Bekir: bu kaltakla aynı mahallede büyüdük. mevlanakapı'da. babası zabıtaydı. alkolik hasta bi adamdı rahmetli, erkenden de gitti zaten. bu anasıyla yoksul, perişan... bizim tuzumuz kuruydu, hacı babam yapmış bi şeyler. bi de zagor vardı. bizim eski evin kiracısının oğlu. babası filimciydi yeşilçamda. cepçilik, arpacılık, her yol vardı itte. ama sevimli, yakışıklı oğlandı. bizimkine aşık etmiş kendini. ben efendi oğlanım, okul mokul takılıyorum o zamanlar. öylece büyüdük gittik işte. ne bok varsa hep askerliği beklerdim. dört sene kaldı, üç sene kaldı... sonunda o da geldi gittik. bizde de herkes bunu bekliyormuş; gelir gelmez yapıştılar yakama. ev düzüldü, kız bulundu, çeyiz falan filan... nikahlandık. iki taksi bi dükkan verdi peder.... dükkanda koltuk moltuk satardım. bi gün bu orospu çıkageldi. hiç unutmam, görür görmez cız etti içim. böyle basma bi etek dizine kadar, çorap yok, üstünde açık bi bluz, saçlar maçlar... pırlanta anlıyacağın. şunun bunun fiyatını sordu, dalga geçti benimle. kanıma girdi o gün. tabii taktım ben bunu kafaya. ertesi gün bi soruşturma... dediklerine göre yemeyen kalmamış mahallede. ama asıl zagora kesikmiş. zagorda kaftiden içerde o sıra. bi gün, süslenmiş püslenmiş; zırt geçti dükkanın önünden. yazıldım peşine. tuhafiyeciye gitti, pastaneden çıktı; minibüs otobüs, geldik sağmalcılar'a benim içimde bi sıkıntı... işi anladım tabii: zagoru ziyarete gidiyo. bi tuhaf oldum, piçi de kıskandım. uzatmayalım çaresiz evlendik ötekiyle. o ara zagor içerden çıktı. sonra bi duyduk; kaçmış bunlar. altı ay mı bi sene mi; kayıp. hep rüyalarıma girerdi orospu. o gün dükkana gelişini hiç unutamadım. benimkine bile dokunamaz oldum. sonra bi daha duyduk ki iki kişiyi deşmiş zagor: biri polis, ikisinin de gırtlağını kesmiş. karakolda beş gün beş gece işkence buna. arkadaşlarının öcünü alıyorlar. kaltağa da öyle... önce öldü dediler zagor'a, sonra komalık. ankara'da oluyor bunlar. bizimki bi gün çıkageldi mahalleye. zagor içerde, en iyisinden müebbet. bi sabah dükkana geldim, baktım bu oturuyo. önce tanıyamadım. anlayınca içim cız etti. cız etti de ne? tornavida yemiş gibi oldu. çökmüş, zayıflamış, bembeyaz bi surat... ama bu sefer başka güzel orospu. orhanın şarkıları gibi. kalktı böyle, dimdik konuşmaya başladı. dedi para lazım, çok para. zagor'a avukat tutacakmış. ilerde öderim dedi. esnafız ya biz de, "nasıl?" diye sormuş bulunduk. orospuluk yaparım dedi, istersen metresin olurum. içime bişey oturdu ağlamaya başladım, ama ne ağlamak! işte o gün bi inandım orospuyla tam yirmi yıl geçti. uzatmayalım, zagor'a müebbet verdiler. ama rahat durmaz ki piç! ha birini şişledi, ha firara teşebbüs; o şehir senin bu şehir benim, cezaevlerini gezip duruyo. orospu da peşinden. sonunda dayanamadım: ben de onun peşinden... önce dükkan gitti, ardından taksiler. karı terk etti, peder kapıları kapadı. yunus