-songül, evladım. gel bak seval teyzenin oğlu var burada. beraber oynayin hadi.
bu cumle ile tanismistim songülle, 1994 yaziydi.. okullar tatil olmuştu. songül'de babaannesinin yani mahallemizin hayriye teyzesinin yanına tatile gelmişti. annesi haftada iki defa songül'e bakmaya gelir, diger günlerde ise songül babaannesiyle evde kalirdi. songül yabancı bir mahallede olduğu için oyun arkadasi olarak hayriye teyze beni seçmişti. çünkü ben seval'in oğluydum ve bu da benim icin iyi bir referansti...
songül yan odadan cikti. bana bakti ve kosarak yanima geldi.
-benim adim songül.
5 yasindaydim. songül ise 6. yani birine aşk beslemek icin en ideal yastaydim. çünkü aşkın, en az bizim o an ki masumlugumuz gibi bir duygu olması gerekir. neyse.. zaten elim ayagim dolastigi icin aklima ilk gelen cümleyi söyledim.
+top var bende
-ihihi oynayalim o zaman
+tamam
ve oynamaya basladik. o andan itibaren songül'le gecirdigim her dakika bitmesini istemedigim zaman dilimlerine dönüştü. günler geçtikçe songül'e duydugum his oldukça cogaldi. artik her animin onunla gecmesini istiyordum. çocukça hislerle tabi. boyle boyle 3 ay gecti..
bir gun hayriye teyze ile annemin, songül'un anne ve babasi hakkinda konuştuklarını duydum. babasini polisler alip götürmüşler ve 1-2 gun karakolde tutmuslardi sanirim. tam hatirlayamiyorum. ama hatirladigim net birşey var. songül'ün o an ki yüzü. bir köşeye cekilmis üzgün üzgün oturuyordu. yanına gittim.
+noldu?
-hic birşey
+niye üzgünsün?
-... babam annemi yine dövmüş.
birsey soyleyemedim. zaten cocuk aklimla ne soyleyebilirdim ki. sadece songül'u üzdü diye, babasini hayalimde, izlediğim o bruce lee filmlerindeki taekwando tekniğiyle yerden yere carptigumi düşünüyordum. sonra biraz neselenmesi icin mahalleye cikip oynamayi teklif ettim. tamam dedi ve trenini aldi, sokaga ciktik. mahallemizde ufak bir set gibi duvar vardır ve asagi dogru uzanan 4 metrelik bir uçurum. songül trenini o setin üstünde sürmeye basladi. oynuyorduk beraber ama o halâ üzgündü. o anda ne düşündüyse sinirlenmis olmali ki treni setin üstünde hizlica surmeye basladi ve trenin arka vagonlarindan biri koptu. kopan vagon o ucurumdan asagi düşecekken songül çocukluğundan beklenmeyecek bir çeviklikle vagonu yakaladı fakat bu seferde diğer elinle tuttuğu trenin diger bütün kisimlari elinden kayip ucuruma düştü. bir vagonu kurtarmak isterken tüm treni artik asagida, incir agaclarinin arasına karismisti ve elindeki tek vagon bir ise yaramazdi.. bu songül'u iyice sinirlendirdi ve aglayarak eve gitti. ben ise yine hic birşey demeden arkasindan baka kaldim..
ertesi sabah babamdan her gün aldigim 5 bin lira harcligim ile bakkala gidiyordum ( 6 sifir atilmamisti tabi ) o zamanlar bizim mahallede yasitim cocuklar eski oyuncaklarini satarlardi. düşünürdüm oyuncaklarini nasil satabiliyorlar diye. oyuncaklarini satmak, anılarını satmaktir bir anlamda...
köşede oyuncaklarini satan nedim'i gördüm. nedim, 8 yasinda, ufak tefek sarisin bir cocuktu. ne satiyor diye göz ucuyla bakarken oyuncaklarin arasinda tren gördüm. hemen sordum.
+bu ne kadar
-6 bin lira
+bende 5 bin lira var. bin lirasini yarin versem sana bu treni bana verir misin?
-olmaz
+neden
-olmaz dedik. 6 bin lira vercen
+ya yarin getircem iste
-vermiyorum. Siktir git.
birden nedim'in üstüne atladim. tuttum yakasından
+bana bak lan! bu treni bana vereceksin. al sana 5 bin lira, bin lirasini yarin getircem. yoksa doverim seni piç!
-abime soylucem ühühü
+söyle
böylece treni aldim ve hayriye teyzenin evine gittim. kapi kapaliydi. normalde hep acik olurdu. caldim, ses yok. eve gittim bende. yarim saat sonrs tekrar gittim, kapi yine kapaliydi. yine caldim, yine ses yok. bekledim bende. bir kac saat sonra tekrar gittim. bu sefer kapi acikti. treni arkama sakladim. büyük bir sevincle songül'ü cagirdim. hayriye teyze cikti
+hayriye teyze, songül disari gelebilir mi?
-songül gitti evladim
+nereye?
