sırça köşk

entry22 galeri0
    1.
  1. gösterişli, ilgi çekici, sırça yani camdan yapılmış olan görkemli yaşam alanı.
    2 ...
  2. 2.
  3. 3.
  4. ege' nin güzel bir şarkısı. ahan da sözleri:

    Sırca bir kosk olurum
    Kırılmaktan yoruldum
    Ne kolay diyorsun
    Başkasını seviyorum
    Mutluluklar yaşadık
    Acıları paylaştık
    Simdi artık anladım
    Yalnız sevmek yetmiyor
    inan cok zor geliyor
    Elveda deyivermek
    Bilirim kolay değil
    Bir anda seni silmek

    Yaaaaaaaaaaaaaaaaaaa

    Hay kör olsaydım
    Görmeseydim seni
    Hay taş olsaydım
    Sevmeseydim seni
    0 ...
  5. 4.
  6. 5.
  7. ece uslu 'nun oynadığı yayından çabuk kalkan star dizisi.
    0 ...
  8. 6.
  9. 1997 çıkışlı sevildiğini bil yeter albümünden, flamenkoya kaçan mükemmel düzenlemesiyle, en hoşlarından bir adet ege parçası. kulaklık ile dinlenildi mi, arka plandaki onur mete vokali de kulaklara merhaba demektedir.
    1 ...
  10. 7.
  11. bir zamanlar starda yer almis olan bir dizidir. ece uslu ve hakan eratik vardi basrollerde. 4 bölüm sonra kaldirilmisti yanilmiyor isem.
    1 ...
  12. 8.
  13. Sırça bir köşk onurum.
    Kırılmaktan yoruldum.
    Ne kolay diyorsun.
    Başkasını seviyorum.
    Mutluluklar yaşadık.
    Acıları paylaştık.
    Şimdi artık anladım.
    Yalnız sevmek yetmiyor.
    inan çok zor geliyor.
    Elveda deyivermek.
    Bilirim kolay değil.
    Bir anda seni silmek.
    Yar.
    Hay kör olsaydım.
    Görmeseydim seni.
    Hay taş olsaydım.
    Sevmeseydim seni.

    edit:ayrıca sırça cam demektir.
    2 ...
  14. 9.
  15. Sırça bir köşk onurum.
    Kırılmaktan yoruldum.
    Ne kolay diyorsun.
    Başkasını seviyorum.
    1 ...
  16. 10.
  17. sabahattin ali'nin bir masalı.sırça köşk küçüklere nasihat niteliğinde de olsa esasında büyük insanlara hitap ettiği savunulur.

    ayrıca öykülerini topladığı kitabın da adıdır.kitapta 13 öykü ve 4 masal bulunur.bunlar:

    öyküler:

    1-portakal
    2-beyaz bir gemi
    3-katil osman
    4-böbrek
    5-cıgara
    6-millet yutmuyor
    7-bahtiyar köpek
    8-çilli
    9-dekolman
    10-hakkımızı yedirmeyiz
    11-cankurtaran
    12-çirkince
    13-kurtla kuzu

    masallar:

    1-bir aşk masalı
    2-devlerin ölümü
    3-koyun masalı
    4-sırça köşk

    sırça köşk

    bir zamanlar boş gezmeyi iş yapmaktan çok seven üç arkadaş
    varmış. bugünden yarına geçinmek, gittikleri yerlerin birinden
    yüz bulsalar, beşinden kovulmak canlarına tak demiş.
    alın teriyle kazanıp gönül rahatlığıyla yemeyi de gözlerine
    kestiremezlermiş, çünkü elleri işe yatkın değilmiş. bir gün,
    uzun bir yolculuktan sonra, yüksekçe bir tepede oturup aşağıdaki
    ovada yayılan büyük bir şehre garip garip bakarlar, acaba
    bu bilmediğimiz yerde nasıl karşılanacağız, diye acı acı düşünürlerken,
    içlerinden birinin aklına yaman bir fikir gelmiş, hemen
    yerinden fırlayıp:

    -gelin benimle beraber, bu şehirde sırça köşk yapalım; ömrümüzün
    sonuna kadar bolluk içinde, rahat yaşarız!- demiş.

