bugün

Ömrüm boyunca sadece tek filmi izleme hakkım olsa bu filmi seçerdim.
yönetmen burada bunu demek istemiş, yönetmen burada bunu ima etmiş bla bla bla.

film dediğin mesajı direk versin, eğlendirsin ya da şaşırtsın. sanat filmi olacaksa birdman gibi olsun.

sanat filmi desen sanat filmi değil, film desen film değil, belgesel desen belgesel değil, bi manyağın beyninde yer alıp da cevap veremediği sorular üzerinden çekilmiş video işte.

neyse...

şöyle değişik duygular içine gireyim de, maddesellikten soyutlanarak düşüneceğim bir kaç saatim olsun derseniz güzel film. onun haricinde sevmezsiniz.
uzun zamandır izlemeyi planlayıp da bi türlü izleyemediğim bir filmdi. mr nobody benzeri bir film zannederek izlemeye başladım. ancak bu izleme faslı onbeş dakika sürdü. sanat filmi çıktı amk filmi. tamam hocam görüntüler çok iyi çekimler çok hoş gerçekten ama onbeş dakikada hiçbir olay olmayan filmi ne yapayım ben afedersin? daha o kadar entel olamamışım. evet sinemada senaryonun ne kadar önemli olduğunu bi kere daha anladım bu filmi izlemeyerek. yönetmenlik, sinematografi falan bir yere kadar.
baştaki the'yı çıkardığımız taktirde ace ventura'nın über kalite psy-progressive trance albümünün ismidir.
Sanat filmi sevmiyorsanız uzak durmanız gereken, ruhunuzu kemirecek kanınızı çekecek film. 2001 Space odyssey bunun yanında hızlı ve öfkeli gibi kalır. Son tahlilde ise harika bir sinema dili kullanıyor, harika film.
Terrence Malick'in döne döne tekrar izlenecek güzellikteki filmi.
(finale doğru Sean Penn'in yer aldığı bir sahnede Kapadokya benzeri bir coğrafyayla karşılaşıyoruz. Burası Utah'ta Goblin Valley State Park imiş. izleyip internet bloglarına-dergilerine akıllara seza bir özgüvenle 'bir bölümü ülkemizde çekilen film' şeklinde cümleler yazan insanlara şefkatle yaklaşmalı)
filmlerin messi'si olabilir. tabiki sanat mevzuları maç gibi değil fazlasıyla zevk meselesi ama teknik ve yeteneğin bu kadar üst düzey olduğu başka film bilmiyorum ben. önerilere açığım...
terrence malick'in kendi çocukluğuna dair pek çok enstantane barındıran film. annesi, babası, gitar çalan kardeşi, büyüdüğü yer olan waco, texas vs...
malick in kafası oldukça karışık diyenler, yaşamı ne kadar tek düze buluyormuş. bu filmi kubrick ve tarkovski yapımı filmlerle karşılaştıranlar olmuş, oysa sanki bilmezmiş gibi yoğunluklarını ve farklılıklarını. iki büyük ustayla tartışılamaz olduklarını. malickle karşılaşmamış sinema(!) seyircisi sadece izler ve anlamadığı için yorumuyla kirletir, bundan öncesinde olduğu gibi.
her gün bir daha izleyebilirim, anlamadığımdan değil, anladıkça düşmelerimden dolayı. öyle bir film ki ilk saniyeden itibaren her simge, bizi doğuran ve bizi büyüten, bir gün öldürecek olandır.

--spoiler--
Su: ana rahmine dönüş
Su:yoğun ve
Su: ölümdür.
ara ara gördüğümüz su bize verilen her şeyin başlangıcı ve bitişi. bundandır ki jack sancılı bir yaşamın geriye dönüşünü aradığında, tanrının gözleri bize suyu göstermektedir.
varlığın anneden geldiğine inanıp, yokluğunda onda olduğunu bilmek, anneyi duvar olarak görmektir bazen. sağlam olduğunu anlayan jack o yüzden bazen yumrukla döner duvara, çünkü sadece duvar onunladır hep, bilir.
jack dönüş yolunu bulmak için doğayı mı yoksa tanrıyı mı seçecek. baba her defasında doğa gibi yenilemekte kendini, değişmekte, zorluklara göre bürünmekte istediğine, oysa sen olarak durmalısın anne gibi. işte burada ikiye ayrılan bir gelecek, ikiye ayrılan bir jack.
virginia woolf'un dalgalar kitabının tekniği ve bohemliği vurdu yüzüme, sadece bilinç akışı var, dışa yansıtan bizi, kameranın gözleri. bizim doğayı izlediğimiz gibi.
bu karmaşada ölüm daha uygun olur, ondokuz yaşındaki jack için. çünkü tanrı cevapsız bıraktığı sorularla daha fazla doyuramaz büyümekte olan jack i.

