bugün

öykü çok romantik olmak zorundadır. romantik olmasa öykü olmaz zaten. romantik de klişedir. klişe de iyi bir şey değildir. o zaman öykü de güzel bir şey değildir.

réalité iyidir. ki ben çocukken jerry tom'u yakalasın da yesin diye hırsla izliyordum. o kedinin her defasında "kötü" olmasından kaybetmesi, diğerinin "iyi, sevecen, mağdur" olmasından kazanmasına çok sinir oluyordum.
Öyküler ancak onları anlatabilecek olanların başından geçer demişti biri bir gün: Aynı şekilde belki yaşantılar da onları yaşayabilecek olanlara sunarlar kendilerini.
Öyküler ancak onları anlatabilecek olanların başından geçer demişti biri bir gün: Aynı şekilde belki yaşantılar da onları yaşayabilecek olanlara sunarlar kendilerini.
kurmaca anlatı türü.

mesela bakın ben kurdummm..

Gece erkenden attım kendimi yatağa.. uyumak için değil, ayakta daha fazla yapamadığım için, zira kafamın sağ tarafında bir ağrı kıvrandırıp duruyor beni, şakağım gözüm zonkluyor, elimi sokup gözümü çıkarasım geliyor, o derece.. yatakta dönüp duruyom, bir yerlerden müzik sesi geliyor, beynimin içinde çalıyor sanki.. aradım taradım sesin kaynağını buldum sonunda.. karşı binanın balkonunda üç beş avel oturmuş, öğrenci yamyamlar belli.. biri yatmış manitanın göğsüne, keyfi yerinde.. öbür eleman müziği açmış laptopunda, ses ordan geliyor.. eline almış bir alet oynayıp duruyor, bahane tabi, aklı yanında gizlice yiyişen ikilide, müziğin sesinden ve yabancı müzik çalışından belli, ama ben ilgilenmiyom demeye getiriyor aklınca.. tek tabanca kaldığı için yapacak başka şeyi yok tabi.. halbuki aklı onlarda denyonun.. az sonra o yiyişenler "biz yatıyoruz" deyip odalarına çekildiğinde, acaba ne yapıyorlar şu an deyip iç geçirecek belli.. hele o "biz yatıyoruz" lafı çok fena koyacak lavuğa, "biz sikişmeye gidiyoruz" diyorlar yani, herifin içi gidiyor tabi.. bütün gece dönüp durur yatağında, nasıl sikişiyorlar acaba, en ince ayrıntısına kadar kurar durur artık.. sabah kalkınca ayrı bir tiyatro tabii.. kız kısa donuyla çıkar odadan doğru banyoya.. çişş sesleri bile müzik gibi gelir bizim elemana.. o çıkar çıkmaz bizimki sıkıştım ayağına koşar banyoya, o büyülü ortamı bozulmadan teneffüs etmek için.. kızın az önce götünü koyduğu klozete abanır hemen.. salyalar akıtarak hayal kurar, bir otuz birin zamanıdır artık.. herkes kalktıktan sonra, gece yiyşen o tipler hiçbişey yapmamış triplerinde gezer evin içinde, yapmacık bir "günaydın" çakarlar bizim lavzeğe, böyle kısık gözlerle, gece fena sikiştik uykusuzuz yorgunuz demeye getirirler.. sonra kahvaltı masasında havadan sudan konuşmalar, olağan davranışlar, bugün napalımlar, hava da güzelmişler.. bizim eleman en ufak harekette moda girmeye hazırdır tabi.. kızın üstünde seks kokan bir pijama, tişörtünün altında göz kırpan taze emilmiş memeler.. öylece tutturulmuş saçlar, kaçamak bakışlar.. bizim lavzek hayaller aleminde.. kızın elinde tuttuğu çatalın yerini neler alır kim bilir.. içten içe de isyandadır avel.. ulan piçler gece çatır çatır sikiştiniz ne bu ayaklar şimdi!.... lavuğa hak veriyom tabi, bişey demiyom.. dünya buule üzerine kurulu ne de olsa.. o napsın...
Kimilerinin büyüyüp roman olmasını beklediği edebi tür. Oysa öykü öykü olarak doğar.Kendine ait kuralları,sınırlılıkları,iklimi coğrafyası olan apayrı bir dünyadır öykü. Edebiyat dünyasının üvey evladı gibi muamele görse de bir avuç öykü sevdalısı sayesinde varlığını devam ettirebilmiştir.
iNATÇI ÖZLEM FARESi