    ötekiler:

    -bu sırça köşk de nedir?- diye sormuşlar, beriki:

    -durmayın, vakit kaybetmeyelim, yolda anlatırım!- diye
    onları peşine takmış, bayırdan aşağı kuş gibi hızla inmeye başlamışlar.

    elebaşı yolda üç beş sözle arkadaşlarına şehire varınca nasıl
    davranacaklarını öğretmiş.

    indikleri şehir, o memleketin başşehri imiş. bu memlekette
    bütün millet çalışır, herkes elinden gelen işi yapar, kendi başına
    buyruk, beyler gibi yaşarmış. tarlalarda, dükkanlarda insanlar
    arı gibi çalışır, kazanan kazanamayana destek olur, malını lüzumuna
    göre başkasıyla değişir, kavgasız dövüşsüz, efendisiz
    uşaksız, ömrünün sonunu bulurmuş. gündelik işlerini gördürmek,
    nizalarını yatıştırmak için aralarından seçtikleri adamlar
    hemşerilerine hizmet etmekten başka şey düşünmez, zorbalığı
    akıllarından bile geçirmezlermiş.

    bizim üç ahbap geldikleri sırada şehrin pazarıymış. sokaklarda
    ekinler, yemişler, dokumalar, kumaşlar, demirler, kömürler
    küme küme durur, alıcı ile verici aracısız iş görürmüş.

    ahbaplar, önceden aralarında sözbirliği ettikleri üzere, sokaklarda
    aylak aylak dolaşıp etraflarına bakarlar, başlarını sallayıp,
    yanlarından geçenlere duyuracak şekilde:

    -allah allah... amma da acayip memleket ha!..- diye söylenirlermiş.

    bir sokak gitmişler, öbür sokağa varmışlar; ondan çıkıp
    başkasına dalmışlar, ama hep şaşkın şaşkın aynı sözleri tekrarlamışlar.
    gitgide arkalarına bir sürü meraklı takılmış, bu yabancılar
    memleketin nesini acayip buldular acaba? diye aralarında
    soruşturmaya başlamış. nihayet birisi dayanamayıp yabancılara sormuş:

    -neye şaşırıyorsunuz allah aşkına?-

    ahbapların elebaşısı:

    -yahu, sizin memleketin sırça köşkü nerede?- diye öğrenmek istemiş.

    -ne sırça köşkü?-

    -nasıl? sizin sırça köşkünüz yok mu?-

    -o da neymiş?-

    elebaşı yanındaki dostlarına dönüp:

    -aman yarabbi, daha sırça köşkün ne olduğunu bilmiyorlar.
    böyle memlekette durulmaz, hemen yolumuza gidelim!- demiş.

    şehir halkını daha çok merak sarmış. ahbapların peşini bırakmamışlar.
    beş on adım sonra önleyip tekrar sormuşlar:

    -canım, neymiş şu sırça köşk? anlatın bakalım, pek lüzumlu
    bir şeyse belki biz de yaparız!-

    -lüzumlu ne demek? sırça köşkü olmayan şehir, sırça köşke
    bağlanmayan memleket olur mu?.. haydi dostlar gidelim!..-

    halk, aralarında ayaküstü bir danışmışlar, sonra yabancıların
    yanına sokulup:

    -bizim başka şehirlerden ne diye noksanımız olsun? mademki
    bu kadar lazımmış, hadi hep beraber şu sırça köşkü yapıverelim!-
    demişler.

    yabancıların elebaşısı:

    -olmaz... olmaz... sırça köşkü yapmak o kadar kolay değil...
    masraf ister, malzeme ister, işçi ister. bırakın bizi de sırça
    köşkü olan şehire gidelim!- demiş. ama halk bırakmamış, -ne
    lazımsa verelim, kimselerin memleketinden aşağı kalmak istemeyiz!-
    diye direnmiş.

    oturup hesabını yapmışlar, hemen işe başlamışlar. üç ahbap
    sırça köşkün mimarlığını üstüne almış, halk aralarından işçi
    seçmiş, arabacı ayırmış, şehrin en büyük meydanına kum taşımaya,
    kömür getirmeye başlamış. bir kısmı da bu işte çalışanlara
    yiyecek, içecek getirir, giyim eşyası tedarik edermiş. nihayet
    camlar eritilmiş, sırça duvarlar yükselmiş, bir kat tamam
    olunca, üç ahbap içine yerleşmişler, halka demişler ki:

    -işte, sırça köşk oldu demektir. daha tamam değil, memleketinizin
    şanına layık büyüklükte değil ama, o da olur. şimdi
    bunu iyi muhafaza etmek lazım, büyütmek lazım, adam ayırın,
    yiyeceği içeceği artırın, aranızdan seçtiğiniz adamları da dağıtın,
    biz her işinize bakarız...-

    halk, artık bir sırça köşkümüz var, diye sevinmiş, kendi
    yediğinden, giydiğinden kesip sırça köşkte oturanlarla onların
    hizmetine ayrılanlara vermeye başlamış. az sonra sırça köşkten
    emir çıkmış:

    -bir kat daha çıkmak lazım. burası hem bize; hem hizmetimize
    bakanlara dar geliyor.-

    arabalar yeniden kum taşımış, sırça köşkün efendileriyle
    onlara hizmet edenlere, yapıda çalışanlara davarlarla koyun,
    çuvallarla ekin, küfelerle yemiş getirmiş. ikinci kat tamam
    olunca, üç ahbap oraya da halk arasından kendi işlerine yarayabilecek
    olanları seçip yerleştirmişler. onlar da burada ekmek
    elden su gölden yaşamanın tadını alınca, sırça köşkün çok lüzumlu
    bir şey olduğuna inanmışlar, hemşerilerini de inandırmak
    için gayrette kusur etmemişler.

    bu yolda sırça köşk yükseldikçe yükselmiş, kat üstüne kat
    binmiş. içi oldukça dolmuş, sırça köşke girmenin kolayını bulan
    ordan çıkmak istemez, bunun tersine dışarda kalanlar yolunu
    bulup içerde bir yer kapmaya uğraşırmış. ama sırça köşkte
    oturanlarla onlara hizmet edenleri beslemek de halkın belini
    pek bükmüş. aralarında homurdananlar türemiş. bir aralık:

    -sırça köşk lazım, anladık, ama bu kadar çok odaya, bu kadar
    hazır yiyiciye ne lüzum var?- diye şöyle bir görünecek olmuşlar.
    üç ahbabın elebaşısı onlara her odanın vazifesini iyice
    anlatmış:

    -işte- demiş, -şu odada ben otururum, sırça köşkün başında
    ben varım, bensiz bu iş yürür mü? ben olmasam sırça köşkünüz
    olur muydu?.. şu odalarsa baş yardımcılarımızın... ta
    gurbet ellerden gelip sizi sırça köşke kavuşturduk, biz idare etmesek
    ne köşk kalır, ne siz kalırsınız!-

    halk:

    -pekala- demiş, -ama bir sürü aylakçının ne lüzumu var?
    mesela şu odadaki ne iş görür?-

    -o mu? ne diyorsunuz? sırça köşke giren malların hesabına
    o bakar; bu malları toplayanların başıdır. o olmasa, hiçbiriniz
    verdiğinizin nereye gittiğini bilemezsiniz. buna gönlünüz
    razı olur mu?-

    -eee... şu odadaki?-

    -sırça köşke zamanında mal göndermeyenleri, noksan mal
    gönderenleri, sırça köşkün kadrini bilmek istemeyip ona kastedenleri
    arar bulur... öyle sütü bozukları başıboş bırakmak olur mu?-

    -peki, ya şurdaki?-

    -sırça köşke girip çıkanların defterini tutar.-

    -bunu da anladık, ya bu odadaki?-

    -sırça köşkün odalarını süpürtür...-

    halk ne sorduysa cevabını almış, bütün odalarla bu odalarda
    aylak oturan insanların pek lüzumlu olduğuna inanmış;
    çünkü bunların kimi sırça köşkün ışıkçı başısı, kimi döşekçi başısı,
    kimi onun yamağı, kimi yamağının yamağı imiş. eh, artık
    bir sırça köşk olduktan sonra, onun hizmetine bakanlar, sonra
    bu hizmete bakanların hizmetine bakanlar elbette olacakmış.
    ama sırça köşktekiler arttıkça, halkta onları doyuracak takat
    kalmamış. o zaman sırça köşkün adamları gelip herkesin yiyeceğini,
    giyeceğini zorla almışlar. ayak direyenleri götürüp sırça
    köşkün bodrumuna kapamışlar. halk, başına kendi sardırdığı
    bu beladan kurtulmaya kalkışamazmış; çünkü sırça köşkün
    adamları, gezdikleri, dolaştıkları yerde, onun hiçbir kuvvetin
    yıkamayacağı kadar sağlam olduğunu söyler, saf kimseleri buna
    inandırır, inanmayanları ise bin bir zulüm, bin bir hile ile
    sustururlarmış. sırça köşkün de gözü doymak bilmez, istedikçe
    istermiş. baştakiler doğuştan tembel oldukları, sonradan yanaşanlar
    da çalışmayı çoktan unuttukları için, kendilerini besleyenlere,
    buna karşılık bir şeyler borçlu olduklarını akıllarına bile
    getirmezler, yalnız birbirlerinin hizmetine bakarlar, memleketin
    halkına, bir köylünün inekleriyle köpeklerine baktığı kadar
    bile göz kulak olmazlarmış. ama halkın gözü yıldığı için
    elindekini avucundakini vermiş. artık bir gün verecek bir şeyi
    kalmamış, çünkü sırça köşkten çıkan bir emirle herkes elindeki
    son koyunu da vermeye çağrılmış. getirmişler, teslim etmişler,
    söve saya dağılmaya başlamışlar. onların böyle homurdandığını,
    artık verecek bir şeyleri kalmadığı için korkacak bir şeyleri
    de olmadığını fark eden bizim ahbapların elebaşısı sırça köşkün
    balkonuna çıkmış, sesini tatlılaştırıp onlara demiş ki:

    -ey millet, birçok şeyler verdiniz, büyük sıkıntılara katlandınız,
    ama dostun düşmanın hayran olduğu bir sırça köşk elde
    ettiniz. onun azameti, onun parlaklığı yanında üç beş çuval
    ekin, dört beş davar nedir ki?.. biz sizin şanınız, şerefiniz için
    çalışıyoruz, sizin iyiliğinizden başka bir şey düşünmüyoruz.
    bakın, bugün getirip bıraktığınız koyunların bile hepsini yemedik,
    boğazımızdan kestik, bir kısmını size geri vereceğiz. bütün
    koyunların kelleleri halka dağıtılsın!-

    sırça köşkten çıkan birçok hizmetkar, biraz önce oraya canlı
    olarak giren, şimdi kesilip, yüzülüp kebap edilmeye başlanan
    koyunların kafalarını halka dağıtmışlar.

    kelleyi alanlar dağılmak üzereyken içlerinden biri elindeki
    başa bakarak hayretle bağırmış:

    -iyi ama bu başın beynini almışlar!-

    elebaşı balkondan seslenmiş:

    -öyle... fakat siz beyni ne yapacaksınız? pişirmesini bilmez,
    ziyan edersiniz!-

    başka biri:

    -peki, ya bu başların dili de yok!- diye haykırmış. elebaşı
    aşağıya doğru eğilmiş:

    -canım, dilin size lüzumu yok! yemesini beceremezsiniz!-

    bir üçüncüsü:

    -yahu, bu kellelerin gözlerini de çıkarmışlar!-

    elebaşı ona da cevap vermiş:

    -siz o gözün de nasıl kullanılacağını bilemezsiniz, vazgeçin
    ondan da...-

    bunun üzerine halk, beyinsiz, dilsiz, gözsüz kelleleriyle dağılmak
    üzereyken, aralarında canından bezmiş biri:

    -böyle başın da bana lüzumu yok!- diyerek, boynuzundan
    tuttuğu kelleyi fırlatıvermiş. işte o zaman herkesin şaştığı bir
    şey olmuş; hızla gidip sırça köşke çarpan kelle orada -şangır!..-
    diye koskocaman bir gedik açmış. halk her şeyden sağlam, hiçbir
    zaman yıkılmaz, kırılmaz bildiği o koskoca sırça köşkün bu
    kadar çürük olduğunu görünce, elindeki kelleleri birbiri arkasına
    ona fırlatmaya başlamış, göz açıp kapayıncaya kadar tuzla
    buz olan sırça köşk çökmüş, yıkılmış, içindekilerin çoğu cam
    kırıklarının altında ezilmiş, kapıya yakın yerlerdeki beş on kişi
    zor kurtulmuş...

    halk sırça köşkün enkazını çabuk temizlemiş, dünyada onsuz
    da yaşanabileceğini anlayarak eski hayatına dönmüş, işini
    yine arasından seçtiği adamlara gördürmüş, ama sırça köşkün
    kötü hatırasını uzun zaman zihninden çıkaramamış. ihtiyarlar
    çocuklarına ondan bahsederlerken, şu nasihati vermeyi unutmaz-
    larmış:
    ''sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. ama günün birinde nasıl-
    sa böyle bir köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez birşey oldu-
    ğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle
    fırlatmak yeter.''

