bugün

gösterişli, ilgi çekici, sırça yani camdan yapılmış olan görkemli yaşam alanı.
sabahattin ali 'nin 1947 'de çıkan öykü kitabı.
ege' nin güzel bir şarkısı. ahan da sözleri:

Sırca bir kosk olurum
Kırılmaktan yoruldum
Ne kolay diyorsun
Başkasını seviyorum
Mutluluklar yaşadık
Acıları paylaştık
Simdi artık anladım
Yalnız sevmek yetmiyor
inan cok zor geliyor
Elveda deyivermek
Bilirim kolay değil
Bir anda seni silmek

Yaaaaaaaaaaaaaaaaaaa

Hay kör olsaydım
Görmeseydim seni
Hay taş olsaydım
Sevmeseydim seni
(bkz: sırça köşkte oturan başkasına taş atmamalı)
ece uslu 'nun oynadığı yayından çabuk kalkan star dizisi.
1997 çıkışlı sevildiğini bil yeter albümünden, flamenkoya kaçan mükemmel düzenlemesiyle, en hoşlarından bir adet ege parçası. kulaklık ile dinlenildi mi, arka plandaki onur mete vokali de kulaklara merhaba demektedir.
bir zamanlar starda yer almis olan bir dizidir. ece uslu ve hakan eratik vardi basrollerde. 4 bölüm sonra kaldirilmisti yanilmiyor isem.
Sırça bir köşk onurum.
Kırılmaktan yoruldum.
Ne kolay diyorsun.
Başkasını seviyorum.
Mutluluklar yaşadık.
Acıları paylaştık.
Şimdi artık anladım.
Yalnız sevmek yetmiyor.
inan çok zor geliyor.
Elveda deyivermek.
Bilirim kolay değil.
Bir anda seni silmek.
Yar.
Hay kör olsaydım.
Görmeseydim seni.
Hay taş olsaydım.
Sevmeseydim seni.

edit:ayrıca sırça cam demektir.
Sırça bir köşk onurum.
Kırılmaktan yoruldum.
Ne kolay diyorsun.
Başkasını seviyorum.
sabahattin ali'nin bir masalı.sırça köşk küçüklere nasihat niteliğinde de olsa esasında büyük insanlara hitap ettiği savunulur.

ayrıca öykülerini topladığı kitabın da adıdır.kitapta 13 öykü ve 4 masal bulunur.bunlar:

öyküler:

1-portakal
2-beyaz bir gemi
3-katil osman
4-böbrek
5-cıgara
6-millet yutmuyor
7-bahtiyar köpek
8-çilli
9-dekolman
10-hakkımızı yedirmeyiz
11-cankurtaran
12-çirkince
13-kurtla kuzu

masallar:

1-bir aşk masalı
2-devlerin ölümü
3-koyun masalı
4-sırça köşk

sırça köşk

bir zamanlar boş gezmeyi iş yapmaktan çok seven üç arkadaş
varmış. bugünden yarına geçinmek, gittikleri yerlerin birinden
yüz bulsalar, beşinden kovulmak canlarına tak demiş.
alın teriyle kazanıp gönül rahatlığıyla yemeyi de gözlerine
kestiremezlermiş, çünkü elleri işe yatkın değilmiş. bir gün,
uzun bir yolculuktan sonra, yüksekçe bir tepede oturup aşağıdaki
ovada yayılan büyük bir şehre garip garip bakarlar, acaba
bu bilmediğimiz yerde nasıl karşılanacağız, diye acı acı düşünürlerken,
içlerinden birinin aklına yaman bir fikir gelmiş, hemen
yerinden fırlayıp:

-gelin benimle beraber, bu şehirde sırça köşk yapalım; ömrümüzün
sonuna kadar bolluk içinde, rahat yaşarız!- demiş.