Dayım dedi köye gidiyorum. Yalnızca gitmek duygusunun beni ne kadar çok heyecanlandırdığını hatırlıyorum şimdi. Bir de özlenmek duygusunun… Ama hangisi daha güçlüydü hatırlamıyorum şimdi.
Dayımla köy minibüsüne bindim. Minibüsün penceresinden benden kaçan ağaçları, evleri, çeşit çeşit börtü böceği seyretmek kadar keyifli başka bir şey olamazdı. Minibüstü giden. Ama çocukken insan tersini seviyor. Şimdi onca uzun yolculuklara çıkıyorum, hep ben kaçıyorum, her şey yerli yerinde kalıyor.
Sanki başka bir annesi daha varmış gibi annesine ismini de söyleyerek “Zeynep Ana” diye hitap ederdi annem ve biz de öyle derdik. “Hoş geldin” dedi, beni bağrına bastı Zeynep Anam. Uzun boylu, zayıf ama şahin bakışlı güçlü bir kadındı. Üstünde hep iş giysileri olan biriydi, “insan taşı sıksa suyunu çıkarır” der ve öyle de yaşardı.
Şehirden gelen biri, o gün en kıymetlisi olurdu köyün. Kovanından yeni çıkarılan ballar, taze kaymaklar, cıngıl cıngıl üzümler, çeşitli yemişler ve küçük gezintiler… Ertesi gün, herkes işinin başına döner, şehrin acarlığı köyleşir ve şehirden gelen köyü keşfe çıkardı…
Saatler sürse, saatlerce seyredebilirdim. Beyaz yüzü, beyaz yüzünün ortasındaki kemerli burnu, ciddi ağzı, gözleri, omuzları, ince gövdesi, her şeyi, sanki ellerinin yönettiği bir orkestrada kayboluyordu. Ara sıra söyleyeceklerinin boşa gitmesini, taşan süt gibi yere dökülüp telef olmasını istemiyormuşçasına ağzını büzerek konuşuyor ama gözlerini ellerinden ayırmıyordu. Anlattıkları ne kadar ilgi çekici olursa olsun, konuşmaya, onun yarattığı bu büyülü anı bozmaya cesaret edemiyordum. Söylemek istediğim ne varsa o tek bir ses olarak çıkarıyordu zaten; orta parmağındaki gümüş bir yüzükle süt kazanını yıkıyordu. Yüzük kazana değdikçe, sürtündükçe, her şeyi söylüyordu; sütün türküsünü, kazanın türküsünü, benim, onun, tüm evrenin…
Köylerin günleri, şehirlerin haftaları kadardı ve günler geçti. Gözlerim Zeynep Anamın, süt kazanını yıkayan ellerinin ilik evlerine takılı iki düğme gibi aylar geçti. Yolculuk güzeldi tamam. Kaçan ağaçlar, giden evler güzeldi tamam. Dilediğimi de yapmıştım, şehirdeki aileme kendimi yeterince özletmiştim. Kazanın türküsü, evrenin türküsü güzeldi tamam. Ama ailemi, şehirdeki oyun arkadaşlarımı çok özlemiştim. Köylerin kocaman kulaklarına yakışmayacak denli sağırdı, dedem, dayım, halam: Özlemimi duymuyorlardı. Kendime de kızıyordum; kaç kez dedem, “özlediysen götüreyim” demişti de özlemimi gizlemiş, şehirdekiler beni daha çok özlesinler diye, “yok biraz daha kalayım” demiştim. Sonra sonra çekmeye başladım acısını; onlardan sakladığım özlem, inatla karışıp geceleri rüyamda kerpiç duvarın içine sıkışmış bir fareye dönüşüyor ve her gece duvarı kemirip, kendine bir yol yaratmaya çalışan bu minik farenin tıkırtılarını, kemirme seslerini benden başka kimse duymuyordu. Gecelerim böyle geçerken gündüzlerim de depremlerden sonra kulaklarını en ufak tıkırtıya kabartan insanlar gibi tedirgin geziyordum. Dakikalar, saniyeler trenlere ağır ağır yüklenip yavaş yavaş yol alıyordu da anlamıyordum, haftalar aylar nasıl uçakla helikopterle geçiyordu. Dedemin yalnızca yere düşünce çalışan topal saatini yere düşürüp düşürüp kulağıma dayıyordum da kimse sormuyordu, özledin mi diye!
Dayanamadım, bir akşam avluda batan güneşi arkama alıp “özledim, beni götürün” dedim. Sanki artık dönmesi mümkün olmayan bir ölüyü çağırıyormuşum gibi herkes yüzüme tuhaf tuhaf baktı. Dedem, “hıh, tam zamanını buldun, kaysılar dalında mı kalsın?” dedi.
Sıktım dişimi. Dişimi sıkmalıydım. Arılar kovanlarına dönsünler diye taş çaldım. Farem büyüdü. Karadut yedim, mantar topladım, farem büyüdü. Gözümde bir damla yaş gördüm. Düşüp toprağa buharlaşıp yağmur olsun diye taş çaldım. Farem bir iki gün sustu. Ama köy bittiii…
“Kaysılar az kaldı” dedi dedem, “bir de islime attık mı…” Kaşığı sofraya bıraktım, “ben kendim gidebilirim” dedim. Kimse duymadı. Bir daha söyledim. Kimseyi duymadım. Farem kıpırdadı, kimse duymadı.