gibi aşk uğruna düştük yollara. iş bilmem, zanaat yok. bu tınmıyo hiç. ilk yıllar ufak kahpeliklere başladı, sonra alıştı. gözünü yumup yatıyo milletin altına.gel dönelim diye çok yalvardım. evlenelim, pederi kandırırım, zagor'a bakarız: yok. kancık köpek gibi izini sürüyo itin. ne yaptı buna anlamadım. kaç defa dönüp gittim istanbul'a. yeminler ettim. doktorlar, hocalar kar etmedi. her seferinde yine peşinde buldum kendimi.bi keresinde döndüm, biriyle evlenmiş bu, hamile... beni abisiyim diye yutturduk herife. nedense rahatladım, oh dedim, kurtuluyorum. bu da akıllanmış görünüyo. yüzü gözü düzelmiş, çocuk diyo başka bişey demiyo. sinop'ta oluyo bunlar. ben de döndüm istanbul'a. doğumuna yakın, zagor bi isyana karışıyor gene. hemen paketleyip diyarbakır cezaevine postalıyorlar. çok geçmeden bizimki depreşiyo gene; o halinle kalk git sen diyarbakır'a, üç gün ortadan kaybol... herif kafayı yiyo tabii. dönünce bi dayak buna: eşşek sudan gelinceye kadar. kızın sakatlığı bu yüzden.sonra çocuğu doğuruyo. durum hemen anlaşılmamış. ortaya çıkınca bi gece esrarı çekip takıyo herife bıçağı. çocuğu da alıp vın diyarbakır'a, zagor'un peşine. Allahtan herif delikanlı çıkıyo da şikayet etmiyo. ben o ara istanbul'da taksiden yolumu buluyorum. epey bi zaman böyle geçti. yine her gece rüyalarımda bu. zagor'un diyarbakır cezaevinde olduğunu duymuştum o sıralar. bi gece bi büyükle eve geldim. hepsini içtim. zurnayım tabi. bi ara gözümü açıp baktım: karlı dağlar geçiyo. bi daa açtım, başımda bi çocuk, kalk abi, diyarbakır'a geldik diyo. baktım, sahiden diyarbakır'dayım. bi soruşturma... kale mahallesi vardır oranın, bi gecekonduda buldum, malımı bilmez miyim? görünce hiç şaşırmadı. hiç bişey demedik. o gece oturup düşündüm. oğlum bekir dedim kendi kendime, yolu yok çekeceksin. isyan etmenin faydası yok, kaderin böyle, yol belli, eğ başını,usul usul yürü şimdi.
o gün bugün usul usul yürüyorum işte.
1965 Sana Layık Değilim filminde Sadri Alışık'ın efsane tiradı gönül davası üzerine.
Altın devri o zamanlar… Biz de hızlıyız ha! Korsanlık yok. Otel önü, galata rıhtımı… Hepsi bizde. Ne kadar seyahat şirketi varsa çivilemişiz. Kemiğin yağlısı önce bize düşüyor. Allah inandırsın gün oluyor yevmiye 100’ü buluyor. Biz de önce façaları düzelttik diyorum yani ha. Hani tanımayan görse o sosyete Teomanlar’ından Erdinç’lerinden biri zannedecek iyi mi? E ne de olsa gençlik delilik sonra bekarız da. Bir gün Ali Efendi Dayı çağırıyor dediler. Bizim pederle silah arkadaşıydı. Yani beni de tanır ve sever yani sizden iyi olmasın. Kızı Türkan acele Ankara’ya gidecekmiş bu imtihan davasına. Türkan dediğimi de çocukken tanırdım yani “Bak hele” dedim ya. Ne çabuk geçiyor zaman. “Sana emanet” dedi Ali Efendi Bey. “Ya lafı mı olur? Emanet kız tabi ya”. Lan bi de baktım hiii Türkan ay parçası gibi. Yani nutuk tutuldu böyle hani heykel olmuşum heykel. Ev