ötekiler:

-bu sırça köşk de nedir?- diye sormuşlar, beriki:

-durmayın, vakit kaybetmeyelim, yolda anlatırım!- diye
onları peşine takmış, bayırdan aşağı kuş gibi hızla inmeye başlamışlar.

elebaşı yolda üç beş sözle arkadaşlarına şehire varınca nasıl
davranacaklarını öğretmiş.

indikleri şehir, o memleketin başşehri imiş. bu memlekette
bütün millet çalışır, herkes elinden gelen işi yapar, kendi başına
buyruk, beyler gibi yaşarmış. tarlalarda, dükkanlarda insanlar
arı gibi çalışır, kazanan kazanamayana destek olur, malını lüzumuna
göre başkasıyla değişir, kavgasız dövüşsüz, efendisiz
uşaksız, ömrünün sonunu bulurmuş. gündelik işlerini gördürmek,
nizalarını yatıştırmak için aralarından seçtikleri adamlar
hemşerilerine hizmet etmekten başka şey düşünmez, zorbalığı
akıllarından bile geçirmezlermiş.

bizim üç ahbap geldikleri sırada şehrin pazarıymış. sokaklarda
ekinler, yemişler, dokumalar, kumaşlar, demirler, kömürler
küme küme durur, alıcı ile verici aracısız iş görürmüş.

ahbaplar, önceden aralarında sözbirliği ettikleri üzere, sokaklarda
aylak aylak dolaşıp etraflarına bakarlar, başlarını sallayıp,
yanlarından geçenlere duyuracak şekilde:

-allah allah... amma da acayip memleket ha!..- diye söylenirlermiş.

bir sokak gitmişler, öbür sokağa varmışlar; ondan çıkıp
başkasına dalmışlar, ama hep şaşkın şaşkın aynı sözleri tekrarlamışlar.
gitgide arkalarına bir sürü meraklı takılmış, bu yabancılar
memleketin nesini acayip buldular acaba? diye aralarında
soruşturmaya başlamış. nihayet birisi dayanamayıp yabancılara sormuş:

-neye şaşırıyorsunuz allah aşkına?-

ahbapların elebaşısı:

-yahu, sizin memleketin sırça köşkü nerede?- diye öğrenmek istemiş.

-ne sırça köşkü?-

-nasıl? sizin sırça köşkünüz yok mu?-

-o da neymiş?-

elebaşı yanındaki dostlarına dönüp:

-aman yarabbi, daha sırça köşkün ne olduğunu bilmiyorlar.
böyle memlekette durulmaz, hemen yolumuza gidelim!- demiş.

şehir halkını daha çok merak sarmış. ahbapların peşini bırakmamışlar.
beş on adım sonra önleyip tekrar sormuşlar:

-canım, neymiş şu sırça köşk? anlatın bakalım, pek lüzumlu
bir şeyse belki biz de yaparız!-

-lüzumlu ne demek? sırça köşkü olmayan şehir, sırça köşke
bağlanmayan memleket olur mu?.. haydi dostlar gidelim!..-

halk, aralarında ayaküstü bir danışmışlar, sonra yabancıların
yanına sokulup:

-bizim başka şehirlerden ne diye noksanımız olsun? mademki
bu kadar lazımmış, hadi hep beraber şu sırça köşkü yapıverelim!-
demişler.

yabancıların elebaşısı:

-olmaz... olmaz... sırça köşkü yapmak o kadar kolay değil...
masraf ister, malzeme ister, işçi ister. bırakın bizi de sırça
köşkü olan şehire gidelim!- demiş. ama halk bırakmamış, -ne
lazımsa verelim, kimselerin memleketinden aşağı kalmak istemeyiz!-
diye direnmiş.

oturup hesabını yapmışlar, hemen işe başlamışlar. üç ahbap
sırça köşkün mimarlığını üstüne almış, halk aralarından işçi
seçmiş, arabacı ayırmış, şehrin en büyük meydanına kum taşımaya,
kömür getirmeye başlamış. bir kısmı da bu işte çalışanlara
yiyecek, içecek getirir, giyim eşyası tedarik edermiş. nihayet
camlar eritilmiş, sırça duvarlar yükselmiş, bir kat tamam
olunca, üç ahbap içine yerleşmişler, halka demişler ki:

-işte, sırça köşk oldu demektir. daha tamam değil, memleketinizin
şanına layık büyüklükte değil ama, o da olur. şimdi
bunu iyi muhafaza etmek lazım, büyütmek lazım, adam ayırın,
yiyeceği içeceği artırın, aranızdan seçtiğiniz adamları da dağıtın,
biz her işinize bakarız...-

halk, artık bir sırça köşkümüz var, diye sevinmiş, kendi
yediğinden, giydiğinden kesip sırça köşkte oturanlarla onların
hizmetine ayrılanlara vermeye başlamış. az sonra sırça köşkten
emir çıkmış:

-bir kat daha çıkmak lazım. burası hem bize; hem hizmetimize
bakanlara dar geliyor.-

arabalar yeniden kum taşımış, sırça köşkün efendileriyle
onlara hizmet edenlere, yapıda çalışanlara davarlarla koyun,
çuvallarla ekin, küfelerle yemiş getirmiş. ikinci kat tamam
olunca, üç ahbap oraya da halk arasından kendi işlerine yarayabilecek
olanları seçip yerleştirmişler. onlar da burada ekmek
elden su gölden yaşamanın tadını alınca, sırça köşkün çok lüzumlu
bir şey olduğuna inanmışlar, hemşerilerini de inandırmak
için gayrette kusur etmemişler.

bu yolda sırça köşk yükseldikçe yükselmiş, kat üstüne kat
binmiş. içi oldukça dolmuş, sırça köşke girmenin kolayını bulan
ordan çıkmak istemez, bunun tersine dışarda kalanlar yolunu
bulup içerde bir yer kapmaya uğraşırmış. ama sırça köşkte
oturanlarla onlara hizmet edenleri beslemek de halkın belini
pek bükmüş. aralarında homurdananlar türemiş. bir aralık:

-sırça köşk lazım, anladık, ama bu kadar çok odaya, bu kadar
hazır yiyiciye ne lüzum var?- diye şöyle bir görünecek olmuşlar.
üç ahbabın elebaşısı onlara her odanın vazifesini iyice
anlatmış:

-işte- demiş, -şu odada ben otururum, sırça köşkün başında
ben varım, bensiz bu iş yürür mü? ben olmasam sırça köşkünüz
olur muydu?.. şu odalarsa baş yardımcılarımızın... ta
gurbet ellerden gelip sizi sırça köşke kavuşturduk, biz idare etmesek
ne köşk kalır, ne siz kalırsınız!-

halk:

-pekala- demiş, -ama bir sürü aylakçının ne lüzumu var?
mesela şu odadaki ne iş görür?-

-o mu? ne diyorsunuz? sırça köşke giren malların hesabına
o bakar; bu malları toplayanların başıdır. o olmasa, hiçbiriniz
verdiğinizin nereye gittiğini bilemezsiniz. buna gönlünüz
razı olur mu?-

-eee... şu odadaki?-

-sırça köşke zamanında mal göndermeyenleri, noksan mal
gönderenleri, sırça köşkün kadrini bilmek istemeyip ona kastedenleri
arar bulur... öyle sütü bozukları başıboş bırakmak olur mu?-

