ingiliz ırkının ya da japon ırkının mükemmelliğinden bir farkı yoktur. herkesin annesi en güzel yemekleri yapar, herkesin evi diğerkilerinden daha çok özlenilendir. anlayanına tabii.
hayata içerlemekle aynı doğrultuda yer alır. sigarayı öven adam bugünün dışına fırlatmıştır kendini. tek noktadan çok, üç noktalı bir bakış atar semaya doğrı. peki cehenneme övgü mü?! sanmam.. olsa olsa araf'ta sıkışmışlığa şaşırmak.
biliyorsun, anneler hiç katılmayacak bu övgüye.. ve garip görünüşlü kişiler burunlarını kıvıracak. ama dün de öyle olmamış mıydı zaten?..
dünyadaki en dandik laptopları üreten firma. ne yazık ki bazı nedenlerden dolayı üst üste 2 defa bu firmanın lap topunu kullanmak zorunda kaldım ve şu anda da kullanmak zorundayım..
format atma manyağı oldum. haftada en az 1 kere format atmak zorunda kalırsınız. ekranı donar, orası burası arızalanır, en dandik işlemcileri kullanır.
bir daha hp kullanırsam allah benim belamı versin.
yanaklarından sıkılası, koluna altın bilezik takılası, rols roysuna lpg üflenesi, fredie mercury'e ikinci bir sör ünvanı daha verdirilesi, brian may'e ikinci bir defa daha, "siz kimsiniz?" diye sorarsa eşek sudan gelene dek dövülesi kadın.
god save the queen! and godspeed you black emperor!
televizyon izlemiyorum. o yüzden kendileri ile tanışmam biraz geç vakitte geldi. hallerini hatırlarını, ne istediklerini de bilmiyorum. sipariş ettiğim orta boy pizza ne zaman gelecek ondan da emin değilim, fakat, i believe in a thing called love şarkılarıyla beni derin bir özleme itmiş gruptur. bunu saçma bir şekilde kişiselleştirmeye kalkışmayacağım. led zeppelin sevip, queen'e hayran herkeste nasıl bir etki bıraktıysa, bende de öyle bir etki bıraktı işte. bir an için youtube'un yasaklanmış duvarlarını yasadışı yollarla delip the darkness dinlerken ben de diğer herkes gibi aynı şeyi hissettim; 80'ler güzeldi.
ama öncesinde 70'ler dumanı ve mantarları vardı. ki asla geçemediğimiz. ki hiçbir şeyi anlamlandıramıyorken, bir de post rockın patlayan duvarlarında explosions in the sky'a intihar gittiğimiz günler.
o senaristin bir inceliğidir aslında. çünkü senaristimiz bir tim burton filmine seneryo hazırlamak istiyorken ya da roger waters'ı bile kıskandıracak şarkı sözleri yazmak istiyorken, sadece gerizekalıların izlediği korku film dalında seneryo üretmeye mahkum kalmıştır ve diğer bu salaklığı izleyenlere şaka amaçlı bu kurguyu oluşturur.
ister ki aslında; "salakça bir film izliyorsunuz, yer yüzündeki en aptalca şey; insanın oturup korku filmi izleyerek korkutulucağını bekleyerek korku filmi izlemesidir, sizinle resmen dalga geçiyorum"
pahalılığından ötürü hayatımda daha hiç yiyemediğim tavuk. o fiyat listesi geliyor aklıma. 15 ytl, 20 ytl. "hayır dükkanı satın almayacağım, ben sadece tavuk yiyeceğim" dediğim geliyor aklıma, bir de şapkalı yapay kadının, "hayır onlar sadece menü fiyat listemiz" diyişi.
cesur yeni dünyanın moron adamlarından birisidir. o adam aslında her yerde. futbol izliyor, arabalara ilgi duyuyor, hafta sonlarında pikniğe felan gidiyor. size de tanıdık geldi di mi!
gaybın kapılarının aralanması. klibini mi yoksa müziğini mi dinleyeceğim/izleyeceğim şaşırıyor insan. roger waters pompeii'de nasıl bir zemberek kurmuşsa, sigur ros da bu şarkıda aynı zehirli zembereği kuruyor.
şarkı ve video klip bittiktan sonra: ben ben değilim artık. misafir oturmaları. vizeler ve finaller. umurumda değilsiniz hiçbiriniz. gerçeğin ne dediği ve romantik akımın korkunç sonuçları umurumda değil. hiçbiriniz yoksunuz artık. boğuluyor gün. boğuluyor dakikalar. baştan çıkıyorum. dudaklarımı yaralar kaplıyor. sonra bir lahmacun ülkesinde olduğum aklıma geliyor. kahrımdan ölüyorum. nefret kusuyorum doğduğum yere. kender yurdu değil, lahmacun yurdu.
bir sahafa bu kitabı almaya gittiğinizde ve elinizdeki basımın tam da 1984 basımı olduğunu görünce, en başından karşılıklı bir sevgiyle okumaya başladığınızı hissettiğiniz kitap.