Faremle dost olmuştuk artık, ondan korkmuyordum. Gündüzleri bile konuşuyorduk. Kaçış planımıza başladık. Sabahın köründe kalkıp şehir minibüsüne yetişecektik. Kimseye belli etmeden evden çıkmalıydık. O gün bir bahane bulup herkesi öpmeliydik.
Günler geçti, ben uyansam farem uyanmıyor, farem uyansa ben uyanamıyordum. Herkesi her gün öptüğüm için bana bağlandıklarıyla kaldım, bağlandım. Şehir çok uzaktı, kaybolmuştu sanki… Tek gözle görebilirdik onu ancak; sabahın köründeki minibüsle… Ama o da uykuda altıma kaçıyordu…
Ve nihayet beklediğimiz gün gecesinden geldi. Dayım ve halamı mutfakta gizlice konuşurlarken yakaladık. Dayım, sabah şehre, kayısı satmaya gidecekti. Sabah kalkıp gizlice kayısı kasalarının altına girecektik. Kimse bizi görmeyecek, gizlenecektik.
Horozların sesini duysaydım, dayımın motor sesini duymayacaktım. Saat daha önce yere düşse zamanında çalacaktı. Üstüm açık yatsaydım sabah serinliğini duyacak, ürpertiyle kalkacaktım. Gece çok su içmeseydim yine altıma kaçırmayacaktım…
Dayım motoruyla uzaklaşırken ağaçlıklı, kestirme bir yola girdim. Bu yolu takip edersem bayırda önüne çıkabilirdim. Ayaklarım çıplaktı. Ağaçlar çıplaktı. Koşuyordum, koşamıyordum. Düşünce çalışan saat gibi düşünce yeniden kalkabiliyordum. Köy kayboluyordu, şehir kayboluyordu, ayaklarım acıyordu, koşuyordum, faremi düşürdüm… Bayılmışım.
Uyandığımda hala sabah zannediyordum. Ertesi gün akşammış. Babam gelmiş. Beni eve götürecekmiş. En sevdiğim, sanki onu daha çok baba yapan yeşil süveterini giymişti.
“Ne oldu, neden durgunsun baba?” Dedim… “Mahalleden taşındık” dedi, “evleri fare sarmış!”
CEZMi