    (1945)

    edit: imla
    4 ...
  18. 11.
  19. 12.
  20. sabahattin ali'nin;

    *portakal
    *beyaz bir gemi
    *katil osman
    *böbrek
    *cıgara
    *millet yutmuyor
    *bahtiyar köpek
    *çilli
    *dekolman
    *hakkımızı yedirmeyiz!
    *cankurtaran
    *çirkince
    *kurtla kuzu

    masallar

    *bir aşk masalı
    *devlerin ölümü
    *koyun masalı
    *sırça köşk

    isimli eserlerinin toplandığı, yky'den çıkan kitaptır.
    4 ...
  21. 13.
  22. yakında okuyacağım sabahattin ali'nin öykü kitabı bu da bitince juyucaklı yusuf hariç tüm eserlerini okumuş oluyorum cidden çok az kitap yazmış ama etkili üslubuyla adından söz ettriyor hala.
    1 ...
  23. 14.
  24. sabahattin ali nin sırça köşk isimli öykü kitabındaki aynı isimli öykü.malesef her dönem şahit olduğumuz şeyleri gerçekçi biçimde yansıtmakta.yazıldığı yıllardan beri hiç mi bir şey değişmemiş dedirten öyküdür.topluma ayna tutar.
    0 ...
  25. 15.
  26. 16.
  27. sabahattin ali tarafından yazılmış öykü kitabı. öyküler seneler öncesinde yazılmış olmasına rağmen bugünden hiç farkı yok. zaman geçti peki toplumsal olarak ne değişti, yine aynı dolaplar, çarpıklıklar varlığını sürdürüyor. öyküleri de masalları da kaliteli kitap.
    0 ...
  28. 17.
  29. sebahattin ali 'nin kısa öykülerinin bulunduğu kitaptır. Kesinlikle tavsiye edilir.
    0 ...
  30. 17.
  31. Sabahattin Ali 'ye ait harika öykü kitabı. Beni en çok etkileyen öyküler katil Osman, dekolman ve can kurtarandır. Birkaç öykü dışında tüm öyküleri arkadaşıma anlattığım kitaptır ayrıca. Bazı Öykülerde yer alan mesajlar çok etkileyici ve derin. Kendinizi vererek okuduğunuz taktirde her öyküde kendinizden bir parça bulabilirsiniz. Ruhunuz sıkılıp elinize rastgele bir kitap aldıysanız ve o kitap da sırça köşk ise ne kadar şanslı olduğunuzu unutmayın.
    4 ...
  32. 18.
  33. Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuz buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter. *
    3 ...
  34. 19.
  35. Sabahattin Ali nin en çarpıcı hikayelerinden.
    0 ...
  36. 20.
  37. (bkz: sabahattin ali) nin, bundan 80 sene önce yazdığı, ancak bilmeyen birisine okutacak olursanız, sanki bu dönem için yazdığını düşüneceği öyküsü.

    Bu tür kitapların en geç lise dönemi bitene kadar çocuklara okutulması taraftarıyım.
    0 ...
  38. 22.
  39. sabahattin ali nin 13 öykü, 4 masaldan olusan leziz eseri.

    son oykusu olan sırça köşk:

    bir zamanlar boş gezmeyi iş yapmaktan çok seven üç arkadaş
    varmış. bugünden yarına geçinmek, gittikleri yerlerin birinden
    yüz bulsalar, beşinden kovulmak canlarına tak demiş.
    alın teriyle kazanıp gönül rahatlığıyla yemeyi de gözlerine
    kestiremezlermiş, çünkü elleri işe yatkın değilmiş. bir gün,
    uzun bir yolculuktan sonra, yüksekçe bir tepede oturup aşağıdaki
    ovada yayılan büyük bir şehre garip garip bakarlar, acaba
    bu bilmediğimiz yerde nasıl karşılanacağız, diye acı acı düşünürlerken,
    içlerinden birinin aklına yaman bir fikir gelmiş, hemen
    yerinden fırlayıp:

    -gelin benimle beraber, bu şehirde sırça köşk yapalım; ömrümüzün
    sonuna kadar bolluk içinde, rahat yaşarız!- demiş.