kitabın özelliğini ve güzelliğini yüzbininci defa vurgulamaya gerek yoktu. 1984'ü okumuş birileriyle karşılaşmak da heyecan vermiyordu artık eskisi gibi. fakat 1984, her zaman için nevroz bir beynin, yani; acıdan ve umutsuzluktan ve kaotiklikten ve sıkışıp kalmaktan hoşlanan kişilerin en tatlı sığınağı oldu, orada huzur buldu alacalı beyinleri. karanlık ve pislik içinde yüzen bir mağaranın en güzel tasviriydi bu kitap. bazıları daha da ileri gitti ama, insanların tamamen düşünemeyecek birer hayvana dönüştürülmesi fikrinden, arıdil'in cezbedeciliğinden başları döndü. elbette bunu bu kadar sevmelerinin nedeni, insanlardan çok çekmiş olmalarıydı. selim ışık insanlardan bir intikam alacak olsa, her şey tam da böyle olurdu.
olaylar karışıktı.
karma police dinleyip the wall mahkemelerinde tanımlandıramadığımız ama kaybettiğimiz bir izin peşine düşmüşken, misafir oturmalarında uzaklara dalıp mırıldandık;
"kestane ağacının dalları altında
sen beni sattın ben de seni"
şimdi 2008 deyiz sanırım. bazıları 2012 de diyor.. ve artık kimin ne kadar sattığı hiç önemli değil hiç.
godspeed you black emperor'un en alacalı gecesidir bu şarkı. sözleriyle, senelerdir tam emin olmadığım, anlamlandıramadığım ama fısıltılarını, ama varlığını hissederek kurmaya çalıştığım zıtlıklar dünyasını; "the skyline was 'beautiful' on 'fire'" sözleriyle önüme sererek, özlemini çektiğim o yeni dehlizlerin kapılarını bana açmış, adeta bir ufuk patlaması yaşamama sebebiyet vermiş şarkıdır.
the car's on fire and there's no driver at the wheel
and the sewers are all muddied with a thousand lonely suicides
and a dark wind blows
the government is corrupt
and we're on so many drugs
with the radio on and the curtains drawn
we're trapped in the belly of this horrible machine
and the machine is bleeding to death
the sun has fallen down
and the billboards are all leering
and the flags are all dead at the top of their poles
it went like this
the buildings tumbled in on themselves
mothers clutching babies picked through the rubble
and pulled out their hair
the skyline was beautiful on fire
all twisted metal stretching upwards
everything washed in a thin orange haze
i said: "kiss me, you're beautiful
these are truly the last days"
you grabbed my hand and we fell into it
like a daydream or a fever
we woke up one morning and fell a little further down
for sure it's the valley of death
cips poşetindeki son kırıntıları arkadaşından önce yiyebilmek için ter dökmek. her türlü çirkef güzellik vardır bu işin içinde. yedirmem arkadaşım o son kırıntıları, hazzın doruklarında gezinirim.
ilgi çekmek adına orjinal ve başarılı bir yöntem, fakat artık ben kendim günlük hayatta hiçbir şeye şaşıramamaktayım.. bu da şaşırtıcı olmadı. güzel bir şeyler olduğunda şaşırıyorum ben, "nasıl güzel bir şey olabilir ki hala?" diyorum kendi kendime, gözlerimi kocaman kocaman açıyorum.
gençlik dönemlerinde gereğinden fazla önemsenen bir etkinliktir. r.h.c.p.'ın türkiye'de konser vermesini beklemekle geçer koca koca yıllar. sonra bir bakmışsın, "ne konseri yea!?" diyorsun. barların yanından geçerken, "gençler eğleniyor işte" derken bile bulabiliyor insan kendini, yoksa bunlar bir tek bana mı oluyor.
ruhunuz kabardığında ve gece boyunca büyülü yedi rakamlarından geçerken, dünyayı dumanlar altında ezen şarkı. o, bitmek bilmez sembolleri ile cennetin merdivenlerinde ilerledikçe, siz de araf'ın merdivenlerinde boğulup kalacağınızı sanırsınız. sizin, dear lady'niz değil, dark lady'leriniz büyüyordur zihninizde.
özellikle laptop sahipleri için oldukça olası bir durum. bir süre sonra çığrından çıkarlar çünkü.. ağzını sileyim derken altından kaçırırlar, kırılası paramparça edilesi. format attığınıza değmez. balans ve manevra uçmuştur artık bir kere.
bir iş yerine gittiğinizde ve orada sizin yaşınıza yakın, kafa birisi olabileceğini düşündüğünüz birisiyle karşılaştığınızda deli gibi içerisine düştüğünüz paranoyadır.
izlandalı post rock grubu. yani sigur ros'un bir başka yansıması. izlanda'da ne veriyorlarsa çocuklara, ne yediriyorlar, ne okutuyorlarsa.. ortaya böylesine eşsiz gruplar çıkıyor, ağzımız açık izliyoruz, arkadaki televizyondan "teoman gazetecileri nasıl dövdü?! az sonraaa" sesleri yankılanırken. içim sıkışıyor.