herkes aşık olduğu zaman durumu karşısındaki insanın özelliklerine göre değerlendiriyor. karşısındaki insanın o aşka değip değmediğini anlamaya çalışıyor.
ya karşımızdaki insan çok daha büyük bir aşkı hak ediyorsa? ya biz o insana o kadar yürekten bağlanmayı, aşık olmayı hak etmiyorsak? ya bizim mükemmel sandığımız aşkımız, sevgimiz aslında karşımızdaki insanın değerinin yanında bir hiçse?
en iyisi paramparça olan özgüvenimizin, özsaygımızın şerefine içmek sanırım.
belki birçok insan kıymetbilmezlik olarak değerlendirecek ama ben gerçekten bu hayattan şikayetçiyim.
herkese mutlu olsun diye bir şeyler veriliyor ama onunla nasıl mutlu olacağı öğretilmiyor.
parası olan insan parayla nasıl mutlu olacağını bilmiyor. malı mülkü olan insan da onlarla nasıl mutlu olacağını bilmiyor. eşi, dostu, çevresi olan insan da mutlu olmayı bilmiyor. yanında annesi, babası, kardeşi olan insan da onlarla nasıl mutlu olacağını bilmiyor. eşi, sevgilisi olan insan da mutlu olmayı bilmiyor.
bu nasıl bir hayat lan böyle?! her şeyi öğreniyoruz da bir mutlu olmayı öğrenemiyoruz. öyle hissediyorum ki bu hayat sürekli bizden bir şeyleri sakınıyor. tam mutlu olmayı öğreneceğiz derken, tam "işte bu sefer her şeyim var, artık mutlu olabilirim!" diyecekken elimizdeki şey de gidiyor. arkasından bakıyoruz donuk gözlerle ya da ağlıyoruz.
peki mutlu olmak için ne vermemiz lazım? para mı harcayalım, zaman mı harcayalım, fedakarlık mı yapalım? yoksa oturup uzun uzun düşünelim mi? yoksa bütün duygularımızı mı ortaya serelim? neyi eksik yapıyoruz ki biz? gökten bir haber gelmesini mi bekleyelim? yoksa dünyevi şeyleri mi yoklamalı acaba mutluluk sağlıyorlar mı diye? belki de öyle boş boş durup bekleriz mutluluk gelsin bizi bulsun diye.
öğrenildiğinden insanın ufkunu iki katına çıkarmayan bilgi.
ben bu olayın daha yeni farkına vardım. rimel süren insanların bilinçsiz olarak ağızlarını açtıklarını yıllardır duyuyordum. meğer ben de lens takarken ağzımı yemek yerken uçak geliyor vaadiyle kandırılmış minnak bebek gibi kocaman açıyormuşum. işin kötü tarafı her lens takışımda bu durum aklıma geliyor.
tanım: sözlük yazarlarının içine dert olan, genellikle kimseye anlatamadıkları durumlardır. boş durdukları anda kafalarını bu konulara yorarlar ve ansızın içlerine oturan öküzle göz göze gelirler.
boş konuşan insanlardan sıkılıyorum. sürekli boş konuştuğu halde boş konuştuğunun farkında olmayan insanlardansa daha çok sıkılıyorum. bir insan az bile olsa girdiği ortamda konuşurken diğer insanlara bir şeyler katmalıdır. bir insana gününün nasıl geçtiğini soruyorsak bu bizim bütün gün ne yaşadığını dakika dakika merak ettiğimizden değildir. isteriz ki o gün yaşadıkları karşımızdaki insana ne katmış. gün sonunda ne hissediyor, ne düşünüyor. bize aktarabileceği önemli bir durum gerçekten var mı ve bizi ilgilendiren şeyler anlatacak mı diye merak ederiz. ne zaman bir arkadaşımla buluşsam bana ipe sapa gelmez bin türlü şeyden bahsediyor ve kafa şişirmekten başka şey yapmıyor. ben de insanların lafını kesmeyi hiç sevmediğim için ve onları susturmak istemediğim için dinliyorum. muhabbet bitince de "e sen de hiç konuşmuyorsun ki canım!" cevabını alıyorum. ne yapabilirim yani sen öğlen bir arkadaşınla kantinde buluşup onun sevgilisinden bahsettiysen? senin yaşadığın şeyler zaten sende, onlar senin geçmişin haline geldi, senin anılarına karıştı. bana günlük tutar gibi her olayı detaylarıyla anlatmana ihtiyacım neden olsun ki? vaktimi yemekten başka neye yarıyor bu muhabbetlerin?
tabii buraya içimizi döküyoruz ama günlük hayatımızda bir arkadaşımıza bu durumu azıcık hissettirsek tersleniyoruz. kırılıyorlar ve alınıyorlar.
ben ne yazık ki birçok insanın beynini dahi kullanmadan yaşadığını düşünmeye başladım. insanlar çok boktan hayatlar yaşıyorlar ve çok eğlenceliymiş, matrakmış imajı yaratmayı seviyorlar. kabul edin kardeşim artık, günlük hayatta başınıza gelen şeylerin %99'u saçma salak ve anlamsız geliyor diğer insanlara. öyle basit olayları gözünüzde büyütüyorsunuz ki sanki hepiniz aksiyon filmlerindeki kahramanlar gibi heyecan verici hayatlar yaşadığınıza inanmaya başlamışsınız. okuduğum en boktan kitaptaki kahramanın hayatı bile okurken sizinkin anlattıklarınızdan daha çok zevk veriyor.