ilkokul üçüncü sınıftaydık. Kar beyazı güzelliği ve iyiliği ile o zamana kadar gördüğüm tek güzellik ve iyilik imgesi olarak Sinderella’ya benzettiğim ilkokul öğretmenim Ayşe Beyazıt, sınıfın korsanları olan Adil, Nedim ve Ayna’dan yorulmuş, bezmişti. Tembellikleri, uyumsuzlukları artık öğretmenimizin canına tak etmişti. Üç kuşaktır üçüncü sınıfta olan, on altı yaşındaki koca adam Nedim, en arka sırada hala çizgi çekiyordu. Büyük ablamın sınıfından ortanca ablamın sınıfına, oradan da benim sınıfıma kalmıştı; dolayısıyla Nedim’i ailecek tanıyorduk.
Adil de bir başka koca adamdı. Yüzünde derin bir kasatura izi vardı. Ayna elebaşlarıydı. Asıl adı Mehmet Hanifi idi ama herkes ona soyadı ile hitap ederek Ayna diyordu. Bu çetenin dışında bir de kendi başına bir çete olan Cezmi vardı. Babası okulda hademeydi. Masmavi gözleri ve sapsarı saçıyla çok güzel bir erkek çocuktu ve onca uyumsuzluğuna ve tembelliğine rağmen, ah gönül bu işte, ben ona aşıktım. Gülüşünü seviyordum. Gülünce ortaya çıkan ağzı bir kedininki gibi tertemizdi… Gerçekten de Cezmi sapsarı bir kediye benziyordu. Kedinin cambazlığı vardı onda… Yerinde duramıyordu sanki… Ve onun tembelliği, anlamamasından, babasının kızınca ona bağırdığı gibi, “geri zekalı” olmasından kaynaklanmıyordu da sanki daha biz yeni anlamaya başlarken onun anlamaklardan dönmesinden, bu tek başına dönmelerden, giderek sıkılmaya başlamasından kaynaklanıyordu… Ben sınıf birincisiydim. Cezmi’ninkinin tersine her zaman yakalığım ütülü ve kolalıydı. Örnek gösterilirdim, tıpkı annemin işlediği dantel yakalığım gibi örnek örnek… Cezmi’nin bir ucu hep sarkık gezdiği yakalığını seviyordum ama ben… Benim yakalığımın hiç öyle dağınık durma özgürlüğü yoktu…
Öğretmenimiz bir gün bana, “çık tahtaya, bir gününü anlat, herkes örnek alsın, nasıl ders çalışıldığını öğrensinler!” dedi. Bir an ürperdim. Yüzüm kızardı. Annemin, “hadi yatın, elektriği boşa verip durmayın, bu kadar ders çalışmayı da ben siz de gördüm, iş yapmamak için habire kitap açıyorsunuz, biraz da ev işi yapın, el işi yapın!” dediğini anlatamazdım. Tek gözlü odamızda, çoğu gün aynı sözler tekrarlanırdı… Üç kız kardeş, gizlice ders çalışmanın yollarını arardık… Böyle anlatamazdım elbette. O anda kafamda bir ışık belirdi. Öğretmenimizin benden ne istediğini hissetmiştim. Örnek olacak bir ev yaşantım olmalıydı. Anlatmaya başladım. “Okuldan eve gidiyorum. Önlüğümü çıkarıyorum. Sonra karnımı doyuruyorum. Sonra masama oturuyorum…”
(Masa dediğimse, evin içinden çatıya çıkılan, sanki merdiven basamakları yorulmasın diye dedemin birkaç kare tahtadan bir düzlük oluşturup yine basamak çıkmaya devam ettirdiği enteresan bir düzenek. Ortaokulda da bu düzeneği masa gibi kullanmıştım. Ben ders çalışırken örneğin ev halkının, defterime kitabıma basıp çatıya çıktıklarını, ya da kedinin gelip kitabımın üstüne yattığını hatırlıyorum. Bir de o masada Gaus problemlerini anlamaya çalıştığımı… Bir çalışma masam ve kitaplığım ancak lisede olabilmişti yani) Devam ediyorum: “Sonra, o günkü dersleri tekrar ediyorum, sonra ödevlerimi yapıyorum. En son da biraz kitap okuyorum.”
Öğretmen anlattıklarımı herkesin defterine yazmasını istedi. Ertesi sabah tekrar beni tahtaya çağırdı. “Tekrar anlat bir gününü nasıl geçirdiğini. Dün Cezmi gelmemişti. Bu gün o da duysun.” Ben nasıl bir coşku seline kapıldıysam, bir cumhurbaşkanı brifing veriyormuş gibi anlatmaya başladım.
-Eve gidince önce önlüğümü çıkarıyorum.
…
Alkışlanacakmışım gibi bir müddet bekliyorum her cümle sonunda.
-Sonra, yemeğimi yiyorum.
…
Cezmi gülmekten ölüyor. Çeşitli provokatörler olabilir tabi, devam ediyorum:
-Sonra, sonra masama… Oturuyorum.
…
Cezmi karnını tuta tuta gülüyor,
-Sonra, diyorum, öğretmen Cezmi’yi sınıftan atıyor. Teneffüste Cezmi beni buluyor. Taklidimi yapıyor.
-Önce önlüğümü çıkarıyorum, sonra yemeğimi yiyorum… Sonra, sonra, sonra… Gene aynı şekilde gülüyor…
ilk kez sınıf birincisi olmaktan utandığımı hatırlıyorum… Korsanlar tek gözleriyle aşağılayarak bakıyorlar bana…
O gün nedense yaşamla ilgili gerçekleri, bu tembel tenekelerin, biz çalışkanlardan daha iyi bildiklerine dair bir his oluşmuştu içimde… O kısacık hayatımda ilk kez kafam karışmıştı…
bir edebiyat çeşiti.ayrıca çok güzel bir isim
Öykü yazma teknikleri için,