eşyası gibi kalmışım. “Kız yav sen bu kadardın” dedik demedik. Atladık arabaya doğru… iki laf ettik baktım ağzından bal akıyor. Yav yok böyle bir şey be. Hani o yolları, o Bolu Dağları’nı geçtik mi uçtuk mu? Nimete kör bakayım hatırlamıyorum ha. Yav beş saatte girmişim Ankara’ya diyorum. Sonra kız emanet ya. Gece attım iskemleyi kapısının önüne. iki paket de cigara. Sabaha kadar oturdum iyi mi? Ertesi gün verdi imtihanı, atladı arabaya… Yav kız değil afet be! Hani giderken uçuyorduk ya abi dönüşte kaplumbağa. Böyle 30-40 km. diyorum. “Niye?” diye sordu. Bozuk mozuk dedik yersen tabi. Yol bitecek diye ölüyorum abi. Sonra bitti o yollar iyi mi? Kasımpaşa’ya geldik. Elimi sıktı “Gene görüşelim” dedi. “Teşekkür ederim. Senin kadar iyi bi insan görmedim” dedi. Böyle içimden bir şey aktı kalbime oturdu kurşun gibi… Sonra elini salladı. Allah kahretsin! Yani erkeklik olmasa ağlıcam be. 3-5 gün gelemedim kendime. Yav buram yanıyor abi. Direksiyon, yol, taş, viraj… Yav trafik memurunu bile Türkan görüyorum iyi mi? Sebepsiz yere doluyor gözlerim. Ne yemek ne içmek durup dururken bi ağlama. Ölüyorum be! “Noluyosun?” dedi Ekrem. “Hiç.” dedim ama ısrar etse de anlatsam diye içim gidiyor. Sonra baktım üstelemedi. Ben kendiliğimden döküldüm. “Yani ihtiyaç abi anlarsın.”. “Bana bak!” dedi Ekrem. “Sen kim? O kim? Babasının yanında yirmi tane Osman çalışıyor” dedi. “Kapısında on kişi nöbette” dedi. “Ben de onbirinci olurum” dedim. Yattım nöbete iyi mi? Evden dışarı atıyor atmıyor adımı.”Şaaak” açıyorum arabanın kapısını. Önce “Hık! Mık!” etti ama sonra alıştı ha. Beni görür görmez vallahi yani böyle ışık ışık parlıyor gözleri abi. “Öl” dese öleyim be abi anlatılmaz ki. Efendilik, güzellik, nezaket, alçak gönüllülük… Ya kağıt helvası yiyor be abi! Var mı böyle bir şey be? Ne istersen onda ha. Ali Efendi Dayı’ya bahsetmiş benden bir gün. “Babam seninle görüşmek istiyor.” dedi. Böyle kalbim ayağımın dibine yuvarlandı. Ölüyorum zannettim. ister misin dedim. Hani olacak şey değil ama… Ne demişler? “Ümit fakirin ekmeği… Ye Mehmet, ye!” Böyle çarpa çarpa ettik sabahı. “Şaaak” damladım oraya. Ondan sonracıma böyle baktı baktı sonra çıkardı 30bin lira attı önüme. “Araba al” dedi kendine. “Sonra yavaş yavaş ödersin bana” iyi mi? Ya ben onun arabasında değilim. Kapıldım mı bir ümide? Beni beğendi diyorum. Allah’ım! Yani bi ara kapansam ayağına ölüyorum desem. Ölüyorum Türkan’a be! Yav acıyın bana. Bütün ömrümü desem… Yani onu mesut etmekle, çalışmakla, sevmekle desem? Yani böyle yani Allah be! “Hadi be!” dedi Ekrem. “Bakalım kız seni ister mi?” Ama ben kafama koydum açılacağım kıza. Geçtim aynanın önüne abi. Saatlerce talim ediyorum. Bütün fiyakalı lafları yazmışım romanlardan. Hani Nerime Kadir, Mahmut Mezat Bozkurt… Hepsini ezberlemişim . Tam gidicem geldi mi askerden bir celp? Ne o? Bilmem kırkbeş günlük tekamül kursu varmış. Kurs