k-rock'ta sabah problemi programının iki sunucusundan biri. perşembe günleri de old city live'da alpay erdem'den sonra çıkıyormuş. 'eskiler alıyor' eskici bölümünde ezgi'yle konuşturuyorlar hafızalarını. beyle, yıllarca sözlük takip etmiş gibi bir havaları var. yadırgamadan dinleyebildigim tek program. dinleyebildigim tek program.
kimsenin kimseye karismadigi herkesin es dost icki muhabbet derdinde oldugu istanbul'un en samimi mekanlarindan biri. hamamin karsindaki otoparktan asagiya bakinca yikilmis bir binanin son kalintilari gorulur. o binanin tas duvari merdivenlerin yanisira yukselir . iste o alana proje dersi icin yapmayi tasarladigim bina icin sik sik gidip fotograf cekmem nedeniyle cigara saranlarin ''niye fotograf cekiyorsun, bizi mi cekiyorsun'' diye cikismalari, otopark gorevlisinin ''ne cekiyorsun arabalarin fotografini mi cekiyorsun cekme'' diye anlamsiz bir terslikte olmasi bile oranin sicak havasini degistirmez de hepsiyle ahbap eder zamanla. merdiven sahanliklarinda yatan deliler mevcuttur her daim. dedigim gibi en ilginc yani, kimsenin kimseyle ilgilenmemesidir burada ve hakkaten de her tipten insan ikamet eder; ama neyseki cihangir merdivenleri gibi fazla populer olmamistir henuz de her gun dolup tasmaz o nedenle. iyidir iyi.
vokalin sesinin muzige paralel gittigi ensiferum sarkisi. sanki o muzige degil de muzik ona yetismeye calisiyor, sesiyle enstrumanlari caliyor gibi.
he bears a tale so gloom and tragic never to be known
into darkness now fallen, into hatred now grown
like stillborn child drifting in the silent seas
of blood, crushing all his dreams
no castle walls can hold the fury in his eyes
devotion for death, now controls his life
no gold or silver can bring him consolation
only one thing is left inside him, the desire of revenge
one light so cold and pale, sleeping quietly all alone
one life so cold and gray, wandering away from home
parted with a horrid cry, snow falls on his grief
united by the sword of wicked screams
what deeds he has done to hear those deadful sounds
in the ruins of memories he wanders, forever bound
forever bound to death!
wait for me in th mountains, haunt for me in the winds
wait for me in the land where nothing lives
until the day i have found revenge, i will feed my sword
until my heart is cold, every breath of mine is yours
kabatas erkek lisesi'nin eski mudur yardimcisi. diger adi nazi subayi. sessiz 'heil hitler'leri koridorlarda yankilanirdi. bir insanin surati bu kadar mi meymenetsiz olur, cirkefligini bu denli mi disa vurur. ogluyla ayni sirada dershanede deneme sinavina girmistim. bir ara sinavi birakip ''bu cocugun yerinde olmak nasil bir duygu olurdu acaba'' diye dalarak 10 soruluk zaman kaybetmistim.
filmekimi organizatorlerinin sadece gala'ya koyarak götkılılık ettikleri film. ''tamam sinemayı sevdirmeye çalışıyoruz ama para da lazım'' diyorlar tabii.
vaktiyle pandora'nın kutusunun dibinde bir köşeye konuşlanıp inatla dünyaya salınmayı reddetmiş olan ''umut''la aynı isyanın pençesine sıkışmış, ama kalkışa 180 derece tersten geçmiş bir yaramaz çocuk koku. ayagına zincir vurdukları kodesin duvarına astıgı güzel vücutlu kadın posterinin arkasından sıyışmış, sonra da tüm asabiyetiyle hızla çogalmaya, sebatla kokusuz dünyayı doldurmaya başlamış iflah olmaz bir yasak meyve. o gün bugundur koku, öfkesinden bir tike kaybetmeden kimi zaman tek arkadaşı rüzgarla, kimi zaman doganın ona hazır sundugu difüzyonu sonuna kadar istismar ederek dolandıkça dolanıyor insanların üzerinde, dünyanın her yerinde.