anlıyorum elbette, insanlar sizi dinlerken gülsün, eğlensin istiyorsunuz. sizi mutlu gördükleri için onlar da mutlu olsun istiyorsunuz. ama benim açımdan doğru yöntem bu değil. ben sırf arkadaşlarımı özlediğim, sevdiğim, değer verdiğim için de onların yanına gidiyorum. konuşmasak da yanyana otursak benim için kafi. onu göreyim, iki sarılayım, iyi olduğunu göreyim ya da cidden bir sorun varsa içini rahatlatayım ve destek olayım. bunların dışında beraber geçirilen her an konuşmak gibi bir zorunluluğumuz yok ki. oturalım ferah bir mekanda manzarayı izleyelim. konuşmak zorunda hissetmeyelim.
inanın bana kaliteli vakit geçirebileceksek bile onu böyle şeylerle öldürüyoruz. çoğu zaman arkadaşlarımın yanından ayrıldığımda son 3-4 saattir ne yapıyorum ben ya, ne konuştuk, ne paylaştık diye düşündüğümde elimde hiçbir kayda değer şey olmadığını görüyorum ve bu beni üzüyor. bu kadar yakın dostların uzun süre vakit geçirip onu heba etmesi çok acı. kaliteli paylaşım yapmayı öğrenmeliyiz. toplumca kendimizi daha çok geliştirmeli ve birbirimizi aydınlatmalıyız. ufacık çocuklar bile birbirleriyle oynarken neler neler öğreniyorlar. biz koca koca insanlar 5 saat konuşup karşımızdaki insana bir şey katamıyoruz. gerçekten çok yazık!
yıllar, insanın kafa yapısını, düşüncelerini ve duygularını çok fazla değiştirebiliyor. bu nedenle bir kitabı ikinci kez okumak insana ayrı bir haz verebiliyor. tabii kitabın kalitesi de çok önemli. boş bir kitabı 10 kere de okusanız size yeni bir şey katmayabilir.
eğitimin, eğitmenlerin, öğretmenlerin aşağılandığı, küçük ve değersiz görüldüğü bir ülkede herkesin farkında olması gereken gerçektir. cahillikle savaşacak insanların bütün hevesini köreltirsek ülkede cehalet elbette bitmez.
Cream - Sunshine Of Your Love (bu aslında pek de az bilinen bir şarkı değil ama yine de paylaşmak istedim.)
Aşık Mahzuni Şerif - Han Sarhoş Hancı Sarhoş (bu türe uzak olanlar muhtemelen bilmezler.)
Walk On By - Isaac Hayes (1969)
Soap Kills - Enta Fen
Ania Dabrowska - Bang Bang (şarkının sahibi değil ama epeyi güzel seslendirmiş.)
Michelle Gurevich - Dance While You Can
Manuş Baba - Gitme
Barbara Bonney - Ave Maria
The White Buffalo - The House of The Rising Sun
bu listede çeşitli türleden şarkılar mevcut. tabii bazıları için "oha bunu da bilmeyen mi varmış?" diyebilirsiniz. yine de bilmeyenler için iyi olacaktır.
gelişmiş görsel efektler olmadan da üst düzey oyunculuk sayesinde müthiş savaş sahnelerinin çekilebileceğini gösteren filmdir. izlerken insana çok zevk veriyor. ayrıca zaman zaman gülmekten yarılmanıza bile neden olabilir. filmin isminden anladığımız gibi filmde 7 samuray var ve hepsinin kendine özgü enteresan kişilikleri var. siyah-beyaz olması da filme ayrı bir hava katıyor. kesinlikle izlenesi bir film.
MIT tarafından geliştirilen bir yazılım geliştirme platformudur. 8-16 yaş grubu çocuklar için tasarlanmıştır. kod bloklarını birleştirerek kendi oyunlarınızı ve animasyonlarınızı yapabilirsiniz. Çevrenizdeki bu yaş grubunda, programlamaya, yazılım geliştirmeye ilgi duyan çocuklar için çok faydalı olacağını düşündüğüm bir ortam. sitede ve geliştirme platformunda türkçe dil desteği var. oradan faydalı kaynaklara ulaşabilir ve platformun kullanımı hakkında bilgi edinebilirsiniz.
"Scratch ile kendinize ait etkileşimli hikayeler, oyunlar, animasyonlar programlayabilir ve oluşturduklarınızı internet topluluğundaki diğer insanlar ile paylaşabilirsiniz."
eczanelerin ve kuaförlerin esnaflık yaptığını unutmayın. birer arkadaş, dost gibi görünüp size tavsiye verirler ama gün sonunda sizden kazandıkları paraya bakarlar.
"...çünkü insan sevilmekten çok anlaşılmayı istiyordu."
bizi gerçekten anlayan bir insan bulduğumuzda hayatımızın her anını onunla paylaşmak istiyoruz. o kişi hayatımızda olmasa, her şey adeta bir jenga kulesi gibi yıkılacak. en azından öyle hissederiz.
bana göre işin özünde her insan biraz eksiktir. varlığındaki bu boşluğa denk gelen doğru parça karşısına çıktığında ise insan aşık olur.
kısaca insanın kendi başını okşayıp "her şey yoluna girecek." demesidir. bir hata yaptığımızda kendimizi motive etmemizi ve kendimizi iyi hissetmemizi sağlayabilir. tabii bu öyle her zaman durduk yere olan bir şey değil. bilinçli olarak kendinize destek çıkmanız gerekiyor. *
Hayatıma giren üzüntüleri, hüzünleri, kırgınlıkları kabullendikçe mutluluğumun daha çok arttığını hissediyorum. Mutlu olduğum anlar benim için sıradan şeylere değil, özel anlara dönüşüyorlar. Bu yüzden karşıma çıkan olumlu ya da olumsuz her şeyi hayatın bir parçası olarak görüyorum. isyan etmek yerine yaşadıklarımı anlamaya çalışıyorum ve Kendime dersler çıkarmaya çalışıyorum.