-evine gitti. annesi bu sabah geldi songül'u aldi ve gittiler.
+evleri nerede ki?
-taa karsida. uzakta yani.
+gelmicek mi peki?
-gelmicek.
+hiç mi?
"hiç mi?" sorusu aslinda biten umudumdan kalan son bir haykiris gibi cikmisti agzimdan. "hiç mi?" diye isyan etmistim. öyle sessiz bir isyandi ki bu, kimse duymamisti. elimde trenle öylece kala kaldim. bu ayrilik, su an ki yasamima kadar devam eden tüm ayriliklarimin baslangici olmustu sanirim. ve tüm ayriliklarimin öznel tarihini de şekillendirmisti. hayatimdan giden ilk kadin songül'du. son da olmayacakti. bunu o günlerde bilmiyordum. bir müddet gelir diye bekledim. her yaz songül'ün gelmesi umudunu icimde yasatiyordum. bir kaç yaz geçtikten sonra umudunu iyice yitirdim. okuduğum bir kitabin ismi gibi, bu yaz ayriligin ilk yazi oldu. aslina bakarsaniz benim için her yaz ayriligin ilk yazi oldu...
biliyor musunuz, o günden sonra songül gerçekten gelmedi. hem de hiç gelmedi...
buraya kadar! herşeyi noktalayacağım zaman, bu zaman sanırım. gecenin en koyu vakti. şakağımda 44'lük sweet&wesson'ın hissettirdiği ölüm soğukluğu ile odamın penceresinden yansıyan yüzüme bakıyorum. pişmanlıklarımı, yalnızlıklarımı ve herşeyden vazgeçe vazgeçe bambaşka biri olduğumu görüyorum. çünkü unutamıyorum. unutmak, ölmektir. unutamadığıma gore ölmeyi deneyebilirim. bu 44'lük işimi görür. silahı şakağımdan çekmeden macallan marka viskimden bir yudum aldım. bardağı yerine koymayıp elimde tuttum. gözlerim halâ penceredeki yansımamda. ölümüme bir kaç dakika var ve bir saniyesini bile kaçırmak istemiyorum. silahın horozunu yavaşça geriye çektim. çıkırt! silahın çıkardığı bu sesi seviyorum. çünkü beni korkutuyor. korkmak, bana hâlâ insan olduğumu hatırlatıyor. o zaman biraz düşünelim. bu trajedinin içine nasıl düştüm? ve intihar etmek için neden hep gece yarısı seçilir? belki de gece, gündüzün tüm yalanlarının üstüne örtülen siyah bir çarşaf gibi olduğu içindir. neden olmasın? ve herkes uyuduktan sonra gecede kalanlar, geceye ait olanlardır. ölüme ve geceye ait olanlar ise şu anda şakağına sweet&wesson'ı dayamış penceredeki yansımasına bakarak kendi isini bitirmeye çalışıyordur. sanırım. ya da ben herkesi kendim gibi zannediyorum. fakat kimse benim gibi değil. bu yüzden belki de bu duruma kadar geldim. insan ölmek için doğar...
tekil şahsımda çoğul yalnızlıklar yaşadım. halâ da yaşıyorum. ve işimi bitirdigim anda ortada yalnızlığımdan eser kalmayacak. sadece etrafa saçılmış somut beyin parçalarını görebilecekler. oysa ki tüm vücuduma yayılmış yalnızlığımı gorebilseler, beyin parçalarıyla uğraşmazlardı.
kendime acıyorum. kafamın icinde yitirilmeye yüz tutmuş, sesi soluğu kesilmis bir kaç mutlu anılarım var aslında. daha ölümü hissetmemişken, herkes gibi yaşarken, onu severken, onunla bir yakadan diğer bir yakaya geçerken "dünya ancak bu kadar büyük olabilir" diye düşünürken, denizin sesi ve ayrılığın sessizligi beynime işlememişken, annem beni yanağımdan öpüyorken... silahın horozunu yerine geri getirdim. aniden koltuğun üstüne doğru fırlattım. elimde duran bir bardak viskiyi kafama diktim. silahı fırlattığım koltuğa oturdum. gözlerim donuk bir biçimde boşluğa bakıyordu. kendime geldim. silaha doğru döndüm. namlusu bana doğru dönüktü ve sanki bana " bu defa sen kazandın" diyor gibiydi. cevabım gecikmedi. " bir dahaki sefere, sıkı tutun..."
her sevgili günü gelince gider. gitmemesi icin bir neden yoktur. gittiği an, nedenler artık önemini yitirir. ve ayrilik, ölümden beterdir aslinda. ölenin yeri bellidir. gidenin ise belli değil. gidenlerin ardindan kalanlara kalan tek sey özlemdir. kalanlar geriye kalan ömrünü özleyerek yasamaya mahkumdur.
o kadar yakisikliyim ki anlatamam. yani kelimelere döksem dökülemez çünkü daha beni tanimlayacak kelimeler türetilmedi. yolda bakan bi daha bakiyor. kizlar sira numarası alip kuyruga geciyor. her gittigim ortamda kabul görürüm. espirilerim ve yakisikliligim bir araya gelince ortaya cikan sonucu görmeyin oracikta bana verebilirsiniz. gecen yolda bi kiza adres sordum beni direkt annesiyle tanistirmaya götürdü o derece karsi konulamaz bir erkegim kuran çarpsın.