-peki, ya şurdaki?-

-sırça köşke girip çıkanların defterini tutar.-

-bunu da anladık, ya bu odadaki?-

-sırça köşkün odalarını süpürtür...-

halk ne sorduysa cevabını almış, bütün odalarla bu odalarda
aylak oturan insanların pek lüzumlu olduğuna inanmış;
çünkü bunların kimi sırça köşkün ışıkçı başısı, kimi döşekçi başısı,
kimi onun yamağı, kimi yamağının yamağı imiş. eh, artık
bir sırça köşk olduktan sonra, onun hizmetine bakanlar, sonra
bu hizmete bakanların hizmetine bakanlar elbette olacakmış.
ama sırça köşktekiler arttıkça, halkta onları doyuracak takat
kalmamış. o zaman sırça köşkün adamları gelip herkesin yiyeceğini,
giyeceğini zorla almışlar. ayak direyenleri götürüp sırça
köşkün bodrumuna kapamışlar. halk, başına kendi sardırdığı
bu beladan kurtulmaya kalkışamazmış; çünkü sırça köşkün
adamları, gezdikleri, dolaştıkları yerde, onun hiçbir kuvvetin
yıkamayacağı kadar sağlam olduğunu söyler, saf kimseleri buna
inandırır, inanmayanları ise bin bir zulüm, bin bir hile ile
sustururlarmış. sırça köşkün de gözü doymak bilmez, istedikçe
istermiş. baştakiler doğuştan tembel oldukları, sonradan yanaşanlar
da çalışmayı çoktan unuttukları için, kendilerini besleyenlere,
buna karşılık bir şeyler borçlu olduklarını akıllarına bile
getirmezler, yalnız birbirlerinin hizmetine bakarlar, memleketin
halkına, bir köylünün inekleriyle köpeklerine baktığı kadar
bile göz kulak olmazlarmış. ama halkın gözü yıldığı için
elindekini avucundakini vermiş. artık bir gün verecek bir şeyi
kalmamış, çünkü sırça köşkten çıkan bir emirle herkes elindeki
son koyunu da vermeye çağrılmış. getirmişler, teslim etmişler,
söve saya dağılmaya başlamışlar. onların böyle homurdandığını,
artık verecek bir şeyleri kalmadığı için korkacak bir şeyleri
de olmadığını fark eden bizim ahbapların elebaşısı sırça köşkün
balkonuna çıkmış, sesini tatlılaştırıp onlara demiş ki:

-ey millet, birçok şeyler verdiniz, büyük sıkıntılara katlandınız,
ama dostun düşmanın hayran olduğu bir sırça köşk elde
ettiniz. onun azameti, onun parlaklığı yanında üç beş çuval
ekin, dört beş davar nedir ki?.. biz sizin şanınız, şerefiniz için
çalışıyoruz, sizin iyiliğinizden başka bir şey düşünmüyoruz.
bakın, bugün getirip bıraktığınız koyunların bile hepsini yemedik,
boğazımızdan kestik, bir kısmını size geri vereceğiz. bütün
koyunların kelleleri halka dağıtılsın!-

sırça köşkten çıkan birçok hizmetkar, biraz önce oraya canlı
olarak giren, şimdi kesilip, yüzülüp kebap edilmeye başlanan
koyunların kafalarını halka dağıtmışlar.

kelleyi alanlar dağılmak üzereyken içlerinden biri elindeki
başa bakarak hayretle bağırmış:

-iyi ama bu başın beynini almışlar!-

elebaşı balkondan seslenmiş:

-öyle... fakat siz beyni ne yapacaksınız? pişirmesini bilmez,
ziyan edersiniz!-

başka biri:

-peki, ya bu başların dili de yok!- diye haykırmış. elebaşı
aşağıya doğru eğilmiş:

-canım, dilin size lüzumu yok! yemesini beceremezsiniz!-

bir üçüncüsü:

-yahu, bu kellelerin gözlerini de çıkarmışlar!-

elebaşı ona da cevap vermiş:

-siz o gözün de nasıl kullanılacağını bilemezsiniz, vazgeçin
ondan da...-

bunun üzerine halk, beyinsiz, dilsiz, gözsüz kelleleriyle dağılmak
üzereyken, aralarında canından bezmiş biri:

-böyle başın da bana lüzumu yok!- diyerek, boynuzundan
tuttuğu kelleyi fırlatıvermiş. işte o zaman herkesin şaştığı bir
şey olmuş; hızla gidip sırça köşke çarpan kelle orada -şangır!..-
diye koskocaman bir gedik açmış. halk her şeyden sağlam, hiçbir
zaman yıkılmaz, kırılmaz bildiği o koskoca sırça köşkün bu
kadar çürük olduğunu görünce, elindeki kelleleri birbiri arkasına
ona fırlatmaya başlamış, göz açıp kapayıncaya kadar tuzla
buz olan sırça köşk çökmüş, yıkılmış, içindekilerin çoğu cam
kırıklarının altında ezilmiş, kapıya yakın yerlerdeki beş on kişi
zor kurtulmuş...

halk sırça köşkün enkazını çabuk temizlemiş, dünyada onsuz
da yaşanabileceğini anlayarak eski hayatına dönmüş, işini
yine arasından seçtiği adamlara gördürmüş, ama sırça köşkün
kötü hatırasını uzun zaman zihninden çıkaramamış. ihtiyarlar
çocuklarına ondan bahsederlerken, şu nasihati vermeyi unutmaz-
larmış:
''sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. ama günün birinde nasıl-
sa böyle bir köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez birşey oldu-
ğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle
fırlatmak yeter.''

(1945)

edit: imla
http://www.dailymotion.co...ege-syrca-koyk-1997_music
sabahattin ali'nin;

*portakal
*beyaz bir gemi
*katil osman
*böbrek
*cıgara
*millet yutmuyor
*bahtiyar köpek
*çilli
*dekolman
*hakkımızı yedirmeyiz!
*cankurtaran
*çirkince
*kurtla kuzu

masallar

*bir aşk masalı
*devlerin ölümü
*koyun masalı
*sırça köşk

isimli eserlerinin toplandığı, yky'den çıkan kitaptır.
yakında okuyacağım sabahattin ali'nin öykü kitabı bu da bitince juyucaklı yusuf hariç tüm eserlerini okumuş oluyorum cidden çok az kitap yazmış ama etkili üslubuyla adından söz ettriyor hala.
sabahattin ali nin sırça köşk isimli öykü kitabındaki aynı isimli öykü.malesef her dönem şahit olduğumuz şeyleri gerçekçi biçimde yansıtmakta.yazıldığı yıllardan beri hiç mi bir şey değişmemiş dedirten öyküdür.topluma ayna tutar.
okuyun okuturun kitabı. evet.
sabahattin ali tarafından yazılmış öykü kitabı. öyküler seneler öncesinde yazılmış olmasına rağmen bugünden hiç farkı yok. zaman geçti peki toplumsal olarak ne değişti, yine aynı dolaplar, çarpıklıklar varlığını sürdürüyor. öyküleri de masalları da kaliteli kitap.
sebahattin ali 'nin kısa öykülerinin bulunduğu kitaptır. Kesinlikle tavsiye edilir.
Sabahattin Ali 'ye ait harika öykü kitabı. Beni en çok etkileyen öyküler katil Osman, dekolman ve can kurtarandır. Birkaç öykü dışında tüm öyküleri arkadaşıma anlattığım kitaptır ayrıca. Bazı Öykülerde yer alan mesajlar çok etkileyici ve derin. Kendinizi vererek okuduğunuz taktirde her öyküde kendinizden bir parça bulabilirsiniz. Ruhunuz sıkılıp elinize rastgele bir kitap aldıysanız ve o kitap da sırça köşk ise ne kadar şanslı olduğunuzu unutmayın.
Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuz buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter. *
Sabahattin Ali nin en çarpıcı hikayelerinden.
(bkz: sabahattin ali) nin, bundan 80 sene önce yazdığı, ancak bilmeyen birisine okutacak olursanız, sanki bu dönem için yazdığını düşüneceği öyküsü.

Bu tür kitapların en geç lise dönemi bitene kadar çocuklara okutulması taraftarıyım.