırlar konulması şüphesiz kötü birşey. insanların tercihleri hayatlarının her döneminde değişebileceği gibi özellikle 14-15 yaşlarında ve ailelerin ciddi etkisi altında verilmiş kararlarda, değişimlere çok daha sık rastlanır. böyle bir durumda devletin yapması gereken de insanların yeni bir gelecek kurmalarının önünü açmaktır. bu anlamda her türlü katsayı elbette kaldırılmalıdır. eğitimde belli bölümler/alanlar(türkçe-matematik veya sayısal gibi) elbette zorunlu ancak kendini zorlayıp bulunduğundan daha farklı bir alanda başarı gösteren birey sırf farklı bir alanda olduğu için engellenmemeli, bu insan haklarına aykırıdır. düşünün bakalım; aslında bilgisayar mühendisi olan bir adam var ve çıkıp x takımındaki tüm futbolculardan daha iyi futbol oynuyor. şmdi ne yapacağız? bu adamın aslında futbolcu olmaması, herhangi bir takımın altyapısından yetişmemesi onun takımdaki tüm futbolculardan daha iyi futbol oynadığı gerçeğini değiştirir mi?
veya sayısal puan türünden sınava girdiniz bir bölüm kanadınız, okuyorsunuz ama aslında türkçe öğretmeni olmak istediğinizi farkettiniz, hazırlanıp sınava girdiniz ve kazandınız. bunda yanlış olan ne var? herhangi birinin hakkını mı gaspettiniz? hayır, sadece çabalayarak yıllarca o alanda eğitim gören insanları geçtiniz yani onlardan daha başarılı oldunuz.
yani yapılan itirazlardan zaten belli oluyor; bazısı 'ya beni geçerlerse' endişesinde, anlıyorum ama hak vermem mümkün değil. bazıları ise konuya ideolojik yaklaşıyor, şahsen hazzettiğim bir davranış değil. meselelere, insanlara yönelik yarar ve zararlarına göre değil de kendini yakın/uzak hissettiği siyasi partilere göre yaklaşan tavır objektif olmaktan uzak olduğu kadar zararlı da.
tabi yapılacak uygulama tarafsız olmalı. şu anki siyasi parti her ne kadar o açıdan pek güvenilir bir izlenim veremese de sadece belli bir zümreye kıyak geçmek için değil insanların, fikirlerindeki, ideallerindeki, geleceğe dönük planlarındaki değişimleri hayatlarına yansıtabilmelerine yardımcı olmak için yapılmalı.
genellikle tek taraflı bakılarak savunulan bir ideolojidir.
kapitalizmde patronlar belli bir risk alarak(ki hafife alınabilecek birşey değildir) yatırımda bulunur. eğer başarılı olursa, yatırımından belli bir miktarda kar elde eder. ancak bu durum patronun işçilerin sırtından, riske attığı miktardan çok daha fazlasını kazanması olarak yorumlanamaz çünkü;
işçiler de o şirketten para kazanmaktadırlar. ve ülke ekonomileri gelişip istihdam olanakları arttıkça yani işgücüne olan talep yükseldikçe işçilerin ücretleri artar. abd veya ab'de en büyük 100 şirketin karlarının ortalama %55'i çalışanlara maaş olarak ödenirken, bu rakam ülkemizde %20 civarındadır. bunun nedeni elbette kapitalizm değil türkiye'de istihdam olanaklarının çok kısıtlı olmasıdır. ayrıca bu oranın gelişmiş ülkelerde de %80-90 değil %55 olmasının nedeni; küreselleşmenin bir sonucu olarak, dünyada halen daha ucuza çalışmaya razı olan yüzmilyonlarca insanın gelişmiş pazarlardaki insanlarla rekabetidir. ancak dediğim gibi istihdam olanakları arttıkça yani ekonomi reel olarak büyüdükçe işçi ücretleri sürekli artma eğilimi gösterir. bu durum kolayca farkedilebileceği gibi arz-talep dengesinden başka birşey değildir. işgücüne olan talebin çok fazla buna karşın işgücünün çok sınırlı olduğu bir ülke hayal edelim, bu durumda işçi ücretleri de çok yüksek olacaktır.
patronlara gerek kalmadığı yargısı ise kanımca oldukça öznel olmakla beraber aynı zamanda sağlam temellere dayanan bir yargı değildir. dünyanın birçok şirketini hala sahipleri yönetmektedir. koç holding'de bir ceo'nun bulunması asla şirketin sahibinin çalışmadığı, daha doğru bir ifadeyle köpek gibi çalışmadığı anlamına gelmez. ayrıca bu konuda insanları yanıltabilecek önemli bir husus da şudur; bugün citigroup, coca cola, hsbc gibi küresel anlamdaki pek çok şirketi sadece ceo'lar yönetmektedir çünkü bu şirketlerin tek bir sahibi yoktur. bu şirketler genelde en büyük hissedarı %4-5 hisseye sahip olan bir grup kişi ile şirkette oldukça az hissesi bulunan binlerce küçük yatırımcıya aittir.
