bugün

öykü

iNATÇI ÖZLEM FARESi

Dayım dedi köye gidiyorum. Yalnızca gitmek duygusunun beni ne kadar çok heyecanlandırdığını hatırlıyorum şimdi. Bir de özlenmek duygusunun… Ama hangisi daha güçlüydü hatırlamıyorum şimdi.
Dayımla köy minibüsüne bindim. Minibüsün penceresinden benden kaçan ağaçları, evleri, çeşit çeşit börtü böceği seyretmek kadar keyifli başka bir şey olamazdı. Minibüstü giden. Ama çocukken insan tersini seviyor. Şimdi onca uzun yolculuklara çıkıyorum, hep ben kaçıyorum, her şey yerli yerinde kalıyor.
Sanki başka bir annesi daha varmış gibi annesine ismini de söyleyerek “Zeynep Ana” diye hitap ederdi annem ve biz de öyle derdik. “Hoş geldin” dedi, beni bağrına bastı Zeynep Anam. Uzun boylu, zayıf ama şahin bakışlı güçlü bir kadındı. Üstünde hep iş giysileri olan biriydi, “insan taşı sıksa suyunu çıkarır” der ve öyle de yaşardı.
Şehirden gelen biri, o gün en kıymetlisi olurdu köyün. Kovanından yeni çıkarılan ballar, taze kaymaklar, cıngıl cıngıl üzümler, çeşitli yemişler ve küçük gezintiler… Ertesi gün, herkes işinin başına döner, şehrin acarlığı köyleşir ve şehirden gelen köyü keşfe çıkardı…
Saatler sürse, saatlerce seyredebilirdim. Beyaz yüzü, beyaz yüzünün ortasındaki kemerli burnu, ciddi ağzı, gözleri, omuzları, ince gövdesi, her şeyi, sanki ellerinin yönettiği bir orkestrada kayboluyordu. Ara sıra söyleyeceklerinin boşa gitmesini, taşan süt gibi yere dökülüp telef olmasını istemiyormuşçasına ağzını büzerek konuşuyor ama gözlerini ellerinden ayırmıyordu. Anlattıkları ne kadar ilgi çekici olursa olsun, konuşmaya, onun yarattığı bu büyülü anı bozmaya cesaret edemiyordum. Söylemek istediğim ne varsa o tek bir ses olarak çıkarıyordu zaten; orta parmağındaki gümüş bir yüzükle süt kazanını yıkıyordu. Yüzük kazana değdikçe, sürtündükçe, her şeyi söylüyordu; sütün türküsünü, kazanın türküsünü, benim, onun, tüm evrenin…
Köylerin günleri, şehirlerin haftaları kadardı ve günler geçti. Gözlerim Zeynep Anamın, süt kazanını yıkayan ellerinin ilik evlerine takılı iki düğme gibi aylar geçti. Yolculuk güzeldi tamam. Kaçan ağaçlar, giden evler güzeldi tamam. Dilediğimi de yapmıştım, şehirdeki aileme kendimi yeterince özletmiştim. Kazanın türküsü, evrenin türküsü güzeldi tamam. Ama ailemi, şehirdeki oyun arkadaşlarımı çok özlemiştim. Köylerin kocaman kulaklarına yakışmayacak denli sağırdı, dedem, dayım, halam: Özlemimi duymuyorlardı. Kendime de kızıyordum; kaç kez dedem, “özlediysen götüreyim” demişti de özlemimi gizlemiş, şehirdekiler beni daha çok özlesinler diye, “yok biraz daha kalayım” demiştim. Sonra sonra çekmeye başladım acısını; onlardan sakladığım özlem, inatla karışıp geceleri rüyamda kerpiç duvarın içine sıkışmış bir fareye dönüşüyor ve her gece duvarı kemirip, kendine bir yol yaratmaya çalışan bu minik farenin tıkırtılarını, kemirme seslerini benden başka kimse duymuyordu. Gecelerim böyle geçerken gündüzlerim de depremlerden sonra kulaklarını en ufak tıkırtıya kabartan insanlar gibi tedirgin geziyordum. Dakikalar, saniyeler trenlere ağır ağır yüklenip yavaş yavaş yol alıyordu da anlamıyordum, haftalar aylar nasıl uçakla helikopterle geçiyordu. Dedemin yalnızca yere düşünce çalışan topal saatini yere düşürüp düşürüp kulağıma dayıyordum da kimse sormuyordu, özledin mi diye!
Dayanamadım, bir akşam avluda batan güneşi arkama alıp “özledim, beni götürün” dedim. Sanki artık dönmesi mümkün olmayan bir ölüyü çağırıyormuşum gibi herkes yüzüme tuhaf tuhaf baktı. Dedem, “hıh, tam zamanını buldun, kaysılar dalında mı kalsın?” dedi.
Sıktım dişimi. Dişimi sıkmalıydım. Arılar kovanlarına dönsünler diye taş çaldım. Farem büyüdü. Karadut yedim, mantar topladım, farem büyüdü. Gözümde bir damla yaş gördüm. Düşüp toprağa buharlaşıp yağmur olsun diye taş çaldım. Farem bir iki gün sustu. Ama köy bittiii…
“Kaysılar az kaldı” dedi dedem, “bir de islime attık mı…” Kaşığı sofraya bıraktım, “ben kendim gidebilirim” dedim. Kimse duymadı. Bir daha söyledim. Kimseyi duymadım. Farem kıpırdadı, kimse duymadı.

Faremle dost olmuştuk artık, ondan korkmuyordum. Gündüzleri bile konuşuyorduk. Kaçış planımıza başladık. Sabahın köründe kalkıp şehir minibüsüne yetişecektik. Kimseye belli etmeden evden çıkmalıydık. O gün bir bahane bulup herkesi öpmeliydik.
Günler geçti, ben uyansam farem uyanmıyor, farem uyansa ben uyanamıyordum. Herkesi her gün öptüğüm için bana bağlandıklarıyla kaldım, bağlandım. Şehir çok uzaktı, kaybolmuştu sanki… Tek gözle görebilirdik onu ancak; sabahın köründeki minibüsle… Ama o da uykuda altıma kaçıyordu…
Ve nihayet beklediğimiz gün gecesinden geldi. Dayım ve halamı mutfakta gizlice konuşurlarken yakaladık. Dayım, sabah şehre, kayısı satmaya gidecekti. Sabah kalkıp gizlice kayısı kasalarının altına girecektik. Kimse bizi görmeyecek, gizlenecektik.
Horozların sesini duysaydım, dayımın motor sesini duymayacaktım. Saat daha önce yere düşse zamanında çalacaktı. Üstüm açık yatsaydım sabah serinliğini duyacak, ürpertiyle kalkacaktım. Gece çok su içmeseydim yine altıma kaçırmayacaktım…
Dayım motoruyla uzaklaşırken ağaçlıklı, kestirme bir yola girdim. Bu yolu takip edersem bayırda önüne çıkabilirdim. Ayaklarım çıplaktı. Ağaçlar çıplaktı. Koşuyordum, koşamıyordum. Düşünce çalışan saat gibi düşünce yeniden kalkabiliyordum. Köy kayboluyordu, şehir kayboluyordu, ayaklarım acıyordu, koşuyordum, faremi düşürdüm… Bayılmışım.
Uyandığımda hala sabah zannediyordum. Ertesi gün akşammış. Babam gelmiş. Beni eve götürecekmiş. En sevdiğim, sanki onu daha çok baba yapan yeşil süveterini giymişti.
“Ne oldu, neden durgunsun baba?” Dedim… “Mahalleden taşındık” dedi, “evleri fare sarmış!”