-kötü koku
-cimrilik
-her konuda her şeyi bilme küstahlığı
-emir cümleleriyle konuşma
-herkesle flörtöz konuşma
-vücuduna hakim olamadan göbek atma
-dokunmayı bilmeden sevişmeye çalışma.
bu şarkının handikabı benim için "too sick to be ashamed" derken 'ashamed' anında*, "there's no one else to blame" derken 'blame' anında giren davul ataklarıdır.
yolda düz yürürken o davul ataklarını duyduğum anda il sınırına kadar koşasım geliyor. öyle bi' gaza gelmek yoktur.
unutamıyorum, çünkü köpek resmi hariç, bir bok anlamamıştım. o yaşta o kitabı veren kimse, cin aliler götürsün onu. o günden sonra kitaplardan soğudum. ondan sonra şeker portakalı'yla falan kompanse etmeye çalıştıysam da başaramadım. bi ayşegül tatilde serisiyle coşamadı şu gönül, cin ali'lerle ılık süt içemedi.
acıtasyon üzerine kurulu, hele ki artık boku çıkmış yahudi acıtasyonu üzerine kurulu bilimum eserden nefret etmemden tamamen bağımsız olarak, bir daha goodreads gibi sitelerde 4.30'un üzerinde puan almış eserleri okurken çok dikkatli davranmam gerektiği gerçeğini bana hatırlatan kitap olmuştur. bir diğeri için;
gerçi kite runner gibi bir çöp kutusu ile kıyaslamak kitap hırsızı'na ciddi saygısızlık olur, fazla boş vaktiniz varsa bu klişeler ve öngörülebilir kasıntı acıtasyonlarla dolu kitabı okuyup hoş zaman geçirebilirsiniz. denize the kite runner mı düşse kurtarırsın yoksa the book thief mi diye sorsalar hiç düşünmeden the book thief derim yani, bilmiyorum izah edebildim mi. bir nevi the book thief iyiydi ama çevresi kötüydü yani, gece gece kitap olsa da kızın yedi sülalesini öldürüp başında ağlatsak, şiirsel anlatımlarla çocuksu çok sevimli resimli hikayeler yazsak, yahudileri sevdirsek, çok boş oldu ama ya napsak, ımmmm kitap, evet evet kitap, kitap falan çalsın arada sırada işte kız, kelimelerin gücünü kullansa ve kelimelerin gücü de onu kurtarsa kitabın sonunda (inanılmaz bağlantısal köprüyü anlamayanlar için kitap çok güzel bir şeydir yani kesin okuyun, kitap okumuyorsanız bu akılalmaz neden sonuç ilişkisini anlamamanız da normal tabi). ha azrail'i unuttuk tabi, ölümden başkası yalan ya, sahibi değil de bekçisi diyelim, kefenin cebi yoooook.
daha önce nasıl duymadım diye hayıflandığım dizi pek azdır, ikinci bölümü yayınlandıktan sonra haberim oldu ve seyrettim.
hikaye iki dedektifi anlatıyor, polisiye, ne olacaktı ki ama hikayenin işleniş şekli o kadar ince, o kadar güzel ki kaptırıyorsunuz kendinizi. açık alanlardaki o yukarıdan yapılan çekimlerle rust cohle'un karanlık ve insanı küçük ve önemsiz gören fikirleriyle çok güzel örtüşüyor, karakterle beraber kötümser bir bakış açınız oluyor. martin hart'ın iyimser ama iki yüzlü hayatı, çelişkileri, zayıflıkları da zaman zaman abartılarak gözümüze sokuluyor, o kadarına gerek yoktu. hele o down payment repliğine...
uyumsuz ama iyi iş çıkaran dedektifler klişesi yerli yerinde, azar azar karakterleri daha da tanıyor olmak ayrı bir bulmaca olarak ana konunun yanında güzel durmuş.
seyrettiğim iki bölümü ile kendisinden olan beklentiyi oldukça yükseltmiş bir dizi, fantastik ya da bilimkurgu olmadığı için, senaristlerin uçuşa geçip, senaryonun sıçması gibi bir şey yaşayacağımızı sanmıyorum, beklentinin karşılığını verecektir.
seyredin, pişman olmazsınız. hatta seyretmezseniz pişman olabilirsiniz.
başka bir porgramda yaşansa olay yaratacak olan muhabbetlerin bile , kıyıda köşede kalıp laf arasına sıkışabildiği program;
ahmet çakar : ben 12 yaşında sünnet oldum
abdulkerim durmaz : 12' de mi oldun ?
ahmet çakar : evet
abdulkerim durmaz : ooo çok büyük ... yani çok yaş büyük