takar mı aşkı maşkı? Hadiii ben cihet-i askeriyeye. Arabayı bıraktım Ekrem’e. “Oğlum göz kulak ol şuna” dedim ama tam aldım bavulu “Ali Efendi çağrıyor.” dediler. Haber geldi. Tabi ben de ne yapayım, çaresiz Ekrem’i götürdüm. “Kardeşimdir” dedim, “Hani ben ne isem o da odur.” dedim, “namusludur” dedim. E tabi biz böyle vasiyet edince yani “Kardeşim” falan deyince akan sular durdu tabi. Fakat abi asker ocağında vakit nasıl geçti ne oldu bilmiyorum hatırlarsam ölünü göreyim. Yaşıyor muyum yaşamıyor muyum? Ne oluyor bilmiyorum abi. Sonra bir üsteğmenimiz vardı. Yani sizden iyi olmasın, erkek mi erkek yani. Bir gün böyle dalıp gitmişim elimde de Türkan’ın resmi. Üsteğmen geldi, resmi aldı elimden. Böyle baktı baktı. Sonra böyle yani bir tuhaf oldu çocuk. Böyle durdu durdu, sonra dedi ki bana “Oğlum” dedi. “Erkek adam ağlar mı be ağlar mı erkek adam?” Ben de tabi “üsteğmenim” dedim “Ağlar da sızlar da… Bu ne davadır bilirsin.” dedim. Tabi o çocuk da bir kalp taşıyor yani. Resmi verdi, kendi gitti. Benim askerlik de bitti zaten. Tak! ben hemen kahveye. “Merhaba, ekrem nerde?” filan dedim, herkes kendi dalgasında. “Yav Ekrem, yoksa?” dedim “Arabaya mı bir şey oldu? Yoksa Ekrem’e mi bir şey oldu?” “Valla bir şeyi yok abi” dediler. “Yani uğramaz oldu.” dedi kahveci iyi mi? Baktım pis Feridun kıs kıs gülüyor. “Ulan sen her şeyi biliyorsun” dedim, yapıştım yakasına. Arkadan birisi “Dur!” dedi ve elime bir davetiye sıkıştırdı. “Oğlumuz Ekrem Gürbüz ile kızımız Türkan Selman’ın bilmem ne tarihinde Kasımpaşa Ünsal Aile Salonunda nişan... nişan…?” Birden buğulandı etraf, hiçbir şey göremez oldum. Sesler şekiller karıştı. Su serpmişler suratıma. Böyle kahvecinin otomobilin anahtarını uzattığını gördüm. “Ekrem bırakıp gitti.” dedi. “Hiçbir şey söylemedi mi?” dedim. Söylememiş, sadece çekmiş, gitmiş.
bonus: Nadir Sarıbacak' ın diyalog görünümlü monoloğu: aşıklar ölmez.
iyi akşamlar londra.. önce yayıyını kestiğim için özür dilemek isterim.. pek çoğunuz gibi bende evimin güvenli ortamında günlük sıkıntılardan uzak televizyon başında keyif almaktan hoşlanan biriyim.. bende her insan gibi severim ama onun anısına hürmeten şimdi burdayım.. geçmişte yaşanan o çok önemli olayda mücadele ederken hayatlarını kaybeden o insanların anısına böyle bir kutlama yapmak istedim.. ve böylece beş kasım gününün artık hiç hatırlanmadığını anladım.. bu yüzden oturup sohbet etmemiz iyi olacak diye düşündüm. elbette konuşmamı istemeyen kişiler de vardır.. eminin şu anda telefonlarda emirler yağdırılıyor ve silahlı adamlar yola çıkmaya hazırlanıyor.. neden? çünkü konuşulmaya çalışılan yerde çoklar söz alıncaya kadar sözler her zaman gücünü korumaya devam eder... gerçeklerin ortaya konulduğu sözleri dinleyen herkes için büyük anlam taşıyan sözler..ve gerçek şuki bu ülkede yolunda gitmeyen bir şeyler var... zulum ve adaletsizlik, hoşgörüsüzlük