    ötekiler:

    -bu sırça köşk de nedir?- diye sormuşlar, beriki:

    -durmayın, vakit kaybetmeyelim, yolda anlatırım!- diye
    onları peşine takmış, bayırdan aşağı kuş gibi hızla inmeye başlamışlar.

    elebaşı yolda üç beş sözle arkadaşlarına şehire varınca nasıl
    davranacaklarını öğretmiş.

    indikleri şehir, o memleketin başşehri imiş. bu memlekette
    bütün millet çalışır, herkes elinden gelen işi yapar, kendi başına
    buyruk, beyler gibi yaşarmış. tarlalarda, dükkanlarda insanlar
    arı gibi çalışır, kazanan kazanamayana destek olur, malını lüzumuna
    göre başkasıyla değişir, kavgasız dövüşsüz, efendisiz
    uşaksız, ömrünün sonunu bulurmuş. gündelik işlerini gördürmek,
    nizalarını yatıştırmak için aralarından seçtikleri adamlar
    hemşerilerine hizmet etmekten başka şey düşünmez, zorbalığı
    akıllarından bile geçirmezlermiş.

    bizim üç ahbap geldikleri sırada şehrin pazarıymış. sokaklarda
    ekinler, yemişler, dokumalar, kumaşlar, demirler, kömürler
    küme küme durur, alıcı ile verici aracısız iş görürmüş.

    ahbaplar, önceden aralarında sözbirliği ettikleri üzere, sokaklarda
    aylak aylak dolaşıp etraflarına bakarlar, başlarını sallayıp,
    yanlarından geçenlere duyuracak şekilde:

    -allah allah... amma da acayip memleket ha!..- diye söylenirlermiş.

    bir sokak gitmişler, öbür sokağa varmışlar; ondan çıkıp
    başkasına dalmışlar, ama hep şaşkın şaşkın aynı sözleri tekrarlamışlar.
    gitgide arkalarına bir sürü meraklı takılmış, bu yabancılar
    memleketin nesini acayip buldular acaba? diye aralarında
    soruşturmaya başlamış. nihayet birisi dayanamayıp yabancılara sormuş:

    -neye şaşırıyorsunuz allah aşkına?-

    ahbapların elebaşısı:

    -yahu, sizin memleketin sırça köşkü nerede?- diye öğrenmek istemiş.

    -ne sırça köşkü?-

    -nasıl? sizin sırça köşkünüz yok mu?-

    -o da neymiş?-

    elebaşı yanındaki dostlarına dönüp:

    -aman yarabbi, daha sırça köşkün ne olduğunu bilmiyorlar.
    böyle memlekette durulmaz, hemen yolumuza gidelim!- demiş.

    şehir halkını daha çok merak sarmış. ahbapların peşini bırakmamışlar.
    beş on adım sonra önleyip tekrar sormuşlar:

    -canım, neymiş şu sırça köşk? anlatın bakalım, pek lüzumlu
    bir şeyse belki biz de yaparız!-

    -lüzumlu ne demek? sırça köşkü olmayan şehir, sırça köşke
    bağlanmayan memleket olur mu?.. haydi dostlar gidelim!..-

    halk, aralarında ayaküstü bir danışmışlar, sonra yabancıların
    yanına sokulup:

    -bizim başka şehirlerden ne diye noksanımız olsun? mademki
    bu kadar lazımmış, hadi hep beraber şu sırça köşkü yapıverelim!-
    demişler.

    yabancıların elebaşısı:

    -olmaz... olmaz... sırça köşkü yapmak o kadar kolay değil...
    masraf ister, malzeme ister, işçi ister. bırakın bizi de sırça
    köşkü olan şehire gidelim!- demiş. ama halk bırakmamış, -ne
    lazımsa verelim, kimselerin memleketinden aşağı kalmak istemeyiz!-
    diye direnmiş.

    oturup hesabını yapmışlar, hemen işe başlamışlar. üç ahbap
    sırça köşkün mimarlığını üstüne almış, halk aralarından işçi
    seçmiş, arabacı ayırmış, şehrin en büyük meydanına kum taşımaya,
    kömür getirmeye başlamış. bir kısmı da bu işte çalışanlara
    yiyecek, içecek getirir, giyim eşyası tedarik edermiş. nihayet
    camlar eritilmiş, sırça duvarlar yükselmiş, bir kat tamam
    olunca, üç ahbap içine yerleşmişler, halka demişler ki:

    -işte, sırça köşk oldu demektir. daha tamam değil, memleketinizin
    şanına layık büyüklükte değil ama, o da olur. şimdi
    bunu iyi muhafaza etmek lazım, büyütmek lazım, adam ayırın,
    yiyeceği içeceği artırın, aranızdan seçtiğiniz adamları da dağıtın,
    biz her işinize bakarız...-

    halk, artık bir sırça köşkümüz var, diye sevinmiş, kendi
    yediğinden, giydiğinden kesip sırça köşkte oturanlarla onların
    hizmetine ayrılanlara vermeye başlamış. az sonra sırça köşkten
    emir çıkmış:

    -bir kat daha çıkmak lazım. burası hem bize; hem hizmetimize
    bakanlara dar geliyor.-

    arabalar yeniden kum taşımış, sırça köşkün efendileriyle
    onlara hizmet edenlere, yapıda çalışanlara davarlarla koyun,
    çuvallarla ekin, küfelerle yemiş getirmiş. ikinci kat tamam
    olunca, üç ahbap oraya da halk arasından kendi işlerine yarayabilecek
    olanları seçip yerleştirmişler. onlar da burada ekmek
    elden su gölden yaşamanın tadını alınca, sırça köşkün çok lüzumlu
    bir şey olduğuna inanmışlar, hemşerilerini de inandırmak
    için gayrette kusur etmemişler.

    bu yolda sırça köşk yükseldikçe yükselmiş, kat üstüne kat
    binmiş. içi oldukça dolmuş, sırça köşke girmenin kolayını bulan
    ordan çıkmak istemez, bunun tersine dışarda kalanlar yolunu
    bulup içerde bir yer kapmaya uğraşırmış. ama sırça köşkte
    oturanlarla onlara hizmet edenleri beslemek de halkın belini
    pek bükmüş. aralarında homurdananlar türemiş. bir aralık:

    -sırça köşk lazım, anladık, ama bu kadar çok odaya, bu kadar
    hazır yiyiciye ne lüzum var?- diye şöyle bir görünecek olmuşlar.
    üç ahbabın elebaşısı onlara her odanın vazifesini iyice
    anlatmış:

    -işte- demiş, -şu odada ben otururum, sırça köşkün başında
    ben varım, bensiz bu iş yürür mü? ben olmasam sırça köşkünüz
    olur muydu?.. şu odalarsa baş yardımcılarımızın... ta
    gurbet ellerden gelip sizi sırça köşke kavuşturduk, biz idare etmesek
    ne köşk kalır, ne siz kalırsınız!-

    halk:

    -pekala- demiş, -ama bir sürü aylakçının ne lüzumu var?
    mesela şu odadaki ne iş görür?-

    -o mu? ne diyorsunuz? sırça köşke giren malların hesabına
    o bakar; bu malları toplayanların başıdır. o olmasa, hiçbiriniz
    verdiğinizin nereye gittiğini bilemezsiniz. buna gönlünüz
    razı olur mu?-

    -eee... şu odadaki?-

    -sırça köşke zamanında mal göndermeyenleri, noksan mal
    gönderenleri, sırça köşkün kadrini bilmek istemeyip ona kastedenleri
    arar bulur... öyle sütü bozukları başıboş bırakmak olur mu?-

    -peki, ya şurdaki?-

    -sırça köşke girip çıkanların defterini tutar.-

    -bunu da anladık, ya bu odadaki?-

    -sırça köşkün odalarını süpürtür...-

    halk ne sorduysa cevabını almış, bütün odalarla bu odalarda
    aylak oturan insanların pek lüzumlu olduğuna inanmış;
    çünkü bunların kimi sırça köşkün ışıkçı başısı, kimi döşekçi başısı,
    kimi onun yamağı, kimi yamağının yamağı imiş. eh, artık
    bir sırça köşk olduktan sonra, onun hizmetine bakanlar, sonra
    bu hizmete bakanların hizmetine bakanlar elbette olacakmış.
    ama sırça köşktekiler arttıkça, halkta onları doyuracak takat
    kalmamış. o zaman sırça köşkün adamları gelip herkesin yiyeceğini,
    giyeceğini zorla almışlar. ayak direyenleri götürüp sırça
    köşkün bodrumuna kapamışlar. halk, başına kendi sardırdığı
    bu beladan kurtulmaya kalkışamazmış; çünkü sırça köşkün
    adamları, gezdikleri, dolaştıkları yerde, onun hiçbir kuvvetin
    yıkamayacağı kadar sağlam olduğunu söyler, saf kimseleri buna
    inandırır, inanmayanları ise bin bir zulüm, bin bir hile ile
    sustururlarmış. sırça köşkün de gözü doymak bilmez, istedikçe
    istermiş. baştakiler doğuştan tembel oldukları, sonradan yanaşanlar
    da çalışmayı çoktan unuttukları için, kendilerini besleyenlere,
    buna karşılık bir şeyler borçlu olduklarını akıllarına bile
    getirmezler, yalnız birbirlerinin hizmetine bakarlar, memleketin
    halkına, bir köylünün inekleriyle köpeklerine baktığı kadar
    bile göz kulak olmazlarmış. ama halkın gözü yıldığı için
    elindekini avucundakini vermiş. artık bir gün verecek bir şeyi
    kalmamış, çünkü sırça köşkten çıkan bir emirle herkes elindeki
    son koyunu da vermeye çağrılmış. getirmişler, teslim etmişler,
    söve saya dağılmaya başlamışlar. onların böyle homurdandığını,
    artık verecek bir şeyleri kalmadığı için korkacak bir şeyleri
    de olmadığını fark eden bizim ahbapların elebaşısı sırça köşkün
    balkonuna çıkmış, sesini tatlılaştırıp onlara demiş ki:

    -ey millet, birçok şeyler verdiniz, büyük sıkıntılara katlandınız,
    ama dostun düşmanın hayran olduğu bir sırça köşk elde
    ettiniz. onun azameti, onun parlaklığı yanında üç beş çuval
    ekin, dört beş davar nedir ki?.. biz sizin şanınız, şerefiniz için
    çalışıyoruz, sizin iyiliğinizden başka bir şey düşünmüyoruz.
    bakın, bugün getirip bıraktığınız koyunların bile hepsini yemedik,
    boğazımızdan kestik, bir kısmını size geri vereceğiz. bütün
    koyunların kelleleri halka dağıtılsın!-

    sırça köşkten çıkan birçok hizmetkar, biraz önce oraya canlı
    olarak giren, şimdi kesilip, yüzülüp kebap edilmeye başlanan
    koyunların kafalarını halka dağıtmışlar.

    kelleyi alanlar dağılmak üzereyken içlerinden biri elindeki
    başa bakarak hayretle bağırmış:

    -iyi ama bu başın beynini almışlar!-

    elebaşı balkondan seslenmiş:

    -öyle... fakat siz beyni ne yapacaksınız? pişirmesini bilmez,
    ziyan edersiniz!-

    başka biri:

    -peki, ya bu başların dili de yok!- diye haykırmış. elebaşı
    aşağıya doğru eğilmiş:

    -canım, dilin size lüzumu yok! yemesini beceremezsiniz!-

    bir üçüncüsü:

    -yahu, bu kellelerin gözlerini de çıkarmışlar!-

    elebaşı ona da cevap vermiş:

    -siz o gözün de nasıl kullanılacağını bilemezsiniz, vazgeçin
    ondan da...-

    bunun üzerine halk, beyinsiz, dilsiz, gözsüz kelleleriyle dağılmak
    üzereyken, aralarında canından bezmiş biri:

    -böyle başın da bana lüzumu yok!- diyerek, boynuzundan
    tuttuğu kelleyi fırlatıvermiş. işte o zaman herkesin şaştığı bir
    şey olmuş; hızla gidip sırça köşke çarpan kelle orada -şangır!..-
    diye koskocaman bir gedik açmış. halk her şeyden sağlam, hiçbir
    zaman yıkılmaz, kırılmaz bildiği o koskoca sırça köşkün bu
    kadar çürük olduğunu görünce, elindeki kelleleri birbiri arkasına
    ona fırlatmaya başlamış, göz açıp kapayıncaya kadar tuzla
    buz olan sırça köşk çökmüş, yıkılmış, içindekilerin çoğu cam
    kırıklarının altında ezilmiş, kapıya yakın yerlerdeki beş on kişi
    zor kurtulmuş...

    halk sırça köşkün enkazını çabuk temizlemiş, dünyada onsuz
    da yaşanabileceğini anlayarak eski hayatına dönmüş, işini
    yine arasından seçtiği adamlara gördürmüş, ama sırça köşkün
    kötü hatırasını uzun zaman zihninden çıkaramamış. ihtiyarlar
    çocuklarına ondan bahsederlerken, şu nasihati vermeyi unutmaz-
    larmış:
    ''sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. ama günün birinde nasıl-
    sa böyle bir köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez birşey oldu-
    ğunu sanmayın. en heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle
    fırlatmak yeter.''

    (1945)
    1 ...
© 2025 uludağ sözlük