barış bıçakçı'nın kesinlikle en güzel eseri. barış bıçakçı'nın en iyi kitabının aramızdaki en kısa mesafe olduğunu söyleyen emrah serbese katılmıyorum.
veciz sözler programında sözcüğün yalnızlık olduğu ve bana kalırsa en yoğun katılım gerçekleştiği gün, kahramanmaraştan arayan bir lokantacı,"kumarda kaybedemeyeceğiniz tek şey yalnızlığınızdır." yozgat'tan genç bir öğretmen, "yalnızlık üzerinde durduğunuz zemindir." van'dan bir kadın terzisi, "yalnızlık su gibidir, içinde durduğu insanın şeklini alır." ankaradan bir serbest muhasebeci, "yalnızlık mı? milyarlarca insanın adı geçiyor bu bahiste."
"Bir öğleden sonra sahilde oturmuş kitap okurken koşarak önümden geçtiğini gördüm, biraz ileride durup geri döndü ve 'Biliyor musun,' dedi nefes nefese, 'Emre'nin ayağına deniz kestanesi battı!' 'Öyle mi!' dedim, onun hoşuna gideceğini düşündüğüm şaşkın bir yüz ifadesi takınarak, 'Peki şimdi nerde?' 'Ayağında!' diye bağırdı çın çın, sonra da yine koşarak uzaklaştı. Ah, öznelerin farklılığı öldürecek beni. O zaman çok güldürmüştü ama şimdi öldürecek. Herkesin cümlesi aynı bile olsa öznesi farklı. Ve gramer hiçbir işe yaramıyor. Demek istediğim, özne hiçbir zaman ben olamadım. Özne hep bir deniz kestanesiydi."
--spoiler--
" bu dünyada, şiirden ve denize doğru giden bir trende ritsos üzerine konuşmaktan daha güzel bir şey yoktu " diye gulumseten bir cümlenin gectigi bariş bıçakçı kitabi.
Aile televizyon karşısında gerçekleştirilen toplu bir intihardır. demişti Sulhi. Yine Ankaradan arayan ve adının Ekber Düzgün olduğunu söyleyen biri, sıcak ve neşeli bir sesle, içinde kaybolabileceğiniz en güvenli kalabalıktır aile.
Bolulu bir iç mimar, Aile bir mayın tarlasıdır, birey olmak için oradan sağ salim çıkabilmek gerekir.
Çanakkaleden nöbete kalmadığı günlerde hiç sektirmeden arayan yedek subay, Aile bir fanustur.
--spoiler--
Sulhi daha ortaokuldayken okumaya başladığı romanların etkisiyle uzaklaşmış, farklılaşmıştı insanlardan. Edebiyat böyledir işte. insanları hem yakınlaştıran hem de uzaklaştıran bir etkisi vardır ve yakındı uzaktı derken, bir bakmışsınız gözünüz bozulmuş, ensenizde berbat bir ağrı.
Sonra, Dostoyevskiyi lisedeyken, hayatının baharındayken okuyan biri iflah olur mu?
Duygularını pek belli etmeyen, hiç şaşırmaz, hiç heyecanlanmaz gibi görünen babası söz etmişti bir akşam Dostoyevskiden. Salondaki kanepede yan yana oturuyorlardı. Bira bardağıyla mercimek çorbası içerken sormuştu Sulhiye, Suç ve Cezayı okudun mu? Sulhi okumadığını söyleyince, babası onu en çok etkileyen kitaplardan biri olduğunu söylemişti, gözle görünür bir heyecanla. Bu baştan aşağı tecrübe ve akıl dolu adamın, dünya üzerindeki hiçbir şeye şaşırmazmış gibi görünen bu adamın çok etkilendiği kitap Sulhinin ilgisini çekmiş, o gece salondaki kitaplıkta yıllardır gördüğü, sırtını açık kahverengi orlondan yelek giymiş ihtiyar bir kadının sırtını seyreder gibi seyrettiği kitabı eline almıştı. insanoğlunun değişmez tarafını, ortak ruhunu eline almıştı, okumuştu. insanlar önce yakınlaşıyor, sonra uzaklaşıyor, sonra tekrar yakınlaşıyor, Sulhinin gözleri yavaş yavaş bozuluyordu.
Sulhi, Dostoyevskiyi okuyunca, insan toprağının altını üstüne getiren bir köstebeğe dönüşmüştü. Artık, insanların bütün konuşmalarını, davranışlarını bir resim gibi seyrediyordu. ikiye bölünmüştü. (Ama böyle olanların psikiyatra gitmeleri söylenir, hemen küçük bir kâğıda isim, telefon, adres yazılır; çok iyi bir adamdır, ücreti de makuldür.) Yaşayan Sulhi, seyreden Sulhi. Dostoyevski Rus işi bir bıçakla onu ikiye ayırmıştı. ihtiyarın gözü iyi görmediğinden ya da çişi geldiği için acele ettiğinden, tam ortadan bölememiş, Sulhinin seyreden yarısı daha büyük olmuştu. Alın size iki Sulhi. Birken iki oldu reddedeceğiniz, aranıza almayacağınız insan.
--spoiler--
barış bıçakçı'nın yanılmıyorsam 2002 yayınlanan kitabıdır. Her biri ayrı bir tat bırakan barış bıçakçı kitaplarının benim için ' bir süre yere paralel gittikten sonra' ile birlikte başı çeken eseridir.
kitap okurken, çok tedbirliyidir, hiç kıyamam onlara. Sayfalarını çok açmam bile, aman kırılmasın kıvrılmasın diye uğraşırım. Okuduğum beğendiğim kısımların altını çizmem, çizemem. Dokunamam, sanki bozulacakmış büyüsü kaçackamış gibi gelir ama ilk defa bu kitapta altını çizmek istedim ama sonra fark ettim ki altını çizersem bütün kitabı çizmem lazım ama yapamam, dokunamam.
110 sayfalık bu kitabı bugün işyerimde okudum, bir solukta! işten çıkıp, eve gelip hüngür hüngür ağlamak istedim.
Barış Bıçakçı'nın şu an için okuduğum ilk ve tek kitabı.
Kitapta tüm bu olağan hayat aslında yaşama hüznünden başka bir şey değil gibi geliyor bana. -ki gerçekte de bi farkı yok.
Herkes biraz, bense çokça sulhi saygılıyım.
"Bu hayatın dışına çıkmak için intiharın dışında bir yol bulmalısın"
S.88
“eskiden, cok eskiden, dunyada daha denizler, göller, nehirler yokken, uzgunbalıgı diye bir balık yasarmış. gözleri simsiyah, agzı küçücük olan bu balık, mavi, kırmızı ve yeşil pulları güneşin altında parlarken havada dolaşır, hiç arkadaşı olmadığı için ağlarmış. öyle cok ağlamış ki gözyaşları taşıp deniz olmuş.”
—
daha 12 yaşında kumru. sınıflarındaki can a aşık olmuş. kumrunun kalemlerini, defterlerini tenefüste çöpe atıyormus. kumru yapma demiş birkac kez. o zaman tebesir tozunu ona atıp sigisini bulandırmaya, formasının kuşağını koparmaya, tokasını çalıp kacmaya başlamış.
-bu yaramaza mı aşık oldun?
-bi tek bana yapıyor bunları ama, bi tek bana. yaramaz filan degil aslında.
-soyledin mi ona asık oldugunu?
-hayir, soylersem bu sacmaliklari yapmayi birakir diye korkuyorum.
—
-suhi bey tam tahmin ettigim gibisiniz.
-nasilim?
-hem neseli hem de kederli