*degerini en iyi, Jean Baptiste Grenouille bildi onun. ama zavallı çocuk, dünyanın kokusuz oldugu o tatsız tuzsuz çagdan bir tükürüktü gelecege ve bu kusrunu kapatmak istercesine güçlüydü burnu, barışıktı o nemrut seyyahla; ancak ona hükmetmeye kalkıştıgında ve hatta hükmettiginde dahi kulakları pelte eden o ürkütücü kahkasıyla ezip geçti grenoille'u koku: ''senin daha kendi kokun yok, neyine güvenirsin a biçare!'' haklıydı sinir bozucu oldugu kadar; kendi kokusu yoktu ve hükmedebildigi o burnundan kıl aldırmayan kokudan sürünüp de kendini insanlara kabul ettirebildiginde bile bunu unutamadı. kokusuzluk kimliksizlikti ve o kimligini geri dönemeyecegi bir geçmişe gömüp terketmişti. insanların kokusuz bir bedene olan umursamazlıgı inançsızlıga donuştugunde peydah olmuştu pan da*. o seviyordu kokusunu, kokusuzu mu kokanı mı sevdigine bir türlü karar veremeyen insanoglunun onu inanç dünyasından silip, somut dünyadan şeffaflaşmaya itmesine ragmen. kabul görmesi, umursanması için üstüne sürülen ve ''kendi'' kokusunu alt etmeye çalıştıkları o yabancı, o sahte kokuyla tümden yalan bir hayatı yaşamaktansa aynı seçimi yaptı grenoille ile. insanın kokusuna tecavüz ne büyük bir suçtu!
otobusteki kesif ter kokusunu en çok benim duymama sebep, herkesin 5 dakika sonra aldıgı herhangi kötü bir kokuyu ilk once alıp beni paranoyaya zerk ettirdigi için çokça zaman küfrettigim burnumu seviyorum artık. meger ne önemli şeymiş şu koku, meger ne güzel meziyetmiş o, dünya döndükçe, dünyaya ''sen gelirken ben dönüyordum'' diyebilecek kadar küstah olan en iyi yardımcı oyuncu ödülünün sahibinden nasibini bolca alabilmek.
fırından yeni çıkmış ekmekle, temiz bir insanın ilk teri aynı kokuyor desem?
maynard'ın sesinde oynama yoktur, bilakis sesi aynı, hatta muzik tamamıyla aynı ki ''ulan yoksa kayıttan mı çalıyorlar '' diye sinirli sinirli basçıya bakmama neden olmuştur. ama pek ufak olmayan bir sorun vardı ki o da maynard'ın o aynı olan sesi çıkmıyordu, davulun basın arasında eridi gitti, azcık daha açaylarmış ya mikrofonu. kendi adıma, konserin ortasında güvenlikçi abilerin bizi sahnenin önüne geçirmeleri neticesinde dinledigim o vicarious'un tadı hiçbir şeyde yoktu. ha bir de beklenmedik bir anda çalan schism oldu insanları uyandıran. hem mikail de önceki gün yaptıgımız anlaşmaya uydu ve yagmuru konser bittikten sonra başlattı, şöyle bir göz kırptı bana konserin sonunda, ben de elimi bögrüme götürüp eyvallah dedim.
ha bir de bir degişiklik yapıp davulu one koysalarmış, asıl o zaman görsel şölen olurmuş.
onceleri okek iken sonraki nesillere ekok olarak ögretilmiştir ve ben bir ekok nesli olarak okek diyen abime hep ozenmiş, okek diyenlerin bu konuyu ekok diyenlerden daha iyi bildigi gibi bir düşünceye kapılmıştım. bir süre dilimi okek'e çevirmeye çalıştıktan sonra, bu konuyu zaten oldum olası hiç sevmedigime kanaat getirip dilimden tamamıyla silmiştim.
bir süre sonra insan derginin tasarımını, tüm köşeleri, nerede ne çiziktirildigini ezberler de, yeni dergiyi eline alınca nereye bakacagını şaşırdıgından, bir süre her köşeyi okumadan devam eder hayatına, bir o bi bu derken. bir verim alamaz da, hangi arada oldugunu bilmese de zamanla ezberler gene her noktasını ve kendini evinde hisseder tekrar. böylesi bir beklenti...
bu sene 4-10 eylül tarihleri arasında eski galata köprüsü'nde düzenlenecek olan tasarım odaklı organizasyon.