ve baskılar!! özgürlüğünüz kısıtlanıyorsa, düşünme ve konuşma hakkınız yoksa, sensörler ve chipler her hareketinizi her konuşmanızı izliyorsa orada işlerin yolunda gittiği söylenemez..peki bu nasıl oldu?? kimi suçlayalım?? evet elbette diğerlerinden daha fazla sorumlu olan birileri mutlaka var.. ama yinede aynaya baktığınızda suçluluk duyuyorsanız gerçeği öğrenmiş olursunuz.. neden yaptığınızı biliyorum..neden korktuğunuzu da..kim korkmaz ki!!! savaş, terör, hastalıklar sağduyunuzu ve cesaretinizi kaybetmenize neden olacak çok değişik nedenler ortaya çıkmıştı.. korku içinizi sardı ve o panik haliyle adam sathler adındaki o başkana sarıldınız!!! size düzen ve barış vadetti..karşılığında sessizlik ve emirlere itaat etmenizi istedi..dün gece o sessizliğe bir son verdim.. dün gece bu ülkeye unuttuğu bir şeyi hatırlatmak için adliye sarayını uçurdum..400 yıl önce bu millet beş kasımı sonsuza dek unutmamak üzere hafızalarına kazımıştı... dünyaya adaletin, korkusuzluğun ve özgürlüğün sadece söz olmadığını anlatacaktı... bakış açısı buydu..eğer bir şey görmüyorsanız bu devletin suçları sizin için bir bilinmezse ve karşı çıkmıyorsanız demekki beş kasımın unutulmasına siz izin verdiniz.. eğer sizde benim gördüğümü görüyorsanız, benim gibi hissediyorsanız sizde benim gibi arıyorsanız o zaman yanımda olmanızı istiyorum..bir yıl sonra bu gece parlamentonun girişinde bulunun.. birlikte olup onlara beş kasımın asla unutulmadığını, unutulmayacağını gösterelim!!!
Tutuklu: On üç yaşındaydım. Ortaokula gidiyordum. Babam öleli iki yıl olmuştu. Yoksul düşmüştük. Annem terzilik yapıyordu, zar zor geçiniyorduk. Büyük bir evin iki odasında oturuyorduk. Kitaplarımın çoğu noksandı, okul çantam bile yoktu. Bayram geldi. Annem ne yaptı etti, bana bir ayakkabı aldı. Bir pantolonla bir gömlek dikti. Sabah erkenden kalkıp giyindim. Bir gün önceden sözleşmiştik, iki arkadaşım beni evden alacaklar, birlikte bayram yerine gidecektik. Atlı karıncaya, kiralık bisikletlere binecektik, tatlıcıda tatlı yiyecektik. Belki sinemaya da gidecektik. Annemden para istedim. Paramız yok oğlum, dedi. Çılgına dönmüştüm, arkadaşlarım neredeyse geleceklerdi. Onlara ne diyebilirdim? Parasız olduğumuzu, bu yüzden bayram yerine gidemeyeceğimi söyleyemezdim ya... Hırçınlaşmıştım, üstümdekileri çıkarıp duvarlara atmaya başladım. Beni üzgün üzgün seyreden annem, o zaman dolaptan çantasını çıkardı, para aradı. Bula bula bir lira buldu. Kadıncağızın bir lirası kalmıştı yalnız, bütün parası oydu. O bir lirayı bana uzattı: Haydi giyin, dedi, Bir lira yetmez mi? ... Bir lira o zaman büyük paraydı. Oraya buraya attığım elbiselerimi ayakkabılarımı topladım. Yeniden giyindim, paramı cebime koyup arkadaşlarımı beklemeye başladım. Geldiler. Biraz oturdular. Annem onlara şeker ikram etti, ikisini de okşadı, öptü. Sonra: Haydi artık gidin! dedi. Güzel güzel eğlenin!