(bkz: öykü yazma teknikleri/#14650978)
duygular halinde çıkarlar, yazarın yüreğinden. zekanın da yardımıyla hafızadan; kendilerine yakışan ve onları ifade eden sözcükler beğenirler. akıl, duyguların ahengini ve okuyucu üzerindeki etkilerini bozmadan bu sözcükleri alır taptaze ve dokunaklı cümlelere dönüştürür. sonrasında, "yaz!" der başkumandan ve yazar el, kalemden kağıda dökülür bir bir cümleler.

- böyle oluşmuşlarsa eğer, yaşanılmadık tatlar verirler.

(bkz: söykü)
derdini kısa yoldan anlattığı varsayılan şiirin ağabeyidir. parçaları tamamlamak, görünürde işiniz ve ihtiyaç duyulan bir şey olmasa da; aslında size kalan büyük bir sorumluluktur. onu, romanlaştırmak da bir kısa cümle haline getirmek de sizin elinizde. "uzun öykü"ler müstesna.
gerçeklerin ve ya gerçek olmasına rağmen, saklı kalması gereken hakikatların üzerini bir günah gibi örten yorgandır. iç çekme, hased dökme cennetidir.
gerçeğin ya da düşlerin, söz sanatları ile bezenmiş biçimde ya da yalın halde aktarımıdır.
gerçek ve ya düş ürünü olan yaşanmışlıkların, gözlemlerin kurgu dahilinde sunulmasıdır.
Gogol'un Palto isimli öyküsünün inceleme yazısı:

http://www.eskimeyenkitap...n-paltosundan-ciktik.html
şiirle roman arasına sıkışan yazın türü. oysaki ne şiirdir öykü ne de roman. hiçbiri, hem de hepsi.
şu ana kadar çirkinine rastlamadığım isimdir. hepsi mi güzel olur hocam?
çok tatlı bir isim, söylerken bile mutlu oluyorum.
ercan ve gökhan çağıran kardeşlerin çok hoş şarkısıdır.

http://www.youtube.com/watch?v=_jmUH_X5DDw

Şu Bulutlardan Dökülen kar taneleri
işte Onlar Senin Gözlerin Öykü

Nehir Yaprağı Gibi ıslak Hüzünlü
Dokundular Gözlerime
Ağladım
Duyuyor musun Öykü duyuyor musun
Hala Kır Çiçekleri Topluyor musun
Kırık Dökük Bir Şiir okuduğunda
Bu Kederli adamı Anlıyor musun

duyuyor musun öykü duyuyor musun
arada bir anneme uğruyor musun
kırık dökük bir şiir okuduğunda
bu kederli adamı anlıyor musun

Yağmurlar Dinse Bile Derdin Ya Öykü
Sen Yüreğindeki Bulutları Kurutma
Geçip Gitti o Bulutlar o Gök Yüzü
Anılara Daldım Yine Ağladım

Duyuyor musun Öykü duyuyor musun
Hala Kır Çiçekleri Topluyor musun
Kırık Dökük Bir Şiir okuduğunda
Bu Kederli adamı Anlıyor musun
(bkz: önlük dergisi)
gıcık kız ismi.
tv deki salak bir dizideki kıza verilmiş isim.
Öykü, zamanla olmasının yanısıra zamanda olur. Kendini zamanın ölçülebilir boyutunda ifşa ya da teşhir etmez.
Hayatın içinden sessizce çekilip alınmış kelimeler vardır ve
Bu kelimeler bir bir düşlerde toplanır ve bir gün yaşam denen olayı anlatır..

Başka bir deyişle her insanda birbirinden farklı binlercesi bulunan,kimi zaman anlatılan kimi zamansa anlatılamayan en güzel kelimelerdir..
“Gitme demiyorum sevgilim, hobi olarak gene git…” Bahadır Cüneyt Yalçın

Kentte yağmur günlerdir durmak bilmiyordu. Sular her zamanki gibi yokuş aşağı akıyordu. Küçük çocuklar camdan dışarı bakıyordu. Arap bacı ölmüştü. Ali, Ayşe’yi seviyordu ama bu bambaşka bir hikayeydi.

http://mbsadam.blogspot.c...er-soyluyorsun-nalan.html