the bustle in a house
the morning after death
is solemnest of industries
enacted upon earth -
the sweeping up the heart
and putting love away
we shall not want to use again
until eternity -
-
selahattin özpalabıyıkları'ın çevirisi de önsözü gibi, samimi. sizi içine alıyor. emily dickinson - düşünüldüğünde öyle uzak coğrafyaların kadını olmadı, olamadı belki ama şiirlerindeki deniz ve öteler vurgusu öyle güçlü ki. kendi içerisinde gururlu bir ağırbaşlılık. hiçbir pişmanlığa, kötülüğe, haksızlığa göz açtırmadan öylece sessizliğe adanmış bir an. kendi dizesiyle;
- .. genç Bayan Zwida, deniz kabukları topluyor ve bunların resimlerini yapıyor; benim de yıllar önce yetişme çağımda güzel bir deniz kabuğu koleksiyonum vardı ama daha sonra hiç ilgilenmedim ve sınıflandırma, biçim bilgisi, değişik türlerin coğrafi dağılımı gibi bilgilerin tümünü unuttum; Bayan Zwida ile konuşursak söz kaçınılmaz bir biçimde deniz kabuklarına gelecekti ve ben o zaman nasıl bir tutum içine gireceğime karar veremiyordum: bu konuda kesinlikle cahilmiş numarası mı yapacaktım yoksa uzak geçmişte ve belirsizlik içerisinde yitip gitmiş bir deneyimden mi söz edecektim; bu deniz kabukları konusu, sonuçlandırılmayan ve yarı yarıya silinen şeylerden oluşan hayatımı yeniden gözden geçirmeme neden oluyordu, işte beni kaçmaya yönelten huzursuzluğum da bundan kaynaklanıyordu.
Buna ek olarak kızın deniz kabuklarını çizmesinde, dünyanın da ulaşabileceği, bu nedenle ulaşması gereken bir kusursuzluk arayışı içinde olması var; ben ise bir süredir bunun tam tersine kusursuzluğun ayrıntısal ve rastlantısal olarak üretildiğine, bu nedenle ilgi görmeyi hak etmediğine, nesnelerin gerçek doğasının yalnızca çöküntü durumunda ortaya çıktığına inanır oldum; Bayan Zwidaya yaklaştığımda onun resimlerine ilişkin birkaç yorum yapmam -görebildiğim kadarıyla son derece zarif çizim yapıyor- ve bu nedenle aslında ilk anda reddettiğim ahlaki ve estetik ülküye uygunluğunu dile getirmem gerekecek ya da ilk ağızda onu yaralamayı göze alarak duygularımı ortaya koyacağım. -
çünkü, Calvino, insanlarla konuşmak gerçekte de bu kadar zor.
ve bütün poetika bir yana Calvino, "i think i made you up inside my head". deliliğimden yüz bulup kalbimdeki tahribe bir suret uydursaydım, başka kim olabilirdi?
birileri seni bulmuş, birileri adını söylemiş, birileri okumuş seni ve sen aslında deliliği; bir oyun gibi, insanlığın kibri için sadeleştirmişsin de kimse, neye katıldığının farkına bile varmamış -zira insanlık bunun için fazla gururlu, fazla aptal!- ama herkesin aklına yatırmış, içimize sindirmişsin.
şişt, onlar daha deliliğin tanımını, kelimelerin yerini değiştirerek söylediğimizde yine de ayırt edemiyorlar. ama madem ki ilacı var - tanımını kim ne yapsın? benimki de laf.
ama kalsın böyle.
"böyle seviyorum."
kısaca; the breakfast club = overrated
bazı noktalarda hakkını vermek de gerek - güldürüyor, düşündürüyor, üzüyor. hepsinden önemlisi önyargılarla ilgili ciddi bir eleştiri. birbiriyle hiç alakası yokmuş gibi görünen insanlar, bir şeyleri birlikte yaparak bile ortak alan yaratabilirler, buna amenna. ancak, özellikle sonlara doğru ciddi bir kopukluk var. örnek olarak, başlangıçta bender ve andrew arasındaki çekişme ya da o herkesin oturup bir nevi kendi hikayelerini anlattığı kısımda claire ve bender arasındaki hır gür bir noktada sıkıyor çünkü diyaloglar bir enerjik, pozitif, dostane iken birden tersine dönüyor. kurguyla ilgili bir hata diye düşünüyorum.
belki de içim çürümüştür benim - bu da mümkün.
birtakım psikolojik rahatsızlıkları olduğunu okumuştum -disleksi, dispraksi?- ancak o şarkılar öyle sağlıklı bir insan tarafından yazılamazdı. söyleyecek pek bir şey de bulamıyorum aslında, o şarkıları dinlediğim zaman, insanın bu dünyanın üstesinden gelemeyeceği aşikar ama yine de bir şeyleri inşa etmek üzere insanın hiç iflah olmayan bir umudu var; işte o umuda dair bütün gelgitleri düşündürüyor bana welch. bunları böyle cüretkarca ifade edebilen ve sadece kelimeleri değil sesini de dize getirebilen yegane sanatçılardan.