''bana gösterdiğin neydi? o zaman seni nerede göreceğimi bilmiyordum, ama şimdi sen olduğunu anladım, hep beni çağrıyormuşsun.'' jack bunu söylerken, kameranın gözleri suyu göstermektedir yine. kardeşi çölde gördüğü zaman onu takip etmesini söyler ve sonunda çölden suya geçiş vardır yine. aile oradadır.
ve kardeşi sorar azraile:
ona nasıl geldin, hangi biçimde, nerede?

ve:
'' anne ben iyi biri miyim?
cesur muyum?
herkesin başına gelebilir miydi bu?
kimse bu konudan bahsetmiyor.
babama küstahlık yapmamam için bana yardım et.
köpekleri dövüştürmemem için bana yardım et.
sahip olduğum her şey için şükretmemde bana yardım et.

yaşıyor musun? -burada tanrı'nın sofistik olduğunu bir kenara bırakan jack, ondan cevap beklemesi ve belki kafasında o kadar da büyütmediği, gizemli herhangi bir şey olarak algıladığını görebiliyoruz-
yalan söylememem için bana yardım et.

beni izliyor musun?
ne olduğunu bilmek istiyorum, gördüklerini görmek istiyorum.''

bu yakarış ve sorgulamadan jack in nefret ettiği babasının yolundan gittiğini, yani doğayı seçtiğini bilebiliriz.
belki anneyi dinleseydi:
''mutlu olmanın tek yolu sevmektir. sevmezseniz hayatınızı boşa yaşarsınız. onların kıymetini bilin. merak edin. umut edin.'' tanrının yolunda olurdu.

kapanış ise aile ile cennette yapmaktadır malick. cenneti tasvir etmesinin üzerinden doldurulmuş ve hurilerle ödüllendirilmiştir.
belki annenin ayak bastığı yerin ellerine alınmasıyla görselliği derinleştirilmiştir.

--spoiler--

hayat sunulur bize, filmlerde. ve gireriz onlara bize ait değillerdir bundandır ki eleştirirken misafir olduğumuzu unutmamak gerekir.
Terrence Malick in görüntü ve ses konusunda inanılmaz bir iş çıkardığı şahane filmidir. Teknik açıdan çok iyi olması konusunun yabana atılacağı anlamına gelmez. izlerken görüntü yönetmeninin hareketli kamerasıyla aldığı görüntüler ve ses dublajı karşısında ağzım açık kaldığı için öncelikle bu konuya değinmek istedim.

Şimdi gelelim filmin işlediği konuya;

--spoiler--

Terrence Malick gittikçe kaybolan masumiyeti konu edinmiş.

Filmi iki kısıma ayıracak olursak;
filmin başından bebeğin doğumuna kadar olan ilk kısımda insanın yeryüzüne ayak basmadan önce doğada masumiyetin ve günahsızlığın hüküm sürdüğü dönem eşsiz görüntüler eşliğinde anlatılmış. Özellikle kendimce oluşturduğum film içindeki bu kısımlardan ikinci kısımı izledikten sonra bu bölüm bende mutlak masumiyete duyulan özlem duygusunun vuku bulmasına neden oldu.

ikinci kısımda ise;
bebeğin dünyaya gelmesiyle birlikte her şeyin eskisi gibi olmayacağı çünkü insanın dünyaya ayak bastığı hissi uyanıyor. kardeşlerin, annenin ve babanın birbirleriyle olan ilişkilerini yani aile bağlarının ortaya çıkışını gözlemliyoruz. insanın kendi gelişimi ve insanlığın zaman içindekini gelişimi bir aile üzerinden anlatılmış. Zaman ilerledikçe bir bebeğin sahip olduğu masumiyetin nasıl kaybolduğunu insanlığın içine ekilen kötülük tohumlarının nasıl ortaya çıktığını görüyoruz. insanlığın bu yöndeki yozlaşmasını doğumundan gelişimine ve yetişkin hale gelene kadar ikinci kısımın başında dünyaya gelen bebekle vermiş yönetmen.
Bebek filmin bir bölümünde büyüyüp artık içinde barındırdığı duyguların farkına varmaya başladığında babasından gördüğü kötülüğe karşılık olarak ona:

"Ben senin kadar kötüyüm." diyor.

bu diyalog insanoğlunun içinde bulunduğu vahameti gözler önüne seriyor.