kaldı ki bir insanın belli bir süre çalışıp daha sonra hayatının geri kalan kısmında, çalıştığı dönemdeki geliriyle geçinmesi de garipsenecek bir durum değildir. kapitalizmde geliriniz, insanların ürettiğiniz şeye ne kadar değer biçtikleriyle orantılıdır. dolayısıyla sizin ürettiğiniz şeyler insanlar için çok değerliyse oldukça ciddi meblağlar kazanabilirsiniz.
kafa ve kol gücü arasındaki ayrıma geldiğimizde ise günümüz için böyle bir ayrım olduğu ne kadar açıksa, ilerde kol gücüne dayalı emek ne kadar minimalize edilirse edilsin tamamen ortadan kaldırılamayacağı ve kafa ve kol gücü arasındaki ayrımın hiçbir zaman ortadan kalkamayacağı da açıktır. ayrıca ayrımı sadece kafa ve kol gücünde aramamak gerekir. üretilen bir nesneye değerini veren onu satın almak isteyen kişilerdir. dolayısıyla ikisi de kafa emeğine dayalı iki üründen veya ikisi de aynı miktarda kol gücü içeren iki üründen birinin diğerine göre daha çok ilgi görmesi değerininin de yükselmesine yol açacak ve bu durum, bu nesnelerin üretiminde harcanan emeklerin de nitelik olarak farklılaşması sonucunu getirecektir.
kol gücüne dayalı emeğin minimalize edilmesi hususunda devam edecek olursak; endüstri devriminden bu yana sürekli bir makineleşme sürecinde olduğumuz ve kol gücüne dayalı emeğin sürekli azaldığı açıktır. ancak kol gücünün minimalize olma hızında bir art niyet aramak kanımca doğru değildir. zira her teknoloji kullanım kolaylığı, ekonomiklik vs. gibi tüm şartlar olgunlaştığında hayatımızda yer edinir. eğer bir işte işçi kullanmak makine kullanmktan daha ekonomik ise o makinenin üretimi için gereken teknoloji halen yeterince gelişmemiş, o teknoloji halen alternatif bir hale gelememiş demektir. bu otomobilde çok çevreci, çok ucuz ama enerji verimi 1'den daha düşük bir yakıtı kullanmaya benzer. istediği kadar çevreci olsun, ucuz olsun onu çıkarmak için harcanan enerji, yakıtın verdiği enerjiden daha fazla ise bu yakıtı kullanmanın dünyaya hiçbir faydası yoktur. kaldı ki teknolojik ilerlemeyle birlikte bugün için gerçekleştirilmesi ekonomik olmayan makineleşme hareketleri de ekonomik hale gelecektir. bu gibi durumlarda şartlar olgunlaşmadan hareket etmek sadece elinizdeki kaynağı, getirisi maliyetinden düşük bir alana aktarmaktan ibaret de değildir. ayrıca bu makineleşmeyle artık emeklerine ihtiyaç kalmayan insanlar da işsiz kalacaktır. ancak şartların olgunlaşması beklenirse hem ekonomik ve akılcı çözüm izlenmiş olunur hem de teknolojik gelişmelerle sürekli yeni iş sahaları açıldığı için işini kaybeden insanlar başka alanlara yönelebilirler.
proleterya diktaörlüğü konusunda ise bazı kafa karışıklıkları mevcut anladığım kadarıyla. diktatörlük ve demokrasi kelimelerinin yan yanan kullanılması sadece oksimoron bir durumu ifade eder. ister azınlığın çoğunluğa olan diktatörlüğü, ister çoğunluğun azınlığa olan diktatörlüğü olsun tüm hepsi adından da belli olduğu üzere diktatörlüktür. aslında sosyalizmin işleyişi için böyle katı ve demokrasiden uzak bir diktatörlük de şarttır. zira halka kulak verdiğinizde birçok insan kendi emeklerinin diğer birçok kişinin emeğinden daha değerli olduğunu düşünecektir, kendisi işini elinden gelen en mükemmel biçimde yaparken iş arkadaşının yan gelip yattığını buna karşın aynı parayı kazandıklarını görünce isyan edecektir. neye ihtiyacı olup neye ihtiyacı olmadığının, hangi ürüne ne kadar değer vereceğinin kendi bileceği bir iş olacağını düşünecektir vs vs...
velhasıl diktatörlük hiçbir zaman özgürlükle bağdaşmaz. eğer devrimden kasıt özgürlük, kardeşlik, barış gibi kavramlarsa devrimle de bağdaşmaması gerekir. o yüzden birileri şunu demiş;
''kimse devrim yapmak için diktatörlük kurmaz ama diktatörlük kurmak için devrim yapar.''
sefil bir varlık. evet kelimenin tam anlamıyla sefil bir varlık...
23 yaşındayım ve hayatımda şu ana dek gördüğüm en mide bulandırıcı şeyle karşı karşıyayım. bir 'insan' tanımadığı, bilmediği bir kişinin ölümüne nasıl sevinebilir, bunu nasıl alay konusu yapabilir?