Sokağa çıktık. Çok neşeliydim, kabıma sığamıyordum. Fakat köşeyi dönerken evimize baktım, annem pencereden uzanmış, gülümseyerek bana el sallıyordu. O zaman içimden bir ağlamadır geldi, gözlerim dolu dolu oldu. Tıkanıyordum. Ağladığımı belli etmemeye çalışarak arkadaşlarıma: Ben gelmeyeceğim dedim. Neden olduğunu anlamadılar. Biri: Paran yok ondan gelmiyorsun. dedi, alay ederek. Elimi cebime attım ve bir lirayı çıkarıp gösterdim: işte para! dedim. Beni orada bırakıp gittiler. Sokaklara gelişi güzel dalarak bir süre sersem sersem dolaştım. Kimseye göstermeden doya doya ağladım, sonra gözlerimi sildim,elimden geldiği kadar neşeli olmaya çalışarak eve döndüm. Annem beni görünce: Neden döndün? diye sordu. Canım istemedi,dedim ve cebimden bir lirayı çıkarıp anneme uzattım. Zavallı kadıncağız, çok şaşırdı, parayı elimden alıp masanın üstüne koydu. Sonra beni kucakladı, göğsüne bastırdı. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Ben ağlamıyordum artık. Sokakta doya doya ağlamıştım. Annemin yüzünü öptüm, ağlamamasını söyledim. (Susar, dalar, düşünür) Artık üzüntülü değildim. Bayram yerine gidemediği için üzülmek benim gibi koca bir çocuğa, bir ortaokul öğrencisine yakışmazdı. Olgun bir adam olmuştum birdenbire.
Oyunun Adı : içerdekiler
Yazarı: Melih Cevdet ANDAY
Dario Fo'nun Kadın Oyunları adlı eserinden en beğendiğim ve gerçekten kadınların yaşadığı sıkıntıları ve hislerini en güzel şekilde dile getiren Kadın tiplemesinin konuşmaları...
Konservatuar sınavlarına katılanlar için sunacağı güzel bir tirad...
KADIN
Bu aşağılık yaşam anlamak için o feminist toplantılara gitmem mi gerekiyor? iki köpek gibi çalışıyoruz. Bir çift laf etmeye vaktimiz yok. Kendimize ayıracağımız bir an bile.. Evlilik bu mu? Benim de sorunlarım olacağı hiç aklına gelmedi ki? Hiç bana sorar mısın? Yorgun musun? Yardım ister misin? Yemeği kim pişiriyor? Ben. Tabaklar kim yıkıyor? Ben. Alışverişi kim yapıyor? Ben. Ay sonuna para yetiştireyim diye akla karayı seçen kim? Ben de aynı zamanlarda çalışıyorum. Ben, ben ben...
Çoraplar kirleten sensin. Onları kim yıkıyor, peki? Benim çoraplarımı kaç kere yıkadın? Evlilik bu mu? Seninle konuşabilmeyi istiyorum. Benim sorunlarımın da olduğu hiç aklıma geldi mi? Tamam, senin sorunların benim demektir, ama benim sorunlarım da senin olmalı. Öyle seninkiler benim, benimkiler gene benim... Seninle konuşmak istiyorum... Ama işten döner dönmez uyumaya gidiyorsun... Akşam... Televizyon. Pazarları maç: 22 tane geri zekalının bir top peşinde koştuklarını görmeye... Aralarında bir geri zekalı daha var, ama o düdüklü ve ceketli... Luigi, çok kızar ve sanki anasına küfür edilmiş gibi, "Sen spordan ne anlarsın be..." Ne biçim cevap. Beni spor ilgilendirmiyor. Spor kimin umurunda. Onu hiç böyle görmemiştim. Deli gibi bağırıyordu. Ben bağırdım, o bağırdı, bir sürü küfürlü laftan sonra tartışmayı bitirdik.