Sean Penn ikinci kısımın başında dünyaya gelen çocuğun yetişkin halini canlandırıyor. Bu karakter ile insanoğlunun yok olan masumiyete duyduğu ihtiyacı ve içinde bulunduğu durumdan ötürü pişmanlığı vurgulanıyor.

Kısacası yönetmen; masumiyet doğada zaten vardı ve insan zamanla onu kaybetti. Ben de bu filmde meziyetlerimle size onu göstereceğim diyor.

--spoiler--

Filmin henüz sıcak sıcak bana hissettirdikleri bunlar. Filmi izledikten hemen sonra hislerim tazeyken yazmak istedim. Üzerinde daha çok düşünülmesi gereken, düşünüldükçe değerini daha çok anlaşılacağı ve detayların görüleceği bir film.
Ben öyle yapacağım.

Terrence Malick ortaya enfes bir film çıkarmış.
afedersiniz bok gibi film.
evrenin var oluşu, geçiş formları, evrim, tanrı, doğum, iyilik, kötülük, ölüm tüm bunları çok güzel bir anlatımla işleyen film.

suya sık sık değinilmiş ve su var oluşun, ana rahminin bir temsili gibi kullanılmış. mesela büyük çocuğun var olmaktaki pişmanlığını göle haykırması "neden doğdum ki" demesi ve suya, ana rahmine dönme arzusu buna örnek.

erkek çocuğun babasına "sadece beni seviyor" diye bağırması da oedipus kompleksini anımsattı.

çatı katı gibi bir yerde küçük çocuk bisikleti ile oynarken, çocuğa oranla dev gibi bir adamın onu izlemesi ise küçük bir çocuğun gözünden dünyayı işaret ediyordu bize.

ne kadar saf ve masumken bir "baba" nın bir çocuğu ne hale getirdiğini de görmüş olduk.

filmde sık sık kapılar ve geçişler vardı. bu dünya ve tanrı'nın yanı arasındaki bağlantılardı muhtemelen ki kamera da bir ara köprüye uzunca odaklandı.

annenin bu kadar saf ve masum olması "iyilik", babanın bu kadar katı ve sert olması ise "kötülük" ün dünyadaki sembolleriydi.

güzeldi, beklediğimden çok daha güzel.
Başlardaki belgesel tadı görüntülerini anlayamadığım ama sonrasındaki aile ilişkileriyle beni benden alan filmdir, çok güzeldir, izlenmelidir.
Baş rolünde brad Pitt'e yer vererek izleyici hacmini arttırmak isteyen sanat filmi.
içinde her şeyden biraz olan film. bir aile dramı anlatırken birden bire dinozorlar çağına gidiyor şöyle bi. dünyaya göktaşı çarpıyor falan... bir geçmişten anlatıyor, bir gelecekten. kafaları biraz allak bullak ediyor ama sonunda değişik bir film izlemiş olmanın zevki kalıyor elde. güzel 10 puan alkış...
Sean Penn'in oynar gibi yapıp, aslında oynamadığı film. "Şöyle geçerken bir iki kare de benden alın" demiş sanırım.
(bkz: klima ustası serkanın beste yapacağı babalar)
kaliteli bir dram. belgesel tadında. ama eleştirilerin çoğuna katılıyorum. yönetmenin elinde senaryo yok. olduğu kadarını da harika anlatmış.
Çoğunlukla sanat - simge içerikli bir film. Öyle herkesin izlenip beğeneceği türden değil diye düşünüyorum. Bende zaten beklediğimi alamayanlar kısmındayım. Öncelikle film izlemek için bunu açan bir insan eminim sabredemeyip ilk 40 dakikasında direk olarak sıkılıp kapatacaktır. Çünkü film değil, National Geographic kanalında belgesel vari bir tadı var. Ancak şahane görselliğine hayran olmamak elde değil. Başlarda öyle bir hava verdi ki The Fountain tarzı birşey mi dedim. Ama maalesef olmadı, olamadı. Çokça karmaşık kamera hareketi, sahne geçişleri mevcut. Seyirciye verilmek istenen mesajların çoğu çeşitli simge yoluyla ve karakterlerin dış sesleri aracılığıyla aktarılmış.