çamur içinde debelenen solucanlardan daha alçaklara düşmüş insanlar gördüm, bir tutam para, güç, karizma için anasını satabilecek karaktersizlikte kişiler duydum ama bu kadar alçalmış, bu kadar zavallılaşmış birini daha görmedim.
içinde nasıl hasta bir ruh taşıdığını bilmiyorum, ama bedeninin o iğrenç ruhuna nasıl tahammül ettiğini düşünemiyorum bile.
yüzünü hayal etmeye çalışıyorum ama inanın başaramıyorum. hayatta en çok iğrendiğim şeyler bile böyle bir çirkinliği haketmiyorlar.
ne kadar zavallı bir varlık olduğunu, onunla aynı gezegende yaşıyor olmamın dahi midemi bulandırmasını mı anlatayım?
kalp, din, ahlak, iyilik, saygı, anlayış, duygu, terbiye vs. gibi kavramların hiçbirine sahip olmamasını mı?
acaba emr-i hak vaki olduğunda arkasından üzülen biri çıkacak mı?
acaba o gün geldiğinde bu dünyadaki hangi toprak onun mezarı olmayı kabul edecek?
onu yaklaşık bir yıl önce tanıdım. başka bir internet sitesinde birbirimizin yazdığı yazıları okuyup 'ahaha süpermiş yaa bu saatte güldürdün beni' tarzı özel mesajlarla tanıştık. o mesajlar birbirini izledi ve ben daha tanışmamızın üzerinden ancak bikaç gün geçmesine rağmen kendimi, o'na en gizli saklı şeylerimi anlatırken buldum. benim gibi duygularını kolay kolay dışa vurmayan, insanlara çabuk ısınamayan hatta birçok insana hiçbir zaman ısınamayan duygusuz biri yapıyordu bunu üstelik. hani derler ya yok sanal ortam sahteymiş, yok insanlar burda yapmacık oluyormuş, bu ortamdaki ilişkiler sıcak ve samimi değilmiş.. onu külahıma anlatsınlar. eğer içinizde sıcacık bir kalp varsa şu soğuk ekranlar bile üstünü örtemiyor çünkü.
ve o kalp artık atmıyor. melun bir karaciğer nakli yüzünden heaven artık yok. insanın üzüntüsü çaresizlikle iç içe geçer ya işte tam öyle birşey..
doğru düşünen kızdır. birincisi; yurdun içinde açık saçık giyinemez. daha doğrusu erkeklerin yanında da şortla, bilmem neyle dolaşabilecek kız var dolaşamayacak kız var herkesin ahlak, mahremiyet anlayışı bir değil.
ikincisi; erkekler de kızlar da yurttayken bile dışarı çıkıyormuş gibi olmalıdır. giyimine kuşamına, oturuş kalkışına, arkadaşlarınla konuşmana her an dikkat edeceksin. zira kızlarla paylaştığın bir yurtta şu andaki yurdunda olduğu gibi küfür kıyamet gidebilir mi, karı kız muhabbeti yapabilir misin, odada kızın biri gelecek korkusu olmadan rahatça porno izleyebilir misin?
tabi aynısı onlar için de geçerli. kızların kendi aralarındaki konuşmaları, erkeklere hitap biçimleri vs. erkeklerin yanındaki hallerinden çok farklı. yani onlar da sürekli kasmak zorunda kalacaklar.
üçüncüsü; o yurtta ders namına hiçbir şey beklemeyin. tamam hiçbir erkek yurdunda vize, final dönemi hariç ders çalışan erkek bulamazsınız(istisnalar hariç) ama en azından millet sınav dönemi çalışır olmadı çalışmaya çalışır ama böyle bir durumda onu da unutun. siz kızlara bakmasanız oda arkadaşınız bakar, o bakmazsa üst kattaki eleman gelir 'ya şu yan bloktaki x ne süper kız, geçende gördün mü o dar pijamasıyla' falan diye başlar muhabbete yarınki finalin içine sıçar.
ayrıca, kızlar kendisine güvenmiyor, aman abazan mısınız yurtta kız olsa 24 saat onları mı izleyecksin diyen tiplerin de gerçekte en abazan tipler olması manidardır. bu söylemdeki insanlara, kızkardeşlerinin veya ilerde kızlarının bu tip yurtlarda kalması hakkında ne düşündüklerini sorun. alacağınız cevap genelde aynı olacak ve yeterince sağlıklı bir fikir verecektir.
son derece normal olan eylemdir. bir insanın kutsalı neyse onun üzerine yemin eder. halen daha şu dümdüz olayda bile 'amerika ile türkiyenin durumları farklı, orda hristiyanlar rejimi tehdir etmiyor' deyip tespit yaptığını sanan zavallılara ise gülemiyorum bile. amerika gibi tüm hristiyan ülkeler içinde en yüksek kiliseye gitme oranlarına sahip, parasının üstünde in god we trust yazan, bazı eyaletlerinde kürtajın yasak olduğu, kilise evliliklerinin çok yaygın olduğu bir ülkede 'onların toplumu çok seküler' anlamına gelecek iddialarda bulunmak sadece bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak ile açıklanabilir.