Ben ciddi olarak dedim ki: "Yeter, eğer evlilik buysa ben büyük bir hata yapmışım." Hatamı aldım (Çocuğu alır) Kapıya geldim. Bu esnada anahtar elimdeydi. Eminim... Luigi yanıma geldi. Zavallı Luigi, yüzü kireç gibiydi.,. Böyle hüzünlü bir sahneyi ömrümde yaşamadım. Hiç şakam yoktu. O da anlamıştı. Beni içeri aldın "Haydi yapma böyle"... "Bırak beni"... "Önce konuşalım sonra istersen gidersin. Ama önce konuşalım. Diyalektik diye bir şey vardır, değil mi?"... Sonra beni diyalektiğe doğru çekti... (Yatağa ilerler) Beni oturttu. "Evet, haklısın," dedi. Ama annesinden böyle alışmıştı. Annesi gibi olmamı bekliyordu. Yanılmıştı. Değişmeliydi.,. yani kısaca "özeleştiri" yaptı. Ne hoştu, ne hoştu... Ben ağlamaya başladım. O özeleştiri yaptı, ben ağladım. Ben ağladım o özeleştiri yaptı. Ne güzel ağladım dün akşam... Peki anahtar? (Anımsar) Anahtar Luigi'de eminim. Benden o aldı. Ceketin cebinde... Ceket nerede? (Ceketin cebine bakar) işte anahtar burada... Bu benimki, bu onunki... Saat kaç? Yediye on var. Hala vaktimiz var. (Bebeği alır) Annesinin bebeği, annesinin ceketi, annesinin çantası, annesinin abonman kartı... abonman kartı... Şunu bulmalıyım, otobüsün kalabalığından seni yere bırakıp da arayamam ya... işte abonman kartı... altı delik mi? Altı delik gidiş, altı delik dönüş. Altı gidiş, altı dönüş mü? Kiril kullandı abonman kartımı?
Bugün günlerden ne? Pazar. Pazar! PAZAR!!! Sen de bana bir şey demiyorsun.. Pazar günü çalışmaya gitmeye kalkıyorum. Ben deliyim. (Çocuğu bırakır, ağır ağır dans eder) PAZAR. (Şarkı söyleyerek) Pazarları iş olmaz, geç saate kadar uyunur. Ne güzel pazar... Yatağa bebeğim, bebeğim... yatalım ve bütün günlerin pazar olduğu bir düş görelim... Dünyanın sonuna dek... sonsuz PAZAR... Bütün yaşamın pazar olduğu bir düş görelim... Haftanın diğer günleri yok artık... pazartesiyi astılar, perşembeyi kurşun1adılar, cumayı tutukladılar... hepsi öldü... Sadece pazar kaldı. Uykuya, uykuya... Eğer düşümde yeniden fabrikayı görürsem kendimi boğazlarım. (Bebek kolunda elbiseleriyle kendisini yatağa atar. Battaniyeyi başına kadar çeker)
yaşar usta: bak beyim, sana iki çift lafım var. koskoca adamsın. paran var, pulun var, her şeyin var.
binlerce kişi çalışıyor emrinde. yakışır mı sana ekmekle oynamak?
yakışır mı bunca günahsızı, çoluğu çocuğu karda kışta sokağa atmak, aç bırakmak?
ama; nasıl yakışmaz!!
...
ama ben boşuna konuşuyorum...
sevgiyi tanımayan adama sevgiyi anlatmaya çalışıyorum.
sen!
büyük patron! milyarder!
fabrikalar sahibi!
saim bey!
sen mi büyüksün?
hayır!!
ben büyüğüm. ben!
yaşar usta!
...
biz bir aileyiz. biz güzel bir aileyiz. bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun?!
dokunma artık aileme. dokunma çocuklarıma. dokunma oğluma, gelinime...
eğer onların kılına zarar gelirse ben, ömründe bir karıncayı bile incitmemiş olan ben; yaşar usta!
hiç düşünmeden çeker vururum seni...
...
vururum!
ve dönüp arkama bakmam bile.
bizim aile (1975)
yaşar usta (münir özkul)
saim bey (saim alpago)
Hamlet- ah bu katı, kaskatı beden bir dağılsa
Eriyip gitse bir çiy tanesinde sabahın!
Ya da tanrı yasak etmemiş olsa
Kendi kendini öldürmesini insanın!
remember, remember the fifth of november,
the gunpowder, treason, and plot,
ı know of no reason why the gunpowder treason
should ever be forgot.
guy fawkes, guy fawkes, 'twas his intent
to blow up the king and parliament.
three score barrels of powder below,
poor old england to overthrow;
by god's providence he was catch'd
with a dark lantern and burning match.
holloa boys, holloa boys, make the bells ring.
holloa boys, holloa boys, god save the king!
hip hip hoorah!