Sağ lob dominasyonu, micro macro fractallar, üstüne panteist, o da yetmez gibi insan bilincine zoom.. Alt tarafı film yapacaksınız tez vermiyorsunuz ki sayın yönetmenim ve bu filme ödül yapıştıran sayın jürim. Sanat filmi yapacağız diye, gizliden birşeyler anlatacağız diye bu kadar düşünmenize gerek yok. Madem bu kadar düşündünüz filme biraz diyalog, kurgu ve senaryo üçlemi üzerine birşeyler düşünseydiniz. Filmin altında tür olarak drama ve fantasy yazıyor, documentary değil.. Öncelikle bunlara dikkat edin. Oscar'a aday filmlerde tüm filmleri anlarım ama bu nedir?

Sean Penn'e hiç gerek yoktu. Bir iki gökdelen gezdi, dağ bayır dolaştı o kadar. Psikolojik yönü çok güzel, tanrısal yönü çok sıkıcı olan film. Sıkıcı kısımlar çıkarılarak 1 buçuk saatlik çok güzel bir film elde edilebilirdi. O yüzden diyeceğim şu ki birkaç mesaj, Brad Pitt ve o şahane çekimleri dışında aldığım fazla birşey olmadı.

--spoiler--

Sahilde yaralı yatan dinazor - baba, köpekbalıkları - babayı yaralayan iş dünyasının çakalları (mahkeme sahnesi, babanın patent davasını kaybetmesi), dere kenarında yatan otçul dinazor - duyarlı/müzisyen kardeş (ölen kardeş), o otçul dinazoru yemeyen etçil dinazor - büyük abi, Dünya (yaşamı veren ve alan doğa) - anne.

--spoiler--
Malick'in uzun süren bekletmelerine değen filmdir. Zaten, Sean penn ismini duyunca koşarak izlemeye gitmiştim. izleyince brad için de düşündüm ki 'hamdın, piştin'. Görüntüler inanılmaz kaliteli, çekimler muhteşem. Dinozorlar olsun, magmalar olsun, bir yanda lavlar bir yanda annenin tanrısına ' neredeydin?' sorusunu sorması olsun. Masumiyet, doğanın karşısında insanın çaresizliği, doğa-insan çatışması. Brad pitt'in sertliği(doğa), jessica chastain(insan)'in masumiyeti. Büyük kardeşin, sürekli küçük kardeşini ezmesi. Küçük kardeşin abisine, annenin kocasına tek söz edememesi. Acizlik, masumiyet budur. Jessica chastain'in ve hunter mccracken'i de takdir etmek lazım. Sıkılanları anlamaksa, mümkün değil.
Brad Pitt'in belirgin bir şekilde kepçük olduğunu anladığım film. Ayrıca Jessica Chastain'in canlandırdığı Mrs. O'Brien'daki doğallık, naiflik ve herşeyi alttan alan kişiliği beni fethetti. (bkz: ideal eş). Ayrıca film boyunca bunların hangi oğullarının öldüğünü anlamadım. Ve şunu belirteyim: Gezegenlerin olduğu bölümdeki şarkılar mest etti, bitince 'bir daha söyle!' diye bağırasım gelmedi değil.
Görüntü şaheseri bir film. Yapanların ellerine, yüreklerine ve görsel dehalarına sağlık.
başta bir trajedi var. sorgulama var. sonra, print screen yapma isteği uyandıran, alaksız uzay ve doğa görüntüleri var. daha sonra baba ve oğul arasındaki sevgi-nefret ilişkisi var. en son bölümde beyin amcıklaması yaşatan sonuç bölümü var:

--spoiler--
hayatın anlamını buluyor herif.

ben daha filmi anlamadım, adam hayatın anlamını çözdü. helal sana malik. bambaşkaymışsın.
--spoiler--
nuri bilge ceylan filmleri ayarında bir film, yada ben sanattan anlamadığımdan benzettim. kimse konuşmuyor filmde, muazzam görüntüler var, versinler national geographice izleyelim ama filmde çok sıkıyor. Ben sonunu getiremedim. Hatta evde 4 kişi izliyorduk oylamayla karar verdik yarıda bırakmaya. 4 evet le.
edit : imla
bradd pitt' in nihayet olgunlaşmasıyla oynama şansı bulduğu filmdir. sean ise zaten "ince kırmızı hat" filminde de vardı.

yıllar önce de terrence'nin filmlerinde oynamak istediyse de o zamanlar daha henüz hazır değildi pitt terrence usta için.

film tipik bir terrence filmidir onu bilenler için tipiktir, kamera açıları hiç bir şey bilmiyorsanız rüzgar ve perdelere dikkat edersiniz.