(bkz: howl)
"Yaşam, belleği icat etmekle gaddarlık etmiş. En eski anılarını ayrıntılarıyla içlerinde taşıyan ihtiyarlar gibi, ölümün kıyısına gelmişken belleğim, güneşin çevresinde dönüyor ve neleri aydınlatmıyor ki o güneş! Her şey mevcut, hiçbir şey yitmemiş. Tıpkı size daha da canlılık verecek, içinizi acıyla zonklatan gizli bir güç gibi: Hiçbir gelecek olmadığının kesinliği karşısında geçmiş büyüyor, kökleri genişliyor, bendeki her şey bir köktabaka halinde, renkler her tabakada saydamlaşıyor, en ufak görüntü mutlaklaşma eğiliminde, yürek kreşendo atıyor."
2012 yapımı komedi-dram filmi. Başrollerinde Mary Elizabeth Winstead ve Aaron Paul oynuyor. Çok bilinmeyen, sakin, hafif bir haftasonu filmi olabilir. ilk başlardaki heyecanı ve ironiyi ilerde yakalayamıyorsunuz ancak gene de film sizi sıkmadan akıp gidiyor. Başka rehabilite filmlerine oranla farklı gibi başlayıp onların düzeyine iniyor. Büyük replikler, harika bir görsel de söz konusu değil. Öyleyken böyle.
ölü filozoflar kahvesi isimli kitabın ansiklopedik hali gibidir. bilemiyorum, felsefeye ilgisi olan insanlara çok şey katacağını sanmıyorum ama felsefeye başlamak için olabilir.
sabah kalktım, üşene küfrede giyindim, bir şeyler atıştırdım ve okula gittim. okula gittiğimde dersin başlamasına yaklaşık yirmi dakika kala öğrendim ki bugün yoklama alınmıyormuş. ama ben okula gelmiştim, hem de neden? cuma günü göz muayenesine gideceğim için okuldan iki ders erken çıkmam sonucu duyuruyu almamamdan ve bir insan evladının da "bu kız pazartesi günü, sabahın nurunda kalkıp allahın dağındaki guantanamodan bozma okula gelmesin" diye düşünüp beni uyarmamasından. yaram çok taze arkadaşlar, elleşmeyin.
bu şiiri sana nazire olsun diye
Nazire olmuş annesi söyledi
karnı çok ağrıyormuş ve günlük tutuyormuş
günlük tutan kızlardan hayır gelmez Mehmet
ve halkalarda .. Hem boşversene
çapı belli boşluktan boşluk mu olur
hoş ben bu çapsızlığı şok seviyorum
sonra kim derse ki halka halk geliyor aklıma
ağzıma kadar doldum. halkalara ve halka güvenmiyorum
Deniz Gezmiş'in aşk şairi olduğunu bu halktan öğrendim
sinemada mutlak surette patlamış mısır gerektiğini
buna popkorn demenin şehvetini
ağıtın ağıt gülmenin felaket getirdiğini
akşam sakız çiğnenmeyeceğini tırnaklar uzun kalsın akşam
bir bacım olduğunu Mehmet bunu düşün adının Seda falan
sen onlar de ben the others the lost the end at the weekend
aklımdan çok şüphe ediyorum
çabuk bozuluyorum kolay tüketilmezsem
aşağılarımdan başlıyor aşınma. Benden deltalar alüvyonlar
(oldum olası karıştırırım ikisini)
hayır dağılmadım bak topluyorum
bu coğrafya çok ağrılı çok tafra
beni biraz teskin et Mehmet
kanmak istiyorum aslında inanmak
en zayıf halka olarak ha koptum ha koptum bak
sermaye piyasasına mesai saatlerine sabaha
3Gye yumuşak gye g noktasına ve cümle gugıla
ey kuşlar hey kuşlar filanlı şiirlere hatta şairlere
diyorum var diyorum keşke dedim olsun
bu topa gelişine vur Mehmet olsun
sabahın gerçeği bu
çünkü halk ekmek denen bir şey var hala
bizim Nazire az ilerde kuyrukta
akşam yazacak günlüğüne
"keşke seda abla beni programına çağırsa"
aramızda imza toplasak Nazire unutur mu
slogan atsak afiş bassak kuşlama yapsak
bir dize sen bir dize ben şiirler yazsak kurtulur mu
bu pozlara pozisyonsuz kalamıyorum Mehmet
insan kuyruğunu hiç unutur mu
hal böyle olunca arkama bakmadan
dudaklarımı büze büze boynum bükük
ki arkam bu ütopyaydı demek
gözsüz kulaksız ağızsız demek
bu biraz ölmek demek çivileme atlamak istiyorum denize
deniz güven verir Mehmet
az çekil su sıçramasın üstüne
ama ben bensem kalkarım bu buralardan
vıcık vıcık buralardan üstüme gelin
kötü kokuyor buralardan. soru çıkar buralardan
kazın kuyumu kurusun huyum gideyim
kimse ne dediğinden emin değil
buralardan
benden bir a yap Mehmet büyümicem
akşam gel ıslatalım Nazire'nin şerefine
yanaklarımızı
Sana gül bahçesi vadetmedim- joanne greenberg.
Saatleri ayarlama enstitüsü- ahmet hamdi tanpınar.
bir süre yere paralel gittikten sonra- barış bıçakçı.
ay battı- steinbeck.