--spoiler--
seni sevmeyen birini sarhoşken arayamazsın
seni sevmeyen birini gece yarısından sonra arayamazsın
seni sevmeyen birini öğleden sonra bile arayamazsın
belki akşam üstü mesaj çekersin...
--spoiler--
pazar sabahi yenilen levrek ve yaninda içilen kirmizi şarap kadar uyumsuzdu, yanaklarindan akan gözyasi... sonbahara özenmis bir haziran ayında... denizin kulağına birşeyler fisildamak için dibine kadar inmişti gri bulutlar... vücudumda bir sıtma gibiydi yalnızlığım... ağlayarak arkasini donup giden bir kadin... herşey müthiş bir nizam içinde akıp gidiyordu. "dünyanın 8. harikası bir kadinin yalanidir" demişti, iyi bir dostum. haklıydı. ve o anda, kesinlikle, Tim Buckley'den Sweet Surrender çalması gerekiyordu...
bir keresinde kiza acilicakken bir anda kendimi nepaldeki tapınaklardan bahsederken bulmuştum. bu konuya nasil geldin diye sormayin gerçekten bilmiyorum.
dün gece, saat 4 civarlarında uyandım. sanki biri beni dürtmüş "uyan" demişti. gözlerimi açtığımda ne bir yanma ne de bir kızarma vardı. baktığım yeri net olarak görebiliyordum, daha önceki uyku hallerime göre. bilgisayarı açmak istemedim. bende halihazırda okumakta olduğum kitabımı * aldım elime. ayracı çıkardım içinden ve kaldığım yerden devam ettim okumaya.
şöyle bir paragrafı vardı: "belki de az, çoktan fazladır. belki de az hayat ve ölüm kadardır. belki de seni az tanıyorum, demek, seni kendimden çok iyi biliyorum demektir. bilmesem de öğrenmek için her şeyi yaparım demektir. belki de az, her şey demektir..."
bu paragraf hakkında düşündüm biraz. evet, ne kadar tanıyoruz ki birbirimizi. arkadaşlarımızı, ailemizi, sevgilimizi, kendimizi... haddinden fazla tanıyoruz. ya da öyle olduğunu zannediyoruz. o yüzden her şeyden mahrum kalıyoruz. tanıdığımız için. bildiğimiz için. fazlalık yüzünden. gereksiz fazlalık yüzünden. fazla tanıdığım için kendimi, öldü masumiyetim, yıllar önce. fazla tanıdığım için terk edildim belki de... fazla tanıdığım için susuyorum 5 senedir. ama azalıyorum gün geçtikçe, hissediyorum...
havaya doğru çevirdim gözlerimi. son kez derin bir nefes aldım. çektim içime tüm şehrin yalnızlığını. okumaya devam ettim...
yonetmenlik. cok ufakken kirk dougles'in spartacusunu seyretmistim. yapilan o produksiyonun nasil buyuk ve kusursuz cekildigini gormustum. filmi ceken yonetmenin ise benim en hayran oldugum yonetmen oldugunu nerden bilebilirdim ki (bkz: stanley kubrick)
bi de yorgana atladıktan sonra yüzünde masumca bir tebessüm oluşur. salak salak uuvvv ıvvv gibisinden sesler çıkarmaya başlarsın. başlarsın da, güzeldi be...
turkiyede ki en sevilen en meshur kisileri bir araya toplamis olan show tvnin yeni yarismsidir. ismi de cok buyuk bir zekanin urunudur. kesinlikle kaciracagim ve kacirmaya gayret gosterecegim.
masumduk bu yıllar. sakızı bakkaldan alırdık, atardık ağzımıza sonra kağıdına göz ucuyla bakar ve umarsızca yere atardık. okurduk kağıdın üstünde yazanı da, önemsemezdik. çünkü yaşamamıştık henüz bazı duyguları. dedim ya, masumduk. geçen gün markete gittiğimde rastladım bu sakızlara. bir kaç saniye baktım ve aldım bir iki tane. bi tanesini cebime attıktan sonra diğerini ufak bir çocuğun sevinciyle açmaya başladım. kağıdı okudum.
aşk...
love is...
... her zaman yağmurla güneşin bir arada olmasıdır.
... for always no matter comes rain of shine.
dediği gibi, yağmurla güneşin bir arada olmasıydı aşk. zorlu dünyada yumuşak bir dokunuştu aşk. ya da bazen düşündüğümüzden daha yakın olmaktı aşk...
biz ne bir arada olabildik ne birbirimize yumuşak bir dokunuşta bulunabildik ne de daha yakın olabildik. çünkü masumiyetimizi kaybetmiştik...