''iki kıtanın tam ortasında, çarpıcı bir mimari mirasla kutsanmış olan istanbul, yeni binyıl için kültür destinasyonu oldu. Bir buluşma noktası ve Türk yaratıcılığı için bir kayıt olma özelliği taşıyan istanbul Design Week, özgün bir tasarım estetiği oluşturmakta anahtar rolü oynuyor.''
el crimen del padre amaro ile tanıştık gael garcia bernal ile ve hazetmedik birbirimizden. amores perros'ta seyre devam ettik, eh dedik filmin çok iyi olmasından kaynaklansa gerek o igretinin biraz silinmiş olması. diarios de motocicleta'da birden tekrar karşıma çıktı ve hakkını yememek lazım, biraz afallattı, sakal sıvazlattı, hmmlattı, ''yoksa yanlış bir kimyayla, yanlış filmle mi başladık tanışıklıga'' diye düşündürdü.
ve girdim salona son defasında. ''bu sefer ne hissedecegiz bakalım'' sorusuyla, tek kaş hafif yukarıda, alaycı bir yüz ifadesiyle başlangıçta; lakin o da nesi, bu çocuk bildigin iyi oyuncu, sıkım sıkım sıkılası, bagra basılası. Stéphane Miroux karakterinin şatırlıgından mıdır, partneri olan kızla çok iyi bütünleşmesinden midir, yoksa eternal sunshine of the spotless mind gibi olaganüstü bir film yapabilmiş olan michel gondry'nin gene ruhunu konuşturmasındandır mıdır bilemem ama, bu gael garcia ile artık küskünlügü iyice bitirip, sarılıp da sırtımıza vurmamızı saglayan film oldu la science des reves. her sekans öylesine özenle sunulmuş ki, her ayrıntı, her yaratı oylesine içten ki bir süre sonra dudaklarımı büzmüş bir şekilde izlemeye devam etmişim filmi.
üzerinden çokça zaman geçtikten sonra, kelime kabızı şeklinde bu yazıyı yazmamın nedeni de, bugun beyoglu'nda yeşilçam sineması'nda aylar once izledigim mekanda tekrar gösterildigini görmüş olmam. gidin izleyin, rumuzuma dualar okuyarak salondan çıkacagınızdan eminim. haber vereyim dedim.
(#2190390)
imdb'ye göre, filmi 2008'de gösterime girmesi planlanan ve yonetmenligini clark gregg'in üstlenmiş göründüğü halaoglu chuck palahniuk kitabı. victor mancini'yi de sam rockwell'in oynayacagı görünüyor ki, tipi kitabı okurken ak(lım)(ıl)da canlanan victor'a cuk oturmuş. bu clarck gregg denen adamda yetenek varsa, zeka varsa senaryo fight club kadar ses getirir. yoksa da biz gene bagrımıza basarız.
aslında basmayız; zira hafızamızda mükemmel bir yere sahip olan bir romandan, romandaki kelimeleri degiştirmiyor da olsa, imgesel olarak genel havayı bozup sogutacagı için kızarım. kitabı okurken, ''enee keşke filmi de çekilse'' demiş olsam da, kimse bu clark denen adamı film yapsın diye zorlamadı. haddini bilsin.
(bkz: dereyi görmeden adamı idam etmek)
bogaz köprüsü'nde korkuluklara dogru, içine tavuk kaçmış leylek gibi koşarken araba çarpmasıyla ölmektir. spoiler araf'ta gail'in başına böyle bir şey gelecek sanmıştım ama olmadı.
ninja kaplumbagalar'ın rengini alıp, sonra ''sen niye donatello oluyorsun, istemiyorum ben kırmızı* olmak'' diye renkleri kıskanıp kavga etmekti. hayır kırmızı oldun mavi oldun, neticede eline iki sopa alıp koşmaktan başka bir şey yaptıgın mı vardı, ninja kaplumbagalar'ın tüm felsefesinin, idiotça koşarak içine etmiştiniz, sen hala morundasın, turuncusundasın.